Paralel Faşizm Okumaları – M. Sinan MERT
Yol, Kış 2016
Neoliberal otoriterizmden faşizme doğru ilerleyen bir yolun üzerinde olduğumuz açık. Saray’da somutlanan iktidar, hayatta kalabilmek adına hukuku neredeyse tamamen kağıt üzerinde bırakan uygulamalarla yoluna devam ediyor. Paramiliter unsurlar çok daha belirgin bir biçimde devreye giriyor. Teamülleri ve alışkanlıkları ortadan kaldıran bir dönüşüm süreci yaşıyoruz. Dönüşümün nereye varabileceğinin ucu açık. Masada çok fazla seçenek bulunmakta. Mısırlaşma, Pakistanlaşma, Saray faşizmi ve gerçek demokrasi. Bunların her birinin gerçekleşebilmesi ya da birbirleriyle melezleşerek ortaya bir sonuç çıkarması mümkün. Sonucu alanda mücadele eden güçlerin iradesi belirleyecek.
Ancak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki 20. yüzyılda yaşanan faşizm deneyimini ve faşistleşme süreçlerini çok daha fazla anımsatan olayları günübirlik yaşar bir hale geldik. Sadece devlet kaynaklı ve yukarıdan aşağıya baskı merkezli okunamayacak kadar geniş kapsamlı bir faşistleşme süreci içinde bulunduğumuz söylenebilir. Sosyal bilimler açısından yaşanan gelişmeleri belli bir modelin/kalıbın içerisine tıkıştırmaya çalışmak genelde zorlama değerlendirmelere yol açabilir. Ancak önemli dönemeçlerde tarihsel olgularla kapsamlı bir karşılaştırma yapmak da yaşadıklarımızı anlamlandırabilmek açısından önemli sonuçlar çıkarabilir. 20. yüzyılda Almanya’da, İtalya’da, İspanya’da yaşananlara baktığımızda bugünün Türkiye’sine dair çok fazla boyut bulmak mümkün. Tabii ki bu örneklerin kendi aralarındaki önemli nüanslar kadar bugün yaşadıklarımızla da büyük farklılıkları bulunmakta. Fakat içinden geçtiğimiz siyasi rejim krizini okumak için ihtiyaç duyduğumuz daha geniş çerçeveyi bu tartışmalarda bulabiliriz. Bu yüzden bundan birkaç yıl önce başlayan faşizm/rejim değişimi tartışmalarının yeterince derinleştirilememiş olması hepimiz açısından büyük bir eksiklik.
Bütün faşizmler aslında kendilerini yaratan krizlerin izlerini taşır. Her bir ülkenin kendi faşizminin özgünlükleri de aslında yaşanan krizlerin özgünlüklerinden doğar. Krizler var olan siyasi yapının sürdürülemezliğini imler. Bu krizi aslında ekonomik, siyasi, ideolojik ve askeri boyutları olan devasa bir toplumsal problem olarak algılamak gereklidir.
Bugün yaşanan kriz de aslında 92 yıllık Cumhuriyet’in karşı karşıya kaldığı en büyük meydan okumadan kaynaklanıyor. Cumhuriyet’in üvey evlatları İslamcılar ve Kürtler toplumun en önemli örgütlü güçleri haline geldiler. Dolayısıyla var olan yapı bir çok yönden revizyonist basınçlar altında. Suriye savaşı sonrasında ortaya çıkan dinamikler “Pandora’nın Kutusu”nun tamamen açılmasına yol açtı. Erdoğan ile Kürt Özgürlük Hareketi arasındaki müzakere görüntülü bilek güreşi sistem üzerindeki basıncı arttıran etkiler yarattı. Rojava’da PYD hakimiyetinin gelişmesi ve güçlenmesi, özellikle de uluslararası meşruiyet kazanması Türkiye devleti için yeni bir Kerkük travmasına yol açtı. Müzakere sürecinde gerçekleşen Gezi Direnişi, HDP’nin olanak dahiline girmesini sağladı. Öcalan’ın taktiksel hamleleri Siyasal İslam’ın iki veçhesi AKP ve Cemaat arasında kopuşma potansiyelini tetikledi. Erdoğan, kendi tabanı dışında yaratabildiği hegemonyasını kaybetti. “%50’yi evde zor tutuyoruz” söylemi sonrasında kendi tabanını olası bir iktidar mücadelesinde doğrudan bir maddi güç olarak örgütlemek üzere hamleler gerçekleştirdi. Derin devletin eski uzantılarının bir kısmı ile yeniden anlaştı, bunların bir kısmını kendi tabanının örgütlenmesi amacıyla yeniden işlevlendirdi. Ordu yeniden denklemin önemli bir parametresi olarak oyuna dahil oldu. İç savaş beklentileri yükseldi. IŞİD hem Ortadoğu’da hem de içeride önemli bir yedek güç olarak konumlandırıldı ki böylece cihatçı İslami hareketin Türkiye’deki etki alanı ve meşruiyeti daha da gelişti.
