Bitmeyen Masal Demokrasi – Mehmet Yılmazer

Yol, Kış 2016

Sosyalist sistemin çökmesinden sonra “demokrasi” insanlığın varabileceği tek siyasal hedef haline geldi. Berlin Duvarı yıkılınca “Tarihin Sonu”nun geldiğini sanan Fukuyama, insanlık için varılacak hedef olarak “liberal demokrasi”yi göstermişti. Ancak bu öngörü çok kısa sürede boşa düştü. “Tarihin sonu” gelmek şöyle dursun duvarın yıkılışından sonra tarih yeniden yazılmaya başlandı. Koşullar “Soğuk Savaş” yıllarına göre çok değişmişti fakat dünyanın girdiği süreç biraz tarih bilincine sahip olanlar için hiç de biricik değildi. Tersine günler aktıkça Birinci Dünya Savaşı öncesi yıllara benzerlikler artmaya başladı.

Batı dünyası 15. yüzyılda sömürgeciliği başlatırken barbar halklara “uygarlık” götürmekle övündü. Dünyanın ilk büyük, toptan soygunu Kılıç ve Kitap eşliğinde başladı. Bu soygun ve talan hızlanarak devam etti, sonunda Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na gelip dayandı. Berlin Duvarı yıkılır yıkılmaz tarih adeta tekrar etmeye başladı. Küreselleşme adı altında yeni paylaşım savaşları dönemi açılıyordu. Bu savaşların yoğunlaştığı bölge Ortadoğu oldu. O günlerdeki ünvanıyla “süper güç” Amerika bölgeyi işgale hazırlanırken elinde “demokrasi” bayrağını sallamaktaydı. Saddam’ın heykelleri yıkıldı, ama ne Irak’a ne de bölgede başka bir ülkeye “demokrasi” bir türlü gelemedi.

Günümüzde “demokrasi” şekillenmekte olan birbirine zıt iki dünyanın ortak parolası olmakla ayrıcalık ve önem taşıyor. Emperyalizm, Irak’ı işgal ederken de veya “portakal devrimleriyle” Doğu Avrupa’yı paylaşırken de hep “demokrasi” bayrağını salladı. En son olarak Libya paramparça edilirken, Suriye yıkılırken, öte yandan Ukrayna paylaşılırken batı dünyasının dilinden demokrasi lafı hiç düşmedi.

Oysa dünyada çok başka nitelikte gelişmeler de yaşanıyor. Latin Amerika’da özellikle Venezüella, Bolivya ve Ekvador’da seçim yolundan değişik siyasal güçler iktidara geldi ve 21. yüzyıl sosyalizmini inşa etme yoluna çıktılar. “Temsili demokrasi”yi yetersiz bularak “katılımcı demokrasi” yaratmak için yoğun mücadele içindeler. Öte yandan, büyük ekonomik krizle birlikte Batı Avrupa ve Amerika’da da halklar sokağa taştı. İspanyol “Öfkeliler”i “gerçek demokrasi hemen şimdi!” parolasıyla Madrid’i işgal ettiler. Demek ki demokrasinin beşiği olduğu söylenen Batı ülkelerinde de bu konuda sorun vardı.

Herkesin diline düşen demokrasi konusunu yeniden ele almak boşuna olmaz.

Demokrasinin Kapitalizmle İlişkisi

Bugünün dünyasından bakınca kapitalizm ve demokrasinin “doğal” bir ilişkisi olduğu kanısı çok yaygındır. Kapitalist merkezlerde işler hala oldukça yolunda gittiği için vitrinler göz alıcı tüketim malları ile dolu ve en yüksek perdeden demokrasi nutukları atılmaya devam ediliyor. Dünyanın bu cennet bölgelerinin biraz dışına çıkıldığında cehennemin yakıcı sıcağı insanı kavursa da, neredeyse insanlığın tümü bir gün Batı cennetine benzemek umuduyla yaşıyor. Bir gün ulaşılacak hedef olarak Batı demokrasileri yükseklerde ışıldamaya devam ederken, aynı zamanda dünyanın cehenneminden yükselen alevler bu ışıldayan demokrasileri ciddi olarak tehdit ediyor.

Demokrasi, yaşam koşulları ve zenginlik açısından herkesi imrendiren Batı ülkelerindeki gelişmelerin temelini oluşturuyorsa, neden dünyanın cehennem bölgelerinden demokrasi düşmanı tepkiler yükseliyor? Bu noktada demokrasi ve kapitalizm ilişkisine bir kez daha bakmak gerekiyor.

Ne ünlü burjuva devrimleri, ne de kapitalizm kendiliğinden “demokrat” değildir. Burjuvazinin ekonomik çıkarları derebeylikten kurtulmayı ve pazarda özgür işgücü bulmayı gerektirir. Fakat siyasal olarak bir küçük azınlık olan burjuvazi iktidarda durabilmek için genel, tüm toplumu kapsayan özgürlüklere karşı hep ihtiyatlı olmuştur. Bunu en iyi genel oy hakkının kazanılması mücadelesi anlatır. 1830’lar Fransa’sının nüfusu 30 milyon olmasına rağmen, sadece mülk sahibi 200 bin kişi seçme ve seçilme hakkına sahipti.

“Kanadalı siyasal bilimci Francis Dupuis-Deri, Birleşik Devletler, Fransa ve Kanada’da önemli siyasal figürler tarafından on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda “demokrasi” kelimesinin kullanımının dikkatli bir haritasını çıkartmıştır… 1770 ve 1800 arasında ilk kez kelime güncellik kazandığında, hemen hemen tamamıyle aşağılayıcı ve küfür terimi olarak kullanıldı. Fransız devrimcileri Amerikalılar kadar “demokrasi”yi küçümsüyordular.”

“Birleşik Devletler ve Fransa’daki politikacılar 1830 ve 1850 arasında kendilerini demokrat olarak nitelemeye başladılar.” (1)

Kapitalizmin tarihindeki en ünlü burjuva devrimlerinin liderleri için “demokrasi” aşağılayıcı bir terimden öteye anlam taşımamıştır. Devrimler sonrası eski düzen kalıntıları ile mücadele derinleştikçe “demokrasi” kelimesi anlam değiştirmeye başlamıştır.

Kapitalizmin kurucularında ciddi olarak “çoğunluk” korkusu olmuştur. “Onlar, servet farklarından dolayı derin bir şekilde bölünmüş yetişkin beyaz erkekler arasında çoğunluğa dayalı doğrudan demokrasi sistemi kurulduğunda bunun kargaşaya, istikrarsızlığa ve kaçınılmaz bir şekilde kanlı sonuçlara, tiranların ve demagogların yükselişine yol açacağını tartıştılar.

“Öte yandan onların ileri sürdüğü diğer bir tez, ancak mal edinmiş bir adamın oy kullanmasına ve yönetimde görev almasına izin verilebilir, çünkü ancak onlar bağımsız ve kendi çıkarlarından öteye, ortak çıkarlar konusunda düşünebilir.” (2)

Atina demokrasisinin 6. yüzyılda tiranlığa dönüşmesini hatırlayan Amerikalı liderler “demokrasinin genişlemesinin” demagoglara ve tiranlara yol açtığına güçlü bir şekilde inanmışlardı.

Kapitalizmin ve burjuva devrimlerinin kolaylıkla, adeta kendiliğinden demokrasiye doğru ilerlediğini düşünmek büyük bir hata olur. Demokrasiye giden süreç yoğun mücadelelerle yüklüdür. Burjuvazi feodal egemenliğe ve onun imtiyazlarına karşı mücadele ederken “eşitlik, kardeşlik, adalet” sloganlarını atmış olsa da, esas olarak bu talepleri kendi sınıfıyla sınırlıyordu. Ancak devrimler ve restorasyonlarla geçen uzun mücadele yıllarında ister istemez köylüler ve işçiler de bilinçlendiler. Bunun sonucu olarak, örneğin İngiltere’de genel oy hakkını burjuvazi değil, işçi kökenli Chartist Hareket 1830’larda parola haline getirmiştir.

Fransa’da kadınlar hariç genel oy hakkı ancak devrimden 60 yıl sonra 1851’de tanınmıştır. Kadınlara oy hakkının tanınması 1946 yılını bulmuştur. Fransa’da 1820’lerde “çift oy hakkı” diye bir kanun bile çıkartılmıştır. Aile reisi olan ve serveti fazla olanlara iki oy hakkı tanınmıştır. İngiltere’de kadınları da kapsayan genel oy hakkı 1928’de kabul edilmiştir.

Burjuva demokrasilerinin bugün temellerinden birisini oluşturan genel oy hakkı burjuva devrimlerinden en erken yarım yüzyıl sonra kabul edilmiştir. Burjuvazi yıllar süren sınıflar savaşı sonrası düzenini sağlamlaştırdığına inandığında “çoğunluk” korkusundan kısmen kurtulabilmiştir.

