Sol Krizini Aşar Mı? – Mehmet YILMAZER

Türkiye solu yaklaşık 100 yıllık tarihinin en ağır krizlerinden birini yaşıyor. 1930-40’ların karanlığından 60 çıkışıyla sıyrılan, 12 Eylül ile çok ağır bir darbe yemesine rağmen etkinliğini belli bir seviyede devam ettiren, biriktirdikleri ile hayata tutunan devrimci sosyalist hareket, bugün birikimlerini tüketme-ideolojik çözülme -yeni rezervlere açılamama girdabına düşmüş görünmektedir. 1990’ların çıkış için imkânlar barındıran yılları değerlendirilemeyip, F tiplerinin kurumsallaşması ile ciddi ve karşılığı üretilemeyen bir darbe yenilince 2000’li yıllar bir bozgun ve dağılma havası eşliğinde ilerlemeye devam ediyor. Uzunca bir süredir üzerinde tartıştığımız devrimci hareketin tasfiyesi süreci kimi mantıki sonuçlarını ortaya koymaya başladı. Önümüzdeki sürece doğru taktiksel açılımlarla müdahale geliştirilemezse yaşanacak tahribatın boyutları daha da artacaktır.

Buralara Nasıl Geldik?

Ülkemizin geleneksel yapısı, kitle hareketlerinin büyük oranda devrimci hareketin ön açıcılığında yükselişe geçmesidir. 1989 Bahar işçi eylemlilikleri, oldukça dolaylı olsa bile 80’lerin ikinci yarısındaki üniversite gençliğinin hareketlenmesi ile tetiklenmiştir. Yükselen Kürt hareketi ve 89 kitle eylemlerinin görece temizlediği atmosferde kamu emekçileri hareketi boy vermiştir. Söz konusu hareketin öncülüğü de büyük oranda 80 öncesinin devrimci kadrolarıdır. 12 Eylül’ün en kesif atmosferi dağıldıkça yaratılmış birikimler, değerler etkisini göstermiştir. Bu çıkışlar devrimci hareketi beslemiş, 90’lı yıllar özellikle Kürt hareketinin canlılığı ile birlikte genel olarak devrimci hareketi oldukça cüretkâr taktik yönelimlere itebilmiştir. Kitle çizgisinin seviyesi de bu oranda radikalizme açık bir seviyedeydi. Bu durum bütün siyasi hareketleri, kendileri açısından oldukça ciddi hedeflere yönelmeye, kendilerini aşmaya sevk etti. 1996 1 Mayıs’ı ve zaferle sonuçlanan cezaevi direnişleri söz konusu hedeflere ulaşılabileceğine dair bir iyimserlik de yarattı.

12 Eylül’ün devlet yapısında yarattığı dönüşüm sonucunda devlet terörünün dakikleşmesinin, ardı ardına gelen operasyonların yarattığı tahribat Kürt hareketindeki ivme kaybıyla ve özellikle de Öcalan’ın yakalanması ile birleşince kadrolarda; ortaya konan ciddi hedeflerin gerçekleşebilirliği ile ilgili tereddütler belirmeye başladı. Siyasi hareketler devlet tarafından geliştirilen bu top yekûn saldırının olası sonuçlarını öngörerek, sağlam bir ortak duruşu yapılandırabilselerdi yenen darbelerin yarattığı tahribat azaltılabilirdi ama küçük hesaplara dayanan sığ tartışmalar o zor günlerde ağır bedeller uğruna yaratılan değerlerin de heder olup uçmasına yol açtı. Devlet açısından, önemli kadroları cezaevlerine toplanmış devrimci hareketin sinir sisteminin tahrip edilmesi için cezaevleri operasyonu bir zorunluluktu. Bunun başarıya ulaşması devrimci mücadele açısından önemli bir zafiyet yarattı. 1990’larda öne konan cüretli hedeflerin neredeyse bütün siyasi yapılar açısından çok uzağına düşülmesine yol açan bir süreç başladı. Yaşanan yenilgiler ve yeniden gözden geçirilmeyen hedeflerin yarattığı gerilimler ise devrimci hareketleri neredeyse hareket edemez, tüm reflekslerini yitirmiş, yaşadığı kilitlenmeden dolayı yapabileceklerini de yapamaz, olduğundan daha güçsüz görünen ve bundan dolayı da daha da güçsüzleşen bir duruma getirmiştir.