Krizin boyutlarının ve etkin öznelerin sayısının fazlalığı olası çözümlerin yelpazesini de genişletiyor. Saray fiili iktidarını hukukileştirmekte zorlandıkça hem sürekli hukuk dışına çıkarak, hem de paramiliter unsurları daha fazla kullanarak tabloda faşizm renginin oluşmasına yol açıyor. “Hukukun koyduğu bu sınırlamalar, aynı zamanda sınıf egemenliğinin halk kitlelerinin mücadelesi ile sınırlanmasının da ifadeleridirler… Faşizm koşullarında özlü şekilde söyleyecek olursak artık hukuk kuralları işlemez. Yürütmede keyfilik egemendir. Kendi işleyiş kurallarını koyar… Adliye egemen kol ve aygıta (bizim durumda Saray b.n) dolaysız tabi duruma gelir.”( Nicos Poulantzas, “Faşizm ve Diktatörlük”, Birikim Yayınları, Mayıs 1980, s. 334-336) Hukuk içerisinde kalınarak değiştirilemeyen güç dengeleri zorla dönüştürülmeye çalışılır. Bunun Türkiye için yeni bir durum olmadığı açıktır. Devletin her zaman rutin içinde çalışamayacağı sağın liderleri tarafından dönem dönem veciz biçimde ifade edilmiştir. Fakat son dönemde esas olan tikel olaylarda hukuk dışına çıkmadan ziyade sürekli olarak hukuk dışında kalma, fiili olma, fiilen hükmetmedir. Bir nevi devlet ve sivil toplum öncesi doğal hale dönüşü anımsatan anlar yaşanmaktadır. Bu durumun en açık örneği AKP’nin 7 Haziran’da iktidarı aslında kaybetmiş olmasına rağmen fiilen iktidarda kalmayı başarmasıdır. Burada daha ziyade quasi-judicial (hukuki görünümlü, hukukimsi) bir yapı ile karşı karşıyayız. “İki faşist lider de (Hitler ve Mussolini kastediliyor. b.n) kısmi anayasal pozisyonlarını sınırsız kişisel otoriteye dönüştürüp devlet üzerindeki kontrollerini tamamladılar. Bu tam anlamıyla iktidara el koymaktı… Bu hikayenin temel kurgusunu faşist liderlerin gerçekleştirdiği kitlesel kanunsuz eylem oluşturuyordu.” ( Robert O. Paxton, “Faşizmin Anatomisi”, İletişim Yayınları, 2014, s. 180) Türkiye’de özellikle 17-25 Aralık 2013 operasyonları sonrasında hukukun bir meşruiyet kaynağı olarak görülmediği anlaşılmaktadır. Meşruiyetin temel kaynağı iktidarı elde tutma zorunluluğunun kendisinden kaynaklanmaktadır. Bu aslında büyük oranda bir savaş hukuku olarak da değerlendirilebilir. Dolayısıyla siyasetteki muarızlar da rakipten ziyade düşman olarak görülür. Suçlu düşman ile yer değiştirir. Artık politik rakiplerin tutumları eleştirilmez, mahkum edilir, bunlar topluma karşı işlenmiş suçlar olarak lanse edilir, muhalifler kriminalize edilir, topluma karşı öğeler olarak kodlanır. Toplumun iradesi “reis”in denetimindeki partide somutlaşmaktadır, milletin hakikatini parti temsil eder, dolayısıyla partiye muhalefet eden unsurlar aslında topluma ve ülkeye ihanet içindedir, dolayısıyla siyasi mücadele giderek bir suçla mücadele olarak kodlanmaya başlar. Bu tablo çeşitli uluslararası komplo teorileriyle de bezenir.