Kapitalizmin tarihinden ilk çıkartılması gereken önemli ders şudur: Burjuva devrimleri, kapitalizm ve demokrasi arasındaki bağlar “doğal” ve ayrılmaz değil, tam tersine oldukça zayıf ve çeşitli koşullara bağlıdır.

Buradan ikinci önemli derse geçilebilir. Burjuva demokrasileri bir kez kurulunca artık geri dönülmez bir ileriye gidişin başladığını sanmak yine büyük bir yanılgıdır. Bu yanılgıyı insanlık kapitalist anayurtlarda 20. yüzyılın ilk çeyreğinde başlayan ve 1945’lere kadar devam eden faşizm yıllarında yaşamıştır. Faşizm, kapitalist demokrasilerin içinden doğmuş; Almanya ve İtalya’da seçimle iktidara gelmiş, sonra demokrasinin kurumlarını imha edip kendisi kurumlaşmıştır.

Bu dönemin koşullarına baktığımızda olanları açıklamakta üç neden öne çıkıyor. İlki, kapitalizmin yapısında yaşanan önemli değişimdir. 19. yüzyılın ilk yarısında kapitalizm serbest rekabetçi günlerinden tekelci dönemine geçiyordu. Bu yüzyılın ikinci yarısı sömürge paylaşım savaşları ile doludur. 20. yüzyılın ilk on yılı içinde bu paylamış savaşları hızlanmış ve “Birinci Dünya Savaşı” boyutuna çıkmıştır. Kapitalizmin tekelci ve sömürgeci karakteri onun içinde gelişmekte olan demokrasi filizlerinin yolunu kesmiştir. İkincisi, sistemin yıkılma korkusu somut hale gelince kapitalizm savunma mekanizması olarak faşizmi yaratmıştır. Rusya’da gerçekleşen 1917 Ekim Devrimi ile kapitalizmin yıkılma korkusu somutluk kazanmıştır. Kapitalizm köylülüğü özgürleştirmiş, kentlere taşımış, ancak bu özgürlüğün bedeli cehennem gibi fabrika koşullarında sömürülmek olmuştur. Sınıflar savaşı yükseldikçe işçi sınıfının iktidar olma olasılığı güç kazanmış, Rusya’da ise gerçeklik haline gelmiştir. Kapitalizm, sosyalizm “tehdidini” demokrasiyi genişleterek değil, onu yok ederek aşma yolunu seçmiştir. Üçüncü neden, “sosyalizm tehdidinin” Rusya ile sınırlı kalmayıp, o dönem dünyasında neredeyse tüm Avrupa’yı sarmasıdır. Almanya, İtalya ve Avusturya-Macaristan’da iktidara ulaşamayan ayaklanmalar yaşanmıştır. Başarısız sosyalist devrimlerin bedeli faşizm olmuştur.

Amerika ve Avrupa, İspanya’da faşist Franco’yu desteklemiştir. Ford, General Motors ve Firestone firmaları Franco’ya silah yardımı yapmıştır. Texaco Oil, hem Hitler hem de Franco’ya kredili petrol vermiştir. 1936’da Franco iç savaştan galip çıkınca 100 bin cumhuriyetçiyi yakmıştır. (3)

Unutulmaması gereken bir gerçek daha vardır. Batı’da faşizmin çökmesini sağlayan kendi demokrasilerinin iç güç kaynakları değil, İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyetlerin faşizme karşı kazandığı zaferdir. Fakat bu zafer Avrupa’da iki ülkede, Portekiz ve İspanya’da faşizmin yıkılışına yetmemiştir. Salazar ve Franco faşizmi “demokrasinin beşiği” Avrupa’da uzun yıllar, 1970’li yılların ortasına kadar yaşamaya devam etmiştir.

Tekelci kapitalizmin en temel siyasal açmazı çok küçük bir azınlığın egemenliğinin, tüm toplumun çıkarına olduğu algısını sürekli olarak yeniden üretmek zorunda olmasıdır. Bu algıyı en başta kutsal özel mülkiyet hakkıyla yaratır. Eğitim, medya hep bu algıyı yeniden yeniden üretmek için planlanır.

Bu algı yaratma operasyonlarının tek başına finans kapitalin egemenlik sistemini garanti altına alamayacağı biliniyor. Belli bir refah seviyesiyle herkesin tüketim cennetindeki yerini alabileceği koşullar da çeşitli yollarla maddi olarak sağlanmalıdır. Hiç bir egemenlik sistemi sadece algı operasyonları üzerine kurulamaz. Batı’da 1950’ler sonrası şekillenen refah devletleri demokrasi için maddi bir zemin, başka türlü söylenirse demokrasinin ödenmesi gereken faturası oldular.

20. yüzyılın ikinci yarısı “Soğuk Savaş” yılları olarak anıldı. Sosyalist sistemin varlığı kapitalizm için daima bir tehdit olarak kabul edildi. Bu yıllarda kapitalist dünya siyasal olarak çelişkili bir görüntü verdi. Kapitalist anayurtlarda refah devletleri ve demokrasi; ancak yeni sömürgecilik sistemiyle kendine bağladığı üçüncü dünya ülkelerinde ikide bir gündeme gelen askeri darbelerle desteklenen faşizm, kapitalizmin hep taşıdığı iki yüzü oldu. “Soğuk Savaş” yıllarında Türkiye dahil pek çok Afrika ve Latin Amerika ülkesinde faşist yönetimler hiç eksik olmadı. Böylece kapitalizm, anayurtlarda insanların imrendiği demokrasi ile yaşarken, üçüncü dünya ülkelerinde faşizmle ilişkisini hiç koparmadı. Çoğunu askeri darbelerle doğrudan kendisi örgütledi. Sosyalizme doğru herhangi bir yönelişin bedeli üçüncü dünyada daima faşizm oldu. Aslında Batı Avrupa’da 20. yüzyılın ilk yarısında yaşanan Hitler’in adıyla anılan faşizm, bir alın yazısı gibi 20. yüzyılın son elli yılında üçüncü dünyada ülkeden ülkeye gezindi durdu. Şili diktatörü Pinochet bu yılların sembol ismi oldu.

Bu tablodan günümüze baktığımızda artık “sosyalizm tehdidi kalmadığına göre faşizm olasılığı da bununla birlikte ortadan kalkmış mıdır?” sorusu doğal olarak akla gelebilir. Faşizmin temel kaynağının tekelci finans kapital olduğu hatırlanırsa böyle bir sorunun eksik olduğu anlaşılır.

“Kısacası sorun, biçimsel demokrasinin kurumsal sisteminin -tam da bir demokrasi olduğu için- aynı demokratik sistem içerisinde antidemokratik kurumların ortaya çıkmasına ve büyümesine imkan vermesindedir. Antidemokratik partileri kastetmiyorum, çünkü onlar kendiliklerinden demokrasiyi tehlikeye düşüremezler…

“Demokrasinin hayatını sürdürmesini tehlikeye düşüren veya kuşkulu hale getiren, “iç” veya “dış” amaçlara hizmet eden, böyle üç kurum vardır: Çokuluslu şirketler, askeri kurumlar ve gizli polis örgütleri.” (4)

Günümüzdeki duruma, yani neoliberalizm ve demokrasi konusuna daha sonra geleceğiz. Bundan önce tekelci finans kapital egemenliğindeki kapitalizmle demokrasinin genel ilişkisini aydınlatmak gerekiyor. Bu açıdan kapitalizmin başlıca üç dönem yaşadığı söylenebilir. İlki, 19. yüzyılın sonlarında sömürge savaşlarıyla başlayan ve iki emperyalist paylaşım savaşıyla kapanan dönem; ikincisi, kapitalizmin refah devleti günleridir; üçüncüsü, Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra neoliberalizm ve küreselleşme günlerinde demokrasidir.

İlk dönemi, sınıflar mücadelesi ve devrim tehditleriyle yaşayan kapitalizm, buradan çok önemli dersler çıkartmıştır. Tekelci kapitalizm kendini inşa eder etmez dünyada sömürge savaşları dönemi başlamıştır.

“Son on beş-yirmi yıl içinde, özellikle İspanyol-Amerikan (1898) ve İngiliz-Boer (1899-1902) savaşlarından bu yana, eski ve yeni dünyanın ekonomik yazınında olduğu gibi, siyasal yazınında da yaşadığımız çağın temel özelliğini belirtmek için, ‘emperyalizm’ terimi, giderek daha çok kullanılmaktadır.” (5) Lenin 1916 yılında böyle yazıyordu.

Kapitalizmin tekelci yapıya dönüşmesi 19. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşir. Bu dönüşümle zamandaş olarak emperyalist dönem de başlamıştır. Kapitalizmin 1873-93 ilk uzun büyük bunalımı aslında “serbest rekabetçi kapitalizmin son krizi” olmuştur. 1890’ların sonunda tekelci kapitalizm, emperyalist paylaşım savaşlarıyla bunalımdan çıkış yolları aramaya başlamıştır.

