Yeni Güç Dengelerine Giderken: Dünya ve Türkiye – Mehmet Yılmazer

Yol, Kış 2016

Dünya özellikle 2008 krizinden beri baş edemediği sorunlarla boğuşmaya devam ediyor. Bu zaman aralığının en temel özelliği sorunların derinleşmesi ancak çözümlenememesidir. Sorunlar her geçen gün derinleşiyor, fakat hala ufukta bir çözüm işareti görünmüyor. Günümüzü daha iyi kavrayabilmek için duvar yıkıldıktan sonra dünya güçler dengesinde yaşanan üç döneme yeniden göz atmak yararlı olur.

İlk dönem, sosyalist sistemin çöküşünden sonra başlamıştır, ikiz kulelerin yıkılışına kadar bir on yıl devam etmiştir. Bu dönemin temel özelliği, silahların dehşet dengesinin ortadan kalkmasıyla başlayan “barışçıl ekonomik yarış”tır. Aslında “barışçıl ekonomik yarış” tüm emperyalist sistemin tercihi değil, özellikle Japonya ve AB’nin -özellikle Almanya- tercihiydi. Bugünlerde “tarihin sonu”nun geldiği ilan edilmişti ve kapitalizmin nihai zaferi kutlanmaktaydı. “Barışçıl ekonomik yarış” döneminde Almanya ve Japonya, Körfez ülkeleriyle büyük enerji anlaşmaları imzalamışlardı. Büyük bir ekonomik atılım için hazırlanıyorlardı.

Bu gidiş o dönemin “süper gücü” ilan edilen ABD’nin çıkarlarına kesinlikle aykırıydı. Silah ve havacılık sektörleri dışında rekabet gücünü kaybetmiş olan Amerika, “barışçıl ekonomik yarış” döneminde sürekli kaybeden olacaktı. 1991’deki ilk Körfez savaşından sonra, savaşın faturasının ödenmesi sırasında Washington, Tokyo ve Berlin’le büyük gerilime girdi. Japonya, artık  kendi ordusu olan “normal bir ulus” olmak istiyordu. O dönemde Amerika’ya “Hayır diyen Japonya” en çok tartışılan konuların başında geliyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerikan güvenlik şemsiyesi altında gelişmiş ülkeler, Berlin Duvarı yıkılınca Washington’dan bağımsızlaşmak istediklerini açıkça ortaya koydular. Bu Amerika için kabul edilmez bir “ihanetti”.

Duvarın çöküşüyle kendiliğinden ortaya çıkan “barışçıl ekonomik yarış” stratejisi mutlaka değiştirilmeli, daha doğrusu “süper güç” Amerika, o günlerdeki kavramlarla dünyayı “dostlarıyla birlikte mi”, ya da “tek başına mı” yöneteceğine karar vermeliydi. Bu konudaki “Büyük Strateji” tartışmaları oldukça uzun sürdü, ta ki New York’ta 2000 yılında ikiz kulelerin havaya uçurulmasına kadar.

İkinci dönem 21. yüzyılla birlikte başladı; ilk on yılında devam etti. “Barışçıl ekonomik yarış” hayalleri ikiz kulelerle birlikte havaya uçtu; yerini “uluslararası terörle savaş”a bıraktı. Artık tam da Amerika’nın istediği gibi bir dünya yaratılıyordu. Gerilim ve bölgesel savaşların yaşanacağı, rekabetin ray değiştirip, sıradan ekonomik alanlardan silah ve yüksek teknoloji alanına taşınacağı bir dönem başlıyordu. “Süper güç” süperliğini bu alanlarda gösterebilirdi. Bilindiği gibi bu dönemle birlikte Afganistan ve Irak işgalleri yaşandı. ABD’nin stratejik tercihi başrol oynamaya başlamış, dünya güçler dengesi bu duruma göre şekillenmeye başlamıştı.

Bu dönemin iki temel özelliği vardır. ABD’nin yakın hedefleri kısmen gerçekleşmiştir. Ekonomik rekabetle öne geçme imkanını yakalamış olan AB ve Japonya’nın yolu Irak’ın işgaliyle kesilmiştir. Fakat Washington’un dünyayı tek başına yönetme ana stratejik yönelişi gerçekleşmemiştir. Bölgeye Irak’ın işgaliyle “demokrasi” getirmeyi hayal eden ve bu adımdan alacağı hızla tüm bölge ve dünyada gerçek bir süper güç gibi esmeyi hedefleyen Amerika, Irak bataklığında debelendikçe bu hayali kabusa dönüşmüştür.