Faşizmin en önemli ögesinin paramiliter örgütlenmeler olduğu açıktır. Dolayısıyla aslında faşizm tabandan tavana doğru yürüyen bir siyasi harekettir. Şiddet uygulama kapasitesine sahip çeteler bu yürüyüşte çok önemli rol oynarlar. 1. Dünya Savaşı sonrasında bu çeteler özellikle Almanya ve İtalya’da gündelik hayatın bir parçası haline gelmişlerdi. Bu anlamda devletin silah kullanma tekeli ciddi biçimde aşınmıştı. Almanya’da savaş sonrasında oluşan Freikorps çeteleri Sosyal Demokrat hükümet tarafından da Spartakist’lerin bastırılmasında kullanılarak meşrulaştırılmıştı. Hitler iktidara gelene kadar bütün siyasi hareketlerin çok önemli sayılarda silahlı milisi bulunmaktaydı. “ Weimar Almanyası son derece militarize bir toplum olarak kaldı, özellikle cumhuriyet 1929’dan sonraki nihai ve ölümcül kriz ve istikrarsızlık dönemine girdikten sonra silahlı üniformalı milisler, Weimar siyasi kültürünün önemli bir unsuruydu.” ( Colin Storer, “Weimar Cumhuriyeti’nin Kısa Tarihi”, İletişim, 2015, s. 92) Nazilerin milis gücü SA (Sturmbteilung) 1926’da 6000 kişilik bir güçken dağılan Freikorps üyelerinin de katılımıyla 60 bin kişilik derli toplu bir sokak gücüne dönüştü. Fakat sokakta olan tek güç Naziler değildi. Bu dönemin 1929 krizinin etkileri giderek belirginleşene kadar en güçlü örgütü olan SPD’nin de Reichsbanner üzerinde önemli bir etkisi vardı. Bu örgütün üye sayısı 1933’te dağıtılmasına kadar hiçbir zaman 1 milyonun altına düşmedi. En az 160 bin kişilik silahlı bir gücü olan Reichsbanner, “düşmana bahane sağlamamak” gerekçesiyle SPD tarafından Nazilere karşı asla kullanılmadı ve sonunda Hitler tarafından dağıtıldı. Komünist Parti’nin de 1927’de sayıları 111 bine ulaşan Roter Frontkampferbund’u bulunmaktaydı. Bu kısa bilanço bile Hitler’in engellenememesinin aslında güçsüzlükle açıklanamayacak bir olgu olduğunu gösteriyor. Faşizmi en ayrıksı kılan yönlerinden bir tanesi devletin şiddet tekelinin dışında güçlü şiddet aygıtlarının sivil toplumun içinden fışkırması olduğu görülmektedir.
Türkiye’de bu oranda bir paramiliterleşme olgusu ile karşı karşıya bulunmadığımız açıktır. Fakat özellikle Eylül ayında HDP binalarına tüm ülke çapında geliştirilen saldırılarda Osmanlı Ocakları adı verilen yapının bu kadar öne çıkması dikkat çekicidir. Bu yapı, ülkenin neredeyse batıdaki her ilinde bu saldırıları organize etmişlerdir. Saldırıların organizasyonunda devletin yerel ayaklarıyla ile işbirliği içinde davranmışlardır. Yine aynı dönemde Sedat Peker’in Rize’de gerçekleştirdiği mitingde nefsi müdafaaya geçerlerse oluk oluk kan akacağına dair tespitleri gerçekleştirilen planlarla ilgili ipuçları vermektedir. Daha önceki süreçte BBP’ye bağlı Nizam-ı Alem Ocakları’nın üyeleri partilerinden ayrılarak AKP çatısı altına girmişlerdi. Muhtemelen Osmanlı Ocakları adı verilen yapının nüvesi de bunlardan oluşmaktadır. Bunlar ülke çapında estirilecek bir dalgada harekete geçirilebilirler mi? Bunun önümüzdeki dönemin güç dengeleri belirleyecektir. Sonuçta AKP 13 yıldır devlet iktidarını tutan, devletleşmiş bir partidir. Bu anlamda hali hazırda devletin zor aygıtlarını yönlendirebilmektedir. Polis içindeki cemaat örgütlenmesi büyük oranda etkisizleştirilmiş görünmektedir. Erdoğan Mısır’daki gibi bir senaryonun gerçekleşmesinden muhakkak ki çekinmektedir. Gezi benzeri bir kitlesel kalkışmanın yeterli momentumu kazanmadan ezilmesi için polise güvenebilir ancak ülke içindeki kaotik bir iç hesaplaşmanın oluşması söz konusu olur da ordu bu aşamada Mısır’daki gibi harekete geçmek isterse Saray’ın korunması noktasında da paramiliter unsurlar devreye sokulabilir. Erdoğan eğer 1 Kasım sonrasında da iktidarını hukukileştirecek sonuçlar alamazsa iktidarı paylaşmama arzusu paramiliter çeteleri daha yoğun devreye sokmasına yol açabilir. Bu anlamda paramilitarist örgütlenme klasik faşizm örneklerinin tersine aşağıdan yukarıya değil yukarıdan aşağıya yaratılmaktadır. MHP’nin benzeri yapıları da aynı şekilde yukarıdan aşağıya yaratılmıştı. Bugün HDP’yi “terörist” olarak yaftalayıp Erdoğan diktasına nefes aldıran MHP, NATO/Gladio uzantılarının devrimci hareketlere karşı komando kamplarında