Ekonomide Sosyalist Alternatifi Yaratmak – M. Sinan Mert

2008’den bu yana derin bir krizle sarsılan kapitalizmin çeşitli meydan okumalarla karşı karşıya kaldığı bir dönemden geçiyoruz.

L. Amerika’da yükselen 21. Yüzyıl Sosyalizmi dalgasını, 2008 krizi sonrası önce toplumsal hareketler, meydan eylemleri sonra da bunlardan türeyen partilerin yarattığı hareketlilik takip etti. Özellikle Ocak 2015’te Syriza’nın kemer sıkma programlarına açık karşıtlık içinde ve daha önceden açıkladıkları Selanik Programı’nı uygulamak üzere iktidara gelmesi dünya çapında heyecan yarattı. İspanya’da PODEMOS’un hızlı yükselişi de bu umutları büyüttü. SYRIZA’nın kemer sıkma dayatmasına karşı referandum kararı alması sonrasında Yunan halkı %60’ları aşan bir oranla OXI diyerek direnişi seçti. Kapitalizm karşıtı politikalar ile küresel sermayenin neoliberal mimarisi, belki de 1989 çözülüşü sonrasındaki en büyük karşı karşıya gelişi yaşama noktasına gelmişti. Bu noktada SYRIZA içindeki uzlaşmacı eğilim ağır bastı, taleplerde ısrarcı olmak yerine Troika’nın dayattığı ve Yunan ekonomisini bütünüyle teslim alan program kabul edildi. Yunan halkının direnme eğiliminin küresel sermaye cephesinde yarattığı büyük gerilim hızla azaldı, Yunanistan şimdilik gündemin ağırlıklı maddelerinden biri olmaktan çıktı.

SYRIZA’nın geri çekilişi ve hatta içindeki kemer sıkma karşıtı Ulusal Birlik Platformu’ndan da kopuşması sonrasında İspanya’da PODEMOS’un yakaladığı yükseliş ivmesinin de gerilediğini gözlemleyebiliyoruz. Bu geri çekilişin Portekiz’de de sosyalist alternatifin inandırıcılığını azalttığını söyleyebiliriz.

Fakat bu sefer de belki de hiç beklenmedik bir noktada, neoliberal hegemonyanın kalelerinden İngiltere’de Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi’nin lideri seçilirken yarattığı rüzgar neoliberalizmin karşısında bir mevzi oluşma beklentisi olanları yeniden heyecanlandırdı.

<em>Kapitalizmin yaşadığı krizin derinliği düşünüldüğünde şimdiye kadar çok daha somut bir alternatifle karşı karşıya kalmamış olmasını neoliberalizmin ideolojik hegemonyasının gücü ile açıklamak mümkün.</em> Marksizm’i işçi sınıfı mücadelesi ile bütünleştiğinde muazzam bir devrimci güç haline getiren, kapitalizme karşı çok açık bir hedef ortaya koymasından kaynaklanmaktaydı: ÖZEL MÜLKİYET. Liberalizmin tarihsel olarak dokunulmaz kılmaya çalıştığı, gelişme ve özgürlüğün güvencesi olarak gördüğü özel mülkiyet artık işçi sınıfının hedefindeydi. Toplumsal vebaya yol açan olgu; üretimin toplumsallaşmasına rağmen üretim araçlarının özel mülkiyetinin üretimin sonuçlarına sermayedar tarafından el konulmasını mümkün kılan üretim ilişkileriydi. Bu üretim ilişkisi, sömürüyü ürettiği gibi aynı zamanda üretici güçlerin gelişimine de engel olmaktaydı. Dolayısıyla özel mülkiyetin ortadan kaldırılması, üretim araçlarının toplumsal mülkiyete geçirilmesi hem sömürüyü ortadan kaldıracak hem de üretici güçlerin gelişimini hızlandırarak toplumları ileri doğru sıçratacaktı. Limit durumunda bütün sınıfların ortadan kalktığı, herkesin imkânları ölçüsünde üretime destek sunup ihtiyaçlarını da karşılayabildiği mutlak özgürlük ve eşitlik hali komünizme varılacaktı.

Gayet açık ve ikna edici bu reçete Marksizm’i ideolojik omurga olarak alan komünist ve sosyal demokrat hareketlere büyük bir hegemonik güç sağlamaktaydı. 1989 çöküşü sonrasında bu hegemonya, neoliberal söylem karşısında neredeyse bütün inandırıcılığını kaybetti. Komünist ülkelerde yaşanan çöküş kapitalizmin tüm zaaflarını bir anda neredeyse görünmez kılmıştı. Fakat karşıtını kaybeden kapitalizmin yarattığı toplumsal tahribat, muazzam bir eşitsizlik olarak kendisini açıkça ortaya koydukça sorgulamalar yoğunlaşmaya başladı. ABD hegemonyasında somutlaşan neoliberal dayatma, öncelikle L. Amerika’dan yırtıldı. Bu yırtıkta 2008 krizi sonrasında yaşanan toplumsal direnişleri besleyecek ideolojik cephanelik ve özgüven belli bir noktaya kadar gelişti. Occupy Wall Street, Indignados, Tahrir örneklerindeki kitlesel kabarışlar neoliberal tahribatı ve yarattığı büyük öfkeyi daha da belirgin bir biçimde açığa vurdu.

<em>Bütün bu kabarışlara rağmen 2015’in sonlarına yaklaştığımız şu günlerde kapitalizmin karşısında özel mülkiyeti doğrudan tehdit eden, sermaye döngüsünü imha etmeyi önüne hedef olarak koyan, toplumsal ekonomiyi inşa etmeyi başaran/başarmak için yola çıkan bir somut ve kitleleri peşinden sürükleyen bir program yaratabilmiş değiliz.</em> L. Amerika’dan Avrupa’ya düzen karşıtı programlar büyük oranda kapitalizmin yarattığı tahribatı sınırlamaya dönük adımlar atmaktalar ancak buralardan ortaya çıkan sonuçlar neoliberalizmi alt edecek etkiler yaratabilmiş değil. Piyasalara Keynesyen diyebileceğimiz çerçevede müdahaleler radikal ekonomi politikaları olarak lanse edilse de bunların uygulanmasından hegemonya yaratacak sonuçlar elde edilebilmiş değil.

Fakat dünyanın dört bir yanında halkların bu konuda yoğun bir beklentisi var. Belli bir eşiği aşabilen ve topluma umut verebilen, kapitalizmi gerçekten sorgulayan girişimler toplumsal anlamda ciddi destek bulabiliyor. Kemer sıkma karşıtı partilerin ve hareketlerin dünyanın birçok ülkesinde destek bulması bu eğilimle açıklanabilir. Halkların beklentisi kapitalizmin dayattığı cehennemi yaşam koşullarının aşılmasını sağlayacak bir programın ortaya konabilmesi. Thatcher’in TINA’sı “There is no alternative-Alternatif Yok!” barajının yıkılmasının eli kulağında.

