21. Yüzyıl Sosyalizmi – Mehmet Yılmazer
21. yüzyıl sosyalizmini kapitalizmin neoliberal politikalarının tetiklediğini söylemek hatalı olmaz. Kapitalist merkezler dışında Latin Amerika neoliberalizmin en yaygın ve hatta en vahşice uygulandığı kıta oldu. Bu nedenle bu politikalara karşı en köklü tepkiler de oradan geldi. En çok iz bırakanlarına değinmek gerekirse, Şubat 1989’da Venezüella’da yaşanan “caracozo”, Karakas ve diğer illerde neoliberalizme karşı ayaklanma, Chavez’i iktidara getiren gelişmelerin en güçlü habercisi oldu. 2001 yılında Arjantin’de yaşanan ayaklanma aslında neoliberal uygulamaların Latin Amerika’da iflasının güçlü bir ilanıydı. Bolivya bu konuda çok daha ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Üçte ikisi yerli halklardan oluşan bu ülkede 2000 yılında özelleştirmelere karşı “su savaşları” yaşandı. Ardından 2003 ve 2005 yıllarında yine özelleştirmelere karşı “gaz savaşları” yaşandı. Bu güçlü başkaldırılar Latin Amerika tarihinde ilk kez bir yerli Başkanı, Morales’i iktidara taşıdı.
Latin Amerika’da “yeni dünya düzenine” karşı yakılan ateş Yunanistan’daki olayların gösterdiği gibi Avrupa kıtasına sıçramış görünüyor. Yıllardır “refah devletleri”nin verdiklerini geri alan neoliberal politikalara karşı aslında ilk işaret fişekleri Paris banliyölerinde yakılmıştı. Şimdi sıra Yunanistan‘da. Hemen ardından Fransa’da liseli gençler de sokağa çıktı. Dünyada yoksulların ve yoksullaşanların öfkesi anlamında o kadar çok yanıcı madde birikti ki, yangın küçük bir rüzgârla her an bir başka alana sıçrayabilir. Olaylar bu yönde gelişirse dünya önemli değişimlerin ön günlerinde demektir.
Yaşanan büyük bunalım dünya ölçüsünde neoliberal politikaların çöktüğünü gösteriyor. Bu çöküş 21. yüzyıl sosyalizmi için hem büyük şanstır, ancak aynı zamanda büyük riskleri de içinde taşıyor. Böyle büyük bunalımlar topyekun savaşları ardından getirdiği için, henüz oldukça zayıf olan dünya sosyalist hareketinin bu ölçüde köklü değişimlere nasıl cevap verebileceği bilinmiyor. Hızlı, çarpıcı gelişmelerle gücünü büyütebilir de, köklü altüstlüklere yeterince cevap üretemeyip ezilebilir de. Hangi yönde gelişme olursa olsun, şimdiden kapitalizmin Sovyetler yıkıldıktan sonra yaşadığı zafer sarhoşluğu günlerinin bittiğini söyleyebiliriz.
Yaşanan büyük bunalım kapitalizmin bir bakıma unutulan temel özelliklerini insanlığa acı acı hatırlatıyor. Sosyalizmin hatalarını kaba propagandalarla yığınların beyinlerine boca ederken kapitalizm, rakipsiz kaldığı dünyada medyanın renkli ekranlarını kullanarak, “informatik çağı” ile insanlığın nasıl daha özgür, demokratik ve hatta zenginleşerek yaşayacağı hayalini yarattı. Yaşanan çöküşle bu rüya bitti.
21. yüzyıl sosyalizmi hakkında bir değerlendirme yapmadan önce kapanan yüzyıldaki sosyalizm deneyinden çıkartılabilecek bazı derslere değinmek gerekiyor.
Sosyalizmin Yaşanan Deneylerinden Bazı Dersler
I- Sovyetlerin çöküşü kapitalizmden sosyalizme giden yolun kesintisiz bir çizgi biçiminde olmadığını, geri dönüşlerle yaşanacağını ortaya koydu. Elbette bugünün dünya güç dengelerinde sosyalizmin bir kez daha geri gelmeyeceği düşüncesi hala çok yaygındır. Ancak özellikle son bunalımla birlikte artık kapitalizmin de böyle gitmeyeceği görülüyor. Bu anaforlu günlerde geleceğe işaret eden filizleri yakalayabilmek büyük önem taşır. Bu filizler narin ve ezilebilirdir, ancak geleceğin umut ışıklarıdır da… Umut ise, sinmiş yürekleri uyandırır, büyütür.
II- Çöken sosyalizm deneyinden öne çıkartılması gereken bir diğer ders iktidar ilişkisidir. İktidarın “kirlettiği”, “zehirlediği” görüşlerinden uzağız. Sosyalizmde iktidarın soyut teoriye göre değil o dönem dünya ve ülke koşullarına göre şekillendiğini unutmamak gerekiyor. Yapılan hatalara ideal bir iktidar şemasından bakmak büyük bir yanılgı olur. Yetmiş yılda kireçlenen ve çöken iktidar örneklerinden hareketle “iktidarsızlık” ucuna sıçramak deneylerden öğrenmek değil, tam tersine sosyalizm hedefinden vazgeçmek anlamına geliyor. Bunu yakın dönemde en iyi “anti-küresel hareket” ve Arjantin ayaklanmalarının sonuçları kanıtlamıştır.
Yaşanan sosyalizm deneylerinde iktidarların yozlaşması ve kitleden kopmasını bürokratikleşmeyle açıklamak fazla bir şey söylemek anlamına gelmiyor. Her iktidarda bürokrasi olur. Kapitalizmin kendi bürokrasisi onun neden yıkımına sebep olmuyor? Elbette kapitalist iktidar kendi sınıfından kopmadığı için! Devlet ve hükümet organları dışında kapitalist sınıfın egemenlik mekanizmasını yaşatan her seviyede o kadar yetkin örgütlenmeler vardır ki, bunların toplam ilişkisinden burjuva sınıf egemenliği çıkar. Aralarındaki ilişki tek yönlü ve çatışmasız değildir. Burjuva sınıfının çıkarları sürekli her aşamada yeniden düzenlenir. Çöken sosyalist iktidarların temsil ettiği kitleden kopuş hikâyesi aynı zamanda onların çöküş hikâyesidir de… Temsilin bir kopmaya ilerlememesi için özgürlükten başka bir yol yoktur. Paris komününden beri bir iktidar prensibi olarak sosyalistler tarafından kabul edilen temsilcilerin her an geri çağırılabilmesinin yolu yıllarca tıkanınca, bu geri çağırma çürüme ve topyekun çöküşle gerçekleşti. İktidar, parti ve halk örgütlenmelerinin ilişkisi cansız bir biçimselliğe kadar gerileyince yıkılış kaçınılmazlaştı.