Böylece bu dönemin ikinci temel özelliği 2007 sonrası şekillenmeye başlamış, Washington’a rağmen BRİÇ ülkeleri, özellikle Çin ve Rusya dünya güçler dengesinde mevziler kazanmaya başlamıştır. Artık çok kutuplu bir dünya şekilleniyordu. 2008 ekonomik bunalımı ABD’nin mevzi kaybını iyice hızlandırmıştır. Süper gücün hızı iyice kesilmiş, dünyayı tek başına yönetmek bir yana Ortadoğu bataklığından kurtulmanın yollarını aramaya başlamıştır. ABD, ikinci dönemde dostları AB ve Japonya’nın “ekonomik rekabette” yolunu kesmiş, fakat bu kez kendine başka, belki de daha riskli rakipler yaratmıştır. Çin ve Rusya artık dünya güçler dengesinde yeni yerlerini almışlardır.

Bu gelişmeler üzerine Amerika’nın Ortadoğu’dan çekileceği, ağırlığını Pasifik bölgesine vereceği tartışmaları yoğunlaşmış, fakat henüz gerçekleşmemiştir.

Üçüncü dönem, iki bin onlar sonrası yılları kapsar. Hala bu dönemin içindeyiz. Bu dönemin temel özelliği “dengeleme” yılları olmasındadır. Çok kutuplu dünyanın kutupları ABD, AB, Rusya, Çin hatta Hindistan ve Brezilya mevzilerini koruma çabasındadır. Bu konuda BRİÇ ülkelerinin kendi bankalarını kurmasıyla dünya dengelerinde kendi lehlerinde bir adım attıkları söylenebilir. Ayrıca BRİÇ ülkeleri yavaş adımlarla da olsa dünyada dolar kullanımını daraltan adımlar atıyorlar. Şimdiden dünyada dolar kullanımı yüzde 60 civarındadır.

Bu dönemde neoliberalizme karşı isyanların Ortadoğu bölgesine ve Avrupa’nın güneyine yayılması dünya güçler dengesindeki satranç oyununu gerilimli ve heyecanlı noktalara vardırmıştır. Arap isyanlarına ve Avrupa’nın krizine karşı Batı dünyası tam ittifak halinde olmasa da bazı karşı hamleler gerçekleştirmiştir. Bunlar, Arap isyanları bahanesiyle Libya ve Suriye’ye müdahale ederek, bölgeyi tam bir cehenneme çevirmek; öte yandan Rusya’nın yükselişini durdurmak için Avrupa’nın doğusunda Ukranya savaşını başlatmaktır. Rusya’ya bu nedenle yaptırım uygulanması bir sınırın ötesine geçemiyor. Yaptırımların Avrupa tarımına verdiği zarar da onun uygulama alanını daraltıyor.

Bu iki adımın  Batı emperyalizmi lehine sonuçlar doğurup doğurmayacağı hala gelecek günlerin cevaplayacağı bir sorudur.

Dengeleme döneminin bazı özelliklerine değinelim:

1- AB içinde bunalım yükseliyor. Yunanistan bunun en güçlü işaretidir. Syriza’nın “kuşatılması” AB “derin” merkezinin zaferi değil, yükselecek kriz dalgasını erteleme çabasıdır. AB’nin üyelerine “ortak” bir gelişme sağlamadığı, zayıflardan güçlülere bir sermaye transferi olduğu yeterince ortaya çıkmıştır. Bu gerçekliğin biriktirdiği gerilim Yunanistan ile patladı ve devam edecektir.

Syriza deneyi çok önemlidir. Bugün değerlendirme için yeterli malzemeye sahip değiliz. Ancak bu deneyin iki yönüne vurgu yapmak gerekiyor. Syriza, AB Troika’sını daha Yunan halkından yana veya daha insani bir programa inka etme beklentisini taşımakla önemli bir hata yapmıştır. Bu nedenle güçlü bir alternatif programa sahip olmadığı için AB’nin çizdiği kıskacın içinde kalmıştır. Bir diğer yön, AB kurmayları Avrupa’nın güneyinden kendilerine karşı yükselen dalgayı ne pahasına olursa olsun bastırmak zorundaydılar. Yoksa sırada İspanya’dan İtalya’ya kadar uzanan bir tepki beklemektedir. “Yunanistan’ın yenilgisi” bu birikimi yok etmemiş sadece ertelemiştir.

2- AB’nin iç bunalımının yükselişi, özellikle ABD’nin büyük iştahla devreye soktuğu Ukranya savaşıyla Rusya’yı hırpalama hedefinin gerçekleşme şansını zayıflatmaktadır. Bu çok önemlidir. Doğu Avrupa’daki güçler dengesi bugüne kadar sürekli olarak Batı lehine gelişti. AB’de krizin yükselme işaretleri ilk kez bu dengeleri “doğu” lehine değiştirebilir. Doğu Avrupa ekonomileri birbirinden beter durumdalar. ABD dünyada ne ölçüde yıprandıysa Almanya ve AB de Avrupa’da aynı ölçüde yıpranmaktadır.

3- Ortadoğu’da Arap ayaklanmalarının ortaya çıkardığı olası devrimci-demokrat gelişmelerin yolunu kesmek için yaratılan cehennemin daha yıllarca devam etme olasılığı güçlüdür. Bu çatışmaların emperyalizme karşı düzenli ve örgütlü bir mücadelenin potansiyelini çürüttüğü çok açıktır. Ancak bir bakıma bu yaratılmış kaosun emperyalizme maliyetinin ne olacağı henüz belli değilse de, mutlaka bir maliyeti olacaktır.