<em>Halkların beklentisi neden karşılanamıyor? Yaldızları bu kadar dökülmesine rağmen neden özel mülkiyete karşı doğrudan bir saldırı gelişemiyor? Reel sosyalizmin zihinlerde yarattığı tahribatın aşılabilmesinin koşulları neden yaratılamıyor? Kamusal olanın özel olandan her açıdan daha nitelikli bir toplumsal yaşam yaratacağı neden kesin bir üstünlük elde edemiyor? </em>

Özel mülkiyeti doğrudan tehdit eden ekonomik modellerin çok ciddi bir verimlilik ve etkinlik sorunu yaratacağına dair bir önyargı hala oldukça güçlü görünüyor. <em>Piyasaların zenginlik üretme konusunda bir alternatifinin bulunmadığı, dolayısıyla yarattığı tüm olumsuzluklara rağmen yerlerine konabilecek başka bir seçenek olmadığı yargısı en muhalif bilinçlere dahi büyük oranda yerleşmiş durumda.</em> Oysa bugün özel mülkiyetin uygulanmasındaki üretim ilişkisi bile bu savla ilgili çok çeşitli tartışmalara açık. Dev tekellerin yönetimleri artık mülkiyet sahiplerinden tamamen farklı kimselerin elindedir. Mülkiyet sahiplerinin kararların alınması aşamasındaki etkileri oldukça azalmış durumda. Çok yüksek maaşlar alsa da hala ücretli statüsündeki kimseler tarafından yönetilen şirketlerin sahipleri temettü dağıtımlarının pasif alıcısı haline dönüşmüş durumda. Serbest piyasa artık tamamen kurgu, bir çok sektörde dev tekellerin hakimiyeti söz konusu. Üretim artık karlı bir olgu olmaktan görece çıktığı için finansal faaliyetler dünya kapitalizmini bir gazino haline çevirmiş durumda. Milyarlarca dolar üretim alanında girecek farklı alanlar bulamadıkları için üretilmiş artı değeri sömürmenin yollarını arıyor. İşsizlik ve aşırı çalışma bir arada yaşanıyor. Devrevi krizler birikmiş zenginliklerin kontrolsüz ve toplumları tahrip edecek biçimde yok olmasına yol açıyor. Yunanistan’ın son beş yılda GSMH’sinin dörtte biri buharlaştı. Olağan koşullarda devletin ekonomiye müdahale etmesi finans kapitalin tüylerini diken diken ederken kriz koşullarında devletin bankaları ve sermayedarları kurtarması yeni bir normal olarak karşımıza çıkarılabiliyor. Ekolojik krizi ayrıca anmaya gerek bile yok bunca örnekten sonra. Özel mülkiyetin verimsizliğinin, dünyayı nasıl bir yıkımın eşiğine taşıdığı bu kadar açıkken nasıl oluyor da toplumsal hareketler tarafından doğrudan hedef alınamıyor?

Toplumsal üretimin yarattığı muazzam zenginlikler toplumun denetimine girmediği için neredeyse gereksiz bir fazlalık durumuna dönüşmüş durumda. Bu “gereksiz fazlalık” üretim sürecinde yatırıma dönüşmeyip finansallaşma ağları ile bütün toplumu örümcek ağı gibi sarmakta. Finansallaşma, üretimin kendisini ikincilleştiren bir biçimde en büyük servet yaratıcı aktivite haline gelmiş durumda. Gelirlerini arttırmakta zorlanan emekçiler, finansal sistemin ağlarına borçlular olarak düşüyor ve çifte sömürünün kurbanı haline dönüşüyorlar. Bankalar artık en yoksulların bile cüzdanının ortağı olmuş halde. Finansal iktidar, ülkeleri sahte zenginlik balonlarına dönüştürebildiği gibi hızla çölleştirebiliyor da… SYRIZA’nın teslim alınmasında Yunan bankalarına uygulanan küresel ambargonun ne kadar etkili olabildiğini açıkça gördük.

Kapitalizmin ihtiyaç üreten yapısının ekolojik anlamda da taşınamaz bir noktaya doğru taşındığını artık açıkça görebiliyoruz.

Dolayısıyla emekçilerin finans kapitali mülksüzleştirmeye dönük bir projeye her zamankinden daha fazla ihtiyacı var. Kapitalizmin dibini bulamayan krizi bunu her zamankinden daha da mümkün kılıyor.
<blockquote><strong>Sermaye İlişkisi Üzerinde İşçi Denetiminin İnşası</strong></blockquote>
<em>Temel sorumuz şu: Üretenlerin üretim üzerindeki denetimini her yönüyle arttırdıkları bir noktaya ulaşmamızı nasıl sağlayabiliriz?</em>

Özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasındaki temel amaç toplumun üretim üzerinde denetim kurmasını sağlamaktı. Böylece toplumsal olarak başarılan üretimin sonuçlarına kişilerce değil toplumun kendisi tarafından el konulacaktı. Bunun başarılmasının temel yöntemi ise üretim araçlarının devlet mülkiyetine geçirilmesi idi. İşte tam da burada devlet iktidarı ile halkın iktidarının örtüşmesi sorunu ortaya çıkıyor. Bu örtüşmenin gerçekleşmemesi durumunda işçilerin üretim süreçlerine yabancılaşması, üretimin toplumsallaşmasının önünde engel oluşturmaktaydı. “Öncü Marksizm, sosyalizmi hukuksal mülkiyetle özdeşleştirdiği ve öncülük ilişkileri altında işçilerin sömürülmesini ve deformasyonunu göz ardı ettiği için, tüm bunların gerçekleştiği kişiler adına sosyalizmi ve Marksizm’i itibarsızlaştırmaktadır. Bu, Reel Sosyalizmdeki işçileri güçsüzleştirmekle kalmayıp diğer yerlerdeki işçilere de Marksizmin işçilerin sömürülmesine ve deformasyonuna geçit verdiği mesajı taşımaktadır” ( Micheal Lebowitz, Reel Sosyalizmin Çelişkileri- Yöneten ve Yönetilen, Çev. Barış Baysal, s.225, Nota Bene, cümle düşüklükleri çevirmene aittir.)