III- Sosyalizmin özel mülkiyeti tasfiye edişi ve bunun yarattığı sonuçlar da ders çıkartılması gereken çok önemli bir alandır. Üretim araçlarının mülkiyetinin tasfiyesi ile tümüyle özel mülkiyetin tasfiyesi arasında atlanmaması gereken bir fark olduğunu özellikle Sovyet deneyi göstermiştir. Her şeyin devlet mülkiyeti haline getirilmesinin amacı burjuva egemenliğinin yeniden ortaya çıkmasının yolunu kapatmak içindi. Ancak insanlığın sınıflı toplumlar halinde yaşamaya başladığı yedi bin yıldır iş (çalışma) ve mülkiyet arasında başka bir bağ da kurulmuştur. Mülkiyetin çalışmayı motive eden yanının bir kanunla birden ortadan kaldırılmasının mümkün olmadığını yaşanan deneyler göstermiştir. Çalışan insanın mülkiyetle gündelik ilişkisi yaşam kalitesini yükseltme ve tüketim imkânları yoluyla kurulur. Bu konuda kaba tekdüzelik ve yaşam araçlarının bitmez tükenmez kıtlığı devlet mülkiyetinin oynaması beklenen rolünü anlamsızlaştırabiliyor. Mülkiyet biçimlerinin yeniden düzenlenmesinin kaba ve tek düze bir yoldan yapılamayacağını yaşanan deneyler göstermiştir.
IV- Sosyalizmin merkezi planlama deneyi, pek çok teorik tartışmaya da yol açarak bir sınıra sahip olduğunu gösterdi. Sosyalist ülkelerde merkezi planlamanın bir dönem büyük gelişim sağladığı, ancak ardından tıkanmaların nedeni haline geldiği biliniyor. Tıkanmaların nedeni elbette teknik güçlükler değildir. Bazı kapitalist iktisatçılar pazarda aynı anda milyonlarca kararın alındığını ve bunun bir merkezi planlama ile yapılmasının imkânsız olduğunu vurgulayıp duruyorlar. Ancak merkezi planlama zaten bu değildir. Sosyalizm deneyi merkezi planlamanın sınırlarını ortaya koydu. Planlamanın ana üretim stratejilerinden başlayıp, sürekli yeniden düzenlenerek sürdürülmesi gerektiği deneylerden yeterince ortaya çıkmıştır. Merkezi planlamadaki esas sorun teknik değildir, üretim ilişkilerinin bozulmasından kaynaklanır. İş disiplini, verim ve yenilenmenin keskin bir kopuşla kapitalist yöntemler dışında çözümlenmeye çalışılması ardından büyük tıkanmalar getirmiştir. Çünkü üretimdeki bütün bu elemanların yerini sosyalist toplumlarda insanların sahip olduğu varsayılan yetkin bir bilinç almıştır. Ancak sosyalizmin tarihi bu bilincin yaratılmasının uzun bir süreçle mümkün olduğunu gösterdi.
Özetlersek: Yaşanan sosyalizm deneyinin önemli hatalarına bakıldığında hepsinde ortak bir yan öne çıkıyor. Bu da siyasette, ekonomide ve mülkiyette aşırı merkezileşme toplumun tepkilerinin akış kanallarını donuklaştırabiliyor. Toplumsal yaşam giderek tek bir gri renge dönüşüyor. Tek renkli iktidarın, çok güçlü görünse de, tam bir güçsüzlüğe dönüşebileceği çok çarpıcı bir yıkılışla sosyalizmin tarih kaydına geçti. Aslında aydınlanmanın çocuğu kapitalizm de ilerleme adına aynı benzeşmeyi yarattı. Sosyalizm hem kapitalizmden sonraki daha ileri aşamaydı; hem de merkezileşmenin gücüyle kapitalizmin yol açtığı israflara neden olmadan ilerlemeyi çok daha hızlı gerçekleştirecekti. Bu öngörüyle mümkün olduğunca hızlı çelişkilerin tasfiyesi hedefi, her alanda merkezileşmenin devasalaşmasının hep haklı zemini oldu. Ancak olayların acı ve insafsız dili sosyalistlerin bu öngörüsünü doğrulamadı.
Bütün bu derslerle ilgili 21. yüzyıl sosyalizmi ne diyor?
21 Yüzyıl Sosyalizminin İlk İşaretleri
21. yüzyıl sosyalizminin pratiği esas olarak Latin Amerika’da yaşanıyor. Gelişmeler henüz filiz halinde…19. yüzyılın ortalarında Komünist Manifesto ilan edildiğinde iktidar mücadelesinin hangi yollardan yürüyeceği ve hatta iktidarın programı çok genel kavramlardan öteye bilinmiyordu. İşçi sınıfı iktidarının nasıl bir şey olabileceğinin ilk örneğini, Manifesto’dan 23 yıl sonra Paris Komünü gösterdi. Mücadele yükselip yaygınlaştıkça hem mücadele yolları çeşitlendi, hem de iktidar programı yetkinleşti. Ancak yüz elli yıllık mücadele büyük bir çöküşle kapanınca, yeniden yola çıkılırken eski deneylerin hepsi kaçınılmaz bir şekilde sorgulama altındadır. Hazır formüllerimizi yitirdiğimiz için yakınmaya gerek yok! Zaten o formüller epeydir olaylara uymuyordu. Büyük iktidar gücüyle de olsa, olayları formüllere uydurma zorlamalarının bir yararı olmadı. Hatta bu kör inadın büyüklüğü oranında çöküş de o ölçüde hızlı oldu.