Devrimci hareketin bu inisiyatif kaybı, 2000’li yıllarda ülkenin görünür sol sahnesini büyük oranda yenilemiştir. Devrimci hareketlerin geleneksel kadro kaynakları üniversiteler abluka altına alınmış, devrimci üretemez hale getirilmiştir. 90’ların ciddiye alınmayan “Gelenek” çevresi, çeşitli manevralarla üniversiteleri büyük oranda tekeline almayı başarmıştır. “Bu düzene bir sol lazım, burada bir boşluk var” tespitini yapan söz konusu hareket uygun bir konumlanma ile ciddi bir etkinlik yaratmıştır. Bu hareketin tıkadığı kanallar, devrimci hareketi ihtiyaç duyduğu ideolojik zenginleşmeye taşıyacak yeni kadrolardan mahrum bırakmıştır. TKP ile yürütülmesi gereken ideolojik mücadele ise, politik ortamın devrimci atmosferden ziyade milliyetçi hezeyanı beslemesinin de büyük etkisiyle yeterince başarılamamıştır.

Varoşlar da 90’ların ikinci yarısında görülen canlılığından uzaktır. Devrimci hareketlerin en değerli kadrolarını yitirmiş olmaları, mahalle gençliği içinde yozlaşmanın artan etkileri, kentsel rantların yarattığı rehavet ve süreklileşen devlet baskısı varoşların sol siyaseti besler bir duruma gelmesini engellemiştir. Aslında bakıldığında devrimci siyasetin etkin olduğu varoş bölgeleri –hatta Okmeydanı gibi kimilerine artık varoş demek de yakışık almamaktadır- temelde devrimci hareketin geleneğinin sürdürüldüğü bölgelerdir. İçinde bulunduğumuz durumda varoş çalışması derken genel bir yoksulluk damarının işlenmesinden ziyade süreklileşmiş bir ilişkinin kendisini üretmeye devam ettiği vahalardan bahsetmek daha doğrudur. Devrimci hareket örneğin Gülsuyu gibi kimi varoş bölgelerindeki etkinliğini görece kaybetmiştir ama kendisini bu seviyede yeniden üretebileceği yeni oksijen çadırlarına ulaşamamıştır. Hareket yeni varoş alanlarını – ki her geçen gün bu tarz çöküntü alanlarının büyümesine ve kentsel sorunlar ağırlaşmasına rağmen- harekete geçirememiştir. Tam tersine hareketin yaşadığı büyük oranda bir sıkışmadır. Geçtiğimiz ay içinde Tuzla Şifa mahallesinde yaşanan direniş, Kentsel Dönüşümün yarattığı gerilimleri ortaya koymak açısından önemliydi. Fakat devrimci yapıların direniş içindeki rolünün neredeyse negatif seviyesinde oluşu can sıkıcıdır. Devrimcilerin faaliyet yürüttüğü mahallelerin hangileri olduğunu hepimiz biliyoruz. Bunların sayısını nasıl arttırabileceğimize dair belirgin bir taktik göze çarpmamaktadır. Bu konuda en umut verici araç olan Dayanışmaevleri’ni yeterince etkin değerlendiremeyişimiz ise tamamen bizim özgün süreçlerimiz ile ilişkilidir.

Sınıf hareketi de dönemin boğuk atmosferini ferahlatabilecek bir durumda değildir. Grev kelimesinin bile unutulduğu uzun yıllar geçirdik. Bu sene THY ve tekstilde grev olacağına dair beklentiler bile heyecan yarattı. 26 bin Türk Telekom işçisinin greve çıkması ise “şeytanın bacağının kırıldığı” değerlendirmelerini getirdi, bir coşku yarattı. Şu andan daha ötesine dair bir şey söylemek mümkün olmasa da varolan sendikal yapıların hantallığını akıldan çıkarmamakta fayda var.