4- Amerika, Irak işgali ile ortaya çıkan saflaşmalar üzerinden bölgede kesin üstünlük  kurma hedefinin tıkandığını gördüğü için İran’la uzlaşma yolunu seçmiştir. Bu anlaşma son on yılın en önemli gelişmesidir. Böylece ABD’nin Sunni eksenine karşı şekillenen Şii ekseni ortadan kalkıyor mu? Tam tersine bu uzlaşma Suudilere ve Körfez ülkelerine kısmi bir uyarıdır. Şii ekseni güçlenmiştir, ancak Batı dünyası bu uzlaşma ile ikinci adımına hazırlık yapmaktadır. Artık neoliberalizmin “bütün nimetleri” İran’a büyük bir hızla akacaktır. Olursa esas güç dengesi kayması o zaman yaşanacaktır. Batı dünyası buna hazırlanıyor.

5- Bugünün dünyasında henüz bir etkisi olmasa da, geleceği şekillendirecek “Atlantik ortak pazarı” dengeleme döneminin en önemli hazırlıklarındandır. ABD ve AB arasında “serbest ticaret” yollarının inşası gerçekten kapitalizmin geleceği açısından çok önemli bir gelişme olacaktır. Bu anlaşma aynı zamanda AB’nin Rusya ve Çin’le geliştireceği ilişkilere kaçınılmaz sınırlar getirecektir. ABD’nin Ortadoğu’dan kurtulup Pasifik bölgesine yönelmek istemesinin temel nedeni Çin’in yükselişini durdurmaya yönelikti. Çin’i kuşatma çabalarını Çin denizinde gerilimler yaratarak yerine getirmeye çalışan ABD, bu çabalarını yoğunlaştırma amacındadır.

Bu özelliklere genel olarak baktığımızda dünya güçler dengesinde içinde bulunduğumuz üçüncü dönemin de sonuna gelinmekte olduğu anlaşılır. Bu dengelemenin bozulması gerekiyor. İkinci dönemin terörle mücadele stratejisi artık “süper güç” lehine bir sonuç yaratmıyor. Üçüncü dönemin “dengeleme” adımları artık bir olgunlaşma veya tıkanma noktasına gelmiştir. Yeni ABD strateji belgesinde bu durum açıkça vurgulanmaktadır:

“Geçtiğimiz on yılda askeri eylemlerimizin temelini şiddet yanlısı radikal şebekeler oluşturdu. Fakat bugün ve yakın gelecekte, ülkelerin çıkardığı zorluklara odaklanmak istiyoruz. Gün geçtikçe bölgesel hareket serbestisine daha fazla muhalefet ediyor ve anavatanımızı tehdit ediyorlar. Özellikle kaygı teşkil eden balistik füzelerin çoğalması, duyarlı hedef teknolojileri, insansız sistemler, uzay ve siber yetenekleri, kitle imha silahları teknolojileri ABD ordusunun avantajlarını ortadan kaldırmak ve ABD’nin küresel ortaklarına erişimini engellemek için tasarlandı.” (ABD strateji belgesi)

On yıldır askeri eylemlerin “radikal şebekelere” karşı yapıldığı, artık “bölgesel hareket serbestisine muhalefet eden ülkelere” odaklanılacağı tesbiti yapılmaktadır. Bu ülkelerin başta Rusya ve Çin olduğu yeterince açıktır. ABD dünyada kendi çıkarlarına göre istediği gibi davranma yeteneğini kaybettikçe hedeflerini büyütmek zorunda kalmaktadır. Birkaç ay önce ABD genelkurmay başkanı açıkça “büyük ülkelerle çatışmak zorunda kalabiliriz” açıklamasını yapmıştı. Bu konu şimdi bir strateji belgesinde yer almaktadır.

ABD 25 yılda “süper güç” konumundan sürekli mevzi kaybeden, dünyayı amaçladığı gibi “tek başına” yönetemeyen bir güç haline geldi. Olaylar dünya güçler dengesini bir kez daha kritik eşik noktasına sürüklemektedir. ABD’nin duvarın çökmesinden bugüne izlediği stratejiler, kendi dostlarının -AB ve Japonya- zayıflamasına, fakat buna karşılık “düşman” konumunda gördüğü Rusya ve Çin’in yeni mevziler kazanmasına yol açtı. Washington bu gidişi durdurmanın zamanı geldiğini düşünüyor. Yaşanan “dengeleme” döneminden yeni hamlelerin yapılacağı bir “taarruz” dönemine girişin hazırlıklarının yapıldığı bir sürecin içine giriliyor.