Reel Sosyalizm en büyük eksikliği özgürlükler alanında yaşandığı için günümüzde toplumsal hareketlerin önüne doğrudan demokrasi ile ilgili hedefler koyması yabancılaşma sorununu çözecek temel manivela olarak düşünülmektedir. Özyönetimlere, katılımcı bütçelere, halk meclislerine, konseylere dayalı toplumsal hareketler öncülük kavramını sorgulamakta belki haklıdırlar, ama doğrudan demokrasi vurgusunun her sorunu çözecek bir iksir olmadığı da açıktır. Sermaye ilişkisinin demokrasiye, biçimsel olanı dışında neredeyse hiç alan bırakmadığı açıktır. Sermaye döngüsü kendisini sorgulanamaz bir kutsallık çehresine büründürmeyi başardıkça, siyaset ile ekonomi arasındaki uçurum korundukça, siyasi demokrasinin işyeri içinde de vücut bulması temin edilemedikçe doğrudan demokrasinin kırılganlığı da aşılamayacaktır. Yunanistan örneğinde de olduğu gibi sermaye diktatörlüğü kendi meşruiyetine zarar verebilecek hiçbir sonuca yol vermemek için milyonlarca insanı açlıkla sınava çekebileceğini göstermiştir. Sermaye ilişkisini sorgulamayan bir siyasi demokrasi gerçek sonuçlarına ulaştırılamaz. Mücadele edenlerin ortak karar alması kapitalizmi öldürmez, ne yönde karar aldıkları da en az karar alma yöntemleri kadar önemlidir. Toplumsal hareketler sadece doğrudan demokrasi üzerinden gelişip sermaye ilişkisini de yapıbozuma uğratıp toplumun denetimi altına alma konusunda yeterli netlikte bir program ortaya koyamazlarsa demokrasi projesinin de kadük olacağı açıktır. Sermaye ilişkisinin kendisi daha çitleme günlerinden bu yana toplumun güçsüzleştirilmesi, kendi üzerinde denetim kuramaz şekilde kötürümleştirilmesi üzerine kuruludur. Sermaye ilişkisinin kendisi demokrasi ilişkisinin anti tezidir. Başta işçiler olmak üzere, üretim araçlarının/paranın hakimleri dışındaki tüm toplumsal kesimlerin toplumsal iktidarın dışında bırakılmasının koşuludur. Doğrudan demokrasi ancak sermaye ilişkisi toplumun denetimi altına alındığında mümkün olabilir. Özel mülkiyetin üretimin sonuçlarına el konulmasını mümkün kılan sonuçları ortadan kaldırılmadan biçimsel demokrasi aşılamaz.

Bu yazıda yukarıda kısaca çerçevesi çizilen bakış açısıyla sermaye ilişkisine güncel meydan okumaları da gözden geçirerek alternatif/devrimci bir ekonomi politikası ile ilgili sonuçlara ulaşmayı hedefliyoruz.
<blockquote><strong>Syriza’yı İktidara Taşıyan Selanik Programı</strong></blockquote>
21. yüzyılın en şiddetli ekonomik krizini yaşayan Yunanistan’da önemli bir toplumsal destekle iktidara gelen Syrıza’nın Ocak 2015’deki seçimlere giderken ekonomi ile ilgili temel görüşlerini açıkladığı ve kendisini iktidara taşıyan Selanik Programı’nda şu başlıklar bulunmaktaydı:

1- Kamu borçlarının önemli bir kısmının silinmesiyle bunların ödenebilir hale getirilmesi. Bu 1953’te Almanya için yapılmıştı. Şimdi de Güney Avrupa ve Yunanistan için uygulanabilirdi.

2- Kalan borçların geri ödenmesi planına sadece bütçenin geri ödenmesini garanti altına alan değil aynı zamanda büyümenin de öncelikle ele alınmasını içeren bir içeriğin oluşturulması.

3- Büyüme için fon yaratılabilmesi amacıyla borçların belli bir süreliğine ertelenmesi- moratoryum.

4- Kamu yatırımlarının sınırlanmasına dönük baskının hafifletilmesi.

5- Avrupa Yatırım Bankası tarafından finanse edilen yeni bir kamu yatırımı planının gerçekleştirilmesi.

6- Avrupa Merkez Bankası tarafından devlet tahvillerinin doğrudan alımı aracılığıyla finansal destekleme sağlanması.

SYRIZA esas olarak toplumun geniş kesimlerinin bedel ödemesine yol açacak şekilde faiz dışı bütçe fazlası yaratmak yoluyla borçların ödenmesinden ziyade büyüme aracılığıyla devletin ve toplumun gelirlerini arttırmasını önceleyen bir borç ödeme planını dayatmayı hedefliyordu. Bu amaçla iktidara gelir gelmez kamu yatırımlarını en az 4 milyar Euro arttırmayı hedefliyordu. İşçi /kamu çalışanı ücretlerini ve emekli maaşlarını tüketim ve talebi arttırmak adına yeniden kriz öncesi seviyelerine çekmeyi taahhüt ediyordu. Küçük ve orta ölçekli işletmelere istihdam teşvikleri verilmesi ve sanayinin enerji giderlerinin finanse edilmesi planlanmaktaydı. Bilgi, araştırma ve yeni teknolojilere yatırımı arttırarak son yıllarda artan beyin göçüne son verilmesi hedefleniyordu. En önemlisi de refah devletinin yeniden inşası hedeflenmekteydi.
Söz konusu planda SYRIZA, Yunan halkına Samaras’ın Almanya’nın her talebini kayıtsız şartsız kabul etmesine karşılık Avrupa ile yürütülecek bir müzakere süreci vaat etmekteydi.

“Müzakere mi kayıtsız şartsız biat mı,
Büyüme mi kemer sıkma mı,
SYRIZA mı Yeni Demokrasi mi?” (Syriza’nın Selanik Programı’nın girişi)
Müzakereler sona erene kadar ise ulusal bir Yeniden İnşa Planı önerilmekteydi. Yeniden İnşa Planı’nın dört temel hedefi mevcuttu:
1- İnsani krizi göğüslemek.
2- Ekonomiyi yeniden hareketlendirmek ve vergi adaletini sağlamak.
3- İstihdamı yeniden temin etmek.
4- Demokrasiyi derinleştirmek için politik sistemi dönüştürmek.

1- İNSANİ KRİZİ GÖĞÜSLEMEK
300 bin haneye ayda 300 kWh’den az olmak kaydıyla ücretsiz elektrik, geliri olmayan 300 bin aileye yemek sübvansiyonu, konut garantisi ile yoksullara çok düşük kira ile (m2’si 3 Euro) kamusal konutlar, 13. emekli maaşı olarak yılbaşı ikramiyesi, güvencesiz işsizler için ücretsiz ilaç, uzun süreli işsizler ve yoksullar için özel kamusal ulaşım kartı, ısınma ve mazotta özel tüketim vergisinin düşürülmesi gibi uygulamalarla krizin yarattığı tahribatı onarmak.