Taksim ve Uras

Böylesi bir tabloyla karşı karşıyayken ve bütün devrimci siyasi yapılar ciddi iç sarsıntılarla boğuşurken 22 Temmuz seçimleri çok küçük de olsa kısmi bir başarının yaşanması sonucunu doğurdu. Üzerine çok büyük siyasi planlar yapılacak bir adım olmasa da bir moral değer yaratma açısından Ufuk Uras’ın İstanbul 1. Bölge’den seçimi kazanmış olması, 1 Mayıs’taki Taksim kararlılığı ile birlikte bir olumluluk olarak değerlendirilebilirdi. Fakat kriz dönemlerinin en kötü yanı, atılan her adımın bir parça moral yaratacağına tam tersine tartışmanın alevlenmesine yol açıyor olmasıdır. Akacak kan damarda durmuyor. Oysa hareketin hızla moral değerlerini yükseltmeye ve oradan aldığı güçle halk içinde yeni bir takım mevzileri fethetmeye, bunu yaparken de kafasını netleştirmeye, sadeleştirmeye ve bu sayede de iradeleşmeye ihtiyacı var.

Biz bu yazıda özellikle Birgün gazetesinde yayınlanan “Peki Şimdi Ne Olacak?” yazı dizisinden yola çıkarak solun bu süreci nasıl okuduğunu ve çıkış önerilerinin ne olduğunu değerlendirmeye çalışacağız. Sosyalizm üzerine düşünenlerin ve çalışanların önemli bir kısmını dışarıda bırakmış, görüşüne başvurmamış olsa da söz konusu yazı dizisi üzerine tartışılabilecek bir zemin sunması açısından elverişlidir. Bu arada birçok yayında benzeri konuların tartışılıyor alması da aslında umut vericidir. Ortada hiçbir sorun yokmuş gibi kendi meselelerini hep “kol kırılır yen içinde kalır” anlayışıyla kendi içinde halletmeye çalışan bir solun kitleler nezdinde güven tazeleme şansı yoktur. Çünkü ne halde olunduğu zaten kör olmayan tüm gözlerin önündedir. Bu tartışma ve konuşma isteği yapıcı birtakım önerileri geliştirme arayışı ile birlikte yürütüldüğü oranda yapıcıdır. Tabii büyük bir şehvetle yürütülen, kırıcı, yok edici, tüketici ve en kötüsü de kısır tartışmaların çoğunlukta olduğu da göz ardı edilmemelidir.

Çatı Partisi Olur mu?

