“YENİDEN YAPILANMA” CUMHURİYET TARİHİNDE YENİ BİR DÖNÜM NOKTASI – Mehmet Yılmazer
Yol, Şubat 2000, Sayı 7
Giriş
Yeni bir yüzyıla giriyoruz. Kapanan yüzyılın başlarında emperyalist devletler, o günkü deyimiyle “Düvel-i Muazzama” tarafından Osmanlı İmparatorluğu’nun alınyazısı çiziliyordu. Dünya ilk büyük emperyalist savaşın eşiğindeydi. Emperyalizm kendi çıkarları doğrultusunda dünyaya yeni bir şekil verecekti. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, kendinden önceki tarihsel süreçle büyük ve keskin bir kopuş yaşanmıştır. I. Emperyalist Savaş, önceki döneme damgasını vuran büyük İmparatorlukların çöküşünü getirdi. Alman İmparatorluğu, bir dönem Avrupası’na hükmetmiş Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Batı’nın sürekli korkulu rüyası olmuş Rus Çarlığı ve Avrupa dengelerinde bir dönem tartışılmaz söz sahibi Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı ile tarih olmuştur. O dönemin dengelerinde Berlin-Viyana ve Londra-Paris eksenleri arasında yıllarca mekik dokuyan Osmanlı İmparatorluğu parçalanmaktan kurtulamamıştır. Bu dansı en iyi ve en ince şekilde otuz yıl Abdülhamit sürdürmüştür. Ancak manevra alanı daraldıkça “taraf” olmak kaçınılmazdı. “Kızıl Sultan’ı” tasfiye eden İttihat-Terakki kendi ölümünü hazırlayan Berlin-Viyana eksenine kilitlenince imparatorluğun sonu gelmiş oldu.
21. yüzyıla girerken emperyalizm dünyaya yeni bir şekil verme mücadelesindedir. Ve tarih sanki tekrar ediyor. Yeni bir yüzyılın başında bu kez Cumhuriyet’in alın yazısı yeniden çiziliyor. Şimdilik ortada kanlı bir paylaşım savaşı yok. Ancak yine çeşitli eksenler var. Türkiye ABD-İsrail eksenine oturmakla “rahata” kavuşmadı. Tam tersine öyle bir bölgede bulunuyor ve öyle bir tarihsel dönemden geçiliyor ki, kolay kolay rahat yüzü görmeyecektir. Dünya emperyalist merkezler tarafından yeniden paylaşılırken bu paylaşım henüz bölgesel savaşlar seviyesinde kalmakladır. Üstelik bu paylaşım, eğer söylenenlere inanacak olursak, hiç de kanlı bir yüze sahip değildir. Yeniden paylaşımın parolası “İnsan hakları ve demokrasidir. İnsanlığın tarih bilinci olmasa bu güzel rüyaya inanmamak mümkün değil.
Avrupa Birliği’ne (AB) adaylık sanki II. Meşrutiyet şenlikleri gibi kutlandı. Egemenler sevinçli. Nihayet Avrupa kâbesine kabul edilme olasılığı arttı. Halklarımız da sevinçli, eninde sonunda bu topraklara Avrupa sayesinde “demokrasi” gelecektir! Bu nedenle çoktandır temposu düşen “değişim” söylentileri yeniden ortalığı kapladı. Bilindiği gibi “değişim” ya da “devletin yeniden yapılanması” kavramı Özal’la başlayan dönemden sonra sık sık gündeme geldi. Bu herkesin kendine göre yorumladığı tılsımlı sözcük pratikte bir karşılık bulmadı. Daha doğrusu Türk devlet ve toplum yapısı Eylül sonrası, özellikle Kürt Ulusal Mücadelesi gündeme girdikten sonra oldukça değişti. Devlet çeteleşti. Ekonomi rantiyeleşti. Toplumda belirgin bir çürüme yaşandı. Devlet eliyle azdırılan şovenizm nedeniyle halklar arasındaki duvarlar yükseldi. Herhalde sözü edilen değişim bu değildi.