2- EKONOMİYİ YENİDEN HAREKETLENDİRMEK VE VERGİ ADALETİNİ YENİDEN SAĞLAMAK
Geliri olmayanların borçlarını geri ödeyememekten kaynaklanan yükümlülüklerinin 12 ay ertelenmesi, orta sınıflar üzerindeki vergi yükünün hafifletilmesi, artan oranlı vergilendirme düzenlemesi ile daha zenginden daha çok vergi alma, asgari ücretin yeniden 751 Euro’ya yükseltilmesi, borçların devlet aracılığıyla yönetilmesi.

3- İSTİHDAMI YENİDEN TEMİN ETMEK
İlk iki yıl içinde 300 bin yeni istihdam yaratmak ve kitlesel işten çıkarmaları yasaklamak.

4- DEMOKRASİYİ DERİNLEŞTİRMEK
Devletin bölgesel olarak yeniden yapılandırılması, bölgelerin ve belediyelerin şeffaflığını, ekonomik otonomisini ve etkin işlemesini geliştirmek, vatandaşların demokratik katılımını güçlendirmek, halkın yasama inisiyatifi, halkın vetosu, halkın referandum çağrısı yapma hakkı gibi yeni yasal düzenlemeler.

Görüldüğü gibi SYRIZA’nın ekonomik planında, toplumun en geniş kesimlerini ülkenin tüm kaynaklarına el koymaya hazırlanan Troika’ya karşı birleştirmeye dönük bir çatı inşa edilmişti. Kemer sıkma politikasının boğduğu ulusal ekonominin canlandırılması, krizin en çok mağdur ettiği kesimlerin toplumsal güvence altına alınması ve demokrasinin yerel ölçekte de geliştirilmesi ile toplumun güçlendirilmesi hedeflenmekteydi. Bu dönüşümün gerçekleşmesi için amaçlanan kaynaklar ve koşullar nereden sağlanacaktı? AB ile yürütülen müzakerelerden. Finans kapitalin mülksüzleştirilmesi ile ilgili somut bir hedef konmamıştı. Artan oranlı bir vergilendirme hedefi konmakla birlikte bu programın ağırlık merkezini oluşturmamaktaydı. AB ile müzakerelerde sonuç alınabileceği, kamu borçlarının yeniden yapılandırılabileceği dışında kaynak yaratmaya dönük çok önemli bir plan bulunmamaktaydı. Zaten AB tarafı müzakerelerde bu zaafı fark ettiği için neredeyse hiçbir geri adım atmadı. SYRIZA’nın bir B planına sahip olamaması, kaynak yaratmak için kendi zenginlerine yönelemeyişi açık yenilginin yollarını döşedi. Yaz başında toplumun neredeyse üçte ikisinin desteğini alan bir parti müzakerelerde uğradığı bozgun sonrasında şu anda bölündü, buna rağmen Eylül seçimlerinde iktidarı kaybetme riskini şimdilik savuşturdu. Müzakerelerden sonuç alamayan parti yönetimi programını uygulamak için daha radikal adımlar atacağına kendisini radikal adımlar atmaya zorlayan sol kanadından kopuşmayı tercih etti.

SYRIZA’nın yenilgisinin sadece kendi yenilgisi olmayacağı açıktı. Kasım 2014’te anketlerde birinci parti olarak görülen PODEMOS, İspanya’da şu anda 3. parti durumuna düştü. PODEMOS’un programında da aslında SYRIZA’nınkinden çok temelli bir farklılık yok. Vincent Navarro ve Juan Torres tarafından kaleme alınan partinin 68 sayfalık ekonomi programında da krediler, asgari gelir güvencesi, emekli maaşları, emeklilik yaşı en yüksek ücretle en düşük ücret arasındaki makasın bir limitle sınırlanması, sağcı Halk Partisi’nin İş Kanunu’nda yaptığı değişikliklerin iptali, özellikle kredi borçlarını ödemekte zorlananların borçlarının yeniden düzenlenmesi, Avrupa Merkez Bankası’nın tam istihdamı da hedeflerinin arasına alacak biçimde yeniden yapılandırılması ile ilgili maddeler mevcut.

İngiliz İşçi Partisi’nin başına geçen Corbyn de aslında devlet eliyle yatırımların arttırılacağı bir modeli önermekte. Thatcher zamanından beri neoliberalizmin dogmalarından biri haline gelen büyük sermayeye sağlanan vergi indirimlerinin ve teşviklerin kaldırılması ile oluşacak kaynaklarla bir Ulusal Yatırım Bankası’nın oluşturulması ve Merkez Bankası’nın bastığı paralarla finanse edilen altyapı yatırımları bu programın en başta gelen iki hedefi. Yakın geçmişte özelleştirilen demiryolu, posta gibi kimi alanlarda yeniden millileştirme yapılması da Corbyn’nin kitlelerde karşılık bulan taleplerinden oldu. Corbyn aslında devlet harcamaları eliyle piyasanın ve büyümenin canlandırılmasına dönük bir yatırım şemasını hayata geçirmeyi hedefliyor.

Neoliberalizmin yarattığı tahribatın giderilmesine dönük önlemler tüm bu programların ortak noktasını oluşturuyor. Özellikle toplumun en altındakilerin temel ihtiyaçlarının karşılanmasının güvence altına alınmasına dönük hamleler bir tür sol Keynesçiliğin temelini oluşturuyor. Benzeri bir çerçeve HDP’nin 7 Haziran seçimlerine giderken ortaya koyduğu “Güvence Ekonomisi” programında da mevcuttu. Toplumun en alt kesimlerine sağlanması hedeflenen kaynaklar nereden bulunacak? Bunun çok açık bir biçimde ortaya konamaması aslında söz konusu programların inandırıcılığını da ciddi anlamda zorluyordu. Aslında popülist bir programla devrimci bir program arasındaki temel fark tam da bu kaynak başlığında ortaya çıkıyor. Eğer sermaye ilişkisini adım adım kamusal denetim altına almaya dönük net bir duruş söz konusu değilse bu programlar ne kadar “ilerici” maddelere referans verse de inandırıcı olamıyor, inandırıcı olsa bile hayata geçirilmesi mümkün olamıyor. Finans kapitali net biçimde tehdit altında bırakmayan bir sol proje bugün için umut kırıcı sonuçlar yaratmaktan kurtulamayacaktır. Toplumsal mücadelenin gelinen konağında aslında tam da böylesi bir saflaşmanın ve gerilimin ortaya çıkarılmasına, derinleştirilmesine ihtiyaç vardır.

Halkçı bir ekonomi programının önüne koyması gereken en açık, toplumun en zenginlerinden en yoksullarına doğru bir kaynak aktarımının sağlanmasıdır. Bu kaynak transferinin iki anlamlı yolu bulunmaktadır: Birincisi finans kapitalin ve özellikle finansal, spekülatif sektörün gelirlerini ciddi oranlarda vergilendirebilmektir. İkincisi ise finans kapitalin elindeki üretim araçlarını kamusallaştırarak ortaya çıkan artı değeri de kamusal tasarrufa açmaktır. Üretenleri kendilerinden çalınan artı değer üzerinde denetim sahibi yapabilmek bu şekilde mümkün olabilir.