örgütlenen paramilitarist çetelerin, Türkiye’nin en korkunç katliamlarını gerçekleştiren teröristlerin uzantısıdır. Erdoğan Müslüman Kardeşler’in Mısır’da iktidarı koruyamamasından kendince bir takım sonuçlar çıkarmış görünmektedir. Bu denklemde IŞİD’i de sokak güçlerinin bir parçası olarak unutmamak gerekmektedir. Özellikle iç karışıklığın yükselmesi durumunda IŞİD son birkaç senede ülke içinde edindiği mevzileri ve meşruiyeti bir biçimde kullanacaktır. Tekrar vurgulamak gerekirse Erdoğan, iktidarını hukuki bir kılıfa büründüremezse paramiliter güçlerin siyasetteki ağırlığı artacaktır. Bu güçlerle IŞİD ve benzeri siyasi İslamcı örgütlerin tabanları arasında kesişmeler ve karşılıklı geçişler mümkün olacaktır. Paramiliter unsurların belirleyici biçimde devreye girmesi sürece faşizm rengini veren en temel boyutlardan birisidir. Örneğin; neo-Weberci sosyolog Micheal Mann verdiği kısa faşizm tanımında paramilitarizmi temel parametrelerden birisi olarak ortaya koyuyor: “Faşizm aşkın ve arındırıcı bir ulus-devletçiliği paramilitarizm üzerinden gerçekleştirme arayışıdır.”( Micheal Mann, “Faşistler”, İletişim Yayınları, 2015, s.29)
Faşizm genel olarak yenilen bir devrimin halka çıkarılan faturası olarak da okunabilir. 1919-1920 arasındaki Biennio Rosso (Kızıl Yıllar) boyunca İtalya işçi grevleri ile sarsılır. Sosyalist belediyeler topraklara el koymaya başlar. İşçiler ülkenin birçok fabrikasında denetimi ele geçirirler ve kurdukları İşçi Konseyleri aracılığıyla üretimi sürdürürler. Fakat işyeri denetiminden kentlerin ve giderek devletin yönetimine doğru ilerlenemeyince hareket irtifa kaybeder. Fakat devletin savaş sonrasında neredeyse paralize olması, özel mülkiyetin tehdit edildiği noktada güvence sağlayamaması sermaye sınıfında büyük korku yaratır. Bu korku paramiliter çeteleriyle özel mülkiyet için tehdit oluşturanlara saldıran faşist hareketlere olan desteği büyütür. Mussolini, bu desteği büyük ve hızlı bir hamleyle (Roma Yürüyüşü) iktidara dönüştürür. Faşist partilerin muhafazakar partiler karşısında güç kazanması aslında bu korkunun bir ürünüdür. Faşist partiler hem işçi sınıfını sosyalizan söylemleri ile kendi hegemonya projelerine eklemleyerek deklasse ederler, hem de sınıf örgütlerini siyasi zorla ezerler. İşçi sınıfını atomize edebilmek için bu iki kanalı da kullanırlar. Fakat faşist projenin hegemonya kazanması güçlü bir kriz ve sermaye sınıfının korkusunun rezonansa gelmesi ile mümkündür. Almanya’nın savaştan yenik çıkması sonrasında Spatakistlerin başını çektiği yeterince örgütlenememiş ayaklanma, Sosyal Demokratların tarihi ihaneti olmasaydı, bütün eksikliklerine rağmen başarıya ulaşacaktı. Sosyal Demokratlar burjuvaziyi devrim tehlikesinden korumuş olmalarına rağmen son kertede devrimci olmayan sosyalistlerden oluşan bir partiydi, güçlü işçi örgütlenmelerine dayanmaktaydılar. Dolayısıyla Almanya’nın toprak ağası kökenli Junkerleri için güvenilir bir iktidar seçeneği olmaları asla mümkün değildi. İşçi sınıfı belki devrim yapmamıştı ama Bismarck zamanından itibaren hayata geçirilmek zorunda kalınan sosyal devlet düzenlemeleri giderek kök salmıştı. Özellikle kriz koşularıyla beraber sermayenin tüm bunlardan kurtulmak için büyük bir arzu duyduğuna şüphe yoktur. Komünistlerin güçlü varlığı da devrimin nefesini sürekli enselerinde duymalarına yol açıyordu.
AKP’nin içinden geçtiği faşistleşme süreci neye tepki olarak okunabilir? AKP’nin “Reis” ekseninde tamamen Fuhrerprinzip’e göre örgütlenen, paramiliter uzantılarını yaratan, hukuku fiilen durumun “olağanüstülüğü”ne karar vererek devre dışı bırakabilen bir yapıya dönüşmesinin Erdoğan’ın iktidarını koruma telaşı dışında bir maddi zemini bulunmakta mıdır?
Bir süre önce Ankara Kızılcahamam’da toplanan bir AKP kampında özellikle Kürdistan bölgesinden gelen partililer müzakere sürecinin derhal bitirilmesi gerektiğini ifade eden açıklamalar yapmışlardı. Kürt burjuvazisi, sokağa çıkamamaktan şikayet ediyor, müzakere sürecinin derhal bitirilmesini ve devletin demir yumruğunun bölgede hissettirilmesini talep ediyordu. 7 Haziran sonrasında yaşananların bu talepleri ne kadar karşıladığını göreceğiz.