Bu dönem, kapitalizm öncesi ve onun ilk gelişim yıllarındaki kaba sömürgecilik ve ilkel sermaye birikim yıllarından farklıdır. O günler bir anlamda Latin Amerika halklarının zenginliklerinin katliamlarla birlikte yağma edilmesidir. Emperyalizm dönemi ise tekelci finans kapitali varsayar. Bu paylaşımda meta ihracatının yanında sermaye ihracı da büyük önem kazanmıştır.

Bu emperyalist paylaşım dönemi yirmi yılı bulmadan Birinci Dünya Savaşı’na tırmanmıştır. Ardından devrimler ve ulusal kurtuluş savaşları başlamış, kapitalizm tekelci aşamaya girişinin üzerinden bir çeyrek yüzyıldan biraz fazla zaman geçtikten sonra yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya gelmiştir.

Tekelci mali oligarşinin demokrasiyle ilişkisinin çok sınırlı olacağı yeterince açıktır. Kapitalist anayurtların hemen hepsi 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında devrimlere gebe yüksek boyutlu sınıflar savaşı ile karşı karşıyaydılar. Aslında emperyalist savaşlar bir yanıyla yaklaşan iç savaşların dışarıya taşınmasıydı. Tekelci finans kapital egemenliği ve yükselen sınıflar savaşı denkleminden, Rusya hariç, hemen bütün kapitalist merkezlerde faşizm çıkmıştır. İnsanlık, burjuva devrimleriyle Tanrı’yı da tahtından indirdikten sonra, “bilimin kılavuzluğunda” tarihinin en büyük katliam ve vahşetine başlamıştır. Kapitalizm ve demokrasi ilişkisi 19. yüzyılın ikinci yarısındaki çok kısa balayı günlerden sonra karanlık faşizm yıllarına varmıştır.

Faşizm kapitalist anayurtlarda proletarya devrimlerini engellemişti, ancak yarattığı vahşet ile “sürdürülebilir” bir toplumsal düzen olmadığını kısa sürede kanıtlamıştır. Elbette bu kanıtlanma kendiliğinden gerçekleşmemiş; Sovyetler Birliği yirmi milyon evladını bu savaşta kaybetme pahasına büyük kahramanlıklarla faşizmi ezmiştir.

Faşizmin yenilgisinden sonra kapitalizm ve demokrasi ilişkisinin tarihi, ikinci önemli dönemine girer. Bu dönem tekelci kapitalizmin Keynes politikalarıyla işçi sınıfıyla uzlaştığı -“büyük uzlaşma”- ünlü refah devletleri dönemidir. Bu yıllarda Batı ülkelerindeki işçi sınıfı, zamanla Sovyetler Birliği’ne düşman edilse de, hem ekonomik hem de siyasal olarak sosyalizmin varlığının keyfini epeyce sürmüştür. Faşizm yıkıldıktan sonra kurulan, dünyanın üçte birine egemen olan güçlü sosyalist sistemin varlığı ve Batılı ülkelerde ve hemen tüm dünyada güçlü devrimci partilerin oluşması, kapitalist anayurtlarda benzeri daha önce görülmemiş, daha sonra da görülmeyen, bir “tarihsel uzlaşma” yaratmıştır. Günümüz dünyasında örnek gösterilen “batılı demokrasi” bu yıllarda şekillenip, yıldızı parlamıştır.

Demokrasinin görünen şirin yüzünden öteye bu yıllarda onun yapısına giren önemli kurumlar mutlaka vurgulanmalıdır. Bunlardan en önemlisi, Gladio adıyla anılan “ derin devlet” örgütlenmesidir.

John Kane’nin “Sivil Toplum ve Devlet” derlemesinde Agnes Heller, “demokrasinin hayatını sürdürmesini tehlikeye düşüren” “üç kurum”dan söz ediyor: “Çok uluslu şirketler, askeri kurumlar ve gizli polis örgütleri.” “Çok uluslu şirketler” bu demokrasilerdeki mutlak egemen zümre ve diğer kurumlar da onların egemenlik araçlarıdır. Düzenin egemen zümresi “çok uluslu şirketler” yazara göre aynı zamanda demokrasi için tehlikedir. Bu içinde yaşadığımız burjuva demokrasilerinin unutulmaması gereken temel özelliğidir. Tekelci finans kapital ve demokrasi özde uyuşmayan niteliklere sahiptirler. Sözde genel oy hakkı, fakat her seferinde sandıktan finans kapitalin bir partisinin iktidara taşınması; yani her seferinde geniş kitlelerin bir avuç azınlığın egemenliğini onaylaması, bu oyunun adı demokrasidir.

Pamuk ipliğine bağlıymış gibi görünen egemenlik sistemi atlattığı badirelerden sonra güçlü önlemler almıştır. Bu yolda en önemli kurum olarak “Gladio”dan söz etmiştik. Soğuk Savaş yıllarında NATO içindeki bütün ülkelerde sınıflar savaşının yaratacağı olası tehditlere karşı, düzen, kendi hukukunun tamamen dışında gizli örgütlenmeler yaratmıştır. Kapitalist sistem yaşadığı deneylerden hareketle, kendi egemen düzenini sadece “yasallıkla” sürdüremeyeceğini kavradığı için, “tehditleri” yasa dışı yollardan imha etmek amacıyla derin devletler yaratmıştır. 1950’ler sonrası refah devletleri, vitrinleriyle çok pırıltılı görünürken, derinliklerinde kurumsal olarak böyle gizli karanlık güçler örgütlediler. Bu kurumlar tekelci egemenlik sisteminin zorunlu araçları oldukları için vardırlar. Yoksa bir dönem politikacılar tarafından işlenmiş “hata” değildirler.

Tekelci finans kapital egemenliğinin yeraltı dehlizlerinde Gladio ve gizli polis örgütlenmeleri mevzilenmişken, onun aydınlık yüzünde gittikçe büyüyen medya ve eğitim kurumları toplumun her kılcal damarına sızan bir yapılanma yaratmıştır. Elbette bir burjuva demokrasinin işleyebilmesi için sözü edilen kurumlar yetmez. Faturası dünyanın herhangi bir köşesindeki yoksullara ödetilen bir orta sınıf da var olmalıdır. Refah devletleri yıllarında böyle bir orta sınıf kapitalist düzeni teminat altına alacak ölçüde yaygınlaşmıştır. Burjuvazi ve proletarya saflaşmasını varlığıyla birbirine bağlayan orta sınıf kapitalizm tarihinde ilk kez “refah devletleri” yıllarında bu ölçüde zenginleşmiş ve yaygınlaşmıştır. “Tüketim toplumu” ilk kez bu dönemde yaygınlık ve istikrar kazanmıştır.

Kapitalist düzenin öbür yüzü olan üçüncü dünya ülkeleri anayurtlardakinden çok farklı bir tablo sergiliyorlardı. Üçüncü dünya ülkeleri “Soğuk Savaş” yıllarında başlıca üç grupta kümelenmişlerdi: Sosyalist ya da sosyalizmin inşasına yönelen ülkeler; emperyalizme karşı olup sosyalist sistemle mesafeli ilişki içinde olan Hindistan ve Mısır’ın başını çektiği “Bağlantısızlar Blok”u ve yeni sömürgeciliğin pençesinde inleyen üçüncü dünya ülkeleri. Sonuncuların Soğuk Savaş yıllarındaki yaşamlarından Amerika destekli askeri darbeler eksik olmamıştır. Türkiye dahil pek çok Latin Amerika ve Orta Afrika ülkesi böyle darbelerle haşır neşir yaşamışlardır. Kapitalist dünyanın merkezlerinde demokrasi ve zenginlik ışıltılı bir vitrin gibi bütün çekiciliğiyle var olurken; yeni sömürge üçüncü dünya ülkelerinde faşizm halkların ensesinde Demokles’in Kılıcı gibi sürekli sallanmıştır. Sadece sallanmakla kalmamış, sık sık katliamlar yaratmıştır.

En ünlüleri 1966 yılında Endonezya Komünist Partisi’nin bir milyon üyesinin bir kaç haftada katledilmesidir. Şili, Arjantin darbeleri on binlerce devrimciyi yok etmiştir. Demokrasi kapitalist anayurtlar içindi, üçüncü dünya bu demokratik refahın faturasını ödemekle yükümlüydü.