Aslında dönemin en belirgin siyasi önermelerinden biri “Çatı Partisi” fikriyatıdır. Bu daha önce de SDP tarafından dillendirilmiş fakat ete kemiğe büründürülememişti. Seçimlerden sonra özellikle Bin Umut adaylarının kazanmasından motive olan ve çalışmalara destek veren kesimlerin önerisi olarak gelişmiştir. Bizim açımızdan birçok rezervi barındırsa da yapıcı bir olgu olarak değerlendirilmektedir. Fakat ilginç olan herkesin böylesi bir tartışmaya geleneksel olarak bulunduğu yerden, günübirlik çıkarlarını savunarak bakmakta ısrar etmesidir. “Sosyalist solun sorununun bir çatı partisiyle çözülebileceği kanısında değilim… Fikir karışıklığından kurtulmuş, kendi devrimci iddialarında birleşen ve toplumsal hayat içinde kendi yatağını açabilecek eylem hattına sahip bir sola ihtiyaç var bugün… Ve ÖDP, öyle sol grupları bir araya getirerek çözüm üretilemeyeceğinin bir tarihi oldu” (Oğuzhan Müftüoğlu) Bundan 11 yıl önce sadece solu, sosyalistleri değil düzenle gerilimi olan herkesi bir parti çatısı altında toplamaya çalışan bir siyasi hareketin en önemli temsilcisi bugün böylesi bir tespiti rahatlıkla yapabiliyor. “Gökkuşağı partisinden”, “radikal demokrasi hareketinden”, “yurttaşlar birliğinden”, “fikir karışıklığından kurtulmuş” bir partiye ikna süreci nasıl yaşandı? Bununla ilgili bir ipucuna sahip değiliz ama alınan bu politik pozisyonun ÖDP içinde yaşanan taraflaşmadan kaynaklı olduğu, gayet pragmatik gerekçelere sahip olduğu açıkmış gibi görünüyor bizlere. Çünkü tespitin sahibinin “kafa karışıklığı” bir kaç satır ötede belirgin olarak gözüküyor: “ÖDP’ nin artık daha geniş, kapsayıcı, kitleselleşecek…. bir parti haline dönüşmesi gerekiyor”. “Şu andaki politik muarızlarımızı etkisiz hale getirelim, onların projesi olduğu için Çatı Partisi’ne yok diyelim, sonrasında geniş ve kitlesel bir parti oluruz” demek istenmiş olmuyor mu acaba bu çapraşık değerlendirmelerle? Peki, ÖDP, ya da daha doğrusu ÖDP’ deki Yolcular bu kitlesel çalışmayı neden gerçekleştiremediler ve gerçekleştirmek için bundan sonra yeni ne yapmayı düşünüyorlar? Bununla ilgili bir şeyler okuyabilmek mümkün değil? A.İnsel’in “derin ÖDP” eleştirisinin yarattığı arkadan vurulma psikolojisi ile yıllardır savunulan pozisyonlar bir anda rahatlıkla terk edilerek “keskin ve enerjik” söylemlerle kendine alan açmaya çalışılıyor. AB’ye Havet’çiliği resmi tutum haline getirmiş olan ÖDP’ nin en önemli ismi O.Müftüoğlu’ ndan “AB’yi eleştirmeden üçüncü cephe yapılamaz” değerlendirmelerini duymak bizleri gerçekten şaşırtıyor. Dilin kemiği yok, “Dün dündür bugün bugündür” felsefesinin içimizde bu kadar yer etmesi, sorunlarımızın önemli kaynaklarından biri değil midir? Yıllardır AB’nin “ehven-i şer”liği üzerine sözleri dinleyen bir ÖDP’ li şimdi bir polemikte rakibine darbe vurabilmek için alınan bu yeni pozisyonu nasıl değerlendirecektir?