ABD “vekalet savaşları”ndan doğrudan savaşlara mı hazırlanıyor? Buna gücünün yetip yetmeyeceği tartışma konusudur. Ancak olaylar Washington’u bu yola zorluyor. Amerika Rusya ile Çin’in bağlarını koparmak; aynı zamanda Rusya ile Avrupa’nın her türlü yakınlaşmasını engellemek amacındadır. Bugüne kadar bu yolda yaptığı hamleler etkin sonuçlar yaratmamıştır.

Dünya farklı kutupların hareket yeteneğini daraltan, onların ellerini bağlayan bu “denge” durumundan çıkış hazırlıklarının yapılmakta olduğu bir döneme giriyor.

Bu noktada yoksulların kutbundan söz edilmelidir. 21. Yüzyıl Sosyalizmi’nin sembollerinden Venezüela sıkıntılı günler yaşamaktadır. Bir yanda petrol fiyatlarının düşmesi vardır, bu durum Bolivar devrimini zorluyor. Öte yandan, yaklaşan başkanlık seçimleri nedeniyle ABD son süreçte kendi uydu muhalefeti eliyle Caracas’a yükleniyor. Özellikle ekonomide yarattığı spekülasyonlarla Maduro iktidarının gücünü zayıflatmaya çalışıyor.

Dünyanın her kritik bölgesinde yeni güçler dengesi için sancılar yükselmektedir. Daha sancılı ve daha sürprizli bir döneme giriliyor.

Bölge

Bölgemizde de yeni bir güçler dengesi sürecine giriliyor. Ortadoğu Irak işgaliyle önemli ölçüde değişti. Arap isyanlarıyla bir başka değişimin içine girdi; şimdi de İran’la yapılan nükleer anlaşmayla yeni bir dönem başlıyor.

ABD’nin Irak’ı işgaliyle bölgede Körfez, Suudi, Mısır ittifakına karşı İran, Suriye ve kısmen Lübnan ittifakı ortaya çıktı. Hatta işgal altındaki Irak yönetimi de İran-Suriye ittifakına her zaman daha yakın konum aldı. ABD bölgede hayal ettiği düzeni kuramamakla kalmadı, tüm bölge halkları tarafından lanetlenen bir ülke konumuna düştü.

2011 yılında patlak veren Arap isyanları bölgede çok daha köklü değişimlerin potansiyeline sahipti. Kırk yılı aşkın kireçlenmiş ve çürümüş Ortadoğu diktatörlükleri sallanmaya başladı. Üstelik bu isyan dalgasının güç kaynağında sadece Siyasal İslam değil, yoksullar ve demokrat bir gençlik öfkesi de vardı. Batı dünyası gidişin taşıdığı riskleri algılayarak Arap isyanlarına Libya ve Suriye üzerinden müdahale etti. Daha sonra bu halkaya Mısır da askeri darbe ile eklendi. Siyasal İslam aşırı çıkarcı ve pragmatik davranışlarıyla emperyalizmin işini kolaylaştırdı.

Bölgede hala Arap isyanları sonrası emperyalizm tarafından yaratılmış kaos ve cehennem egemendir. Bölgedeki çatışmalarda tarafların yıpranması ABD için istenen bir durumdur. Ancak olayın öbür yüzü ABD’nin bölgede belirgin bir plandan yoksun olmasıdır. Batı egemenlik ve kültürüne karşı olsa da, hiçbiri halklar açısından bir gelecek vaat etmeyen çok sayıdaki İslami grubun çıkar çatışmasıyla cehenneme dönen bölge, esas olarak devrimci potansiyelini tüketiyor. Bu yolda Suudiler ve Körfez ülkeleriyle birlikte Türk Devleti lanetli bir rol oynuyorlar.

Bu yaratılmış kaos, baş aktörü ABD olsa da, büyük bir göç dalgası yaratarak AB ülkeleri için bir kabusa dönüşmektedir. Bugüne kadar yaşanmadık ölçüde dramatik bir göç dalgası kapitalist merkezler için artık yeni ciddi bir seviyesine çıkmaktadır.

Bölgede üç gelişme önem taşıyor. İlki IŞİD’dir. İŞİD Irak’ta iktidar ve servetinden edilen Sunni nitelik taşıyan BAAS’ın kadro ve askeri yetenek temeline dayanan, ancak “Batı yaşam tarzına” tepki duyan genç kuşakların da katıldığı sosyal ve siyasal temele dayalı bir örgütlenmesidir. IŞİD’in doğuşunda ABD’nin parmağı olmasına rağmen sonraki gelişmelerde bunu söylemek mümkün değildir. Ancak askeri taktiklerinde IŞİD doğrudan Amerika’yı hedef almıyor. Koalisyonun saldırılarına rağmen IŞİD belirgin bir güç kaybına uğramamıştır. Pek çok inkar ve yanıltıcı görünüşe rağmen IŞİD’e halen Suudi ve Türkiye desteği devam ediyor.