21. yüzyıl sosyalizmi henüz katı bir formül haline gelmedi. Büyük olasılıkla geçmişten yetkin dersler çıkartılabilirse böyle formüller bir kez daha yaratılmayacak, ya da yaratılmamalıdır. Olaylar eski kalıpların içine de sığmadığı için 21. yüzyıl sosyalizminin yolu bilinmezliklerle yüklü olarak açılıyor. 19. yüzyılda sosyalistler Komünist Manifesto’yla yola çıkarken de durum farklı değildi. Bugünün farkı yüz elli yıllık tarihin bilinç ve ruhumuzda yaşıyor olmasıdır. Bunun avantajı yeterince açık. Tuzak ise yeni olanda sürekli eskiyi arama alışkanlığında yatıyor. Yakınlarda Fidel Kastro’ya yaşamındaki en önemli hata sorulmuştu. O da veciz bir şekilde: “Birilerinin sosyalizmin nasıl kurulacağını bildiğini sanmaktı.” demiştir.
Bugün, 21.yy. sosyalizmine giden yolda, iktidar şansını yakalayan ülkelerde sosyalizmi kurma programları eski deney ve yollardan oldukça farklı yürüyor. Bu farklılıklardan 21. yy. sosyalizminin izini sürmeye çalışalım.
I- İktidar Mücadelesinin Farklı Yolları
Avrupa’da devrimciler 19.yy’ın ortalarında Komünist Manifesto ile yola çıkarken iktidar mücadelesinin yolları için hemen hiç deneyleri yoktu. Kıta Avrupa’sındaki yaygın işçi hareketlerinin de sonucu olarak “kıtada topyekûn devrim” stratejisi ilk temel yöneliş oldu. Bu yönelişin pratikteki karşılığı 1864’de kurulan I. Enternasyonal olmuştur. Paris Komünü yenilgisinden birkaç yıl sonra enternasyonal dağılmıştır. İkincisinin kurulması 1889’da, kapitalizmin ilk büyük bunalımının sonlarına doğru gerçekleşmiştir. Birinci emperyalist paylaşım savaşına çok yaklaşıldığı yıllarda devrimcilerin iktidar mücadelesi yolunda önemli bir değişim yaşandı. Strateji “kıtada devrim”den “tek ülkede devrime” dönüştü. Bunun nedenleri açıktı: kapitalizmin eşitsiz gelişimi ve emperyalist paylaşımın bizzat sistem üzerindeki yıkıcı etkileriydi. Bu öngörü Ekim Devrimi ile doğrulandı. Ekim Devrimi’nden sonra dünya devrimler ve ulusal kurtuluş savaşları dönemine girdi. Artık tek tek ülkelerde hem devrimler mümkündü, hem de devrimci iktidarların yaşama şansı vardı. Bunların belki de en çarpıcı olanı Amerika’ya sadece seksen mil uzaktaki Küba devrimidir.
1990’lı yıllarda dünya devrimci hareketi bambaşka bir ortama girdi. Denge kapitalizm lehine değişti. Bu sadece güç dengelerinde bir değişim değil, aynı zamanda dünya sosyalist hareketi için bilinç ve moral olarak çöküş anlamına da geliyordu. Üstelik kapitalizm de “yeni ekonomi” ile “informatik çağı”na giriyordu! Her şey dünya sömürücülerinden yana görünüyordu. Ancak bu düşler bir on yıl bile sürmedi. Sosyalizm tehdidinden kurtulduğunu düşünen kapitalizm, neoliberal politikalarla “refah devletleri”yle örttüğü vahşi yüzünü en pervasız bir şekilde yeniden açığa vurdu. Dünya, emperyalist güç merkezleri arasında yeniden paylaşılıyordu. Bu paylaşım 2001’de New York’ta ikiz kulelerin yıkılmasından sonra doğrudan işgallerle yapılmaya başlandı. Ancak “süper güç”ün bütün zorlamalarına rağmen dünya onun istediği şekle girmedi.
Böyle bir dünyada devrim yeniden mümkün olabilir miydi? Ortam hemen hemen I. Paylaşım Savaşı öncesi yılları andırıyordu. Güç merkezleri arasındaki amansız rekabet ve bölgesel çatışmalar tek tek ülkelerde devrim imkânı yaratabilirdi. Bu devrimlerin yaşaması çok özgün koşullarda, ancak devrimin bölgesel özellik kazanmasıyla mümkün olabilirdi.
90’lı yıllar sonrası, yenilginin ilk şokunu atlatmaya çalışan Devrimci Mücadele çok özgün yollar seçti. Sosyalist iktidarların ard arda yıkılmasının yarattığı ilk tepkisel bilinç, iktidarı hedeflemeyen mücadeleler oldu. Anti-Küresel Hareket, Zapatistaların çıkışı, Arjantin ayaklanması bunun en çarpıcı örnekleridir. Ancak 21. yy. sosyalizmine giderken pratiğin canlı akışı içinde ortaya çıkan en özgün yol: ikili iktidarlardır.
19. ve 20. yüzyıldaki sınıf savaşlarında belli bir mücadele süreci sonrasında topyekun bir devrimle iktidar el değiştirdikten sonra karşı devrimci güçlerin hızlı bir tasfiye süreci yaşanırdı. Böylece iktidar sınıfsal olarak tam bir değişime uğrardı. Oysa özellikle 1990’lar sonrası sınıflar mücadelesinde tipik olan uzun süreli ikili iktidar konumlanmalarının yaşanmasıdır. Bunlar genellikle iki tarzda yaşanıyor. Merkezi iktidarı alamayan ve hatta bazen bunu hedeflemeyen devrimci örgütlenmelerin o ülkelerde bir alanı, bir bölgeyi tutması biçiminde yaşanabiliyor. Kolombiya’da, Meksika’da, hatta pek çok Latin Amerika ülkesinin barrio’larında, öte yandan Ortadoğu’da Kürt ve Filistin ulusal hareketleri ve İslami hareketler, güney Asya’da ve özellikle orta Afrika ülkelerinde böyle pek çok örnek vardır. Uzun ve inatçı mücadeleler sonucu bu örgütlenmeler bu ülkelerde merkezi iktidarların etkisinin sınırlandığı alanlar yaratmışladır.