Eylül sonrası gerçek değişimin ilk mimarı Özal’dır. Onun ekonomi alanında yaptığı değişimler cumhuriyetin bir dönemini noktaladı. Ancak değişim rüzgarları siyasal alana tırmanamadığı ölçüde burjuva siyaseti tıkandı, yozlaştı ve denizin bittiği noktaya gelip dayandı. Eylül sonrasının değişim söylentileri tarihine bir göz atarsak 1995 yılı beklenti ve söylentilerin en yüksek noktasıdır. Kürt Sorunu’ndan II. Cumhuriyet tartışmalarına kadar uzanan yelpazede Cem Boyner’in başını çektiği bir Demokrasi Hareketi ortaya çıkmıştı. Genç finans kapital sözcüsü oldukça radikal bir söylemle bu dönemde özel bir yer edindi. Ancak yıldız kayması gibi bu parıltılı değişim tartışmaları derin devletin kara gökyüzünde kaybolup gitti.
95’li yılların özelliği neydi? Özal, Eylül sonrası döneme önemli ölçüde damgasını vurmuştur. Ancak bu daha çok ekonomi alanında sınırlı kaldı. Siyasette liberalleşme denemeleri ise onu şüpheli bir ölüme sürükledi. Siyasi alanda iki büyük atağını dış politikayı eski dengeci ve aşırı ihtiyatlı durgunluğundan çıkarması ve Kürt Sorunu’nda “federasyonu tartışabiliriz” çıkışıyla yaptı. Öcalan’a el altından mesaj yollarken, Güney’deki Kürt liderleri ile doğrudan görüşmeler yapma cesaretini gösterdi. Devletin ağır ve hantal gelenekçi kurumları bu hızlı çıkışlara ayak uyduramamakla kalmadı; derhal karşı mekanizmalar işlemeye başladı. Körfez Savaşı’nın ilk sonuçları devlette belli bir paniğe yol açtı. Daha da kötüsü Kürt Sorunu’ndaki bu “pervasızlık” derin devletin çileden çıkmasına yetti. Gelişmelere devletin cevabı “topyekün savaş” oldu. 95 yılı topyekün savaşın sonuçlarının açıkça ortaya çıktığı bir yıldır. Devletin bütün hışmına rağmen Kürt Hareketi yenilmemiş, tersine yaygınlaşmaya ve uluslararası arenaya taşınmaya başlamıştır. Öte yandan, egemen merkez sağ siyasi ekseni erimeye başlamış, Siyasal İslam, Cumhuriyet tarihindeki en yüksek noktasına tırmanmıştır. “Topyekün savaşın” amaçlarına yeterince ulaşamaması, o güne kadar yürünen yolda bir değişim yapılması gereğini ortaya çıkarmıştır. Bu ortamda Cem Boynerler boy göstermiş; “değişim” şarkıları söylenmeye başlanmış; Sabancı bile bir Kürt raporu hazırlamaya kalkmış, ancak Türkeş tarafından “Sakıp ağa, sen politikayı kahvehane gırgırı mı sanıyorsun?” biçiminde azarlanınca köşesine çekilivermiştir.
Bu değişim rüzgarının en önemli pratik sonucu Siyasal İslam’ın iktidarın büyük ortağı olmasıdır. Çiller-Erbakan İkilisi 95’lerdeki değişim rüzgarının pratik meyvesi oldu. Neye niyet neye kısmet! Derin devlet değişimin böylesine fazla katlanamazdı. Kaçınılmaz sonuç 1997 yılı 28 Şubatı’nda bir “balans ayarı ile” çıkıp geldi. Türk iç siyasetinin eksenleri “istenmeyen” noktalara kaydığı için yapılan bu “balans ayarı” sonucunda 98 seçimlerinden bu kez bambaşka bir “değişim” tablosu ortaya çıktı. Siyasal İslam küçülürken (sağlı-sollu) milliyetçi-şovenizm çağın gidişiyle alay edercesine Türkiye’yi iki binli yıllara taşımak için öne çıktı. Türk iç siyasetinin parodilerinden biri daha yaşanıyor. Bugüne kadar “değişim” rüzgarlarına kaşlarını çatarak tepki gösteren şovenizm iktidardadır ve yeniden kabaran değişim dalgasına yön vermek gibi bir görevle yükümlüdür. AB’ye aday üyeliğin kabulü bu şovenizm kahramanlarına kısmet oldu. Bu çelişkiyi yaratan 15 yıllık savaş boyunca yürütülen derin devlet politikalarıdır. Derin devlet Kürt sorununda ve Siyasal İslam konusunda ipi sonuna kadar gerdi. Sonuç, şovenizmin iktidar olmasıydı. Ancak bu aynı zamanda yürütülen politikaların belli anlamda sonuna gelindiğini de gösteriyordu. Bundan ötesi yoktu. Daha doğrusu ötesi açık askeri diktatörlüktü. Ancak mevcut dünya dengelerinde, ayrıca iç politika dengeleri açısından bu adım kolayca atılamazdı.