Müzakere sürecinin en önemli parametresinin Rojava olduğu bugün daha iyi anlaşılıyor. Devletin beklentisi Rojava’yı özgürleştirmek için bölgeye geçen gerilla güçlerinin eli kulağında olan İslamcı iktidar tarafından ezileceği, savaşın durduğu dönemde de özellikle Barzani’nin ideolojik etkisiyle Bakur’un çözülmesiydi. 2014’te Kobane Direnişi ekseninde yaşananlar devletin beklentilerinin tam tersinin gerçekleştiğini ortaya çıkardı. 6-8 Ekim’de Kürdistan sokaklarının ortaya koyduğu direniş örgütlenmenin ulaştığı seviyeyi, devleti de alarme edecek biçimde sergiledi. Erdoğan’ın müzakere sürecinde “kandırıldık” demesi buna tekabül ediyor. Ortada bir kandırılmadan ziyade hesapların tutmaması vardır. Devlet bu anlamda bir irade savaşını kaybetmiştir.
Bütün bunların üstüne bir de müzakere sürecinde ortaya çıkan esin, Gezi ile Kobane ruhlarının birleşmesi ve bir politik programa dönüşmesi yönünde değerlendirilmesi, HDP’nin giderek Türkiye’nin temel demokratikleştirici unsuru olarak öne çıkarılması eklenince 7 Haziran sonrası yükseltilen sürecin neye karşılık olduğu daha da iyi anlaşılır hale geliyor. Perinçek’in bu anlamda her yerde bas bas “ Bu bir saray savunması değil vatan savunmasıdır” diye bağırınması bir gerçeği ortaya çıkarıyor. 7 Haziran sonrası yaşanan saldırı 1. Cumhuriyet’in restorasyon güçleri ile 2. Cumhuriyetçileri Kürt Özgürlük Hareketi ve Demokrasi güçlerine karşı bir oranda birleştirmiştir. Ordu Kürtlere karşı savaşın yükseltilmesinden rahatsız olmamakla birlikte, Erdoğan ile ne oranda koordine durumdadır, bunu önümüzdeki dönemde daha iyi anlayacağız.
Burada düzenin önemli açmazları bulunmakta. Kurulan savaş koalisyonunun iç tutunumu çok zayıftır. Savaşın çok boyutlu geliştirilmesi için bir hegemonik söylem inşa etmekte zorlanmaktadır. Koalisyonun anti-Rojava programı ve IŞİD ile el ele yürümesi uluslararası desteğini ortadan kaldırmaktadır.
Daha da önemlisi direniş bloğunun ruh halinde kapsamlı bir çözülme söz konusu değildir. Yani İtalya ve Almanya örneklerinde olduğu gibi işçi sınıfı hareketi ciddi bir tehdit oluşturup, mevziler elde edip ve sonra da bunları korumada bir acziyet sergiler duruma düşülmemiştir. Direniş bloğunun en büyük zafiyeti bir ikilik üzerine oturmuş olmasıdır. Direniş bloğunun Batı’daki unsurları büyük oranda Kürdistan’dan güç alarak öne çıkabilmektedir. Kendi zemininde bir örgütlenmeyi geliştirmekte zorlanmaktadır. Gezi bu anlamda AKP iktidarını gerçekten fazlasıyla korkutmuştur fakat toplumun örgütsüz matrisinden dolayı hızla geri çekilmiştir. Kürdistan’daki güçlü örgütsel yapıyla Batı’daki dağınıklık büyük bir tezat oluşturmakta ve direniş bloğunun yumuşak karnı olmaktadır. Suruç’tan Ankara’ya kadar düzenin en sert vuruşlarının hep bu noktaya dönük olması da bu anlamda açıklayıcıdır. Sürecin temel belirleyicisi direniş bloğunun iki ayağının rezonansa gelip gelemeyeceğidir. 7 Haziran bu rezonans konusunda çok önemli işaretler ortaya çıkarmıştı. HDP’ye duyulan büyük öfkenin altında bunun rövanşını alma arzusu bulunmaktadır.
Faşizmin 20. yüzyılda iktidara geldiği ülkelerde düzenin geleneksel elitlerinden el almadan bunu yapamadığı açıktır. Almanya’da Junker militarizminin temsilcisi Cumhurbaşkanı Hindenburg ve muhafazakar sağın temsilcisi Von Papen önünü açmış olmasa Hitler’in tek başına iktidarı ele geçirmesi ve ülkeyi kararnamelerle fiilien başkan gibi yönetebilmesi imkansızdı. İtalya’da da hem muhafazakarlar hem de Kral ellerindeki olanaklara rağmen Mussolini’yi iktidardan edecek hamlelerden imtina etmişlerdir.