İkili iktidarların diğer varoluş tarzı Venezüella ve Bolivya’daki gibidir. İktidarda sosyalizmi hedefleyen güçler olmasına karşılık devletin yapısında, ekonomide ve sosyal yaşamda güçlü bir şekilde burjuvazinin varlığını sürdürmesi ve iktidar mücadelesinin neredeyse sürekli hale gelmesidir. İktidardaki devrimci güçler bir anlamda “paralel iktidar, ekonomi ve sosyal örgütlenmeler” yaratma mücadelesini her gün güçlendirmek göreviyle karşı karşıyadırlar. En çarpıcı örnekler Venezüella ve Bolivya olmasına rağmen, Ekvador, Nikaragua ve Paraguay da ikili iktidar mücadelelerinin yaşandığı ülkeler arasındadır.
Rus devriminde “ikili iktidar” Şubat’tan Ekim’e kadar sürmüştü. Çin Devrimi biçimsel olarak bugünkü ikili iktidar mücadelelerine en fazla benzeyen gelişmelerle yürümüştür. 1920’li yılların sonlarında başlayan devrim, ikinci dünya savaşını da kapsayan günlerde devam etmiş, Çin’i işgal eden Japonya’nın yenilgisiyle 1948’de zafer kazanmıştır. Bu uzun yıllarda koca Çin ülkesinde “bölgesel kızıl iktidarlar” kurulmuştur. Ancak bugüne benzemeyen çok önemli farklar unutulmamalıdır. Çin Devrimi iki emperyalist paylaşım savaşının koşullarında yürümüştür. Yine 1917 Ekim Devrimi sonrası her devrimci mücadele doğrudan veya dolaylı olarak sürekli güçlenen Dünya Devrimci Süreci’nin desteğini arkasına almıştır. Bugün bu koşullar yok! Çöküşten sonra sosyalist mücadelenin hem teorik hem de pratik yetkinleşmesi için özel ilgiyi gerektiren bugünün ikili iktidarlarının varoluşlarını mümkün kılan nedir?
Bu olgu için başlıca iki neden söylenebilir. İlki, Kapitalizm-Sosyalizm dengesinin ortadan kalkmasıdır. Kapitalist ülkeler lehine yaşanan bu bozulma ilk elden kapitalizmin dünya egemenliği açısından büyük bir fırsat yaratmıştır. Ancak bu görüntünün arka planına bakıldığında dünya başka gelişmelere de gebe hale geliyordu. İki kutuplu dünyanın üçüncü dünya ülkelerindeki iktidar biçimlerine yansıması, kutuplardan birisine dayanarak egemenliklerini katılaştırmak olarak gerçekleşmiştir. Özellikle Amerika bağlantılı üçüncü dünya ülkelerinin önemli bir kesiminde açık, pervasız faşist iktidarlar uzun yıllar egemen olmuştur. İki kutuplu dünya dengesinin bozulması üçüncü dünya egemenlerinin dayanak noktalarını zayıflatmış, katı egemenlik imkânlarında erimelere yol açmıştır. Bu yeni olgunun yanına onunla paralel gelişen dünyanın güç merkezleri tarafından yeniden paylaşımını da koyunca tablo tamamlanır. Dünyanın “süper güç”ün istediği gibi şekillenmeyeceği çok açıktı. Zaten dünyadaki olaylar da bu yönde aktılar. Amerika, kendi dünya düzenini kurmaya çalıştıkça, bu adımlar sürekli olarak diğer güç merkezleri tarafından aşındırıldı. Merkezler arası bu çatışmalar üçüncü dünya egemenlerinin önemli bir bölümünde onların güçlerini zayıflatıcı etkiler yaratmaktadır. Artık ülkelerinin tümüne egemen olamıyorlar. Özellikle üçüncü dünya ülkelerinde yaygın iktidar boşlukları oluşuyor. Bu durum, günümüzün geçici olmayan bir özelliği olarak öne çıkmaktadır.
İkinci neden, kapitalizmin 1980’ler sonrası gelişimin yarattığı sonuçlardır. Kapitalizmin yeni gelişim dalgası 80’ler sonrası tüm üçüncü dünya ülkelerini etkisi altına aldı. Ondan önceki dalga 1950’ler sonrası “kalkınmacılık” olarak yaşanmıştı. 1980’ler sonrası neoliberalizm üçüncü dünya ülkelerinin “kalkınma” hayallerini sona erdirdi. Sermaye akışı bu ülkelerin önemli işletmelerini satın alma (kolay yatırım) ve sıcak para spekülasyonları olarak rol oynadı. Kapitalizmin bu yeni gelişim dalgası hemen tüm üçüncü dünya ülkelerinde kentlere büyük bir yığılma yarattı. Mike Davis Planet of Slums (2004) yazısında bu gerçekliği çok güzel anlatır. Bugün Latin Amerika ülkelerinin nüfusunun % 80’i kentlerde yaşamaktadır. Bu oran orta Afrika hariç tüm üçüncü dünya ülkelerinde % 60’ın üzerindedir. Sadece bu değil, kapitalizm, “informatik çağı”nın özellikleriyle birlikte artık kentlere yığılan bu “fazla nüfusu” bilinen yollarla üretim içine alamıyor. Üçüncü dünya ülkelerinin büyük çoğunluğunda bu nüfus “bir doların altında geliri olanlar” diye adlandırılıyor. Geçim kaynaklarında hiçbir istikrar yok. Kapitalizm her geçen gün artan bu fazla nüfusu artık bilinen yollardan denetleyemiyor. Eskisi gibi ne yeni üretim alanları açılabiliyor, ne de gelişmiş merkezlere göç eskisi kadar imkân dâhilindedir. Bu büyük dünya yoksuları denizinde hem kapitalizme karşı bir öfke birikiyor, hem de en basit insani gereklerden uzak oldukları için derin toplumsal çürümeler yaşanıyor. Artık üçüncü dünya ülkelerinin egemenleri bu gerçeklik nedeniyle de ülkelerine eskisi kadar egemen değiller.