Demirel’in geçenlerde açıkladığı gibi daha “28 Şubat süreci bitmemiştir”. Kürt Hareketi’nin stratejik değişikliğine AB adaylığı eklenince ortalığı yeniden değişim rüzgarları kapladı. Bir yanda, iktidarda 15 yıllık savaşın yarattığı şovenizm, derin devletin politikayı 28 Şubat ile kuşatması; öte yanda ise yeniden değişim rüzgarları… Bu garip bilmece nasıl çözülecek?
Değişim denince ister istemez Kürt Sorunu‘nda atılacak adımlar öne çıkmaktadır. PKK’nin stratejik dönüşüne devlet nasıl bir cevap verecektir? Özal’la başlayan değişim rüzgarı 92 topyekün savaşı ile kesildi. 95’lerde kabaran değişim rüzgarının pratik sonucu Erbakan-Çiller İkilisi olunca, ardından 28 Şubat balans ayarı geldi. Şimdi dünden iki önemli farklılık vardır. İlk ve en önemlisi PKK’nin girdiği stratejik dönüştür. Diğeri AB aday üyeliğidir. Bu şartlarda yeni değişim anaforundan neler çıkabileceğinin ilk önemli ipuçlarını Demirel verdi. Şükrü Elekdağ ile yaptığı röportajda bırakalım Kürt halkına belli siyasal hakların tanınmasını, Kürtçe televizyona bile karşı çıkan Demirel, AGİT belgelerine dayanarak “azınlıklara mensup kişilerin haklarının grup hakları değil, bireysel haklar olduğunu” ileri sürerek “kolektif hak ve grup hakkı”nın bulunmadığını kanıtlamaya çalışıyor. Bu gerekçelere dayanarak Demirel, “Türkçe dışında bir dilde eğitim, TV ve radyo yayını yapılması isabetli olmaz” diyor.1 Ertesi günkü yazısında Şükrü Elekdağ ise Kürtçe TV yayınının bir hak olarak tanınmasını savunuyor. Biri devletin başı, diğeri yılların kıdemli eski Washington büyükelçisi! Aynı çelişki İsmail Cem ile Ecevit’in açıklamaları arasında da vardır. Demek ki bu konularda henüz devletin “kafası karışıktır”. Değişim rüzgarını nükteli dili ile en iyi Umur Talu açıklamıştır. “12 Eylül sabahı şöyle bir formül ortaya çıktı: Piyasanın serbest olması için halkın tutuklu olması gerekir.” Yılların serbest piyasa deneyinin ardından yaygın bir rantiyeleşme ve çeteleşme ortaya çıkınca bu kez IMF reçetesi doğrultusunda: “Serbest piyasanın istikrarı için halk tutuklu, piyasa gözaltında”.2 “Gözaltıların” çoğaldığı bir ortamda değişim nasıl ve hangi yönde gerçekleşecek? Bunun için AB’nin pompaladığı yersiz umutlarla coşmadan önce bu topraklardaki “değişim tarihine” göz atmalıyız.
Osmanlı’dan Günümüze Değişimin Kısa Analizi ve Değişmeyen Alın Yazısı
Günümüzde sanki yüzyılların alın yazısı bir kez daha hükmünü sürdürüyor. Kendi iç dinamiği ile değişemeyen Türkiye bir kez daha Batı’dan demokrasi için ivme alacaktır. 19. yüzyılın ortalarından beri önce Osmanlı’yı, sonra Cumhuriyet’i “özgürlüğe” zorlayan Batı hala bu hedefine varamamış görünüyor. Soru hemen ardından geliyor. Batı neden sömürü düzenini ihraç ettiği kolaylıkta “demokratik düzenini” kendi dışındaki ülkelere bir türlü ihraç edememiştir? Sözlere inanacak olsak bu sürecin çoktan tamamlanması gerekiyordu. “Düveli Muazzama”nın gücü mü yetersizdi, yoksa bu toprakların iç dinamiği umut kırıcı ölçüde kısır ve kör müdür? Tarihi unutup, bugün kopartılan şamataya bakarak “sonunda olacak” diyebilir miyiz?