Kürt Hareketi ile Aynı karede olmak

U.Uras’ ın seçilmesi ile ilgili bu beyleri en fazla sinirlendiren durum tabii ki Kürt hareketi ile aynı resmin içinde bu kadar görünmek zorunda kalınmış olunması. “Mesela “19+1 denkleminde DTP grubunda yer alabilirim” diyen bir siyasi figürün ısrarla ÖDP’ ye yeniden genel başkan olmak istemesi aslında başlı başına bir ironi! İşte bu kadarını şahsen kaldıramam!” (Melih Pekdemir) Sema Pişkinsüt ile yapılan ittifaka bu arkadaştan böylesi bir tepki gelmiş midir? Ya da 10 Aralık hareketi ile muhtemel bir dayanışma böylesi bir reaksiyon üretir miydi? Bu hassasiyet neyin hassasiyetidir? Yıllardır söylediklerimizi -ki bunu tek söyleyen de biz değildik tabii ki-, “Kürt ve Türk emekçilerin ortak hareketi başarının anahtarıdır” diye, kısmen başarılabilen bu birliktelik, U.Uras şahsında kısmi bir başarı yaratmıştır. Daha önemlisi en azından çalışma esnasında ciddi bir enerji ve moral yaratmıştı. Siyasi ortam iç tartışmalarla kilitlenmeseydi, herkes bunu bir imkân olarak görebilseydi kısmen ileri doğru atılabilecek bir kaç adım daha söz konusu olabilirdi. Fakat sosyalist hareketin yaşadığı sıkıntıyı, Kürt hareketi ile yakın durmaktan kaynaklı olarak görenlerin oldukça etkin olduğu seçim sonrası tartışmalarda ortaya çıktı. SDP’nin kurduğu türden bir ilişkinin iki tarafa da bir faydasının olmadığı da açık olmakla birlikte sosyalist bir çizginin Kürt halkının el verdiği siyasi hareketle aynı karede görünmeme kaygısının bu noktalara gelmesi, kendini inkârdan başka bir anlama gelmemektedir. U.Uras’ın yukarıdaki demeci ile ortaya koyduğu tutarlılık, halklarımızın bir arada yaşama iradesini güçlendiren, desteklenmesi gereken bir tutumdur. Liberal sol’dan gelen bu “birlikte görünmeme” kaygısının başka bir zeminden ama aynı içerikle tekrar edilmesi ise çok benzer saiklerden kaynak alıyor denirse indirgemecilik mi yapılmış olur acaba? “ Sadece Kürt milliyetçiliği temelinde yapılan bir mücadele Türk milliyetçiliğini büyütmekten, devrimciliğin zeminini yok etmekten başka bir işe yaramadı” (Eyüp Baş-HÖC temsilcisi) Tabii faşist-şoven milliyetçilik MGK’nın, 12 Eylül’ün falan değil de Kürtlerin mücadelesinin ürünüdür. Pardon da 12 Eylül öncesinde “ sokağa çıkmayın, faşistlerle çatışmayın, faşizm gelir” diyenlere sizler nasıl bir tepki vermiştiniz? Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın bu iki yaklaşım arasında fark bulmak mümkün müdür? Kürt hareketinin yaşadığı zaaflar sonuna kadar eleştirilmeli, içine düşülen liberalizm, emperyalist müdahaleden beklentilerin yarattığı moral tahribat teşhir edilmeli ama kendi zaaflarını hiçleyen bir tutumun inandırıcılığı var mı? Biz Kürtlere nasıl bir gelecek sunuyoruz ki “yüzünüzü Barzani’ye, ABD’ye dönmeyin” diyebilelim? “…Yani biz yan komşumuz işten atıldığında, linç edildiğinde, dışlandığında ona ne derece sahip çıkabiliyoruz? Bunu kendimize sormamız gerekir” (Hakan Tahmaz, ÖDP)

Çatı Partisi tartışması ile ilgili son bir söz: Bu öneriyi savunanların birlikte ne yapılacağına dair bir somut önerisinin olamayışı önerinin etkinliğini azaltıyor. Şu anda Çatı Partisi’ne en çok benzeyen ÖDP, SDP gibi yapıların iç sarsıntıları da beraber yürümek noktasında tereddütler yaratıyor. Bu noktada SEH’ ten Kenan Kalyon’un altını çizdiği nokta önemli; “Biz sosyalist hareketin yeniden kurulmasının kaçınılmaz olduğunu ve bunun ancak işçi hareketinin yeniden kurulmasıyla paralellik içerisinde olabileceğini düşünüyorduk.”

Bu tartışmaların en can sıkıcı tarafı yıllardır sol/sosyalist zeminde üretim yapan kimi isimlerden gerçeklere pek de yanaşamayan, kitabi değerlendirmeleri duymak zorunda kalmak…

Uçuşan fikirler

Örnek isterseniz en uç örnek herhalde Ö. Laçiner’in 22 Temmuz seçimleriyle AKP’nin burjuva devrimini gerçekleştirmiş olduğuna dair tespitidir. “Toplum artık burjuva demokratik devrimin gerektirdiği kurum ve değerleri sindirmiştir.” Ne değişmiştir de bu devrim gerçekleşmiş olmuştur? Türbanın Çankaya’ya çıkması mıydı burjuva demokratik devrimin içeriği? Yaşamımızın hangi alanında ne değişmiştir? Hiçbir şey değişmediyse devrim bu işin neresindedir? Yaban burjuvaziye masada az da olsa bir yer açılması devrim midir? “Bizce bir parti, sosyalizmi iktidar hareketinden ziyade bir hayat tarzı olarak düşünmelidir öncelikle.” Devrimi AKP yapınca, bize de sosyalizmi bir hayat tarzı olarak düşünmek kalıyor tabii ki… Kürt meselesini, toprak meselesini, Alevilerin sorunlarını vs. burjuva demokratik devrim çözmüştür nasılsa! Yine Fikret Başkaya hocanın da artık kendini tekrar etmeyen, biraz daha işin özüne değen bir üretimde bulunması iyi olmaz mı hepimiz için: “Tarihsel solun en önemli handikaplarından veya zaaflarından biri eninde sonunda kalkınmacı olmasıydı” Neden? AKP’nin K’sı “kalkınma” iken biz niye bu kadar kahroluyoruz bu yıllardır neredeyse hiç kullanmadığımız kavram yüzünden? Kimi tartışmaların içinden bakınca belki çok hayati görünüyor ama bunca anormal fikriyatın örgütlenme zemini bulduğu bir toplumda sosyalist hareketin bu hale gelmesinde zavallı “kalkınma”nın rolünü bu kadar abartmak gerçekçi midir? “Tamamıyla yenilenmiş bir sol harekete ihtiyaç var ve böyle bir yenilenme sürecinde, ideolojik yenilenme kritik önem taşıyor” . Böylesi bir tamamıyla yenilenme hayatın doğasına ne kadar uygundur? Fikret hocanın da kendisini biraz yenilemesi gerekmiyor mu?