Venezüella’da da benzer bir ikili görevi başarmak hedeflendi. Birincisi misyonlar aracılığıyla toplumun en yoksul kesimlerinin yaşam koşullarının güvence altına alınması ikincisi ise Bolivarcı ekonomi kurumları inşa ederek var olan ekonomik yapının kamusal bir ekonominin inşasıyla kuşatılması. Bolivar Devrimi çok uzun yıllardır iktidarda olmasına rağmen özel mülkiyeti ortadan kaldırmaya doğrudan girişmedi. Burjuvazinin farklı kesimlerinin ekonomik ve siyasi sabotajlarına rağmen kimi temel sektörlerdeki kamulaştırmalar dışında özel mülkiyete topyekün bir yöneliş geliştirilemedi. Bolivar Devrimi bu anlamda özellikle geçtiğimiz 10 yılda giderek artan petrol fiyatlarının da sağladığı olanaklarla geçmişte ayrıcalıklı kesimlere aktarılan kaynakların önemli bir kısmını alt gelir gruplarına yönlendirmeyi başardı. Fakat kendi ayakları üzerinde durabilen bir üretim yapısının inşasında gerçek anlamda kalıcı sonuçlar elde edilemedi. Petrol fiyatlarının hızla düşmesinden en çok etkilenen ülkelerden birisi Venezüella oldu. Dünyada şu anda yıllık enflasyon oranı en yüksek olan ülke durumuna gelen Venezüella, üretim yapısı açısından da birçok bakımdan dışarıya bağımlı bir durumda görünüyor.

<strong> </strong>
<blockquote>Dayanışma Ekonomisi</blockquote>
Özellikle Yunanistan’da kriz sonrasında hızla gelişen Dayanışma Ekonomisi, krizin yarattığı tahribatla başa çıkabilmek için halkın geliştirdiği yaratıcı örnekleri de ortaya çıkardı.

Örneğin Atina’da kurulan Atina Zaman Bankası bu örneklerden bir tanesiydi. Bankaya üye olan kişiler genellikle profesyonel meslek sahipleri, başkalarına hizmet sunarak geçirdikleri her bir saat için bir kredi kazanıyorlar. Bu kredileri yine ihtiyaç duydukları başka hizmetleri almak için kullanabiliyorlar. Bankanın üyeleri arasında her işkolundan insan var, ama kriz sonrasında ortaya çıkan yaşam koşulları psikoterapistleri en popüler hale getirmiş. Böylece para tamamen ortadan kaldırılmış oluyor. Benzer şekilde her gün en az 100 kişiye bakan Helleniki Kliniği de zaman ve erzak bağışı ile çalışıyor, paranın ödeme aracı olarak kullanılması istenmiyor. En yaygın örgütler ise tüketici kooperatifleri, özellikle aracıların kaldırılması ile ihtiyaç ürünlerinin fiyatlarının ucuzlamasının sağlanması son derece cazip geliyor. Yine giderek artan evsizlere gelir sağlamak için çıkarılan Shedia isimli derginin aktivistlerinden Christos Alefantis kriz sonrasında Yunanistan’daki ruh halini şöyle özetliyor: “STK’lar toplumun geri kalanından ayrışmış durumda değil. Dahası onlara ayrılamaz bir biçimde bağlanmış durumdalar. Uzayan toplumsal ve ekonomik kriz koşulları, kurumlara tüm inançlarını kaybeden vatandaşların ekonomik ve psikolojik durumlarını etkiliyor. Buna rağmen, kriz ve getirdiği acılar dayanışmanın, sevginin, kolektif aksiyonun gücünü ve bir toplum olarak birlikte hareket etmenin kararlılığını ortaya çıkardı” ( Maria Kottari- Christian Kanata, Greece: “The crisis has brought out solidarity, love and collective action, 22 Haziran 2015, the Guardian)
Halkın kendi yarattığı ve tabandan geliştirdiği ekonomi aygıtları bu haliyle toplumsal örgütlenmeyi sağlamak ve yerel ölçekte yaşamın yeniden üretimini sağlayabilse de bunlar kendiliklerinden finans kapitali tehdit eden sonuçlar yaratamıyorlar. Bütünlüklü bir stratejinin parçası olabilseler de dayanışma ekonomilerinin ülke ekonomisini yapısal dönüşüme uğratabilmesini beklemek gerçekçi değil. Finans kapitalin toplumsal ilişkilerden bağımsızlaşacak oranda sivrildiği, piramidin tepesinde olağanüstü bir ekonomik ve siyasi gücün biriktiği koşullarda dayanışma ekonomileri bir politik söylemi hegemonik kılma işlevi oynayabilmekte fakat bundan daha fazlasını başaramamaktadır.

<strong> </strong>
<blockquote>Ekonomide Ne Yapmalı?</blockquote>
Siyaset ve ekonomi arasındaki duvarları yıkmak; artı değeri üretenleri, ürettiklerinin üzerinde irade sahibi kılmak, kısacası ekonomiyi toplumsallaştırmak için bütün bu örnekler ışığında ne önerebiliriz?

Doğrudan iktidarı ele geçirerek yukarıdan aşağıya ekonomiyi kamusal temelde yeniden yapılandırmak ile sistemin içinde ortak ekonomiye dayanan adacıklar yaratarak yağ lekesi gibi kamusal ekonomiyi büyütmek stratejileri birbiri ile karşıt konumlara yerleştirilmek durumunda mıdır? Bu iki strateji, yukarıdan aşağı ve aşağıdan yukarı stratejileri birbirinin rakibi değildir. Lebowitz’in deyimiyle Öncü Marksizmi, ekonomideki düzenlemeyi büyük oranda iktidarın ele geçirilmesi sonrasına bırakan ve burada da iktidarı partinin ve teknokratların, plancıların elinde yoğunlaştıran yukarıdan aşağı stratejinin bir örneğidir. Bu yaklaşımda toplumun, işçilerin seyirci kalması yabancılaşmadan kaynaklanan çok çeşitli sorunlara yol açmaktadır. Ayrıca günümüz dünyasında hele de doğal kaynaklar açısından Rusya kadar zengin bir ülkeden bahsetmiyorsak, küresel üretim zincirlerinin ve finansal ağların bütün yerküreyi sardığı koşullarda izole bir ekonominin kendisini yeniden üretmesi neredeyse imkansızdır. Küresel kapitalizmin saldırıları karşısında ayakta duramayacak hale düşebilecek bir ülkede sosyalizmin inşası imkansız olmasa bile çok zordur. Bu koşullarda toplumsal artı değerin çok daha büyük bir kısmı ister istemez ekonomiyi ayakta tutmak ve asgari yatırım oranını yakalamak için harcanacak bu da toplumla devlet arasında otoriter bir ilişkinin oluşmasına yol açacaktır. Ekonominin bu koşullarında ezilenlerin kısa vadeli çıkarları ile uzun vadeli çıkarları arasında uzlaşı sağlamak neredeyse imkansız olmaktadır. Sermaye hareketlerinin kontrolünün giderek zorlaştığı siber ekonomi çağında kamulaştırma tehdidi karşısında sermayenin büyük oranda ülke dışına kaçacağı da açıktır. Çok yönlü sabotajlar karşısında sadece güvenlik önlemleri yeterli olmayacaktır. Dolayısıyla kendini belli seviyelerde yeniden üretebilecek bir noktaya ulaşmış kamusal ekonominin, imece yapılarının devrim öncesinde yapılandırılmış olması devrimi güvence altına alacaktır.