Osmanlı klasik batı feodalizmini andıran bir yola doğru yeni yeni adımlar atmaya başladığı sıralarda, Batı, kapitalizmin emperyalizm aşamasına tırmanmış, dünyayı paylaşma savaşları ve planları yapmaktaydı. Kapitalizm bir kez dünyanın bir köşesinde gelişmeye başlayınca dünyanın öbür geri parçalarındaki gelişim artık onun müdahalelerinden uzak duramazdı. Devrimlerin ve değişimlerin iç ve dış dinamikleri özellikle kapitalizm sonrası fazlasıyla iç içe girdiler. Kapitalizm ticaret yolları ile Osmanlılık’ın içlerine girdikçe beraberinde kaçınılmaz değişimleri de getirdi. “Serbest ticaret” kendine göre “özgürlük” gerektiriyordu. Oysa Osmanlılık’ta hala mutlak egemen Sultan’dı. Osmanlı’nın Batı’dan etkilenmesi onun fetih sınırlarına gelip dayanması ile başlar. Artık Osmanlı savaş tarzıyla fethedilecek toprakların sınırına gelinmiştir. Üstelik Avrupa’da çoktandır burjuva devrimleri yaşanmakta, İngiltere’den doğan kapitalizm Avrupa kıtasına yayılmaktadır. Bu koşullarda 18. yüzyılın başlarından itibaren Saray kendini değiştirme yoluna çıkar. Özellikle Fransız Burjuva Devrimi, düşünce ve pratiği ile Osmanlı’yı etkilemiştir. Bu sancılı yolculuk Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanıp yok olmasına kadar devam eder.
Osmanlı’daki değişim başlıca iki aşamaya ayrılabilir. Kabaca 18. yüzyılın başlarından Tanzimat Fermanı’na, yani 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar gelen dönem daha çok Osmanlı’nın kendi iç dinamikleri ile değişim sancılarının yaşandığı dönem olarak görülebilir. Sonrası Batı’nın dayatmalarının kesin ağırlık kazandığı dönemdir. 18. yüzyılın başlarından Tanzimat’a kadar gelen dönemde Saray yukarıdan kendini değiştirmeye, bildik deyimi ile Batılılaşmaya çalışıyordu. Ancak bir başka güç de Saray’ın mutlak yetkilerini sınırlandırmaya soyunuyordu.
Saray’ın mutlak egemenliği Osmanlılık’ın kendi iç gelişimi ile 19. yüzyıl başında ilk kez pazarlık konusu olmuş ve ortaya bir “Sened-i İttifak” çıkmıştır. 1808 tarihli Sened-i İttifak Saray’ın yetkisini artık palazlanan derebeyleri, bizdeki orijinal adı ile Ayanlar’la paylaşması anlamına geliyordu. Seksen yılı aşkın süren, Anadolu’yu kasıp kavuran Celali İsyanları’nın sonucunda 17. yüzyıldan itibaren Saray’a karşı beyler güçlerini artırmışlardır. Bizdeki en büyük ve en yaygın köylü isyanları sonunda derebeyliğin temellerini güçlendirmiştir. Ayanlar’la Saray arasındaki pazarlıklar sonucu bir “Meşveret” meclisinin toplanmasına karar verilmişse de, II. Mahmut bu girişimleri bir müddet sonra tasfiye etmiş, Sened-i İttifak kağıtta kalmıştır. Miri toprak düzenine dayanan Saray’ın mutlak egemenliği, Sened-i İttifak boşa düşse de, artık tarihsel olarak aşınma ve aşılma sürecine girmişti. Osmanlılık’ın en büyük köylü isyanları olan Celali İsyanları, miri toprak düzeninin bozulması sonucunda Saray’a yeterince gelir akmayınca, yeni düzenleme için elinden toprakları alınan irili ufaklı beylerin öncülük ettiği, köylülüğün ise bu kanlı cümbüşte “piyade” olmaktan öteye gidemediği, bütün enerjisi ve umutlarını tükettiği bir isyanlar dönemidir. Sonunda, Saray’a karşı derebeylerini güçlendirmiş, Saray’ın topraktaki mutlak mülkiyet hakkını önemli ölçüde aşındırmıştır. Ancak bu isyanlar İngiltere’de aristokrat düzeni iyice yıpratan ne Güller Savaşı’na( 1455-85) ne de 1640’lardaki Parlamento ve Kral arasındaki, Kral’ın yenilgisiyle sonuçlanacak savaşa benzer. Bizde isyanlar eninde sonunda merkezi iktidarın bir başka biçimde yeniden yaratılması sonucundan öteye gidememiştir. Celali İsyanları sonrası dönem, toprakta artık Saray’ın mutlak egemenliğinin kırılmaya başladığı bir dönemdir. 