Bu iki temel nedene güncel olan bir diğerini de ilave edebiliriz. O da yaşanan büyük bunalımdır. Büyük bunalımın bu tabloya en önemli katkısı sağlam ve yıkılmaz görünen gelişmiş merkezlerde derin istikrarsızlıklar ve hatta çökme olasılıkları yaratmasıdır. Fakat aynı zamanda büyük bunalımın aşılması öncekiler gibi daha kapsamlı savaşlara varırsa, 21.yüzyıl sosyalizminin ilk filizlerinin ezilmesi olasılığı da vardır. Süreç nasıl gelişirse gelişsin kapitalist dünya egemenliğine karşı tüm dünyada yaygın mevzi savaşları verilmekte ve ikili iktidarlar ortaya çıkmaktadır. Neoliberalizmin bu süreci hızlandıracağı yeterince açıktır. Kapitalizm bu yokuş aşağı gidiş karşısında çok daha vahşileşirse bu durum onun dünya egemenliğinde tarihsel bir dönüm noktası olacaktır. Ancak bu dönüm noktasının insanlığa nelere mal olacağını bugünden öngörmek mümkün değildir.
II- 21. Yüzyıl Sosyalizminin Kuruluş Sorunları
21. yüzyıl sosyalizmi iki kanaldan yürüyor. Bir yanda henüz iktidar olamayan, hatta bazıları iktidarı hedeflemeyen ancak ülkelerinin belli alanlarında etkinlik kurmuş hareketlerle; öte yandan iktidar olmuş, ancak kapitalizmin tasfiyesini güç dengeleri nedeniyle gerçekleştiremeyen hareketler günümüz sosyalist mücadelesinin olguları olarak yaşanıyor. “Kuruluş sorunları” dendiğinde elbette esas olarak iktidar uygulamaları akla gelir. Bu nedenle 21. yüzyıl sosyalizminin kuruluş sorunlarını Venezüella ve Bolivya deneylerini dikkate alarak değerlendirmeye çalışacağız. Pek çok sorun arasından 19. ve 20. yüzyıl deneylerini de dikkate alarak iki ana konuyu öne çıkartmak gerekiyor: İktidar ve demokrasi sorunu; ekonomi, ya da mülkiyet ilişkileri ve merkezi planlama sorunu.
İktidar ve Demokrasi Sorunu: Venezüella ve Bolivya’da sosyalizme yönelen iktidarların seçimle iş başına gelmesi hemen eski Şili deneyini hatırlatsa da, olaylar eskinin bir tekrarı biçiminde yaşanmadı. Ayrıca her iki ülkede de seçim öncesi ayaklanmaların yaşandığı unutulmamalıdır. Özellikle neoliberalizme karşı kabaran öfkeler önce kendisini sokaklarda en güçlü bir şekilde ortaya koyduktan sonra seçim kazanımı bu birikimin bir sonucu olmuştur. Kapitalizmin sandık oyunundan yoksullar lehinde sonuçlar çıkması önemlidir. Bu olgu sadece Latin Amerika’daki belli ülkelerle sınırlı değildir. Nepal’de Maocu hareket, Ortadoğu’da Hamas ve Hizbullah da seçimlerde ezberleri bozan sonuçlar aldılar. Elbette bu hareketlerin hepsinin ardında uzun silahlı mücadele yılları vardır. 21.yüzyılda kapitalizmin seçim oyunu belli koşullarda sanki burjuvazinin istediğinin tersi sonuçlar yaratmaya başlamıştır.
Olaylara bakıldığında bir nokta dikkat çekiyor. Latin Amerika’da yeni sosyalizm deneyi sırasında en sık kullanılan kavram “katılımcı demokrasi”dir. Bunun kireçlenen ve bu nedenle sanki kendiliğinden çöken Sovyet deneyine bir tepki olduğu açıktır. Ancak olay sadece bir tepkiden ibaret değildir. Arjantin ayaklanması dâhil Latin Amerika’da halk hareketlerinde çok net bir şekilde seçilmiş temsilcilere karşı kesin bir güvensizlik oluşmuştur. Bunlar sendika yöneticisi de olabilir, bir sol siyasi parti yöneticisi de… Bu nedenle yığınların mücadelesi sırasında ülkedeki yöneticilerle çeşitli görüşmelere sadece temsilciler yollanmamış, pazarlıkların herkesin önünde olması en önemli koşullardan birisi olmuştur. Çünkü seçilmiş temsilciler yıllardır temsil ettiği insanlardan kopmuş ve defalarca onları “satmıştır.” Yılların artık klasikleşen bu gerçekliğinin halk yığınlarında bir tepki ve bilinç yaratması doğaldır. Bu nedenle Latin Amerika ülkelerinde yeniden seçilmiş temsilcilerin ihanetine uğramamak için demokrasinin “katılımcı” olması talebi çok sık dile getirilmektedir. Bunun için çeşitli yollar deneniyor. Seçilmiş temsilcilerin halkın çıkarlarından kopmaması için denetlenmesinin Paris Komünü’nden beri bilinen yolu temsilcilerin her an geri çağırılmasının bir hak olarak tanınmasıdır. Bu hak örneğin Sovyet anayasasında vardı. Ancak çok kısıtlı olarak kullanılmış, işleyen bir siyasal davranış haline gelememiştir.
Latin Amerika’da ortaya çıkan bu tepki aslında “temsili demokrasi”nin geleceğiyle ilgili önemli ipuçları vermektedir. “Katılımcı demokrasi”nin başına daha önceki yaşanan deneylerdekilerin bir benzerinin gelmemesi için hiçbir neden yoktur. Bu konuda sadece “tarih bilinci” yetmez. Fakat insanlığın, sosyalizm deneyi sırasında yaşananlardan ders çıkartması çok önemlidir. “Katılımcı demokrasi” aslında doğrudan demokrasiye giden bir adımdır. Elbette yolda yozlaşmalara uğramazsa! Latin Amerika’da pek çok halk hareketi, uzun süredir mahallelerde ve kısmen işyerlerinde doğrudan kitlenin aşağıdan inisiyatifleriyle örgütlenmiştir. Halkın gündelik çıkarlarını savunan ve hatta uygulayan komiteler olarak yaşamaktadırlar. Buralarda filizlenen doğrudan demokrasinin bir biçimde, iktidar imkânları da değerlendirilerek bir siyasal bilinç ve davranışa dönüştürülmesi talebi doğaldır. Belki de burjuva demokrasisinin temel kurumu olan “temsil sistemi”nin doğrudan demokrasi uygulamalarıyla artık aşılmasının zamanı gelmiştir. 21. yüzyıl sosyalizminin önceki deneylerden bu konuda yetkin hale gelmesi, doğrudan demokrasi yolunda ileriye bir adım atabilmesi onun yaşayabilmesinin ilk temel koşullarından birisidir. “Katılımcı demokrasi” kavramı önceki deneylere tepkiden öteye bir anlama kavuşturulacaksa, bu ancak doğrudan demokrasiye giden yolda bir basamak olmasıyla mümkündür.
