Kriz İçinde Neoliberal Küreselleşme *Álvaro García Linera

Birbirini besleyen dört krizin öngörülemeyen, eş zamanlı ortaya çıkışını yaşıyoruz: sağlık krizi, ekonomik kriz, iklim krizi ve siyasi kriz. Muazzam bir şaşkınlık ve ıstırap kavşağı. Toplum ve dünya sanki yolunu, gideceği yönü, kaderini kaybetmiş. Kısa ve orta vadede ne olacağını kimse bilmiyor, yeni bir salgın mı çıkacak yoksa yeni bir virüs mü ortaya çıkacak, ekonomik kriz yoğunlaşacak mı, bundan kurtulacak mıyız, işimiz ya da tasarrufumuz olacak mı kimse garanti veremez. Bu, yalnızca filozoflarda değil sıradan insanlarda, vatandaşlarda, pazara giden insanlarda, işçilerde, emekçilerde, köylülerde, küçük tüccarlarda, doğal olarak, öngörü ufkunun felç olmasına yol açar. Ufuk olduğunda zaman hareketi vardır. En azından nereye gittiğimizi hayal edebilir eylem ve davranışlarımıza yön verebiliriz. Öngörülebilir ufuk kırılmış, çözülmüştür. Kimse ne olacağını bilmiyor.

Zamanın askıya alınması

“Askıya alınmış zaman” kategorisini bu anlamda öneriyorum. Olayların yaşanmasına, çatışmaların, sorunların, haberlerin ortaya çıkmasına rağmen her gün zamanın askıya alınmasını yaşıyoruz. Bir ufuk olduğunda en azından nereye gittiğimizi hayal edebiliyoruz. Çok yürek parçalayıcı bir deneyim bu. Gidecek bir yön olmaması anlamında yaşanan yeni bir deneyim ve çok üzücü.

Zamanın askıya alınması bir dizi semptom ve sonuçlar taşır. Birincisi, “zamanın alacakaranlığı” diyebileceğimiz şeydir. Dünya, neoliberal küreselleşmenin uzun süreli, çelişkili ve acı veren kapanışına tanık oluyor. Daha beş ya da on yıl önce inişli çıkışlı başlayan ekonomik küreselleşmenin çözülmesinin ortaya çıktığı süreçteyiz. Küreselleşmenin ilk dalgası 19. yüzyılda başladı ve 20. yüzyılın başına kadar sürdü. İkincisi ise 20. yüzyılın sonunda, 1980 ile 2010 arasında gerçekleşti. Küreselleşmenin bu ikinci dalgası, bir süreç içinde kısmi yıpranma dönemine, ekonomik olarak küreselleşmenin kısmi çözülme dönemine girdi. Dört veri bu hipotezi doğrulamamıza olanak tanıyor.

Birincisi, 1990 ile 2012 arasında dünya ticareti, küresel GSH (Gayri safi hasıla) büyüme oranından iki ila üç kat daha yüksek bir büyüme oranına sahipti. 2013’ten 2020’ye kadar daha düşük veya en iyi ihtimalle GSH, büyüme oranına eşitti. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü OECD’nin raporlarına göre, küreselleşen piyasaların bayrağı olan ticaret küçüldü.

İkinci veri, 1989 ile 2007 yılları arasında dünya GSH’ye göre %5’ten %20’ye yükselen sınır ötesi sermaye akışının, 2009’dan günümüze %5’ten daha az bir oranda düşmesidir.