1808’deki Sened-i İttifak boşa düşse de, 1839 Tanzimat Fermanı’ndan sonra gelen 1858 Arazi Kanunnamesi’nin habercisidir. Bu kanun ile miri topraklar Ayanlar lehine özel mülke dönüştürülmüştür. Böylece Saray ve Ayanlar arasındaki gerilim ortadan kaldırılmış, merkezi iktidar yeni bir zeminde yeniden yükselmiştir.
19. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra Osmanlı’daki her değişim artık onun kendi iç gelişiminden çok dünya dengeleri tarafından yapılan dayatmaların damgasını taşır. Bir yanda altı yüz yıllık İmparatorluk’un kurum ve gelenekleri, öte yanda gittikçe gürbüzleşen modern dünyanın üretim gücü, siyasal-ideolojik etki ve baskıları arasında preslenen Osmanlı artık yeni bir tarihsel yolculuğa çıkıyordu. Hikaye biliniyor. Biz günümüz gelişmelerini de dikkate alarak bu dönemin daha çok düşünce ve siyasal mantığını irdelemeye çalışacağız. Çok gerilerde kalsa da bu mantığın hala yakamızı bırakmadığı bir gerçekliktir.
Saray’ın yetkilerini belli bir ölçüde sınırlayan ve “gayrimüslim azınlıklara” imtiyazlar tanıyan 1839 Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonraki süreç durgun Osmanlı toplum yapısında fırtınalı bir gidişin yollarını açmış oluyordu. Avrupa hemen hemen bir yüzyıldır devrimlerle ve işçi ayaklanmaları ile birlikte yaşıyordu. Osmanlı “modernleşme” yoluna çıkarken, Avrupa’da olanlardan nasıl bir ders çıkartmıştı?
Tanzimat’ın uygulayıcılarından Fuat Paşa bu mantığı oldukça veciz bir şekilde sergilemektedir: “Bir devlette iki kuvvet olur. Biri yukarıdan, biri aşağıdan gelir. Bizim memlekette yukarıdan gelen kuvvet cümlemizi eziyor. Aşağıdan ise bir kuvvet hasıl etmeye imkan yoktur. Bunun için pabuççu mustası gibi yandan bir kuvvet kullanmaya muhtacız. O kuvvetler de sefaretlerdir.”3
Türkiye’de “demokrasi” için şimdi bu “pabuççu mustası” Avrupa Birliği’dir. Önceki mustalar fazla işe yaramasa da, bugün bu “yandan tesir” yine toplumda belli beklentiler yaratmıştır. Bugünlerin irdelenmesine gelmeden, hikayemize kaldığımız yerden devam edelim. “Aşağıdan bir kuvvet” gelmemesinden yakınan bu Osmanlı paşası elbette Avrupa tarihini değilse bile Osmanlı tarihini iyi biliyordu. Osmanlı eliti gerçekten aşağıdan bir kuvveti özlemiş, istemiş midir? Şimdi Ortadoğu denilen topraklarda insanlık antik medeniyetler döneminde sınıfları tanımadan devleti ve onun silahlı gücünü tanımıştır. Sınıflar devletin kabuğu içinde, kozasını yırtıp uçamayan bir ipek böceği gibi çırpınıp, yozlaşmıştır. Bu Osmanlı için de geçerlidir. Hatta Cumhuriyet de aynı alın yazısını paylaşmıştır. Bu alın yazısının kırılmaya yüz tuttuğu yıllar 1950’ler sonrasıdır. Özellikle 60’lı yıllar ve sonrası bu yüklü tarihi mirastan kopuşma çırpınışları ile yüklü yaşanmıştır.