İnsanlığın İlkel Komün günlerinde mümkün olan doğrudan demokrasinin günümüzde mümkün olamayacağı haklı bir itiraz olsa da, bunun artan nüfustan çok toplumsal örgütlenmelerin çeşitliliği ve yoğunluğuyla da ilgili olduğu unutulmamalıdır. Örgütlülük ne ölçüde yaygın ve etkin olursa, tepki ve taleplerin sosyal yaşama gündelik olarak yansıması ve kurumları etkilemesi o ölçüde mümkün olur. Bu da zaten doğrudan demokrasiden başka bir şey değildir.
“Katılımcı demokrasi” ve daha ötesi doğrudan demokrasi nasıl inşa edilecektir? Eski deneyler bu konuda hemen hiç umut vermiyor. Sosyalizm, burjuvaziyi tasfiye ederken iktidar dışındaki her siyasal ve sosyal eğilimi burjuva ideolojisinin bir kalıntısı ve izi olarak algılayan bir sisteme evrildi. Buradan mutlak iktidar çıktı, ancak bu mutlaklık sonsuz varoluşu değil, yıkılışı getirdi. Bu konuda 21.yüzyıl sosyalizminin farklı yollardan yürümesi kaçınılmazdır. Bolivya Başkan yardımcısı Alvaro Garcia Linera’nın belirlemeleri yaşanan iktidar deneyinin yeni niteliğine ışık tutmaktadır.
“Devlet ve sosyal hareketler arasındaki ilişki nasıl yönetilecek? Devlet, tanım olarak kararların merkezileşmesidir, devlet kararlarda tekeldir. Tanım olarak sosyal hareket, kararların sosyalleşmesi, kararların yaygınlaşmasıdır. Sosyal hareketler tarafından öncülük edilen ve yönlendirilen bir devlet nasıl kurulacaktır, sorun çelişik görünüyor.
“2003’e kadar tartışma şöyleydi: Sosyal hareketler devletin içine girmezler. Veya eski solun tartışmaları vardı: Devlet, sosyal hareketlerin sınırındaki tek parti tarafından kontrol edilmelidir. 21. yüzyıl, Latin Amerika olarak bizim deneylerimizle başlayan başka bir yola işaret edecektir: Devlet ve sosyal hareketler arasında, sosyalleşme ve merkezileşme arasında sürekli diyalektik, sürekli gerilim.” (A. G. Linera, Ekim 2006 konuşması) Eski sosyalizm deneyi “iktidar” ve “sosyal hareketler” arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırıp iktidarı mutlaklaştırarak sorunu çözdü! Ancak yaşam bunun çözüm olmadığını gösterdi. Latin Amerika’nın 21. yüzyıl sosyalizmine ışık tutan farklı yolu: “Sürekli gerilim”den kurtulmak değil, onu her seferinde yeniden yönetmek ve çözümlemektir. Esas olan, gerilimi ortadan kaldırmak değil, yönetmektir. Bu gerilimin nihai çözümü Marksizmin kurucuları tarafından giderek “devletin sönümlenmesi” olarak tanımlanmıştı. Neredeyse sonsuz uzak bu hedefe her acele varış çabası tam tersi sonuçlar yarattı. Devlet değil ama “sosyal hareketler” sönümlendi; bu ise iktidarı keyfileştirdi, anlamsızlaştırdı.
21. yüzyıl sosyalizmi iddiasındaki iki ülkede iktidar sorununun bir de öbür yüzü vardır. Chavez ve Morales yönetimdedir, ancak burjuvazi de kendi örgütlenmeleriyle varlığını sürdürmektedir. Buna ikili iktidar olgusu olarak daha önce değindik. Önceleri topyekün bir devrimle yaşanan nihai hesaplaşma 21. yüzyıl deneylerinde zamana yayılan uzun soluklu bir bilek güreşine dönüşmüştür. İkili iktidar olgusunu yaşamak, bir anlamda gerçek iktidar yolunda sürekli bir eğitim, her sorundan sürekli öğrenme ve yetkinleşme mücadelesidir. İkili iktidar olgusuna sadece “güç dengeleri” açısından yaklaşmak veya eski halk iktidarları dönemlerindeki program uygulamalarına hemen geçilmeyişini sürekli eleştirip durmak sorunun özgünlüğünü ve boyutlarını kavramamaktır. Böyle olunca bekli de tarihi bir fırsat kaçırılabilir.
Sovyetler Birliği bir dönemden sonra “kapitalizmle birlikte yaşamayı” teorileştirdi, ancak bu birlikte varoluş bilinci sonuçta sosyalizmi durgunlaştırdı ve çürüttü. Nihai hesaplaşmaya göre sürekli yeniden konumlanmak ile “birlikte varoluşun” statükosu içinde durgunlaşmak çok farklı şeylerdir. Elbette güç dengeleri her zaman değerlendirilecektir, hatta bugünün 21. yüzyıl sosyalizmi yolundaki ülkeleri bunun ustası olmak ve diğer halklara örnek olmakla yükümlüdür. Ancak güç dengelerini kollamak aynı zamanda kapitalizme karşı devamlı bir mevzi savaşı yürütmek ve yığınları sürekli yeniden kazanma savaşı vermektir! İkili iktidardan nihai iktidara yürüyüş, bu döneme özgü çok farklı bir mücadele yoludur.