Üçüncü bilgi, İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden çıkışı, yani ortak Avrupa pazarı ekonomisi ve siyasetinin en azından Batı yakasında genişlemesine bir sınır oluşturan Brexit’tir. Amerika Birleşik Devletleri ise Trump yönetiminde “Önce Amerika” sloganı altında kademeli bir sermayenin geri dönüşü süreci başlattı. Trump iktidarı Çin’e, aynı zamanda Kanada’ya ve ardından Avrupa’ya karşı bir ticaret savaşı yürüttü. Çin’in küresel liderliği ele geçirmesini ve 5G ağını kontrol etmesini engelleyebilmek için eski ulusal güvenlik hayaletlerini ortaya çıkardı. Ayrıca, COVID-19, temel değer zincirlerinin yeniden gruplaşma süreçlerini hızlandırarak solunum cihazları ve tıbbi malzeme için topluluğa üye Avrupa ülkelerinin sınırda birbiri ile savaşması gibi olayların tekrarlanması önlendi. Bu kontrol, onların Çin, Singapur, Meksika veya Arjantin’den veya hangi ülkeden olursa olsun girdilere bağımlı olmamalarını sağlar. Dolayısıyla, Çin ve Almanya’nın serbest ticarette müttefik olduğu, öte yandan ABD ve İngiltere’nin ekonomi ve dünyaya korumacı bir bakış açısıyla müttefik olduğu paradoksal bir senaryomuz var. 1980’lerde bu son iki ülke, Ronald Reagan ve Margaret Thatcher ile küreselleşme dalgasına öncülük ettiler oysa şimdiki liderleri korumacı bir bakış açısına öncülük ederken, tüm dünyayı küreselleşmeyi durdurmamak için dışa açılmaya çağıranlar Çin öncülüğünde komünistler. Sınırlar artık küreselleşmenin durması için bir engel değildir. Yaşadığımız bu kısmi tersine küreselleşmeyle ilgili son bir bilgi de Uluslararası Para Fonu’nun yeni yayınladığı belgedir. IMF’den gelen bir dizi şaşırtıcı, paradoksal ve hatta mizahi tavsiyeler sunan bir mali monitör ve dünya ekonomisine ilişkin bir rapor var: “Kamu borcunun vadeleri uzatılmalıdır.” Yani ülkelerin kamu borçlarını ödememelerini, ileriki yıllarda ödeme mekanizmalarını genişletmelerini ve kurmalarını öneriyorlar. IMF’nin Merkel ve Deutsche Bank ile birlikte İtalya’yı, ardından İrlanda ve son olarak Yunanistan’ı borç taahhütlerini yerine getirmeye zorladığını unutmayın. Rapor “en zenginlerden vergi alımının kademeli artırımını” öneriyor, bu radikal bir sol partinin programı değil, Para Fonu’nun tavsiyesi. Aynı zamanda, kıtadaki sol grupların bazı önerilerinden de daha radikal olarak “en pahalı mülkler, sermaye kazançları ve mirasların da” vergilendirilmesini önermektedir. “Vergilerini ödemelerini sağlamak için şirketlerin vergilendirme şekli daha sıkılaştırılmalıdır” diye devam ediyor. Başka bir deyişle, vergi kaçırmış birçok zengin insan olduğu için vergi sistemini değiştirmede daha cesur olunmasını istiyor. Dijital ekonominin uluslararası vergilendirilmesi, işinden çıkarılmış işçilere uzun süreli gelir desteği ve kamu yatırımlarının artırımı önerisi ile rapor bitiyor. Bu bir yıl önce hayal bile edilemeyecek bir sapıklık, küresel kapitalizmin beyni işlevini gören bir uluslararası kurumdan gelen bir reform programı, günümüzün ruhundaki bir değişikliğe işaret ediyor. Bir şeyler değişiyor. Kemer sıkma reçeteleri, vergilerle zenginleri korkutursak servetimiz ve işlerimizden oluruz tehditleri bitti. Dünya sermayesinin bu sektöründe, iklim değişikliği, sağlık, ekonomik ve sosyal krizle nasıl bir gelecek olacağına bakışın epistemolojik parametrelerinde bir değişiklik var.

 Açıktır ki 80’lerden 2020’ye kadar tüm neoliberalizme, devleti küçültme, kamu yatırımlarını, zenginlerden alınan vergileri, çalışanlara sosyal desteği azaltma komutu vermiş olan bu dünya kapitalizmi ideologlarının ekonomik politika duruşlarında 180 derecelik bir değişikliğe yol açan şey, tehlikeli sınıflar ve sosyal patlamalar korkusudur. Geçici olup olmayacağını bilmiyoruz, ancak önemli bir geri dönüştür.