Erdoğan’ın şu anda kendi dışındaki odaklara Kürtlere karşı birleşmek dışında sunabileceği bir projesi yoktur. Eğer 1 Kasım seçimlerinden sonra mecliste partisine mutlak çoğunluğu sağlayacak bir sonuç elde edemezse sadece “Kürtlerle savaş, Rojava’ya yaşam hakkı tanımama” projesiyle geniş bir kesimin rızasını ne kadar sağlayabileceği belirsizdir. Buna karşılık politik krizi tetikleyen Kürt Özgürlük Hareketi tarihsel olarak en güçlü olduğu dönemlerden birisini yaşamaktadır. Bu tablo “faşizmin yenilmiş bir devrimin faturası” olma boyutunun 2015 Türkiye’si için geçerli olmadığını göstermektedir. Böylesi bir durum belki kısmen Batı’da Gezi sonrası yaşanan süreci tarif etmek için kullanılabilir. Saray faşizmi muhalefetin görece dağınık olduğu Batı’da fiili durumları süreklileştirebiliyor, sokaklarda aleyhine bir sürecin gelişmesini engelleyebiliyor ancak Kürdistan’da tüm çabalarına rağmen kentlerde bile böylesi bir hakimiyeti inşa edemiyor. Bu tablo varolan politik momenti son derece kararsız ve kırılgan yapmaktadır. Saray, HDP’nin Batı’da güçlenmesini engelleyebildiği oranda, Kürdistan ve Batı’nın rezonansı engellenebildiği oranda ayakta kalabileceğini hesaplamaktadır. 1 Kasım’da Saray’ın fiili durumunu güvence altına almayan bir tablo çıkarsa bu sürdürülemez durumun çok daha şiddetli krizlere yol açacağını öngörmek zor değildir. Bu noktada Batı, Kürt sorunu ile ilgili ön yargılarını aşabilse ve demokrasi mücadelesi çok daha güçlendirilebilse faşizmin kök salmasının olanakları son derece sınırlıdır. Almanya ve İtalya’da mülk sahibi sınıfların işçi sınıfı hareketlerinden duyduğu korkunun orta sınıfları da etkisi altına alması faşizm için iktidar koşullarını yaratmıştı. Bu anlamda Türkiye’deki koşullarda ideolojik kerte sürecin belirlenmesinde daha etkindir. Milliyetçi ideolojinin devletin meşruiyetinin temel kaynağı olarak kullanımı Kürt halkının eşit ve özgür yaşam talebine karşı önemli bir bariyer rolü oynamaktadır. Müzakere sürecinde görece düşen ve etkisizleşen bariyeri AKP 7 Haziran sonrasında yeniden inşa etmeye çalışıyor. Kürt halkının haklarını alması ve ülkenin bu anlamda demokratikleşmesi Türklere bir tür hak kaybı olarak aktarılmaya çalışılıyor. Erdoğan sırf bu ideolojik mücadelede olanaklarını kaybetmemek için 28 Şubat Dolmabahçe Mutabakatı sonrasında masayı devirme iradesini sergiledi. Aksi takdirde demokratikleşme karşıtı cephenin en önemli kozlarından bir tanesi elinden alınmış olacaktı. İdeolojik kertenin bu önemi son süreçte ideolojik aygıtların özerkliklerinin tümüyle ortadan kaldırılmasına dönük hamleleri arttırıyor. Demirtaş’ın örneğin ısrarla önemli TV kanallarına çıkmasının engellenmesi, Doğan Grubu’nun aslında uzlaşmayı arzulayan tüm girişimlerine rağmen ısrarla taciz edilmesi, internet ve sosyal medya üzerinde denetimin süreklileştirilmesi aslında ideolojik aygıtların üzerindeki hakimiyeti derinleştirmeye dönük hamlelerdir.
“Hala sınıf kökenlerinin damgasını taşıyan faşist parti aracılığıyla ve devlet sistemi ve aygıtlarının yeniden düzenlenmesi yoluyla, küçük burjuvazi siyasal bakımdan egemen bir sınıf haline asla gelmeksizin yönetici sınıf durumuna geçer. Ve devlete sahip çıkmakla işe başlar.” Poulantzas burada egemen sınıf ile yönetici sınıf arasında bir ayrım üretmiş ki bunun bizim durumumuzla oldukça uyumlu olduğu açık. Siyasi dönüşüm ve kriz süreçlerinde siyasi odaklar o kadar belirleyici roller oynuyor ki sosyal sınıflar görece görünmez hale geliyorlar. Bu klasik faşizm örnekleri için de kısmen böyledir. Sonradan tasfiye edilmiş olsalar da Nazilerin içinde işçi sınıfının taleplerinin önemli bir kısmına sahip çıkan unsurlar vardı. Bunların en önemlilerinden Strasser üretim araçlarının mülkiyetini isterken işçilerin haklı olduğunu söylemekteydi. “Biz savaştan çıkmış genç Almanlar, biz nasyonal sosyalist devrimciler, Versailles Barışı ile somutlaşan kapitalizm ve emperyalizme karşı savaşa giriyoruz.” Nazilerin işçi sınıfı içinde de bir karşılığı vardı. Hatta o kadar ki Komüntern’in yanlış yönlendirmelerinin de etkisiyle önemli güç ve olanaklarına rağmen faşizmin iktidara gelmesine engel olamayan Alman Komünist Partisi (KPD), Kasım 1932’de Nazilerle birlikte Berlin toplu taşıma sistemine karşı grev yapmıştı. Paxton, Hitler ve Mussolini’yi büyük Avrupa ülkelerinde iktidar elde etmeye çalışan ilk alt sınıf maceracılar olarak da tasvir eder. Tabii ki Marksizm’e olan düşmanlıkları onları sermaye çevreleri için önemli bir aktör haline getirmekteydi ama “Hitler’in iktidara gelmesini sağlayan son pazarlıktan önce Alman iş dünyasının büyükleri, güven veren güçlü bir muhafazakar olan Von Papen’i, etrafında kaçık ekonomi danışmanları olan ve pek tanınmayan Hitler’e tercih ediyorlardı.” Kaçık ekonomi danışmanları tabirinin Saray’dan çıkmayan Yiğit Bulut ile Cemil Ertem’e son derece uyduğunun özellikle altını çizmek gerekiyor.