Sınıfa Kaçış çağrıları

Bütün bu olumsuzlukların yanında bir olumluluk var ki bu tartışmalarla ilgili bizce çıkış tünelinin yerini işaretliyor. Bu önermeler her ne pahasına olursa olsun halka gitmenin yollarını bulmayı, hayatı kendi kafamıza uydurmayı değil de kafamızı ve ritmimizi daha fazla ezilenlerin, en alttakilerin sıkıntılarına uydurmayı öğütlüyor. En açık doğru gibi görünen bu yaklaşım, sosyalist hareketin bir türlü kilitlenemediği stratejik yönelimi oluşturuyor aslında. “Ancak bu durum sol açısından sadece ekonomik olarak değil, kültürel, çevresel, kısacası yaşamsal olarak kapitalizm karşıtı politikaların ne kadar önemli olduğunu acil olarak dayatıyor. O zaman çeşitli politikaların nesnesi olan yoksullar yerine daha sınıfsal bir perspektiften bakarak bu yaşamdan hasar gören, bunu kendi etkinlikleriyle değiştirmeye çalışan ezilen sınıflar yeni bir özne olarak ortaya çıkabilir” (Meltem Ahıska) “80 öncesinde, gecekondularda sol oldukça egemendi. Neden bu kadar egemendi, çünkü sol orada emek veriyordu. Kırsal kesimden gelen insanı bir örgütlenme içerisinde karşılıyor, yerleşmesinden, iş bulmasına kadar çeşitli sorunlarına yardımcı oluyor, böylece aynı zamanda siyasi olarak da örgütlüyordu. Yani orada ciddi bir emek söz konusuydu; bu emek daha sonra örgütsel bir güç olarak geri dönüyordu” (Yaşar Seyman). “Sosyalist solun emek hareketiyle ilişkisi organik olmaktan ziyade sentetiktir. Sendikal harekete araçsal yaklaşımı, emekçilerin kendi deneyimlerinin rolünün küçümsenmesi ve onlara basitçe dışarıdan bilinç taşınabileceği yanılgısı yüzünden sosyalist solun emek hareketiyle anlamlı bir bağından söz etmek mümkün değildir” (Aziz Çelik, Birikim, sayı 222). “Sınıfsal çelişkilerden yola çıkıp, ezilenlerin sesi, adresi olmayı hedefleyen hareketlerin fiilen ezilenlerden uzak oluşu bu problemler piramidinin tepesini oluşturuyor… İstanbul’da İstiklal Caddesi’ni boydan boya tutan partiler, sivil toplum örgütleri, sendikalar vs. hangi sınıfın içine sızma yapabilir” (Evrim Alataş, Birikim, sayı 222)