Venezüella ve Bolivya’da olduğu gibi iktidarlar çift yönlü “sürekli gerilim” altındadır. Sosyalizm yolundaki iktidarlar hem kendilerini destekleyen halk örgütlenmeleri ile hem de hepsi birlikte egemenliğini kısmen yitirmiş burjuva güçleriyle sürekli bir gerilim yaşamaktadır. Eski düzenin siyasal ve moral değerleriyle yeni inşa edilmeye çalışılan değerler sürekli birbirini sınamaktadır. Yeni değerler eskinin içinde inşa edilmektedir.
21. yüzyıl sosyalizminin iktidar deneyinden iki yönlü sonuç çıkartmak mümkündür. Sosyalizmi hedefleyen iktidarla onun maddi kaynağı olan “sosyal hareketler” arasındaki ilişkinin A.G. Linera’nın belirttiği gibi “sürekli diyalektik, sürekli gerilim” temelinde yürümesi önceki deneylerden tümüyle farklıdır. Her gerilim kendi özgün çözümünü yaratmalıdır, her çözüm bir anlamda iktidarın daha yetkinleşmesi anlamına gelir, ancak kendi güçlerinden kopmadan, canlı bağı daha güçlendirerek! Bu, araç ve örgütlenmelerin de sürekli bir değişim içinde olmasını gerektirir.
İkili iktidar olgusunun yönetimi ise, kapitalizm içinde, onun güç ve değerleriyle her gün sınanmayı, hesaplaşmayı içerir. Buradan nihai hesaplaşmaya nasıl gidileceği elbette bir tek ülkedeki durumu aşar. Bölge ve dünyadaki gelişmeler bu konuda belirleyici rol oynayacaktır.
İktidar ve Ekonomi Sorunu: Burada mülkiyet ilişkileri ve ekonominin planlaması konularında eski derslerden farklı nelerin yaşandığı önem kazanıyor. Bu konularda önceki deneylerin bilinen yolundan yürünmüyor. Zaten ikili iktidar gerçeği egemen sınıfların birden tasfiyesi ve mülksüzleştirilmesini imkânsız kılıyor. Ancak bu sorunlara yaklaşımdaki farklılıkların tek nedeni ikili iktidar gerçekliği değildir. Özellikle Sovyet deneyi mülkiyetin tümüyle devletleştirilmesi ve her şeyin merkezi plan altına alınmasının dev bir bürokrasinin doğması ve tüm sistemin donması ile sonuçlandığını göstermiştir. Bu gerçekten hareketle elde güç bile olsa bu alanlarda eski yoldan yürünmesi mümkün değildir.
Bugüne kadar stratejik sanayilerde kamulaştırma yapıldı. Bu kamulaştırmaların her birinin adeta kendi özel tarihi vardır. Venezüella’daki petrol firması, Bolivya’daki su ve gaz şirketleri hep bir mücadele ve önemli dönüm noktalarında kamulaştırıldı. Daha sonra Chavez stratejik alanlarda, elektrik, iletişim, medya gibi, kamulaştırmalar yaptı. Çoğunda işletme sahiplerine belli bir ödeme yapıldı. Öte yandan, halkın en yoksul kesimine yönelik sağlık, eğitim, asgari yaşam koşullarını iyileştirme adımları atıldı. Pek çok kooperatif kuruldu. Bu ülkelerde üç tip mülkiyet vardır: Devlet, sosyal ve özel. Elbette devlet ve sosyal mülkiyet özel mülkiyet denizi içinde henüz küçük bir adacık gibidir.
Bu uygulamalar sırasında öne çıkan bazı sorunlar 21. yüzyıl sosyalizmi yolunda büyük önem taşıyor. Venezüella’da sendikaların yaptığı tespitlere göre anayasal olarak binin üzerinde işletmeye devlet el koyup işçi yönetimine geçilebilir. Ancak fabrikalarda işçi yönetimi beklenildiği gibi hızlı ve verimli ilerlemiyor. Fabrikalarda işçi yönetimi topyekûn bir gidişin moral coşkusunu taşımıyor. Her uygulama kendine özgü sorunlar içinde sanki “bir adım ileri iki adım geri” gidiyor. İşçiler içindeki gurup çıkarlarının çatışması genel bir hedefe yönelişi engelliyor. Şunu görüyoruz: başka koşullar olmazsa işçi sınıfı işyerlerini etkin bir şekilde ve genel toplumsal çıkarları gözeten bir tarzda yönetmeye hızla talip olmuyor. Kapitalizm denizi içinde sosyalist adacıklar inşa etmek bugüne kadar yaşanan bir deney değil, çok büyük enerji, kararlılık ve yaratıcılık gerektiriyor.
Bu ülkelerde en çok şikâyet edilen konu bürokrasi ve rüşvettir. Bu sorunların altında özel mülkiyetin gücü ve büyüsü yatar. 21. yüzyıl sosyalizmi özel mülkiyetin gücüyle nasıl mücadele edecektir? Sovyet deneyindeki gibi topyekûn tasfiye edilmesi hem mümkün değil, hem de soruna gerçek bir çözüm üretmediği için gerekli değildir. Bu sorunun basit, birkaç kararla çözümlenebilecek bir cevabı olmadığını sosyalizmin mücadele tarihi yeterince öğretmiş olmalıdır. Geriye yaratıcı yeni pratikten öğrenmek kalıyor. Üç mülkiyet biçimi 21. yüzyıl sosyalizminde birlikte yaşayacaktır. Özel mülkiyetin güç ve egemenlik aracı olmaktan çıkarılması nihai bir hedef olsa da, bu hedefe hangi yollardan yürünerek varılacağını bugün bilmiyoruz. Zenginliğin dağıtımı ve yeniden dağıtımında devletin (merkezi gücün) rolü uzun süre önemini koruyacaktır. Devletin yanında halk örgütlenmelerinin gücünün kesintisiz büyümesi, “sürekli gerilimle” merkezdeki her bozulmayı etkisizleştirmesi 21. yüzyıl sosyalizminin temel özelliklerinden birisi olacaktır. Aksi durumda “21.yüzyıl sosyalizmi” nitelemesini hak etmez.
21. Yüzyıl Sosyalizmi Yolunda İlk Sonuçlar
Yaşanan deneylerden ilk elden bazı sonuçlar çıkartmak mümkündür.