Sonuç olarak, kapitalizm demokrasi ilişkisinin ikinci döneminde Batı ülkeleri göz alıcı demokrasi örnekleri verirken, kapitalizmin cehennem yüzü olan pek çok üçüncü dünya ülkesi uzun yıllar faşizmle yaşamışlardır. Gladio’ların pervasızca cirit attığı bu ülkelerde demokrasi adeta bir fanteziydi. Sınıflar mücadelesinin her yükselişinde katliamlar yaşanıyordu. Kapitalizmle demokrasinin ilişkisinin ne kadar kırılgan olduğunun kanıtı bu dönemde üçüncü dünya ülkelerinde yaşanan askeri darbelerdir. Askeri darbelere gerekçenin genellikle “komünizm tehdidi” olması gerçekliği değiştirmiyordu.

Demokrasi Modelleri

Tekelci kapitalizmin demokrasi ile ilişkisinin günümüzdeki durumuna geçmeden, kapitalizmin demokrasiyle arasının iyi olduğu tarihsel dönemlerde ortaya çıkan modellere değinmek gerekiyor. Bu dönemin kapitalist merkezlerde İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllar olduğunu söylemiştik.

Bu yıllara iki büyük tarihsel gelişimin içinden geçilerek gelinmiştir. Uzun faşizm yılları ve sosyalizmin ütopya olmaktan çıkıp yeryüzüne inmesidir. Klasik adlandırılmasıyla “Batı demokrasileri” bu dönemin ürünüdür. Hiç şüphesiz her birinin ardında kendi ülke orijinalliğinin izleri vardır, ancak 50’ler sonrası aynı zamanda burjuva demokrasilerinin bir standarda ulaştığı ve dünya için model gösterildiği yıllardır. Burjuva devrimlerinden hemen sonra yaşanan burjuvazi ve toprak sahiplerinin egemenlik kavgası, bunun arasına büyük dalgalar halinde işçi sınıfı ayaklanmalarının girdiği dönem artık bir sonuca ulaşmıştır. Kapitalist merkezlerde tekelci finans kapital egemenliği kurulmuş ve işçi sınıf ile “büyük” ve “tarihsel uzlaşma” inşa edilmiş; Burjuva demokrasileri artık “istikrarlı” hale gelmiştir. Sermayenin “güven” ve “istikrar” istediğine dair ortalıkta yıllardır dolaşan bir söylenti vardır. Sanki son üç yüz yılda bütün savaşları kendisi çıkartmamış gibi! Büyük savaşlardan devrimler çıka geldiği için kapitalizm “istikrarsızlıktan” bu anlamda korkmaya başlamıştır.

Sorun sermaye egemenliğinin korunmasındadır; “istikrar” bu yönde bir rol oynuyorsa anlamlıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarda kapitalizm açısından sorun büyük ölçüde değişmişti. Kapitalist merkezlerde egemen zümre, çok küçük bir azınlık olan finans kapitalken, bunu bütün vatandaşların egemenliği olarak göstermek, sosyalist sistemin de olduğu bir dünyada yepyeni araç ve uygulamalar gerektiriyordu. Genel oy hakkı bunların içinde en önemlisi, ancak en basitiydi. Sadece bu aracın egemenliğin devamını teminat altına almayacağı gibi, serbest rekabetçi kapitalizm günlerindeki liberal burjuva korkuların yeniden hortlaması için çok uygun koşullar vardı.

Tekelci finans kapital egemenliğinin garanti altına alınması ve bunun için geniş kitlelerde bir onay-rıza yaratılması “Batı demokrasileri”nin 1950’ler sonrası temel sorunuydu. Devletin zoru ile, yani ordu, güvenlik ve Gladio güçleriyle egemenliğin teminat altına alınması dışında araçlar gerekiyordu. Bunlar iki ana bölüme ayrılabilir. Demokrasi ve yönetim biçimleri; bunların yanında rıza yaratımında büyük öneme sahip eğitim, medya, tüketim imkanları inşa edilmeliydi. Konumuz açısından eğitim, medya ve tüketim kültürü gibi rıza yaratma araçlarını irdelemeyeceğiz. Demokrasi ve yönetim biçimlerini, siyasal egemenliğin kurulma ve sürdürülme yollarını gözden geçireceğiz.

Burjuva demokrasisi seçme ve seçilme hakkı, özgür seçimler, örgütlenme ve ifade özgürlüğü gibi temel konuları kapsar. Ve onun en büyük illüzyonu mülkiyet hakkı ve “kanun önünde eşitliktir!” Devlet zoru, rıza yaratma ve sürdürme araçları, mülkiyet ve eşitlik illüzyonları siyasal sistemi çevreleyen bir fanustur. Siyasal sistem bu fanus içinde devinir durur.

Buradan demokrasi biçimlerine gelelim. Bu konuda her ülkenin kendine özgü yanları vardır. Bu özgünlük tarihlerinden ve özellikle sınıflar mücadelesi yıllarından gelir. Örneğin; demokrasinin beşiği olarak görülen İngiltere’deki demokrasi modelinin ardında 1200’lü yıllarda ilan edilen Magna Carta, 1400’lü yılların ikinci yarısını kapsayan Güller Savaşı ve 1650’de patlak veren burjuva devrimi, ayrıca 1850’lerde yükselen Chartist işçi hareketi vardır.
Özgürlük Heykeli’yle ünlü Amerikan demokrasisinin ardında ise 1750’lerdi Bağımsızlık Savaşı, 1860’lardaki Güney-Kuzey Savaşı, göç ülkesi olduğu için tarihinin çok genç ve aristokrat sınıflarının olmayışı vardır. Fakat bu iki ünlü demokrasinin aynı zamanda dünyanın en büyük emperyalist ülkeleri olduğu da hiç akıldan çıkartılmamalıdır.

Bütün kapitalist merkezleri kapsayan soyut bir demokrasi modeli yoktur. Demokrasi tarihinin gelişimi içinde, biraz da zorlamayla, iki demokrasi modelinden söz edilebilir. Birisi, İngiltere’nin temsil ettiği “çoğunlukçu demokrasi” veya özgün adıyla “Westminster modeli demokrasi”dir. Diğeri “oydaşmacı-uzlaşmacı” veya “çoğulcu demokrasi” modelidir. Bunun da saf denebilecek örneği İsviçre’dir. (6)

Yazar “çoğunlukçu demokrasiler”e örnek olarak İngiltere, Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda, İsveç, Yunanistan, Portekiz gibi ülkeleri göstermektedir. “Çoğulcu demokrasiler”e örnek olarak ise İsviçre, Belçika, İspanya, Hindistan gibi ülkeleri göstermektedir. Bir de “melez” “yarı çoğulcu demokrasiler” olarak ABD, Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Avusturya gibi ülkeleri saymaktadır. (a.y s.83)

Çoğunlukçu demokrasiler”in bir kaç temel özelliği vardır. Siyasal irade ve yönetim çoğunluk tarafından belirlenir. Güçlü bir yürütme ve hükümet vardır. Genellikle hükümet iki parti arasında el değiştirir. İngiltere örneğinde ise, yazılı bir anayasa olmadığı için çoğunluğun aldığı kararların bir denetleyicisi ve sınırı yoktur. Parlamento çoğunluğunun aldığı karar tartışılmazdır ve itiraz edilecek başka bir kurum yoktur. Yılların siyasal deneyleri ve gelenekleri İngiltere’de demokrasinin ikide bir yolundan çıkmasını engellemiştir. Bir denetleme kurumu olarak daha yakın zamanda, 2009 yılında, AB nedeniyle Birleşik Krallık Yüksek Mahkemesi kurulmuş, kanunları Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne göre denetleme yetkisiyle donatılmıştır.

Demokrasilerde iktidar sandıktan çıktığı için seçim sistemi düzenin en hassas noktasıdır. İngiltere örneğinde olduğu gibi genellikle “çoğunlukçu demokrasiler”de “dar bölge çoğunluk” sistemi vardır. Başka bir tanımlamayla “gayri-nispi seçim sistemleri”yle siyasal iktidarlar şekillenir. Bu seçim sisteminde büyük partiler avantajlıdır, küçüklerin temsil hakkı büyük ölçüde sınırlıdır. Örneğin; İşçi Partisi 2005 seçimlerinde %35 oyla, meclisteki 646 sandalyeden 355’ini almıştır. Ülkede oy oranı % 35 iken mecliste temsil oranı % 54 olmuştur. Seçim barajı olmamasına rağmen “dar bölge sistemi”yle küçük partiler siyasal arena dışına itilirler.