Buna karşılık dayanışma ekonomileri ile siyasi iktidar hedefini gözden çıkararak sosyalizme ulaşabilmenin hayalci bir perspektif olduğu da çok açıktır. Bu yapıların açık devlet desteği olmaksızın tüm toplumsal üretimi kucaklayabilmesi mümkün değildir. Şimdiye kadar bu alanda yaratılan kimi başarılı örnekler her ne kadar umut verici olsa da siyasi iktidarın ele geçirilmesini ve yukarıdan aşağı politikaları, kısacası proletarya diktatörlüğünü gereksizleştirecek bir çerçeveye ikna olmak mümkün değildir. Siyasi iktidar hedefi olmayan toplumsal hareketlerin inşa ettiği dayanışma ekonomileri ancak sosyal devletin geri çekildiği boşlukları doldurarak pansuman görevi görmekle sınırlı kalmaktadırlar. Daha geniş ölçekli üretim gerçekleştiren İspanya’daki Mondragon tarzı işçi kooperatifi mülkiyetindeki şirketler de son kertede piyasa mantığının içine hapsolmaktadırlar. Venezüella’daki Bolivarcı Ekonomi yapıları bile ekonomik sisteme tam anlamıyla renklerini verememektedirler.

Bu anlamda ekonomi ile ilgili sosyalist stratejinin aşamalı olması kaçınılmazdır. Devrim öncesinde toplumsal hareketlerin eşliğinde kamusal ekonominin alanı olabildiğince genişletilmelidir. Bu altyapı hem MST örneğinde olduğu gibi toplumsal hareketin motivasyonunu arttıracak, olağan koşullarda siyasetle ilgilenmesi imkansız olacak toplumun en altındakileri siyasetle ilişkilendirecektir. Kamusal ekonominin sistem karşıtı toplumsal hareketlerin etkisi altında olmadığı koşullarda bu alanda patronaj ilişkilerini mümkün kılan, otoriter popülist liderlerin siyasi tabanını oluşturan kitleleri finanse eden ancak özgürleştirici olamayan gerici “dayanışma” ağları da oluşabilmektedir. Kapitalizmin dışlama etkisinin son derece arttığı, toplumsal sınıflar arasındaki gelir dağılımı adaletsizliğinin inanılmaz boyutlara ulaştığı koşullarda egemen sınıflar için bu tarz ağları finanse etmek neoliberalizme rıza üretmek için son derece hayati bir iktidar teknolojisi haline gelmiştir. Bizler Dayanışmaevleri örgütlenmesiyle düzenin bu alandaki hegemonya mücadelesinin etkilerini çok yakından hissettik. Özellikle Siyasal İslam geleneği büyükşehir belediyelerini ele geçirince bu alanı muhalif, devrimci öznelere kapatmak için muazzam bir çaba harcadı. Bunu da büyük oranda zor kullanarak değil de rekabeti geliştirerek yaptı. Dayanışmaevleri, belediyelerin varoşlarda sunduğu “hizmet”ler ile rekabeti kaybetti ve etkinliğini bu anlamda yitirdi. Tabandaki kamusal, dayanışma ekonomileri ile siyasi iktidarı ele geçirme arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğine dair önemli bir deneyim olarak da tarihe geçti.

Kamusalcı dayanışma ekonomisinin minimal programındaki hedefleri şu şekilde maddeleştirilebilir. Bu hedeflerin hayata geçirilebilmesi sermaye ilişkisinin topyekün kamusal kontrol altına alınmasının da koşullarını yaratacaktır:
<blockquote><strong>1- Metasızlaştırma</strong></blockquote>
Sermaye ilişkilerini hayatın olabildiğince sınırlı bir alanına hapsetme. 1990’lar sonrasında küresel anlaşmalar eliyle hayatın neredeyse tüm alanları metalaştırılmaya çalışıldı. Kendisini değerlendirebileceği alanlar bulmakta zorlanan sermaye, daha önceden kamusal olarak finanse edilen birçok alanı bu çerçevede sermaye ilişkilerine açtı. Sermayenin bu kendine yeni alanlar açma stratejisi bizler açısından da yeni mücadele alanları açıyor. HES’lere karşı dereye ve suya sahip çıkma mücadeleleri bunun en açık örneği. Eğitimin, sağlığın ve diğer birçok alanın sermaye ilişkilerine açılması hiç kuşku yok ki kapitalizmi güçlendiriyor. Dolayısıyla günümüzdeki sınıf mücadelesinin en önemli başlıklarından bir tanesinin de metasızlaştırma olması gerekiyor. Özellikle toplumsal bir faaliyet olan üretimin gerçekleştirilmesinde görev alan herkesin temel ihtiyaçlarının kamusal olarak karşılanması toplumun kendisiyle kurduğu ilişkinin makul bir zemine oturması için bir zorunluluktur. Toplumsal üretim gerçekten toplumun ihtiyaçlarını karşılamak için gerçekleşiyorsa o zaman bunu gerçekleştiren emekçinin kendisini yeniden üretebilmesi de toplumun güvencesi altında olmalıdır. Emek gücünün kendisini yeniden üretmesinin koşullarının güvence altına alınması neoliberalizmin emekçiler üzerinde yarattığı tahribatı asgariye indireceği için de işçi sınıfını güçlendirir, örgütlenme eğilimlerini besler. Günümüzde sınıfın örgütlenme eğilimini azaltan en önemli etkenlerin başında güvencesizleştirme gelmektedir. Güvencesizleştirme işçinin emek gücünü yeniden üretme koşullarını da tehdit etmektedir. Bu açıdan su, elektrik, ısınma, ulaşım, barınma, sağlık, eğitim gibi alanlarda meta ilişkilerinin ortadan kaldırılması sağlanmalıdır. Bu durum aynı zamanda toplumun siyasetle de çok daha sağlıklı bir ilişki kurmasını sağlayacaktır. Temel yaşam koşullarının güvence altına alınmadığı koşullarda otoriter popülist rejimleri besleyen patronaj ilişkileri gelişmektedir. Bu ilişkiler faşizmi destekleyecek biçimde de konumlanabilmektedir. Polanyi’nin de altını çizdiği faşizm de aslında sınırsız piyasacı güçlerin yarattığı tahribata karşı bir sığınma olanağı sunduğu için gelişme şansı bulmuştur. Hayatın zorunluluk yükünden kurtulamayan işçiler, kendilerini güvenli sığınaklara konumlandırma ihtiyacı hissetmektedirler. Bu güvenli sığınakların inşasında düzen karşıtı güçlerin etkinlik kurması devrimci mücadeleleri besleyebilir ancak aksi durumlarda ortaya çok gerici sonuçlar da çıkabilmektedir. O yüzden başarılması gereken siyasi özgür iradelerin ortaya çıkabilmesi için iktisadi özgürlüklerin belli seviyede sağlanmasıdır. Bu tarz bir güvence ekonomisi inşası sağlanamadan işçi sınıfının geniş ölçekli örgütlenmesinin zemini de mümkün olmayacaktır.