Muhafazakâr neoliberal hegemonyanın erozyonu

Bu askıya alınan zamanın ikinci etkisini de son 40 yılda uygulanan muhafazakar neoliberal hegemonyanın bir uyuşukluk ve yorgunluğu olarak nitelendirebiliriz. Bittiğinden değil, daha uzun sürebilir ancak yenilenme, ışık tutma ve umut verme yeteneğini yitirmiştir. Neoliberalizm, geçmişten gelen mirasın gücüyle atalet içinde sürdürülür. Bunu, geleceği düzenlemek için fetişleştirilmiş araçlar krizinde görebiliriz.

Neoliberalizm bir hikâye yaratmak için üç araç kullandı, hayali, geleceği kimin düzenlediği konusunda birçok insanın inandığı yalan gerçekler: Pazar, küreselleşme ve bilim. Küreselleşen pazar, bunun tutarlı bir konu olmadığını göstermiştir. Virüs krizi ve enfeksiyonların yayılması karşısında hiçbir piyasa bir şey yapmadı. Aksine, piyasalar deve kuşu gibi başlarını kuma gömdü ve sosyal koruma konusunda en son anda tek ortaya çıkan Devletler oldu. Modernleşme, yaşamın daha iyi olması ve olanakların sınırsız genişletilmesinin ideolojisi olarak küreselleşme, artık hoşnutsuzları zapt etme, korkan insanları örgütleme veya endişelileri yatıştırma kapasitesine sahip değildir. İnsanlığın sorunlarını dönüştürüp çözme konusunda sınırsız potansiyeli ve sonsuz yeteneği olduğu şeklinde tanıtılan ve hayal edilen bilim artık sınırları olduğunu gösteriyor. Biz insanların yaptıklarımızın sonucunda çözemeyeceği, yüzleşemeyeceği veya üstesinden gelemeyeceği şeyler vardır. Bilimin de çığır açan bir ufku vardır, birçok şeyi çözebilir ama bazılarını da çözemez. Bilimin, özellikle doğayla olan ilişkimizi metabolik, organik ve rasyonel olarak koparma şeklimiz nedeniyle, neden olduğumuz sorunları kapsayabilmesi ve çözebilmesi için çok zaman, çaba, kaynak ve davranış değişikliği gerekiyor.

Bütün bunlar neoliberal hegemonyanın tarihsel iyimserliğini kaybettiği anlamına geliyor. Artık dünyaya kendini hayali kesinliklerin, mantıklı ufukların, orta vadede ulaşılabilir taşıyıcısı olarak sunmuyor. Geleceğin hayali kesinlikleri kırıldı ve bu artık yeni sağduyu. Şimdi kimse insanlığın kaderinin ne olduğunu söyleyemez. İnsanlığın hiçbir zaman bir kaderi yoktur, her zaman bir belirsizliktir ama büyük hegemonyaların yaptığı, insanlığın kaderinin bir hayalini yaratmaktır. İdeolojilerin ve hegemonyaların performatif bir yeteneği vardır: dile getirdiklerini yaratma yeteneği. Dünyamız neoliberal hegemonyası işte bu yeteneğini kaybetmiştir çünkü artık coşku uyandırma, kalıcı bağlılık yaratma veya zaman içinde uygulanabilir bir ufuk önerme gücüne sahip değildir. Artık bir tarafa doğru gürül gürül akan değil içinde başka maddelerin süzüldüğü durgun bir su olarak sunulmaktadır. Bu nedenle, tutucu hegemonyanın bu durgun suları, öngörülen ufkunun felç olduğunu bize anlatır. Tekrar ediyorum: bu ne ekonomik neoliberalizmin ne de neoliberal hegemonyanın sonu değil. Giderek artan zorluklar, daha az radyasyonlu, daha az coşkulu kalıcı bağlılık ve aktif meşruiyet yaratma kapasitesi azalmış olan, yıllarca sürebilecek, bir yorgunluk, bitkinlik ve zayıflık zamanıdır.