“Westminster modeli”nde siyasal iktidar o kadar güçlü bir hükümet elinde toplanır ki, “eski bakanlardan Lord Hailsham (1978) İngiliz yönetim sistemini ‘seçimli diktatörlük’ olarak tanımlamaktadır.” (a.y. s.29)

Oydaşmacı veya çoğulcu demokrasiler”de kararlar basit çoğunlukla alınmaz genellikle uzlaşma yolları aranır. Yürütme gücü genellikle geniş koalisyon hükümetlerinden oluşur. Çok partili aktif bir siyasal sistem vardır. Seçim sistemi genellikle nispi temsil sistemine dayandığı için parlamentoda siyasal güçlerin temsili daha iyidir. Genellikle katı bir anayasal yapı vardır. Kararların denetimi bu mekanizmalarla yapılır. Bu demokrasi modeli İsviçre ve Belçika’da temsil edilir. Oydaşmacı model genellikle dil, etnik farklılıkların sürekli var olduğu ülkelerde bu varoluşların bir uzlaşmasını sağlamak için ortaya çıkmıştır.
Bu iki demokrasi modeli katı kalıplarla birbirinden ayrılmaz, arada pek çok “melez” modeller de vardır. Her ülkenin demokrasi modeli kendi tarihi ve sosyal yapısıyla belirlenir. Modeller toplumlara sonradan giydirilen elbiseler değildir.

Bu iki demokrasi modelinin detaylarına girmek çok anlamlı değildir. Fakat iki yönden karşılaştırma yapmak yararlı olabilir. Birisi, siyasal güçlerin sistem içinde temsil durumları; diğeri ise, yasama-yürütme ilişkisinde yürütmenin sistemdeki ağırlığıdır.

Arend Lijphart demokrasilerde temsil durumunu “seçimlerdeki ortalama orantısızlık derecesi” ile tanımlamaktadır. Buna göre “orantısızlık derecesi” arttıkça seçimlerde temsil kötüleşmektedir:

Orantısızlık dereceleri seçim sistemleri
Hollanda 1.21 nispi temsil
İsviçre 2.55 nispi temsil
Almanya 2.67 nispi temsil
Belçika 3.35 nispi temsil
İtalya 3.61 nispi temsil
Japonya 7.00 nispi çoğunluk-nispi temsil
İspanya 7.28 nispi temsil
Yunanistan 7.88 nispi temsil
İngiltere 11.70 nispi çoğunluk
ABD 14.28 nispi çoğunluk
Fransa 20.88 karma

(a.y. s.195)

Nispi temsil siyasal güçlerin parlamentodaki dağılımı için daha “orantılı” sonuçlar yaratıyor. 1960 sonrası Türkiye’deki seçim sistemi de bu nitelikteydi. O nedenle cumhuriyet tarihinde ilk kez 1965 seçimlerinde TİP’li on beş vekil parlamentoya girebildi. Düzenin tepkisi gecikmedi, seçim kanunu değiştirildi; 1969 seçimlerinde oy miktarında önemli bir değişim olmamasına rağmen TİP’in vekil sayısı ikiye indi.

Batı demokrasilerine baktığımızda genellikle burjuva devrimlerinin şöhretinden dolayı demokrasinin beşiği olarak görülen ülkelerde: İngiltere, Fransa ve Amerika’da temsilde orantısızlık, Hollanda ve İsviçre’ye göre çok büyüktür. Ortalama olarak ele alırsak son üç ülkedeki orantısızlık ilk üçünden yedi kat fazladır. İngiltere, Amerika ve Fransa’da siyasal temsil diğerlerine göre oldukça kötüdür. Bu ülkelerde genellikle iki partili sistem ve tek parti iktidarı işler.

Diğer karşılaştırmaya gelirsek; yasama-yürütme ilişkisinde yürütmenin üstünlüğü konusundaki sıralama şöyledir:

Yürütme Ortalama
üstünlük endeksi hükümet ömrü endeksi
İsviçre 1.00 12.51
İtalya 1.49 1.49
Belçika 2.57 2.57
Hollanda 2.91 2.91
Japonya 3.37 3.37
Almanya 3.80 3.80
ABD 4.00 7.05
Yunanistan 4.45 4.45
Fransa 8.00 3.22
İngiltere 8.12 8.12
İspanya 8.26 8.26

(a.y. s.162)

Burada bizde son yıllarda yapılan “başkanlık sistemi” tartışmasına da değinmek gerekiyor. Başkanlık sistemi tartışmaları bizde neredeyse sınırsız yürütme yetkisini elinde tutacak bir başkan olarak tasarlanıyor. İktidar partisinin bunun için denemediği yol kalmadı. Ancak dünya deneylerine bakınca başkanlık denince otomatik olarak yürütmenin artan üstünlüğü sonucu çıkmıyor. Tabloda parlamenter sistemle yönetilmelerine rağmen yürütme İngiltere ve İspanya’da diğerlerine göre daha güçlüdür. ABD yürütme gücü endeksinde Batı ülkeleri içinde orta seviyelerdedir. Fransa “yarı başkanlık” sistemine sahip olmasına rağmen ABD’den daha güçlü bir yürütme yapısına sahiptir.

Batı demokrasileri belli bir seviyeye ya da deyim uygunsa bir standarda 1950’li yıllar sonrası varabildiler. Dünyaya demokrasi modeli sunan bu ülkeler 1970’li yıllara kadar kendi ülkelerinde bile toplumsal dokularında var olan yoğun bir zehirle yaşadılar. Bu zehir ırkçılıktı. Avrupa kıtasında ırkçılıktan faşizm türedi. Batı demokrasileri yirmi yıldan fazla ırkçılık ve faşizmi yaşadıktan sonra, ancak 1949 yılında Birleşmiş Milletler tarafından İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ilan edildi.

Amerika’da köleci günlerden gelen siyah ırk düşmanlığı 1960’lı yıllara kadar bütün yoğunluğuyla devam etti. Aslında hala devam ediyor. Tüm dünyada devrimci dalganın yükseldiği günlerde Amerika’da Kara Panterler Hareketi doğdu. İki önemli lideri katledilmesine rağmen hareket büyük başarı kazandı. Bu zehirler belli ölçüde aktıktan sonra Batı demokrasilerinin belli bir seviye yakaladıkları söylenebilir. Merkezlerde demokrasi vitrini böylece biraz daha parlatılmış oluyordu.

Sosyalist sistemin varlığı İkinci Dünya savaşı sonrası kapitalizmin demokrasi sorununu iki yönden etkiledi. Kapitalist merkezlerde demokrasi belli bir nitelik kazandı. Bu demokrasilerde her kazanılan hakkın arkasında uzun mücadele yılları olduğu hiç unutulmamalıdır. Sosyalizmin varlığı merkez ülkelerde hem yaşam seviyesi hem siyasal haklar açısından önemli bir basınç yarattı. Ancak “komünizm tehdidi” sol partiler üzerinde büyük baskılar kurulması sonucunu doğurdu; fakat öte yandan çalışanların yaşam koşullarının yükseltilmesini kaçınılmaz hale getirdi.
Bu durum resmin merkez ülkeler tarafıydı. Üçüncü dünya ülkelerinde ise sosyalist sistemin varlığı emperyalizmi sık sık faşist askeri darbeleri uygulamaya itti.

Bu nedenle Batı demokrasileri veya genel olarak demokrasi konu olunca sürekli “çifte standart” kavramıyla birlikte anılır. Bu “çifte standart” hala artarak devam ediyor.

Küreselleşme günlerine gelmeden Batı demokrasi modelleri tartışmasını sonuçlandıralım. Modeller ne olursa olsun temel konu egemenlik ve rıza yaratma mekanizmalarının yaratılmasıdır. Çoğunlukçu veya çoğulcu demokrasiler, başkanlık sistemi veya parlamenter sistem; öte yandan güçler ayrılığı ilkeleri belli farklılıklar taşımalarına rağmen sonuç olarak bir küçük azınlık olan finans kapital zümresinin egemenlik biçimlerini teminat altına alır. Hepsinin arkasında o ülkedeki toplumsal yapı ve sınıflar mücadelesi dersleri vardır.

Neoliberalizm ve Demokrasi İlişkisi

Kapitalizm ve demokrasi ilişkisi Katolik nikahı gibi olmadığı için oldukça değişkendir. 1970’li yılların ortalarından itibaren kapitalizm Keynesçi refah devletleri dönemini geride bırakarak yeni bir ekonomik, sosyal ve siyasal modele yöneliyordu. Bunun Batı ülkelerindeki somut karşılığı başlıca iki yönden oldu. Yaşam seviyelerinin düşmesi ve örgütlenme haklarına yoğun saldırılar başladı. Bu konuda liderliği İngiltere’de Thatcher ve Amerika’da Reagan yaptı. Neoliberalizmin üçüncü dünya ülkelerinde uygulanması ise genellikle askeri darbelerle mümkün oldu. Şili, Arjantin ve Türkiye en bilinen örneklerdir.

Neoliberalizmin tüm dünyaya yaygınlaşması ve uygulama derinliğinin artması Berlin Duvarı’nın yıkılışından sonra gerçekleşti. Kapitalizmin ideologları “özgür dünyanın” zaferiyle coşup, liberal demokrasiyi “tarihin sonu” ilan ederken büyük yanılgılarını çok geçmeden anladılar. “Tarihin sonunu” yazan Fukuyama en son “Political Order ve Political Decay” kitabını yazmak zorunda kaldı. Doğru olan buydu, son yirmi yıldır yaşanan, liberal demokrasilerin yozlaşması ve çöküşüydü.