İkinci gelişim Rojava’da yaşanmaktadır. Demokratik özerk bir yönetimle halkların temsil edildiği, farklı din ve kültürlerin birlikte yaşadığı, yoksulluğa karşı mücadelenin önem taşıdığı gelişmeler bölge halkları için bir gelecek umudu yaratmaktadır. Kobani, Tel Abyad direnişleri ile yenilmez görünen İŞİD’e önemli darbeler indiren PYD güçleri Suriye iç savaşındaki güçler dengesinde önemli bir yere sahiptir. Gelişmelerin yönüne göre Kürt özgürlük güçlerinin bölge güçler dengesinde de ağırlığı her geçen gün artmaktadır. Kürt halkı kendi ulusal birliği konusunda olumlu adımlar atabilirse bölgede belirleyici güçlerden birisi haline gelebilir.

Türk devleti bir dönem Güney Kürdistan’da yaptığı gibi Rojava için de kırmızı çizgiler ilan etti. Her fırsatta saldırılara devam ediyor.

Öte yandan Kobani direnişi günlerinde başlayan PYD ve ABD ilişkileri bugüne kadar devam etmiştir. Bu ilişki zaman zaman sorgulanmaktadır. İlişkinin özü sahada taktik işbirliğinden ibarettir. Bu pratik adımlar emperyalizme karşı mücadele konusunda temel duruştan bir ayrılma anlamına gelmiyor.

Üçüncü gelişme, İran anlaşmasıdır. Bu anlaşma bir yanıyla ABD’nin İran’ı kuşatma ve çökertme taktiğinin başarısızlığı anlamına gelir. Öte yandan, İran’ın nükleer potansiyelinin sınırlandırılmasıdır. Irak işgaliyle oluşan “Şii ekseni” Suriye iç savaşıyla bazı güç kayıplarına uğrasa da, bu anlaşmayla güç kazanmıştır. Bu eksen bir yanıyla Yemen iç savaşında da ortaya çıkmıştır. Hutiler Tahran’a bakmakta ve destek almaktadırlar. İran’la varılan uzlaşma aynı zamanda Suudilere ve Körfez ülkelerine bir uyarıdır. Aynı zamanda bu uzlaşma İran üzerinde Rusya ve Çin etkisini sınırlandırma amacı taşımaktadır.

Uzlaşma bölge güçler dengesinde önemli gelişmelerin başlangıcı ve habercisidir. İran’a uygulanan yaptırımların gevşetilmesiyle Tahran’da belli ölçülerde neoliberalizm rüzgarı esecektir. Batı dünyası bu yollardan giderek İran üzerindeki egemenliğini inşa etmeyi hesaplıyor.

İran pazarına giriş ABD, AB ve Japonya arasında bazı gerilimlere bugünden gebedir. ABD pek çok alanda rekabet gücüne sahip değildir. Silah konusunda ise İran köklü bir değişime gitmezse bu konuda Rusya ile ilişkilenecektir. Öteki alanlarda ise AB ve Japonya Amerika’ya baskın çıkabilir. Bu da İran açılımının yeni bir gerilimle tıkanması sonucunu doğurabilir.

Öte yandan, yaptırımların kıskacından kurutulan İran, doğal zenginliklerinin ve teknik gücünün avantajlarıyla hızla bölgede çok daha etkili bir güç haline gelebilir. Dolayısıyla uzlaşmayla Batı dünyası ile İran arasındaki mücadele ortadan kalkmamış, sadece kulvar değiştirmiştir. Bölgedeki güçler dengesinin yeni bir döneme girdiği kesindir. Ancak ağırlık noktasının nasıl değişeceğini yakın gelecekteki gelişmeler cevaplayacaktır.

Türkiye’nin bölgede iflas eden politikalarına bu uzlaşmayla yeni bir halka eklenmiştir. Bölgedeki kuşatılmış en güçlü rakibinin elleri belli ölçüde serbest kalmıştır. Bu durum bölgede Türkiye’yi hem siyasi hem de ekonomik olarak zorlayacaktır.

Öte yandan bölgede Türkiye’nin durumunu çok daha riskli hale getirebilecek İncirlik anlaşması da önemli bir gelişmedir. Türk devleti bunu Kürt güçlerine bir saldırı fırsatı olarak değerlendirmeye çalışsa da, bölgede manevra alanını o ölçüde yitirmiştir ki, ABD ile IŞİD anlaşmasını yapmak zorunda kalmıştır. Washington’la tıkanma noktasına gelen ve giderek Ankara için riskli hale gelen tecrit edilmişliği kısmen aşmak için İncirlik anlaşması yapılmıştır. Ancak bizzat bu anlaşmanın belirsiz kapsama alanı Ankara’yı çok daha büyük riskler altına sokabilecektir.

Türkiye

7 Haziran seçimleri ülkenin siyasal tarihinde önemli bir yere sahip olmuştur. Bugüne kadar yaşanmayan bir gelişmeyle Kürt Özgürlük Hareketi ve Devrimci Hareket’in ittifakı önemli bir güç kazanmış, tahminleri aşan bir ölçüde parlementoya girmiştir. Siyasal İslam’ın uygulamalarıyla kabus noktalarına varan politik dengelerde önemli bir kırılma yaşanmıştır.