Osmanlı’da isyanlar o toplum yapısının mekanizmalarına göre işledi. Önce “siviller şikayet eder; sonra din adamları bu şikayete haklılık sağlar; en sonunda askerler rejimi değiştirmek için gereken gücü sunar.”4 Osmanlı “duraklamaya” başladıktan sonra böyle isyanlar artmıştır. Bunların kırlarda en ünlü ve uzun yıllar süreni Celali İsyanları, payitahtta ise sık sık patlak veren Yeniçeri İsyanları’dır. Paşa bunları aşağıdan bir kuvvet olarak algılamıyor. Haksız da sayılmaz. Çünkü Batı’daki sonuçları doğurmamışlardır. Neden?
Bu isyanlar yeni bir üretim ve toplumsal düzeninin filizlenmesinden hız alan isyanlar değil, daha çok eski düzenin bozulmasına, yozlaşmasına karşı tepkilerdir. Celali İsyanları miri toprak düzenindeki Saray aleyhine bozulmaları düzeltmek için ellerinden toprakları alınan derebeyleşmeye yüz tutmuş eski dirlikçiler tarafından güdülmüştür. Köylü uzun yıllar süren bu kanlı hesaplaşmada bir taraf değil, daha çok figürdür. Bu isyanların sonucunda Anadolu’da derebeyleşme hızlanmış, köylülerin bir bölümü ise bu kanlı cümbüşten kaçmak için ilk dağ köylerini kurmak zorunda kalmıştır, Osmanlı’da köylü isyanlarının yolunu kesen Celali İsyanları’nın sonuçları ve bu isyanların yarattığı bilinçtir. Saray’dan en küçük taviz koparan eski tımar sahibi “şefler” isyanı hemen satmışlardır. “Celali İsyanları, köylü açısından, dirlik düzeninin az çok özgür köylülüğünden kesim düzenindeki derebey serfliğine itilişe karşı bir direniş çığlığıydı. Tımarını yitirmiş dirlikçi açısından, derebeylikten pay almak için bir umuttu. Bu nedenle, köylü sık sık şeflerinin ihanetine uğramıştır. İhanet, zulüm, açlığa itilme sonucunda yüzyıla yakın bir kavganın ardından ise dirlikçi gelenekli köylü, derebeyliğin kulluğuna zorla alıştırılmış; derebeyliğin oturaklaşmasıyla köylü hareketleri de durulmuştur.”5
Payitahttaki Yeniçeri İsyanları’nın hikayesi 1600’lü yıllara kadar gider. Ancak yeniçeriliğin “bozulması” Osmanlı’nın fetih sınırlarına dayanması ile 18. yüzyılda derinleşmeye başlar. Hele 19. yüzyılda yeniçeri artık savaşan bir güçten çok esnaflaşmıştır. Akçe ne zaman zayıflasa yeniçeri içinde hoşnutsuzluk başlamıştır. Osmanlı’da enflasyona (Züyuf Akçe’ye) iki tür tepki gelir. Yeniçeri İsyanları ve ünlü İstanbul yangınları ve yangınlarla gelen yağmalar. Dolayısı ile Yeniçeri İsyanları sadece “ayak takımının serkeşliği” değil, aynı zamanda İstanbul esnafının, Saray’ın soygunlarına karşı tepkisidir. Bu nabız atışları I826’ya kadar sürdü. Yeniçeriliğin tarihten silinmesine Vaka-ı Hayriye denildi. Ne kadar “hayırlı” olduğunu Namık Kemal 14 Eylül 1868 tarihli Hürriyet Gazetesindeki bir yazısında şöyle dile getirir: “İnsanları Vaka-ı Hayriye’den beri feryaddan alıkoyan, Haliç’te binlerce yeniçerinin çürüyen cesetlerinin görüntüsüydü. Çünkü yeniçeriler devlet adamlarının baskısına karşı bir güç oluşturuyordu.”6
Tanzimatçı Fuat Paşa’nın dediği gibi “aşağıdan gelen bir kuvvet” Osmanlı’da hiç yok değildi. Elbette bu kuvvetle Batı’daki aşağıdan kuvvetin karakteri çok farklıydı. Batı’da kapitalizm geliştikçe burjuvazi zaman zaman köylülüğü veya işçi sınıfını derebeyliğe karşı harekete geçirebilmiştir. Ancak özellikle işçiler silahlarını burjuvaziye karşı yöneltmeye başladıkları andan itibaren Batı’da da yeni ve eski egemenler sarmaş dolaş olmadan edememişler, devrimler ardından restorasyon dalgaları gelip gitmiştir. Osmanlı Batılılaşmak için reformlara başladığında henüz modern burjuvazi yok denecek kadar azdı. Köylülük, Celali İsyanlarından yorgun, İstanbul esnafı ise “Haliçte yüzen yeniçeri cesetlerine” baktıkça “aşağıdan bir kuvvet” olmayı göze alamıyordu.