Demokrasi Berlin Duvarı’nın yıkılışından sonra hızla çekiciliğini kaybetti. Küreselleşmenin özelleştirmeler ve sıcak para ile yaygınlaştırdığı soygun derinleştikçe Batı demokrasilerinin 1950’li yıllar sonrası parlayan yıldızı hızla kararmaya başladı. Bu konuda parlayıp sönen alev gibi son göz kamaştırıcı dalga Doğu Avrupa ülkelerindeki “portakal devrimleri”ydi. 90’lı yılların başlarında bu ülkeler büyülenmiş gibi Batı ülkelerinin parıltılı vitrinlerine koştular, kalın vitrin camlarına çarptıklarında büyük düş kırıklığı başladı.

Neoliberalizm ve demokrasi ilişkisinde en önemli nokta refah devletleri yıllarında, sosyalist sistemin varoluşunun yarattığı basıncın da etkisiyle kırk yıla yakın süren işçi sınıfıyla yapılan büyük tarihsel uzlaşmanın yırtılmasıdır. Bu tarihsel uzlaşmanın anlamı burjuva demokrasinin sınırlarının genişletilmesiydi. Sosyal haklar, yaşam koşulları ve örgütlenme hakları açısından bu yıllarda önemli kazanımlar elde edilmişti. Thatcher ve Reagan bu uzlaşmanın yırtılmasına öncülük ettiler.

Tarihsel uzlaşmanın bozulmasıyla kapitalizmde başlıca iki yönlü gelişme hızlandı. Egemen sınıflar açısından finansın büyümesi, dolayısıyla spekülasyon ve çürümenin artması gelişmenin bir yanıdır. Özelleştirme ve kuralsızlaşmayı savunan neoliberalizmin demokrasiyle arasının iyi olmayacağı yeterince açıktır. Bunun sonucu olarak, “tarihin sonu”nun gelmesiyle birlikte refah devletlerinin alt yapısı erozyona uğrayınca kendisi de erimeye başladı. Sosyal haklar, çalışma koşulları ve örgütlenme özgürlüğü 70’li yıllarda ulaştığı en yüksek noktadan hızla aşağıya kaymaya başladı. Böylece tarihsel uzlaşma yıllarında genişleyen burjuva demokrasileri istikrarlı bir tempoyla daralmaya başladı.

Duvarın yıkılması sonrası kapitalizm büyük bir paradoksun içine yuvarlandı. Bir yandan sosyalizme karşı “özgür dünya”nın zaferi kutlanıp, demokrasi yüceltilirken; öte yandan neoliberalizmle kapitalizminin soygunu 18. yüzyılı aratmayacak ölçüde vahşileşiyor, demokrasinin normları bu soyguna dar geliyordu. Neoliberalizmin mantığı finansa uçsuz bucaksız spekülasyon özgürlüğü isterken; işgücüne neredeyse eski kölelik koşullarını dayatıyordu. Oysa işçi sınıfının ve geniş kitlelerin iki yüzyılı bulan mücadele döneminde kazandıkları artık tüm dünyada “İnsan Hakları” olarak kabul ediliyordu. Bu en meşru haklara el uzatmak örneğin 20. yüzyılın başlarındaki kadar kolay değildi. Günümüz kapitalist dünyası duvar yıkıldıktan sonraki yıllarda sürekli ayağına dolaşan bu paradoksla yürüdü.

Dünya finans kapitali bu paradoksu 2001 yılında New York’daki ikiz kulelere saldırı sonrası başlatılan “uluslararası terörizme karşı savaş” stratejisiyle aşmaya çalıştı. “Demokrasi” yerine “güvenlik” öne geçirilecekti. Bu uğurda çok şey yapıldı ancak korkunç paradoks finans kapitalin peşini bırakmadı.

Bunun siyasi tercümesi şöyle yapılabilir: Uluslararası finans kapital yeni soygun düzenini ancak demokrasilerin iyice daraltılması, savaşlar ve otoriter yönetimlerle yürütmek zorunda iken; dünyanın okyanuslar kadar geniş yoksul kitleleri her geçen gün demokrasi ve özgürlük talebiyle tüm gövdeleriyle dünya sahnesine çıkıyorlar.

90’lı yıllarla birlikte neoliberal soygun pervasızlık kazandıkça genel olarak kapitalizme ve “sandık” demokrasilerine tepkiler yükselmeye başladı. Bunları irdeleyerek kapitalizmin bu paradoksunun nereye doğru gittiğini ve yeni günlerin niteliğini yakalamaya çalışalım.

Berlin Duvarı’nın yıkıldığı yıllardan beri neoliberalizme karşı yükselen tepkileri üç dalga olarak ele almak mümkündür.

Birinci dalga, 1990’larda başlayan Irak Savaşı’na kadar yükselerek devam eden anti-küresel hareket ve yine bu kapsamda dünya sosyal formlarıdır. Neoliberal soyguna ilk çarpıcı karşı çıkış Zapatistaların Chipas’da 1994’de başlattıkları isyandır. Daha sonraları Cenova’da 1998’deki anti-küresel hareket o güne kadar en güçlü tepki olmuş, kent iki gün anti küreselcilerin işgalinde kalmıştır. Ertesi yıl 1999’da Seattle buluşması anti küresel hareketin zirvesi olmuştur. Bu yıllarda “yeni dünya düzeni”ni tartışmak için sosyal formlar örgütlenmeye başlamıştır. İlk üçü 2001, 2002, 2003 yıllarında Porto Alegre’de toplanmıştır. Irak’ın işgalinden sonra bu hareketler giderek sönümlenmiştir.

Bu yıllardaki gelişmeleri demokrasi açısından değerlendirirsek, her seferinde bir avuç finans kapitalin iktidara gelmesinden başka siyasal sonuç üretmeyen “temsili demokrasi”ye yükselen bir tepkiyi görmek mümkündür. Bu tepki özellikle Latin Amerika’da yükseliyordu. Bu kıta neoliberalizmin ilk laboratuvarıdır. Askeri darbelerle sözde demokrasilerin iç içe yaşandığı Latin Amerika’da sistem büyük ölçüde yozlaştığı için “temsili demokrasi”ye yaygın tepkiler bu kıtadan yükselmiştir. Bu yolda kıpırdanışların ilki 1980 yılında Brezilya İşçi Partisi’nin kurulmasıyla başlamıştır.

1989 yılında BİP’nin Porte Alegre’de iktidar olmasıyla kıtada yeni bir mücadele örneği gündeme giriyordu. “Katılımcı bütçe” çalışmalarıyla ünlenen Porto Alegre o dönemin dünya sosyal formlarına ev sahipliği yaptı, özellikle Latin Amerika’da çürüyen “temsili demokrasi”ye karşı yeni bir başlangıcın öncülüğünü yapıyordu.

Porto Alegre, Brezilya’nın güneyinde 4 milyonluk bir kenttir. Katılımcı bütçe ile sembolize olan bu deney 2004 yılına kadar sürmüştür. 16 bölgeden oluşan kentte her bölge halkın katılımıyla kendi önceliklerini ve bütçesini belirliyordu. Dünyada büyük yankı uyandıran bu uygulama on beş yıl sürdü. Brezilya İşçi Partisi içinden de tam bir destek görmediği için 2002’de Lula başkan seçilmesine rağmen fazla yaşayamadı.

Katılımcı bütçe hareketinin sönümlenmesini Hilary Wainwright başlıca üç nedene bağlıyor. İlki, gerek partide gerek sivil hareketlerdeki lider kadroların hükümet içine çekilmesiyle partinin, otonom toplulukların ve sivil örgütlenmelerin zayıflamasıdır. İkincisi, katılımcı bütçe sürecinin kendisiyle ilgilidir. Katılımın gittikçe artmasına, özellikle yoksul halk, kadın ve siyahların kendine güvenlerinin ve örgütlenme kapasitelerinin yükselmesine rağmen bir noktadan ve pragmatik talep önceliklerinin belirlenmesinden öteye gidilemedi. Böylece katılımcı bütçe stratejik hedeflerden koptu. Üçüncüsü, eşitlik, demokrasi ve halk etkinliğinin belli standartları üzerine kararlılık yokluğudur. Bu, topluluk örgütlenmeleri için kaynakların merkezi biçimden çıkarılması sürecine, topluluk yönetimlerinin neoliberal yoldan müdahalelerine karşı Parti’nin liderlik edişinin kırılgan oluşu anlamına geliyordu. Onların hedefi genellikle özelleştirme yönündeydi. (7)

Katılımcı bütçe deneyi dünyanın neoliberal sermaye birikim sürecine girdiği günlerde çok önemli bir tepki olarak sembolleşti. Elbette hem bu yolda deney eksikliği, hem de bizzat uygulamayı yapan Brezilya İşçi Partisi’nin bu konuda açık bir düşünceye sahip olmayışı bu girişimi bir başka seviyeye taşıma imkanına varmadan sönümlenmesi sonucunu getirdi.