Erdoğan ile kendisine biat etmeyen finans kapital bileşenlerinin önümüzdeki dönemde ilişkisi nasıl olacaktır? Koza İpek grubunun başına kayyum atanmasının aslında bu konuda finans kapitalin Koç, Eczacıbaşı gibi kimi önemli ailelerine de verilmiş önemli bir gözdağı olduğu açıktır. AKP’nin 13 yıllık iktidarı iktisadi egemenlik açısından muazzam bir alt oluş yaratamadı. Erdoğan “devlete sahip çıkmasını” sermaye dağılımını kökten değiştirecek bir hamleyle taçlandıramadı. Ama özellikle TÜSİAD’a, yüksek faiz geliri olanlara dönük zaman zaman gerçekleştirdiği salvoları, sosyalist bir işçi hareketinin yeterince gündeme getiremediği bir toplumsal gerilimi kendisine eklemleyebildiğini gösteriyor. Siyasal İslamcılık için şizofreni giderek bağımlılık yapan bir varoluş biçimi haline dönüşüyor. Bir yandan zenginleşmenin tüm olanakları sonuna kadar zorlanırken bir taraftan da anti-finans kapital bir söylemi zaman zaman eklemleyebilmesi de bu şizofreninin bir tezahürüdür. Erdoğan, var olan yapıyla olan karşıtlığı bir sistem eleştirisi üzerinden kurmuyor. Tam tersine sistemin tepesinde olanların bu ülkenin otantik halkından olmaması üzerinden bir eleştiri geliştiriyor. Hitler’in zenginlere değil de Yahudi olan zenginlere karşı saldırganlaşmasına benzer bir durumla karşı karşıyayız. Öyle veya böyle siyasetin, özel mülkiyetin çelik kozasını delerek onun el değiştirmesine yol açması sermaye sahibinin en büyük korkusudur. Egemen olan sınıfın yönetici olan sınıftan korkması durumunda nasıl bir sonuç ortaya çıkar? Bunu önümüzdeki dönemde daha açık bir biçimde göreceğiz. Fakat bu gerilimin siyasi tansiyonu geçmişe göre çok daha fazla yükseltme potansiyeli taşıdığını vurgulamak gerekmektedir.
Bu kıyaslamada üzerinde durmak istediğim son nokta faşistleşme sürecinin muarızları tarafından algılanması ile ilgilidir. Faşistleşme sürecinin sonuçlarına ulaşması ancak onu engelleyebilecek güçleri etkisizleştirebilmesi ile mümkün olacaktır. Poulantzas, Hitler’in iktidara gelmesini komünistlerin iki önemli hatasının kolaylaştırdığını düşünüyordu: 1) Dönemin yanlış değerlendirilmesi (işçi sınıfının devrimci saldırı dönemi) 2) Faşist tehlikenin yeterince önemsenmemesi. İşçi sınıfının olduğundan daha güçlü, faşist tehlikenin ise olduğundan daha zayıf olduğunu düşünmek doğru yerlere doğru yığınakları yapmayı zorlaştırıyordu. “ KDP, ‘Faşistlere gördüğünüz yerde vurun’ parolasını erteler. Çünkü ‘Thaelmann’a göre, bu parolanın proletaryanın dikkatini baş düşman sosyal demokrasiden başka yere çekme tehlikesi vardır. Ayrıca bu parola seçim sürecini engellemektedir.” (Poulantzas, age, s. 194) Nazilerin giderek çok önemli bir güç haline geldiği 1930’larda KPD hala baş düşman olarak SPD’yi görmektedir. Oysa 1930 seçimlerinde Nazilerin oyları %2.6’dan %18.3’e fırlar. Naziler güç olarak çok gerilerden gelerek daha önceki merkez sağ partileri ve kısmen de sosyal demokratları çözerek %37’lerde oy alabilen ve sokakta etkin bir paramiliter aygıtı olan bir güce dönüşürler. KDP ise hala Hitler’in pek yakında düşeceğini ve devrimci durumun patlak vereceğini beklemektedir. Böylece Hitler’in iktidarı almasına rağmen “güçlerini zarar görmemiş halde korumayı başarmakla övünürler” Ne KPD ne de SPD kendilerini baş düşman olarak gören bir hareket karşısında güçlü milis güçlerini yaygın bir şekilde kullanmaya yanaşmamıştır. Hukuk dışında davranmakta ısrarcı bir güç karşısında ısrarla hukuk içinde kalmaya çalışmışlardır. Eli kolu bağlı olarak iki yumruğunu da etkin bir biçimde kullanan rakipleri karşısında, kağıt üstünde çok daha güçlü olmalarına rağmen yenilmişlerdir.