Aynı zamanda emek gücünün üretiminin kamusallaşması işgücü maliyetlerini de düşüren bir etki yaratacak, kısa vadede küçük burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki ittifak zeminini de güçlendirecektir. Doğrudan finans kapitalin vergilendirilmesi ile emek gücü yeniden üretim maliyetlerinin kamulaştırılması sanayi ve hizmetler sektöründe küresel rekabet karşısında ayakta kalma olanaklarını büyütecektir. Emek gücü maliyetlerinin düşürülmesi aynı zamanda metaların ucuzlamasını da mümkün kılacaktır.

<strong> </strong>
<blockquote>2- Artan Oranlı Vergi Sistemi</blockquote>
Toplumsal artı değeri toplumun denetimi altına almanın önemli bir yolu da artan oranlı vergi sistemi ile sermaye sahiplerinin eline geçen kaynakların yeniden topluma döndürülmesinin sağlanmasıdır. Artan oranlı vergi sistemi bir tür kamulaştırma olarak algılanmalıdır. Bu yüzden vergilendirmenin yapısı aslında sınıfsal ilişkilerin seviyesini en açık biçimde ifade eden göstergelerden bir tanesidir. Doğrudan karlara uygulanabilecek artan oranlı vergi sistemi, hem adaletli gelir dağılımı ile ekonominin dengeli büyümesini sağlayacak, işçi sınıfının denetimindeki fonları arttıracak hem de yukarıda bahsedilen güvence ekonomisinin finanse edilmesini mümkün kılacaktır. Devrimci bir hükümetin de ilk el atacağı alanlardan bir tanesi vergi politikasıdır. Sermayenin hangi kanatlarının hızla kamulaştırılacağı aslında vergi politikası konusundaki işbirliği seviyesine göre belirlenecektir. Vergi politikalarını sabote etmek isteyen, yıllar boyunca halkın sırtından biriktirdiği birikimini kendisine saklamak için yurt dışına kaçırmaya çalışanların tüm mal varlıklarına anında el konacaktır.

Ancak vergi politikası sadece devrim sonrasının meselesi değildir. Devrimden önce de toplumsal hareketler sermaye sahiplerinin elinde biriken ve aslında büyük bir kısmı spekülatif finansal faaliyetlere yöneltilen birikimleri, kamusal faaliyetlerin finanse edilmesi için vergilendirme yoluyla ele geçirmek için mücadele etmelidir. Sermayenin daha çok vergilendirilmesi için mücadele, olgun bir sınıf hareketinin belirtisidir.
<blockquote><strong>3- İşçi Denetiminde İşletmeler</strong></blockquote>
Toplumsal artı değerin daha büyük bir kısmına sahip çıkmak için yaratılması gereken araçlardan bir tanesi de doğrudan işçilerin denetimindeki işletmeler, köy ve kent kooperatifleridir. Bu gibi işletmelerde ortaya çıkan artı değer, doğrudan üretenlerin elinde kalmaktadır. Bu işletmelerin büyümesi işçi sınıfı açısından devrim sonrasını güvence altına alacak en önemli kazanım olacaktır. Hem sermaye ilişkisinin alanı daralacak, hem de son kertede toplumsala karşı duran sermayedarların elindeki kümülatif artı değer azalacak hem de işçilerin üretim üzerine denetim kurma deneyimleri artacaktır. İşçiler burada edindikleri deneyimleri kamulaştırarak devrim sonrasında işyerlerindeki faaliyetler üzerinde denetim kurabileceklerdir. İşçi denetimindeki işletmelerde ortaya çıkan artı değerin önemli bir kısmı işçi örgütlenmelerinin altyapı harcamalarının finansmanı için kullanılabilecektir. Yabancılaşmayı aşacak bir çalışma faaliyetinin ortaya çıkabilmesi için bu tarz işletmeler hayati önem taşımaktadırlar. Bu işletmelerin belli ölçeğin üzerinde toplumsal ihtiyaçları karşılayabilecek bir üretim seviyesine ulaşması ise devrimin kendisine yönelik sabotajlara rağmen ayakta kalabilmesinin en önemli güvencesini oluşturacaktır. Özellikle sermaye ilişkilerini hegemonik kılan kimi “sağduyu” öğelerinin kırılması açısından da bu tarz işletmeler hayati önem taşımaktadır. Özel mülkiyet olmayan bir işletmenin kendisini üretebilmesi, çalışanlarına insanca çalışma koşulları sağlayabilmesi, üretim yordamlarını geliştirebilmesi sosyalizmin ve özel mülkiyet karşıtlığının hegemonik hale gelebilmesi için de büyük katkılar sağlayacaktır.

Bu tarz işletmelerin yaygınlığı aslında sivil toplumun özgüvenini ve örgütlenebilme kapasitesini yansıtması açısından da önemlidir. Sınıf inisiyatifinin zayıf olduğu ülkelerde bu tarz işletmeler sayıca son derece sınırlı kalmaktadır. Türkiye’de örneği geçtiğimiz yıllarda ortaya çıkan Kazova Direnişi, benzer bir işçi denetiminde işletme yaratmıştır. Böylesi deneyimler büyük önem taşımaktadır ancak ülkemizde yeterli oranda heyecan yaratmamıştır. Oysa başta Batı ülkeleri olmak üzere dayanışma ekonomileri çerçevesinde çok geniş bir işleyiş söz konusudur. Başta Richard Wolff olmak üzere işçi denetimindeki işletmeler konusunda geniş bir literatür üretimi de söz konusudur. (Örneğin Richard Wolff, “Democracy at Work, A cure for capitalism, Haymarket Books)
<blockquote><strong>Sonuç</strong></blockquote>
Kapitalizmin krizinden devrimci sonuçlar üretebilmek ancak bir karşı hegemonya projesine sahip olmakla mümkündür. Şu aşamada dünyada krizin sonucu olarak ortaya çıkan kemer sıkma politikalarına karşı yaygınlaşan bir bilinç ortaya çıkmaktadır. Fakat bu bilinç tam anlamıyla kapitalizmle hesaplaşmayı önüne koyan bir noktada değildir. Şu aşamada özellikle Avrupa’da ortaya çıkan tepkiler kapitalizmin emekçi sınıflar üzerinde yarattığı tahribatı telafi etmeye ya da kapitalizmin işleyişini finansallaşmadan ziyade istihdam yaratan bir yapıya dönüştürmeye dönüktür.