İlki, 21. yüzyıl sosyalistlerinin elinde katılaşmış formüler yoktur. Elde olan önceki deneylerden çıkartılan sonuçlar, bu anlamda tekrarlanmaması gereken hatalar ve bunların çizdiği bazı sınırlardır. Katılaşmış formüllerin olmaması bir avantajdır, mücadeleye büyük bir esneme gücü kazandırır. Fakat bir dezavantajı da vardır. Hedefin dışına savrulmalar da yaratabilir. Ancak mücadelenin başarıları ve birikecek deneyler böyle savrulmaları engelleyebilir. Eskinin ruhsuzca tekrarı bir kazanım yaratmadığına göre henüz bilinmeyen yollardan yürümekten başka bir seçenek yoktur.
İkincisi, hem merkezi iktidar konumu kazanarak, hem de bu olmadan alanlarda irade yaratarak yaşanan ikili iktidarlar olgusu, aynı zamanda kapitalizm içinde sosyalist alanlar yaratma savaşıdır. Önceki yol böyle değildi. Sosyalizmin hedefleri topyekûn bir iktidar değişimi ile uygulanabilir olarak öngörüldü ve böyle davranıldı. Bu yeni olguyu eski alışkanlıkla önemsememek bugünü ve geleceği kavramamak olur. Kapitalizm de önce feodalizm içinde maddi alt yapı ve moral değerler olarak gelişmiş, sonra devrimlerle iktidar olmuştu. Sosyalist mücadelenin bir dönemi 20. yüzyılla kapandıktan sonra, yaşadığımız dönemde benzer gelişmeler yaşanıyor. İkili iktidarlar biçiminde kapitalizm içinde sosyalizmin maddi alt yapısı ve onun moral değerleri inşa ediliyor. Bu gerçeklik, topyekûn devrime hazırlanırken, aynı zamanda sosyalist alanların yaratılması mücadelesinin stratejilere katılmasını gerekli hale getiriyor.
21. yüzyılda böyle bir olgu yaşanıyorsa bu bir rastlantı değil, kapitalizmin gelip dayandığı sınırlara işaret eden bir gerçekliktir. Kapitalizm maddi ve moral değerleri açısından bir sınıra dayanmıştır. Hala egemendir, ancak egemenliğini sürdürme yolları tıkanmaktadır. Üçüncü dünya ülkeleri kapitalizmin cehennem yüzünü temsil ediyordu; son yaşanan büyük kriz kaçınılmazı- bu cehennemin cennet adacıklarına da (merkezlere de) gelip dayanacağı gerçekliğini- güçlü bir şekilde gündemleştirdi. İkili iktidarlar olgusunun ardında kapitalizmin köklü tıkanış gerçekliği yatar. Bu deneyler aynı zamanda sosyalizme gidiş yolunda iktidar olma, doğrudan demokrasi, üretimi örgütleme yeteneklerinin geliştirilmesi yolunda muazzam pratik okullardır. İyi öğrenebilirsek daha ileri gidebiliriz.
Üçüncüsü ve en önemlisi, 21. yüzyıl sosyalizminin üstünde yükseldiği temel zemindir. Eğer devrimler tarihine bir kez daha dönüp bakarsak, 19. ve 20. yüzyılın proletarya devrimleri, kapitalizmin son gelişim aşamasına vardığı noktada değil, tam tersine kendinden önceki üretim biçimleriyle henüz yoğun boğuşmanın sürdüğü süreçlerde, yani restorasyon dönemlerinde patlak verdiğini görürüz. 1848, 1871 Fransız devrimleri, 1917 Rus devrimi, 1918 Alman devrimi restorasyon dönemlerinden çıkıp gelmiştir. Bu nedenle tarihin bir oyunu gibi proletarya devrimleri aynı zamanda kapitalizmin süpüremediği eski üretim ilişkilerinin tasfiyesinde rol oynamıştır. Bugün bambaşka bir dünyadayız. Kapitalist gelişmenin önündeki tek engel yine kendisidir. Günümüzde yaşanacak her tepki ve devrim artık yalın bir şekilde kapitalizme yönelmek zorundadır.
Kapitalizmin kendi iç gelişimiyle bir tıkanma noktasına geldiğinin üç temel kanıtına değinelim:
• Gelişmiş kapitalist merkezlerdeki yaşam biçimi artık dünyanın geri kalanının aleyhine “sürdürülemez” noktaya gelmiştir. Doğal kaynaklar ve doğanın genel yapısı tüketim deliliğinin sınırlarına gelindiğini gösteriyor.
• İnsanın üretimdeki yeri artık yaygın bir sorgulama altındadır. İnsanların önemli bir bölümü sürekli üretim dışına itiliyor. Bu insanlar “yedek sanayi ordusu” olmaktan çıkmış, koşullar böyle devam ederse, sürekli olarak üretim ve toplum dışına itilmiş kalmaya mahkûmdurlar. Bu geniş kitleye artık “dışlanmışlar” deniyor. Üretim içinde yer alan iş gücü ise uzun yılların mekanik fordist üretim tarzına pasif de olsa direnç göstererek bu sistemin önemli ölçüde çökmesine neden olmuştur. Ancak kapitalizm gerilimi çok daha yüksek “esnek üretim” ve “takım çalışması sistemi”ne geçerek insanın dayanma gücünün sınırlarını zorlamaktadır. Artık insanı tüketen bu çalışma kavramı düne oranla çok daha yoğun bir biçimde sorgulanmaktadır.
• Bütün bunların sonucu olarak, kapitalizmin moral değerleri de kesin bir çürüme içindedir. “Demokrasi”, “refah”, “özgürlük” kavramaları artık açık bir ikiyüzlülüğü anlatıyor.
Sosyalizmin çöküşle kapanan döneminin etkisiyle, günümüz koşullarında kapitalizme karşı yükselen tepkiler, kendini en yaygın olarak “başka bir dünya mümkün” parolasıyla ifade ediyor. Artık bu genel söylemden öteye yürümenin zamanı gelmiştir. Bu “başka dünya” ancak 21. Yüzyıl Sosyalizmi’yle mümkün olabilir.