Bunlara benzer yüreklere su serpen değerlendirmelerin sayısı hiç de az değil aslında. Yapılması gerekenin; halkın hayatına tırnaklarımızla tutunmak, onun gündelik meselelerini çözebilecek kurumlar yaratmak, onları sadaka bağımlısı olmaktan çıkarıp kendi özgüvenlerini, sınıf bilinçlerini kuşanır hale getirebilmek, onlardan öğrenebilmek, birer cehenneme dönen işyerlerinde güçlenmelerini sağlamak, bilmediğimiz sulara doğru açılma cüreti gösterebilmek, yeni kesimlere, yeni semtlere, yeni işyerlerine, yeni illere nüfuz etmek olduğu artık çok daha fazla kişi tarafından görülüyor. Sosyalist hareket ile halkın gündemlerinin, dert ve tasalarının epeydir birbirini göremez, duyamaz olmasının en önemli sorunumuz olduğunu görmek aslında o kadar da zor değil.

Bizler bu sorunlara müdahale edebilecek çok önemli iki araca sahibiz: Dayanışmaevleri ve bağımsız sendika. Bu araçları insanların meselelerini çözen araçlar haline getirebildiğimiz oranda halkın çıkarlarını dövüştürebilme yeteneğimiz de artacaktır. Bu bütünleşmeyi sağlayabilmek sosyalist hareketin yeniden ayağa kalkmasının birinci koşuludur. Bu bütünleşmeyi engelleyen kendi alışkanlıklarımız ise hesaplaşılmalı; mafya, çete vs. ise parçalanmalı; halkın kayıtsızlığı ise ısrarla aşılmalıdır.

“Elbette eleştirilere temellik eden bu tür ekonomist düşüncelerden de sınıf politikası üretmek mümkün olabilir. Ancak bu tür düşünceden üretilecek politikanın sendikalizmin sınırlarını aşamayacağı, enternasyonalist bir politik sınıf politikası olamayacağı bilinmelidir” ( Devrim Yolunda Kurtuluş, sayı 3, sf. 10). Halk çalışmasına yönelik öneriye en sık getirilen eleştirilerin başında gelen bir noktayı güzel belirttiği için kendi bağlamında biraz daha farklı bir içerikle kullanılan bu önermeyi buraya aldık. Gerçekten de halkla bütünleşince, halkın sorunları bizi teslim almayacak mı? Bu sorunları politikleştirebilecek miyiz? Yakınlık kurduğumuz kitleleri siyasete kazanabilecek miyiz?

Bunun tabii ki bir garantisi yoktur. Varolan bilinci sıçratabilmek sadece bizimle ilgili değil aynı zamanda politik ortamla da ilgili bir süreçtir. Fakat her yönüyle güçlü bir örgütsel yapının, değebildiği kitleleri kazanamamasının sebebi ne olabilir ki? Hem, sınıf hareketi ile buluşamadığımızda, ilişkilerin şu anki çok sınırlı çeperini fersah fersah geliştiremediğimizde bu kesimleri örgütleyebilme gibi bir gündemimiz, imkânımız dahi olmayacaktır? “İnsanlar ancak çözebilecekleri sorunları önlerine koyarlar”sa öncelikle en acil sorunun üzerine gitmek, sadece AKP’nin ve tarikatların ulufeciliğinin doldurduğu bir alana boylu boyunca girmekten başka bir şansımız var mıdır? “Hem yürüyüp hem de sakız çiğneyebilir miyiz?”gibi bir soru sormanın şu aşamada manası yoktur.

Uzun sözün kısası, gerçek devrimcidir. Başımıza ne geldiyse kendi gerçekliğimizle doğru biçimde yüzleşememekten geliyor. Olumsuzluklardan bahsetmek umutsuzluk üretmemeli. Çünkü ancak fark edebildiğimiz, üzerinde tartışabildiğimiz olumsuzlukları çözebilme, iyileştirebilme şansımız var. Olumsuzluklardan konuşuluyor olması, halkın tek gerçek kurtuluş umudunun bizler, sosyalistler, devrimciler olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Halkla aramızda örülen duvarlara hep birlikte yüklenelim. Sınırlı güçlerimizi doğru planlarla, doğru hedeflere yönlendirerek kazanacağız. Daha doğrusu kazanmak zorundayız.

Çünkü Roza’nın sözü artık bugün her zamankinden daha gerçek:

YA SOSYALİZM YA BARBARLIK!