Neoliberal politik ve ekonomik uzlaşmanın çöküşü

Bu düşüşün üçüncü özelliği, neoliberal politik ve ekonomik uzlaşmanın çöküşüdür. 1980’lerden beri neoliberal hegemonya ekonomik ve söylemsel alanlarda iki şeyi, serbest piyasa ekonomisi ve temsili demokrasiyi birleştirdiğinden gelişebildi.

Bu ona çok güç kazandırdı. Temsili demokrasi sistemi ile devleti küçültmeye, kamu mallarını özel aktörlere dağıtmaya, işgücünü düzenleyip parçalamaya, ücretleri ve hakları azaltmaya çalışan ekonomik ufuk arasında bir karşılıklı geri bildirim vardı. Berlin Duvarı’nın ve kapitalist topluma alternatif komünizmin yıkılmasından sonra, ister sol ister sağ olsun, tüm elitler insanlığın kaderi hakkında aynı ufku paylaştıkları için biraz daha sosyal ya da daha girişimci şekilde neoliberalizmi seçmişti.

40 yıl sonra, serbest pazar ekonomisi ve temsili demokrasinin çekirdeği yerinden oynamaya ve ayrışmaya başlarken, giderek öfkelenen bir neoliberalizm ortaya çıkıyor. Bu zamanın özelliklerinden biridir.

Giderek öfkelenen, otoriter, ırkçı, yabancı düşmanı, anti-liberal, anti-feminist, giderek kindarlaşan, giderek faşistleşen neoliberal öneriyi her yıl, yeniden gözden geçireceğiz. Latin Amerika’da ve dünyanın diğer bölgelerinde olan budur. Bolivya’daki darbe olayı, Brezilya’daki durum, Amerika Birleşik Devletleri, Polonya ve diğer birçok ülkede. Neoliberalizmin gücü ve çekiciliği azaldıkça kendini ayakta tutmanın yolunu giderek otoriterleşmede buluyor.

Dahası ilk kez demokrasi, neoliberal perspektiflere bir engel halde karşısında duruyor. 1980’lerin iyimserliği kayboldu ve şimdi elitler arasında bir ayrışma olduğu için demokratik bayraklara şüpheyle bakılıyor. Yani, bir yanda neoliberalizmle devamı savunan elitler var: zenginleri daha zenginleştirmeli, yoksulları tepesi taklak etmeliyiz, özelleştirmeye ve mali kemer sıkmaya devam; diğer yandan, daha melez politika türlerini uygulamaya istekli elitler ve sosyal bloklar var: mülkiyet, vergiler, ortak varlığın güçlendirilmesi vs. konularını yeniden düşünerek yoksulları kollama. Bu ayrışma ve ortak beklenti ufkunun olmayışı, demokrasinin kendisine ve seçim süreçlerine şüphe ve mesafeyle bakmaya başlayan neoliberal seçkinleri endişelendiriyor.

Yakın gelecekte zamanın askıya alınması eğilimleri

Bu askıya alınmış zaman süreci ve öngörü ufkunun kırılması içinde, yakın gelecek için dört eğilim belirleyebiliriz.

Birincisi, dünya kapitalizminin büyük düşünce merkezlerinin tartışmalarında yaşanıyor: Ana aktör olarak devletlerin yeniden canlandırılması. Bu iki şekilde gerçekleşiyor. Birincisi, kayıpları azaltmak veya işletme karlarını arttırmak için kamu kaynaklarının kullanımının yeniden canlandırılmasıdır. Bu, devleti küçültmeyi, ancak devletin kontrolü veya mülkiyeti altındaki ortak kamu mallarıyla zenginliğini artırmayı amaçlayan eski neoliberal modeldir. Günümüzde kamu parası, son aylardaki karantinadan üretimleri ya da pazarlamaları etkilenen büyük şirketlerin hisselerini satın almak için kullanılıyor.