Günümüzde kamulaştırma eliyle kapitalizmi kolayca aşabileceğimizi anlatabilecek durumda değiliz. Belli sektörlerde, özellikle temel ihtiyaçlar alanında kamulaştırmalar tartışılabilir ancak reel sosyalizmin bilinçlerde yarattığı tahribat onarılamadan kamulaştırmayı karşı hegemonya projesinin merkezine koyabilme şansı bulunmamaktadır.
Kapitalizme karşı temel çizgimiz, sermaye ilişkisinin alanının daraltmak üzerinde inşa edilmelidir. Burada yukarıdan aşağıya (siyasi iktidar eliyle kamulaştırma ve demokratik merkezi planlama) ve aşağıdan yukarıya (metasızlaştırma, artan oranlı vergilendirme, işçi denetiminde işletmeler) stratejileri birbirlerini destekleyecek biçimde çalıştırılmak durumundadır. Yukarıdan ve aşağıdan stratejiler insanlık adına artık büyük bir tehdit haline dönüşmüş sermaye ilişkisini yok edecek bir perspektife sahip olmalıdır.

Sosyalist bir ekonomi politikasının önceliğinin eşitlikçi bir paylaşımı inşa etmek olması son derece normaldir. Neoliberal karşı devrim sonrasında dünyanın her yerinde eşitsizlik şahlanmıştır. Türkiye’de nüfusun %1’inin servetinin geri kalan %99’un toplam servetini aştığı bilinmektedir. Kapitalizm kadın ve erkekler arasındaki gelir ve servet dağılımını sürekli olarak bozmaktadır. İşsizlik ve genç işsizlik dünyanın her yerinde artmakta, artık nüfus büyümektedir. Kapitalizm bu anlamda en büyük zenginliğimiz olan insanı öğütmektedir. Bu anlamıyla büyük bir verimsizlik yaratmaktadır. Gelir adaletinin sağlanması ve bir güvence ekonomisinin inşası, geniş yığınların üretim süreçlerine katılacağı, yaratıcılıkları ile ortak yaşama katkıda bulunacakları bir ortamı açığa çıkaracaktır.
Fakat sadece eşitliğin temini yetmez. Sosyalist bir ekonominin özellikle bir dünya devriminin gerçekleşmesi öncesinde ayakta kalabilmesi güçlü bir üretim yapısına sahip olabilmesi ile mümkündür. Dolayısıyla sosyalizmin de insanı ve doğayı imha etmeyecek biçimde bir büyüme politikası geliştirmesi elzemdir. Burada esas amaç kapitalizmle kim daha çok zenginlik üretecek, kim daha fazla GSMH artışı sağlayacak yarışına girmek değil kapitalist merkezlerden ve finansal sermayeden kaynaklı saldırılar karşısında ayakta kalabilecek bir yapının inşa edilebilmesidir. İsrafa ve verimsizliğe göz yumulmayacağı bu anlamda şimdiden açıkça ilan edilmelidir. Reel sosyalizmde siyasi iktidardan ve genel olarak siyasi özgürlüklerden mahrum bırakılan işçilerin kapasitelerini tam anlamıyla kullanmamalarına göz yumulması bu anlamıyla her açıdan sürdürülemez bir yapı açığa çıkarmıştır. İktidar işçilerin yabancılaşmadan kaynaklı yetersizliklerini görmezden gelmiş işçiler ise iş güvencesi ve temel gelir karşılığında siyasi haklarından vazgeçmişlerdir.

21. Yüzyıl Sosyalizmi’nin bu iki zaafı da taşıma lüksü olamaz. İşçiler üretimin gerçek sahipleri olarak hem üretim süreçlerinde hem de siyasette en etkin ve örgütlü bir biçimde yer almak durumundadırlar. İşçilerin siyasette yabancılaşması sosyalizmin ölümü anlamına gelir. İşçilerin siyasi özgürlüklerini kullanamadıkları ve toplumsal yaşamı örgütlü bir biçimde dönüştürme olanağından mahrum bırakıldıkları hiçbir siyasi sisteme sosyalizm ismini veremeyiz. Ancak küresel sermayenin tehditlerine ve yıkıcı faaliyetlerine karşı direnemeyecek bir sosyalizmin de yaşama şansı yoktur. Dolayısıyla üretim yapısını sürdürebilecek altyapının inşası tek ülkede sosyalizmin inşası için hala bir zorunluluktur. Sermaye ilişkisinin ne oranda korunup, ne oranda yönlendirilip ne oranda yok edileceği ise tamamen bu güç ilişkilerinin sonucunda ortaya çıkacaktır. İşçilerin üretimi yönetme deneyiminin arttığı, üretme konusunda herhangi bir motivasyon sorunu yaşamadıkları, üretime ve hayata gerektiği ölçüde katılabilecek enerjiyi sergiledikleri her durumda sermaye ilişkisi yok edilmeyi hak edecek noktaya ulaşmış demektir. Sermaye ilişkisinin kaderini belirleyecek olan işçi sınıfının yaşamı yönetme kapasitesinin geldiği uğrak olacaktır. Venezüella Devrimi’nin açmaz yaşadığı alanlardan belki de en önemlisi burasıdır. Sınıfın kayıtsızlığı bürokratikleşmeyi, bürokratikleşme ise sistemin yozlaşmasını doğurmaktadır. Bunun ötesinde devrimi bir kamulaştırma kararnamesi olarak gören anlayışın tarihin kötü bir tekerrüründen ibaret olacağı açıktır. İşçi sınıfının öncü müfrezesinin önünde hazır bir reçete bulunmayacaktır. Üretkenlik, işçi sınıfının özgürleşme inisiyatifi, sermaye ilişkisinin toplumun denetimi altında tutulması, toplumsal artı değerin nasıl kullanılacağına toplum tarafından karar verilmesi, yabancılaşmanın aşılması gibi hedeflerin hangi oranda hayata geçirilebileceği sınıfın öncü müfrezesinin gerçek bir demokrasi içinde sınıfın bütünüyle istişare içinde yönetileceği bir sürecin sonunda belirginlik kazanacaktır.