Cumhuriyetin büyük bir döneminde, kuruluşundan iki binli yıllara kadar toplum, sosyal ve siyasal olarak Kemalizm kalıplarına göre şekillendirilmeye çalışılmıştır. “Ne Mutlu Türküm Diyene!” ile özetlenebilecek bu sosyal çimento bu topraklardaki farklı kültür ve etnik grupların inkarını temel almıştır. Topluma giydirilmeye çalışılan bu deli gömleği önce Türkiye Devrimci Hareketi’nin yükselişi ile ilk darbelerini almıştır. En önemli onarılamaz ölçüdeki darbeyi ise Kürt Özgürlük Hareketi’nin 80’lerin ortasında yükselen mücadelesiyle yemiştir. Kürt Hareketi’nin yıprattığı Kemalizm, Siyasal İslam’ın iki binli yılların başında iktidar olmasıyla etkisini büyük ölçüde yitirmiştir.

Siyasal İslam’ın iktidarının ilk döneminde “ileri demokrasi”, askeri vesayete karşı mücadele söylemleri ve bazı uygulamalarla, ülkenin Kemalizm’in dar milliyetçi kalıplarından daha demokratik bir ortama yol aldığı kanısı uyanmıştır. Bu rüya fazla uzun sürmemiş, 2011’den itibaren Siyasal İslam kendi yaşam tarzını, Türk-İslam sentezinden oluşan yeni bir deli gömleğini topluma giydirmeye çalışmıştır. Bu süreçte Kürt Özgürlük Hareketi’nin yaygınlaşıp meşrulaşan mücadelesi yanında bir de Gezi isyanı Siyasal İslam’ın bu hevesini kursağında bırakmıştır.

Haziran seçimleri bu yeni deli gömleğinin yırtılması oldu. Artık ne Kemalizm ne de Türk-İslam sentezinden dokunmuş bu gömlekler bu toplumsal yapıya uymamaktadır. Elbette Haziran seçimleriyle hiçbirisi buharlaşıp yok olmamıştır. Fakat artık onarılıp yenilenmeleri-restore edilmeleri toplumsal ideolojik çimento olarak işlev görmeleri mümkün değildir. İlk kez demokratikleşme yolunda bir işaret, doğrudan halkların örgütlü tepkisiyle ortaya konmuştur.

Devrimci demokrat güçlerin yükselişi bugüne kadar askeri darbelerle engellenmiştir. Düzen sürekli olarak yeni tehdit ve korkular üreterek politik ortamı şekillendirmiştir. Son yaşanan seçimlerde benzer devlet refleksleri kendini gösterse de, bu yöntemlerin çok yıpranmış olmasından ve özellikle Kürt Halkı’nın uzun mücadele yılları sonucu bilinçlenmesinden dolayı etkileri çok sınırlı kalmıştır. Bu topraklarda daha önceki dönemlerde siyasal dengelerde sürekli dikkate alınmak zorunda olunan ordu bir süredir hesap dışıdır. Bunalımlı günlerde ordudan darbe beklemek gibi pasif ve edilgen siyasal tutumun yerini artık gerçek politik tepkiler almaya başlamıştır. Bu durum, halkların siyasal örgütlenmelerinin daha aktif ve sürekli hale gelmesi demektir.

Bu gerçekler karşısında  ve 7 Haziran yenilgisinin ilk şokunu atlattıktan sonra Saray ve düzen devrimci güçlerin kazandığı mevzileri yok etmek için masayı devirerek savaşı yeniden başlatmıştır. Bir erken seçim taktiği olarak başlayan süreç daha sonra düzenin yükselen devrimci ve özgürlük mücadelesinden intikam almasına dönüştü. Sivil darbe sayılabilecek gelişmelere yakından bakınca ortaya çıkan tablo şudur:

Düzen bu savaşı oldukça yıpranmış güçlerle sürdürüyor. AKP-MHP bu savaşın siyasal kurmaylığına soyundular ancak altlarında o kadar batak bir zemin var ki bu Saray darbesiyle önceki darbelerden alınan sonuçları almaları imkansız görünüyor. Ordu Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı saldırılarda bir uygulama gücü olarak yer alıyor. Ancak konu  bölgede savaş oyunlarına kadar giderse iktidarla bir gerilim yaşanabilir.

Öte yandan zaman uzadıkça ekonomik çöküntü de güçlü olasılık haline geliyor. Duvara yaklaşılıyor.
Seçim sonrası savaşa evrilen günlerde CHP bilinçli olarak sessiz kalmayı tercih etmiştir. Terörle aynı karede görünmemek gibi bir korkuyla Saray’ın taktiklerine müdahalede bulunmayarak onun manevra alanını genişletmiştir.
Kürt Özgürlük Hareketi ve devrimci demokrat güçler önceki darbe zamanlarındaki gibi yorgun ve yıpranmış değillerdir. Kimi taktik hatalar ve onların yarattığı sıkıntılar dışında yıpranmış düzen güçlerinin saldırılarını karşılayabilecek güçtedirler.