Uluslararası Para Fonunun Ekim 2020 raporuna göre, gelişmiş ekonomiler GSMH’lerinin %11’ine denk gelen devlet sermayesini kredi ve garantilerinde ve %9’unu ek harcamalarda kullanmıştır. Yani, ABD, İngiltere, İspanya, İtalya, Almanya, Norveç, İsveç, Danimarka, Japonya veya Kanada gibi gelişmiş ekonomiler, GSMH’lerinin %15 ile %20’sini şirket hisselerini satın almak, zarar eden şirketleri kamulaştırmak, bankalara kredi vermek ya da şirket karlarının azalma zararını yumuşatmak için kullanmışladır. Bu, devletin canlandırılmasıdır, ancak özel tekeller açısından. Öne çıkmaya çalışan bir başka canlandırma da, sosyal korumayı amaçlayan, ücretleri iyileştiren, hakları genişleten, kamu yatırımlarını artıran, en zayıfları koruyan, sağlık ve eğitime yatırım yapan, iş alanı yaratan veya özel şirketleri kamulaştıran, halktan yana kamu kaynakları yaratan bir devlet biçimidir.

Her devletin bu iki boyutu vardır. Marx’ın da işaret ettiği gibi, devlet, ortak mülk boyutuna sahiptir ( servet ortak mülktür, vergiler ortak bir mülktür, kimlikler ortak mülktür), ancak tekelci iktidarın ortak mülkleri olan “hayalî bir topluluktur”. Tutucu güçler, Devlet tekelciliğini güçlendirme yolu ile ortak olan şeyleri özel çıkarları için kullanırlar; ilerici sosyal güçler ise, mülklerin halkların çoğunluğu için kullanılıp dağıtılacağı bir topluluk olarak devletin genişlemesi için çaba gösterirler. Devletin hangi taraftan olacağı ise toplumsal mücadelelere, sosyal hareketliliğe yönetimin sokakta mı parlamentoda mı yapıldığına, kollektif eylem vs. bağlıdır.

Günümüzün artan ikinci eğilimi ise her toplumun ekonomik artı değerinin kullanımıdır. Önümüzdeki aylarda ve yıllarda, kıt kamu kaynaklarından kimin yararlanacağını, çeşitli politik partiler, holdingler, baskı grupları, sınıflar ve sosyal hareketler arasındaki sosyal, politik ve ideolojik mücadelelerin belirlemesi artacaktır. Çok büyük ihtiyaçlar karşısında kıt metalardan iş çevreleri mi, işçiler, köylüler, orta sınırlar mı yararlanacak? Bürokrasi mi, toprak sahipleri mi, toprak ağaları mı yoksa bankacılar mı? Devletler bir veya iki nesil ötesine borçlanıyor ama paranın dolaşımı ve ekonomik hareket olsun diye daha fazla para basıyorlar. İki rahatsızlık ortaya çıkıyor: bu parayı kimin kullanacağı ve kimin geri ödeyeceği.

Üçüncü eğilim, toplumun anlama durumu olarak tanımlayabileceğimiz şeydir. Eskiden daha kesin olan şeyler daha temel ve sert hale geldikçe ve neoliberal toplumun öngörü ufku daraldıkça, insanlar yeni fikirler, inançlar ve güvenceler için kapasitelerini ve eğilimlerini genişletmeye başlarlar. İnsanlar sonsuza kadar az çok istikrarlı ve orta vadeli tahmin edilebilir bir gelecek ufukları olmadan yaşayamazlar. Bu insani bir ihtiyaçtır çünkü “dünyevi” bir şeye ihtiyacımız var. Hayatımızı, eylemlerimizi, çalışmalarımızı, çabalarımızı, tasarruflarımızı, akademik ve aşk seçimlerimizi az çok öngörülebilir bir zamana demirlemeliyiz. Bu olmadığında, her yerde aranır.

Bu, dünyanın bazı ülkelerinde olup biten çok tutucu, yarı-faşist önerilerin ortaya çıkmasının temelidir. Bolivya’da seçimleri kaybedenler dua etmeye gittiler, ordu hükümeti ele geçirsin diye kışlanın önünde diz çöktüler. Aşırı tutucu, faşist saldırı darbeye karışan herkesi bir araya getirdi: Añez, Carlos Meza, Tuto Quiroga, Amerikan Devletleri Örgütü, OAS. Bu 70’ler kıtasında bile hiç yaşanmamış bir şey. Şimdi, politik rasyonellik terk edilince böyle acıklı bir çıkış yolu arama görüntüleri ile karşılaşıyoruz.