Daha sonraki deneylerin de gösterdiği gibi böyle girişimlerde iki olgu büyük önem taşıyor. Kitlelerin bilinçli katılımını sağlamak ve siyasal liderliğin açık bir programla kararlı bir tavra sahip olmasıdır.

Katılımcı bütçe uygulaması seçilmiş temsilcilerin keyfine kalan sandık demokrasilerine önemli bir tepkiydi. Kapitalist merkezler, sosyalizmin yıkıntılarının yanında poz verip, kendi demokrasilerini tek örnek olarak yüceltirken; büyük anti küresel hareketler ve Porto Alegre deneyi bu oyuna bir meydan okumaydı. Sosyalist sistemin yıkılışıyla itibar kazanması beklenen Batı demokrasileri tam tersine duvarın yıkılışının üzerinden beş altı yıl geçmeden hızla bir itibar kaybına uğruyordu. Tüm bunlar sosyalist sistemin yıkılışıyla başlayan dönemde yeni eşiğe gelindiğinin ilk önemli işaretleriydi.

İkinci dalga, neoliberalizme ve yozlaşan temsili demokrasilere çok güçlü tepkilerin yükseldiği bir dönemi temsil eder. Bu güçlü dalganın yaşandığı yer Latin Amerika kıtasıdır. Kısaca hatırlayalım: 1998’de Chavez Venezüella’da seçimle iktidara gelir. Kendisine yapılan darbeye rağmen 2002’de yeniden seçilir, böylece dünya ilk kez “21. yüzyıl sosyalizmi” kavramıyla tanışır. 2001 yılı sonunda Arjantin’de bir yılı bulan ayaklanma başlar. 2002’de Brezilya İşçi Partisi lideri Lula başkan seçilir. 2005 sonunda Bolivya’da Evo Morales iktidara gelir. Yerli halkların öncülük ettiği Bolivya devrimi başlamıştır. 2006 yılında Ekvador’da uzun kriz yıllarından sonra Correa başkan seçilir. Darbe girişimleriyle sürekli boğuşmak zorunda kalsa da hala iktidardadır. Sembolik bir önem taşıyan Tupamaro gerillası Jose Mujica’nın 2005’de tarım bakanı, ardında 2010-2015 arası Uruguay devlet başkanı olmasından da söz etmek gerekir. “Pepe Mujica” bu yıllarda Latin dünyasının sevgilisi olmayı başarmıştır.

İkinci dalga klasik pencereden olaylara bakılırsa çok şaşırtıcı gelişmelerle yüklüdür. Sosyalist liderler ve partileri yıpranan temsili demokrasinin bizzat kendi mekanizmaları ile iktidara geldiler. Beğenmediğimiz “sandık” işe yaramaya mı başladı? Elbette hiç bir ülkede ne seçimler, ne de sonrası sakin geçmedi. İktidar siyasi olarak ezilen hakların eline geçince egemen sınıflar darbe dahil her türlü engelleme yolunu denediler. Söz etmenin tam yeridir, bizde de 7 Haziran seçimleri sonrası tam da böyle bir niteliğe sahiptir.

Bu gelişmeler çok önemlidir. Burjuva demokrasisinin finans kapital egemenliğini sürekli teminat altına almak için sahip olduğu zor mekanizmaları ve rıza üretme araçları eskisi kadar “sağlıklı” işlemeyince araya beklenmedik gelişmeler girebiliyor. Önceleri özellikle üçüncü dünya ülkelerinde ezilenlerden yana her türlü gelişme “komünizm tehdidi” olarak büyük gürültülerle yansıtılır ve ardından askeri darbeler gelirdi. Sosyalizmin yıkılışıyla kapitalizm açısından büyük bir stratejik boşluk ortaya çıktı. Hem demokrasiyi yüceltmek, hem de onun sonuçlarını askeri darbelerle yok etmek 21. yüzyılda kolay uygulanır taktikler olmaktan çıkmıştır. Bugün burjuva demokrasileri egemen sınıfların aleyhine sonuçlar doğurma potansiyeline sahiptir.

Böylece biraz sancılı da olsa evrimsel bir geçişle burjuva demokrasilerinin halk demokrasilerine dönüşebileceği beklentileri ortaya çıkabilir. Olaylar bunun tersini kanıtlıyor. Sandıktan sosyalistler çıktıktan sonra dişe diş bir mücadele devam ediyor. Şu anda Latin dünyası böyle örneklerle doludur!

İkinci dalgaya damgasını vuran gelişmeler şüphesiz ki, “ikili iktidarlar” ve “katılımcı demokrasi” olgularıdır. Seçimi kazanmakla ülkedeki egemenlik sistemi esas olarak değişmiyor, eski düzenin ve henüz tümüyle şekillenmemiş yeni düzenin kıran kırana mücadelesi başka bir seviye kazanıyor. Latin Amerika’da Venezüella, Bolivya ve Ekvador’da tam da bu yaşanmaktadır.

“Katılımcı demokrasi” Venezüella’da “Bolivar devrimi” sonrası halkların gündemine güçlü bir şekilde girdi. “Bolivar çemberleri”, “misyonlar” ve “komünal konseyler” halkın temsili demokrasiden koparak doğrudan demokrasi yönünde ilerleyişinin çeşitli yollarıdır.

“Temsil” sisteminin iflasını en iyi Arjantin ayaklanması ortaya koydu. “Arjantin halkı, mahallerinde ve topluluklarında onları temsil iddiasında olanların egemenliğinden uzun bir tarihsel dönem çok çekmiştir. Özellikle punteros (liderlere), mahalli parti bürokratlarına ve yalakalarına güvene dayanan ‘temsilcilik’ kavramı, Peronizm koşullarında en göze batar durumdaydı. Yeni otonom sosyal hareketler politikanın bu biçiminden bilinçli bir kopmadır. Onlar kulluk sisteminin hiyerarşik içeriğini reddettiler ve onun yerine doğrudan demokrasiyi koydular.” (8)

Latin Amerika’da yozlaşmış “temsili demokrasi”den kopma o ölçüde radikal oldu ki kitleler neredeyse dillerinden “temsilci” sözcüğünü çıkarttılar. Topluluklar artık kendi adlarına “temsilci” seçmiyorlar, sadece “sözcü” seçiyorlar. Onlar her an değiştirilebiliyor, sözcülükten öteye bir yetkiye de sahip olamıyorlar.

Katılımcı demokrasi kararların geniş katılımlarla aşağıdan yukarıya doğru inşa edildiği bir demokrasidir. Karar almada yavaşlık, katılımların disiplinli olmaması, konularla ilgili bilgilendirmenin yeterli olmaması gibi yönlerden önemli sorunları vardır. “Katılım” kendi başına bir sihirli değnek değildir; üstelik bu uygulamalar tarihte ilk de değildirler. Diğer örnekler kendi koşullarında uygulandı ve tarihe dersler bıraktı.

Önceki örneklerdeki iki temel özellik bugünden farklıdır. Burjuva devrimleri ve ardından gelen proletarya devrimleri döneminde, burjuva demokrasileri bir istikrara varmamış, yetkin olmayan örneklerdi. Öte yandan, kapitalizmin gelişimi devam ettiği için tarihsel olarak yeterince yıpranmamışlardı. Günümüzde burjuva demokrasileri iki yüzyıllık geçmişleri ve hepsinden önemlisi son altmış yıldır belli bir seviyeye varıp, deyim uygunsa olgunlaşmadan çürümeye geçişleriyle tarihsel ömürlerinin sonuna yaklaştıklarının tüm işaretlerini veriyorlar.
Bugün yaşanan katılımcı demokrasi pratikleri bu çürümeye somut tepkilerdir; bir anlamda bu çürümenin ürünleridir.

Üçüncü dalga, aslında nitelik olarak ikincinin devamıdır. Onun ayırıcı özelliği neoliberalizme tepkilere Ortadoğu’nun ve Avrupa’nın güneyinin katılmasıdır. Tunus ve Mısır’daki isyanlar, özellikle Tahrir Meydanı’ndaki isyan insanlığın mücadele tarihinde unutulmayacak bir yere sahip olacaktır. Bahreyn, Yemen ve Sudan’daki isyanlar da unutulmamalıdır. Occupy Wallstreet tüm dünyaya hızla yayılması ve finans kapitali ve spekülasyonu hedef almasıyla önemlidir. İspanya, Portekiz, İzlanda, Yunanistan’daki olaylar neoliberalizme yükselen bir tepki olmakla kalmadı ortaya Syriza gibi yeni siyasal pratikler de çıkardı. Bu halkanın son güçlü eylemi Taksim Gezi isyanıdır.