Seçimden hemen sonra ittifak güçlerinde bir dağınıklık ortaya çıkmıştır. HDP ve Kandil’den yapılan açıklamalar birbiriyle çelişmiştir. Yersiz bir parlamentarizm korkusuyla yapılan eleştiriler gelişmelere güç katmamıştır.
Kürt Özgürlük Hareketi seçim sonrası süreci olduğundan yukarı seviyede görüp Batı’da meclis ve daha üst seviyeli taktiklere yönelmiştir. Sağlam değerlendirmelere oturmayan bu yönelişler ittifak güçleri arasında sıkıntılar yaratmıştır.

Özerk yönetim ilanları ile yükselen savaş, barış ve demokrasi mücadelesinin alanını daraltmaktadır. Devletin yoğun saldırılarına karşı sessiz kalmak düşünülemezdi. Fakat aynı zamanda yoğun çatışmalar, barış ve demokrasi mücadelesini basınç altına almaktadır.

Yaşananlar basit bir erken seçim taktiğinin ötesine geçmiş, adım adım yaklaşan faşizme karşı demokrasi mücadelesi niteliğini kazanmıştır.

1 Kasım Seçimleri ve Sonrası

7 Haziran-1 Kasım arası kısa zaman aralığı düzenin özgürlük ve demokrasi güçlerinin kazandığı mevzileri geriletme savaşı olarak yaşandı. AKP, özellikle Saray masayı devirdikten sonra bu süreçte her türlü saldırı ve provakasyonu geliştirdi. En son Ankara katliamı saldırıların zirvesi oldu.

1 Kasım seçimleri her şey bir yana daha önceleri askeri darbelerle yapılanların bu kez bir sivil darbe ile yapılması anlamında özel bir yere sahiptir.

Seçimin tekrarından Saray amaçladığını elde etmiştir. Ancak ne pahasına? Saray’ın sözde “zaferi” cumhuriyetin krizinin aşılması sonucunu yaratacak mıdır? AKP oylarını bu kısa sürede 9 puan arttırmıştır. Bunun çok önemli bir bölümü MHP’den gelen oylardır. Diğer küçük sağ partilerin de oyları eriyip hemen hepsi AKP’ye akmıştır. 7 Haziran seçimlerine katılmayan bir “küskünler” kitlesinin de bu seçimlerde AKP lehinde sandığa gittiği anlaşılıyor. Bu oy artışında bir diğer önemli kaynak HDP’den bir iki puanlık oyun AKP’ye kaymasıdır.

Yürüttüğü savaş politikasıyla AKP hedeflerinin önemli bir bölümüne ulaşmıştır. Artık yeniden tek başına iktidardır. Aslında bu durum dolaylı bir AKP-MHP koalisyonudur. Çünkü çözüm sürecinin bitirilmesi ve savaş çığlıkları atarak erken seçime giren MHP kendi kazdığı kuyuya düşmüştür. Vekillerinin yarısını kaybeden MHP böylece AKP’ye tek başına iktidarın yolunu kendi eliyle açmıştır.

Ancak 1 Kasım seçimlerinin düzen ve AKP açısından diğer amacı, HDP’nin baraj altında bırakılma hedefi gerçekleşmemiştir. Sınırda da olsa HDP barajı yeniden aşmıştır. Bunu savaş ortamında ve tüm medya tarafından HDP’nin şeytanlaştırıldığı koşullarda yapılan bir seçimde başarı olarak görmek mümkündür. Ancak milyona yakın oyun beş ayda yeniden AKP’ye geri dönmesinin nedenleri önemlidir. Buradan halkların ittifak partisi HDP doğru dersler çıkartmak göreviyle yüz yüzedir.

Elbette bu  seçim deneyini değerlendirirken konuya sadece HDP açısından bakılamaz. Kürt Özgürlük Hareketi’nin çeşitli bileşenlerinin davranışları irdelenmelidir. Bu açıdan baktığımızda seçimde yenilgiye uğrayan aslında HDP’den çok Kandil’dir. Kandil, 7 Haziran seçimleri sonrası politik ortamı yanlış okumuştur. “Devrim durumuna” yakın siyasal tespit yapan ve özerklik ilanları gibi, buna uygun taktikleri hayata geçiren Kandil, bu davranışıyla “masayı deviren” Saray’ın taktik olarak işini kolaylaştırmıştır. Saray’ın savaş ilanına cevap vermek ile siyasal ortamı hatalı okumak ayrı şeylerdir. Yanlış okuma HDP’nin demokrasi mücadelesindeki politik alanını daraltmıştır. Seçim sonuçlarından epeyce “emanet oy”un olduğu da ortaya çıkmıştır.

HDP’nin kaybettiği bir milyona yakın oyu sadece seçim sürecindeki şiddetle açıklamak hata olur. Yanlış siyasal değerlendirmelerin bedeli ödenmiştir.