Dördüncü eğilim, gezegenimizin bu kırılmış, seyrelmiş öngörü ufkunun çekimi ile yüzleşecek sol ve ilerici güçlerin önünde duran devasa zorluklardır. Önümüzdeki aylar ve yıllarda sağduyu ve toplumun öngörülü ufku için savaşa girerken herhangi bir önerinin ele alması gereken altı konudan bahsedeceğim:

1. Siyasal ve ekonomik demokratikleşme ve farklı varyantları. Bazılarını buna demokratik sosyalizm olasılığı diyor.

2. Yalnızca zenginliğin dağılımı değil, aynı zamanda büyük mülkiyetin tek elde yoğunlaşma biçimlerinin demokratikleştirilmesini de içeren sömürüye karşı mücadele.

3.Örgütler ve insanlar arasındaki sosyal ilişkilerin ırkçı ve sömürge özelliklerinden arındırılması.

4. Ataerkillikten kurtulma süreçleri ve kadınların kendi bedenleri ve ilişkileri üzerindeki hakları.

5. Doğaya bir park olarak bakmayıp onu toplumla ilişki içinde gören bir sosyal çevrecilik. En sıradan insanların, yoksulların ve işçilerin en temel ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde insan ve doğa arasındaki rasyonel metabolizmayı yeniden kuracak bir yaklaşım gereklidir.

6. Yenilenmiş bir enternasyonalizm. Önümüzdeki yıllarda solun ve ilerici güçlerin karşılaşacağı zorluklar, giderek daha radikal siyasi ve ekonomik demokratikleşme önerilerini teşvik etme becerisinde yatacaktır.

Bence kesinlikle çok şok edici sosyal zamanlar yaşıyoruz. Paradoksal olarak, felçli bir zamandan söz etmemize rağmen, yerel ve taktiksel olarak muhafazakâr tarafın zaferleri ile ilerici ya da sol tarafın zaferlerinin sürekliliğini sarsan bir takım mücadeleler, sarsıntılar ve kalıcı istikrarsızlıklar gelişiyor.  Hiçbir şeyin uzun süre dayanmayacağı bir zaman dilimi. Muhafazakâr güçlerin her zaferi kısa dönemli olacak ve çökebilecek. Sol güçlerin her zaferi de eğer yanlışları nasıl düzelteceklerini bilemez ve toplumla bağları geliştiremezlerse kısa dönemli olabilir.

Bunlar günümüzle ilgili sizlerle paylaşmak istediğin bir dizi düşüncedir.


Bu metin, “Latin Amerika’da Devlet, Siyaset ve Demokrasi” kursunda Álvaro García Linera’nın konuşmasından alınmıştır. Verilen tüm ders ve sunumlar şu adreste bulunabilir: www.americalatina.global.

Sunum Victor Santa María tarafından yapılmıştır.

Uluslararası “Latin Amerika’da Devlet, Siyaset ve Demokrasi” Kursu, “Latin Amerika ve Karayipler’de demokrasinin meydan okumaları” konusuna ilgi duyan militanlara, sosyal aktivistlere, kamu görevlilerine, öğretmenlere, üniversite öğrencilerine, araştırmacılara, sendikacılara, siyasi ve sivil toplum örgütlerinin liderlerine, işçi basınına ve ilgilenen herkese yönelik bir girişimdir. Puebla Grubu, New School Üniversitesi’nin Latin Amerika Gözlemevi, Rio de Janeiro Eyaleti Üniversitesi’nin Latin Amerika Yayılma ve Kültür Programı ve UMET tarafından desteklenmiştir. Latin Amerika ve Küresel Çalışmalar Okulu, ELAG tarafından organize edildi ve Página12’nin desteğini aldı.

Genel koordinasyon: Carol Proner, Cecilia Nicolini ve Pablo


Çeviren: Ayşe Tansever