Bu dalgada demokrasi açısından öne çıkan bir kaç ders vardır. Arap isyanları Tunus ve Mısır’da patlak verdiğinde çürümüş Ortadoğu diktatörlüklerine karşı tam bir demokrasi rüzgarı oldu. Fakat böyle devam edemedi. Batı’nın alel acele Libya’ya ve Suriye’ye müdahalesi ile demokrasi rüzgarı tam bir çöl fırtınasına dönüştü. Merkez ülkelerin demokrasi gibi bir sorunlarının olmadığı Arap isyanlarında bir kez daha kanıtlandı. Irak işgalinden beri tekrarlanan bölgeye demokrasi getirme yalanı büyüdükçe bölge cehenneme dönüştü.

Ortadoğu’da farklı bir nitelik taşıyan deney Rojava’dır. Kanton uygulamasıyla mahalli özerkliği yaşama geçirmeye çalışan Kürt Halkı, bölgede kol gezen terörün içinde çöldeki vaha gibidir.

Bir diğer tepki de önemlidir. Bu da demokratik bir ülke olan İspanya’da geniş kitlelerin Madrid’de Puerto del Sol meydanını günlerce işgal edip “demokrasi hemen şimdi” parolasını yükseltmeleridir. Bu da bir Avrupa ülkesinde temsili demokrasinin itibar yitirmesinin kanıtıydı. Bu eylemin daha güçlüsü Taksim’de yaşandığında hiçbir zaman doğru dürüst demokrasi deneyi olmayan Türkiye’de iktidar adeta çıldırıp, büyük direnişi sadece komplo teorileriyle açıklamak gibi cumhuriyetin çok eski reflekslerini göstermekten öteye gidemedi.

Syriza deneyi, demokrasinin beşiğinde Avrupa Birliği’nin nasıl bir otokrasiyle yönetildiğini ortaya koydu. Geniş kitlelerin desteğiyle iktidara gelen Syriza karşısında AB Troika’sı tehditkar ve diktatör gibi davranmıştır. Demokrasilerin toplamından meydana gelen AB, kendisinin demokrasiyle bir ilgisi olmadığını, finans kapitalin çıplak diktatörlüğü olduğunu Syriza olayıyla dünyaya göstermiş oldu.
Üçüncü dalga, neoliberalizmin paradoksunu derinleştirmiştir. Finans kapitalin pervasız soygunu artık “demokrasi” güzellemeleriyle örtülemiyor. Latin Amerika’dan yükselen dalga, Ortadoğu, Afrika’nın kuzeyini ve Avrupa’nın güneyini etkisi altına almıştır.

Sonuç

21. yüzyılda burjuva demokrasisi güçlü bir meydan okumayla karşı karşıyadır. 20.yüzyılın başında Bolşevik Devrimi yine güçlü bir meydan okuma olmuştu. Bu büyük meydan okumaya kapitalizm burjuva demokrasisini tasfiye edip faşizmi kurarak cevap vermişti. Faşizm sosyalizmin eliyle yıkıldı; ancak Sovyet deneyi “demokrasi” konusunda insanlık için çekici ve ikna edici bir deney olamadı. Sovyetler o günün dünyasında “katılımcı demokrasi” örneğiydi. Üretimden siyasal yönetime kadar sovyet tipi örgütlenmeler karar veriyordu. Seçilenlerin her an geri çağrılma hakkı vardı. Ancak zaman aktıkça Sovyetler halkın nabzının attığı siyasal kurumlar olmaktan çıkıp parti bürokratlarının ruhsuz kurumları haline geldi.

21. yüzyıldaki katılımcı demokrasi deneyi sadece burjuva demokrasilerine değil ruhunu yitiren Sovyet deneyine de bir tepkidir. Arkasında böylesine uzun tarihsel deneylere dayanan günümüz katılımcı demokrasi pratiklerinin önceki hatalara düşmemesi beklenir. Fakat katılımcı demokrasinin çeşitli siyasal kararlarla yukarıdan kurulamayacağı biliniyor.

Çürümeye yüz tutan temsili demokrasi bir kaç egemenin keyfi isteği olarak ortaya çıkmamıştır. Toplumsal yapı ve yaşam karmaşıklaştıkça ve nicelik olarak büyüdükçe “temsil” sistemi kaçınılmaz hale gelmiştir. Sorun tek başına “temsil” sisteminde, büyüyen nicelikte değildir. “Temsil”in arkasında kutsal özel mülkiyet, egemenlerin siyasal iktidarı olunca, ulaşılmaz hale geldiler.

Sovyet deneyinde ise halkların iktidarı genişletilmek yerine parti ve devlet kurumlarına daraltılınca kitleler kendi iktidarlarına yabancılaştılar.

Bugün katılımcı demokrasi filizleri şüphesiz ki benzer risklerle yüz yüzedirler. Yoksa katılımcı demokrasinin zorluğu sadece niceliksel büyüklüğün yarattığı teknik sorunlarda değildir. Tam tersine bugün iletişim teknolojilerinin geliştiği seviye bu tür teknik sorunları rahatlıkla çözümleyebilir.
Sorun siyasidir. 20. yüzyılın başlarındaki devrimlerde iktidar ve halk demokrasisi sorunu en kaba haliyle iki biçimde kendini ortaya koydu. Birisi Sovyet iktidarı deneyi; bu deneyin bir bozulmaya gittiğini düşünen Rosa Luxenburg’un kendiliğinden hareketlere vurgusudur. Tarihsel olaylar bize iki bakış açısından da çıkartılacak önemli dersler bıraktı.

21. yüzyılın başında yaşanan Arjantin ayaklanması merkezi iktidarı reddeden, yatay örgütlenmeleri öne çıkartan tutumuyla özgün bir deney oldu. Onu önceki yüzyılın anarşizmiyle aynılaştırmak hata olur. Merkezi örgütlenme ve iktidarların yarattığı büyük düş kırıklıklarının ortaya çıkardığı bir tepkisel bilinçle yeni yol arayışlarını temsil ediyordu. Venezüella ve Bolivya deneyleri ise 21. yüzyıla özgü ikili iktidar deneylerini yarattı. Onları Sovyet deneyi ile aynılaştırmak mümkün olmadığı gibi, neden bir türlü bütün iktidarın alınmadığı, burjuvaziye ait ne varsa tasfiye edilmediği yönünden yapılan eleştirilerin de öğretici hiçbir yanı yoktur.

Her iki deneyin çok farklı yönlerine rağmen ikisinin önemli ortak yanı katılımcı demokrasiyi öne çıkartmalarıdır. 21. yüzyılın girişinde yozlaşan sadık demokrasilerinden katılımcı demokrasi yoluna çıkış rastlantı değildir. Sosyalist sitemin yıkılışı dünya güçler dengesinde ve sosyalizm hedefinde büyük sorunlar yaratsa da bu büyük dersin içinden yeni işaretler ortaya çıkıyor. Kapitalizm ve demokrasi çifti rakipsiz kalmasına rağmen onların şenlik havasına aldırmadan çok farklı bir süreç işlemeye başladı. Kapitalizmin spekülasyona, demokrasinin sandığa indirgendiği günümüzde, doğrudan demokrasi arayışları çeşitli biçimlerde tüm dünyada yol alıyor.

Bolivya Devlet Başkan Yardımcısı Garcia Linera’nın bu gidişi yorumlayışı ile “demokrasi masalı”nı bitirelim: “21. yüzyıl, Latin Amerika olarak bizim deneylerimizle başlayan başka bir yola işaret ediyor: Devlet ve sosyal hareketler arasında, sosyalleşme ve merkezileşme arasındaki ilişkinin katılaşmış bir formüle indirgenmesi yerine, olması gereken sürekli diyalektik, sürekli gerilimdir.” (9)

Katılımcı demokrasi veya daha ileri aşaması doğrudan demokrasi, sakin bir cennet değil, sorunların iktidar ve kitleler arasındaki sürekli gerilimin yönetilmesi ile çözümlenmesidir. Her çözüm, kitlelerin deney ve bilincini yükselttiği ölçüde demokrasi sandığa hapis olmayacak, doğrudan halk inisiyatifini yetkinleştirecektir.

Dipnotlar

(1) David Graeber, The Democracy Project, 2013, s.168
(2) David Graeber, a.e. s.196
(3) Yaman Törüner, Milliyet, 12.01.2015
(4) John Keane, Sivil Toplum ve Devlet, 1993, s.153
(5) V.I. Lenin, Emperyalizm, s.19, 1979
(6) Arend Lijphart, 2012, Demokrasi Modelleri, s.26-63,
(7) Leo Panitch edit. The Question of Strategy, Socialist Register 2013, s.149
(8) Marina Sitrin, Horizontalism, 2006, s.5
(9) Mehmet Yılmazer, 21. Yüzyıl Sosyalizmine Giriş, s.151