1 Kasım seçim sonuçları sonrasında “Türkiyelileşme stratejisinin” ne durumda olduğu kaçınılmaz olarak akla geliyor. Savaş gibi seçim sürecinde hiç şüphesiz ki, HDP bu stratejisini 7 Haziran’daki gibi güçlü bir şekilde gündemleştiremezdi. Bu noktada bütün şeytanlaştırmalara rağmen alınan seçim sonuçlarının büyük önemi ortaya çıkmaktadır. HDP hala barajın üzerindedir ve 5 milyonun üzerinde bir desteğe sahiptir. 7 Haziran öncesi HDP’yi desteklemek ile 1 Kasım seçimlerine giderken desteklemek arasında “dağlar kadar” fark vardır. İlkinde, AKP ve Erdoğan’a karşı tepkinin örgütlendiği daha düşük bir siyasal seviye söz konusu iken; 1 Kasım seçimlerine giderken çok daha cesaretli bir siyasal tercih gerektiren ve hatta Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadelesinin desteklenmesi gibi siyasal zemini yüksek olan bir destek söz konusudur. Ve bu destekle seçim barajı aşılmıştır. Aslında konu basit bir seçim barajı değil savaş ve provakasyonlarla örülmeye çalışılan bir korku duvarının aşılmasıdır. HDP bunu başarmıştır. Bu zaferin önemi büyüktür.

Sonuç olarak, HDP’nin “Türkiyelileşme stratejisi” bazı darbeler alsa da hala ayaktadır. Yeni koşullarda sürdürülmesi çok daha fazla çaba ve siyasal ustalık gerektiriyor.

1 Kasım seçimleri sonrasında sorulması gereken bir diğer önemli soru; sonuçların cumhuriyetin yaşadığı siyasal bunalımın aşılmasını getirip getirmeyeceğidir. AKP yeniden tek başına iktidar olmuştur. Fakat bu Saray’ın ikide bir vurguladığı “istikrarı” getirmeyecektir. Yeni AKP iktidarıyla Türkiye faşizme doğru güçlü bir adım atmıştır. Seçimler öncesi Türkiye bir kavşakta duruyordu; şimdi kavşaktan faşizme doğru sapmıştır. Yeni iktidarın yürüyeceği yol budur. Oysa Türkiye artık ne Kemalizm’in ne de Siyasal İslam’ın toplumsal deli gömleklerine sığmayacak kadar bir birikim içindedir.

Genel olarak demokrasi ve onun çok özel ve önemli parçası Kürt sorunu ortada durmaktadır. Üstelik çok daha karmaşık hale gelmiştir; hem ülke iç siyasal dengeleri açısından; hem de bölgesel güç dengeleri açısından Kürt sorunu artık “Dolmabahçe mutabakatı günlerinde değildir”.

AKP problemleri büyütme pahasına iktidar olmuştur. Bugünün Türkiye’sinde tek sorunun tek parti iktidarıyla sağlanacak bir istikrar olduğuna inanmak son dört beş yıldır yaşananları hiç anlamamak olur. Seçimler faşizm yolunda bir adımdır. Faşizmin hiç bir sorunu çözme yeteneğinin olmadığı, ancak yok etmek “gömmek” istediği tarihi deneylerle sabittir. Cumhuriyetin önünde şimdi böyle bir yol duruyor.

İttifakın Durumu

Halkların ittifakı 1 Kasım seçimlerinde bir darbe aldı. Ancak ayakta kalmayı başardı. Yeni dönemde güçlenen faşizme karşı mücadele gündemin ilk sırasında olacaktır. Bu nedenle ittifak zeminini büyütmek önemli bir görev olarak önümüzde duruyor.

İttifak hem Kürt coğrafyasında hem Batı’da destek kaybına uğradı. Bu kaybın geriye kazanılması için HDP yeni taktikler geliştirmelidir. Bunun için iki ana eksende çok ustaca politika üretmek gerekiyor.

Birisi çözüm sürecidir. İktidarın soruna nasıl yaklaşacağı henüz belli olmasa da konu çok yakın zamanda gündeme gelecektir. İktidar ancak yeni oyalama taktikleri geliştirebilir. Bunları deşifre eden, sorunu oyalamadan öteye gerçek zeminine çeken politikalar izlenmelidir.

Diğer eksen Türkiyelileşme stratejisi yolunda faşizme karşı demokrasi mücadelesini, ekonomik sorunları da kucaklayan bir siyasal mücadeleye yükseltmek gerekiyor.

AKP’nin gerilemesini beklerken yeniden bir yükselişe girmesi siyasal tabloyu değiştirdi ve kafaları karıştırdı. Kendileri bile böyle bir zafer beklemiyordu. Siyasal İslam’ın kendi büyük yıkılışını engellemek için bütün gücüyle yüklendiği bir seçim yaşandı. Fakat AKP’nin artık tek başına iktidar olup günahlarını örtmekten öteye bir misyonu yoktur. Bu zirve belki de ardından gelecek düşüşün şiddetini arttırmak gibi bir rol oynayacaktır.