Siyasi biçimleri ekonomik altyapının bir epifenomeni olarak görme sorunu da faşizmin yaratabileceği risklerin okunmasını zorlaştırmıştır. Sonuçta bu devlet biçimlerinin hepsi burjuvazinin diktatörlüğüne denk düşmektedir. Siyasi rejimler ile ilgili bilincin Marx’ın Bonapartizm tartışmasıyla sınırlı kalması faşizme karşı etkili bir mücadele geliştirilmesini zorlaştırmıştır.
“Faşistleşme sürecinde olup biten burjuvazinin siyasal bunalımı ile saldırı stratejisinin birbirine tekabül etmesidir.” (Poulantzas, age) Yaşanan krizi, hegemonya kurma ile ilgili güçsüzlükleri, demokrasi güçlerinin doğrudan kendi gücü gibi görmesi risk algılamasını zayıflatmaktadır. Günümüz Türkiye’sinde AKP’nin saldırı politikasını kaybetmeye mahkum olarak değerlendirmek ajitasyon anlamında mümkündür, ama gerçeklerle örtüşmemektedir. Erdoğan’ın hele de seçimlerde istediği sonuçları çıkaramazsa tek adam diktasına istikrar kazandırması zordur, ama imkansız değildir. Buna karşı doğru bir mücadele hattı geliştirilemezse engellenemeyebilir. Saray faşizmin daha da kurumsallaşması masadaki seçeneklerden birisidir. Burada Erdoğan’ın zorlukları demokrasi güçleri bunları değerlendiremezse doğrudan birer sonuç olarak ele alınamaz. Erdoğan 7 Haziran’da iktidarı hukuken kaybetti ama fiilen ona sımsıkı sarıldı. Suruç ve Ankara katliamlarında bütün oklar Saray’ı göstermesine rağmen bu katliamların bedelini ödemek zorunda bıraktırılamadı. Tüm şuursuz propagandalarına, aleni yalanlarına, skandal seviyesindeki gaflarına rağmen iktidara kilitlenme gibi kendi açılarından bir meziyete sahipler. Demokrasi güçleri bu iktidar hevesini açık olarak kıramadan kesinlikle rahat nefes almamak durumundandırlar. Çünkü tüm hal ve davranışlarıyla iktidarını asla paylaşmak istemediğini ortaya koyan bir politik aktör ile karşıyadırlar. Faşizmin en somutlaşmış şekli son kertede kişicil bir iktidarın önündeki tüm engelleri aşarak mutlaklık kazanmasıdır. “İki faşist lider de kısmi anayasal pozisyonlarını sınırsız kişisel otoriteye dönüştürüp devlet üzerindeki kontrollerini tamamladılar.” (Paxton, age, s. 180) “Hitler daha atanmasının üzerinden 24 saat geçmeden anayasayı değiştirmesi için gereken parlamento çoğunluğunu elde etmek umuduyla yeniden seçim ilan etti. Ancak seçimler adil ve tarafsız olmadı. 31 Ocak 1933’te Hitler hükümet başkanı konumunu kullanarak ‘Alman Halkına sesleniş’i yayımladı. Bu bildiride, mevcut koşulların sebebi olarak demokratik sistemi ve komünistlerin terörist faaliyetlerini gösteriyordu (ironik bir şekilde seçim kampanyasının bir korku ve şiddet atmosferinde geçtiğini belirtiyordu) ve hükümetinin Almanya’nın onurunu ayağa kaldıracak bir ‘milli yükseliş’ olarak sunuyordu…” ( Storer, age, s.230) Hitler bu seçimlerden istediği mutlak çoğunluğu elde edemedi. Ancak 23 Mart 1933’te Geçici Yetki Yasası ile kendisini kimsenin onayına sunmaksızın anayasa değişiklikleri dahil yasa çıkarabilir bir konuma taşıdı. “1934 sonunda, Almanya tek partili bir devlet olmuş; ordu devlete değil bizzat Hitler’e yemin etmiş ve Nazi lideri hem şansölye hem de devlet başkanı yetkilerini elinde toplamıştı.” (Storer, age, s.230)
DE TA FABULA NARRATUR ( Bu anlatılan senin hikayendir…)