Osmanlı Babil Kulesi’nin en üstünde Saray duruyordu. Saray’ın dayandığı toprak sistemi ise yıllardır aşınmaktaydı. Altından toprak kayan bina gibi Saray gittikçe konum kaybediyordu. Saray dışında başlıca iki sınıf vardı. Ayanlar (Osmanlı derebeyleri) toprakta özel mülkiyet hakkını elde ettikçe, Saray’la pazarlık güçlerini de artırıyorlardı. Öte yandan, Osmanlı, ticaret yollarını açıp fethettikçe kendi içinde tefeci-bezirgan sermayeyi büyüttü. Kapitülasyonlar’dan sonra ise bu ticaret yollarında Batı kapitalizminin malları dolaşır oldu. Liman kentlerinde yuvalanan Levantenler ve Anadolu içlerine uzanan ticaret yollarıyla ekonomiyi elinde tutan, ancak Osmanlı toplum düzeninde kul taifesinin de altında tutulan Hıristiyan azınlık, ekonomik konumuyla sosyal konumu uyuşmayan diğer önemli sınıftı. Tanzimat’tan başlayan reformların esas konusu önemli bir ekonomik gücü elinde tutan bu Hıristiyan azınlıktı, ya da tefeci-tüccar sınıfıydı. Saray, iç dengelerde Ayanlar’a imtiyazlarını kaptırmamak; öte yandan, Hıristiyan azınlığa Düvel-i Muazzama’nın zoruyla verilecek imtiyazları mümkün olduğunca sınırlı tutmak için ip cambazlığı yapıyordu.
Dış dengelerde ise, bir yanda Berlin-Viyana ekseni öbür yanda Londra-Paris ekseninin dayatmaları arasında kıvranıyordu. Rusya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Akdeniz’e iniş yolunu kendilerine açmak için Osmanlılık üzerine baskı kuruyordu. Londra-Paris ekseni ise Hint yolu üzerinde çekişirken, Rusya’nın Akdeniz’e inme çabalarının yolunu kesmeye uğraşıyorlardı. İngilizler’in “desteği” ile Osmanlı Kırım’da Rusya ile savaşa girince, o güne kadar belli ölçülerde yürütülebilen denge politikaları tükenmiş, Kırım Savaşı’ndan sonra Osmanlı Sarayı ilk büyük dış borçlanmalarına girmiştir. Bu çember bir kez dönmeye başlayınca hemen andından Osmanlı Bankası’yla Batı finans kapitali İmparatorluk ekonomisine kene gibi yapışmış oluyordu.
Osmanlı’da Tanzimat’la Batı rotasına iyice oturan reform dalgası, I. Meşrutiyetin ilanı ve 1876 Anayasası ile tepe noktasına çıkar. İlk Osmanlı meclisi Mart I877’de açılır. Mebuslar kendilerini gerçekten bir mecliste zannedip Saray’ı biraz eleştirmeye kalktıklarında, Meclis Başkanı Ahmet Vefik Paşa tarafından “sus eşşek” azarlamaları ile uslu çocuklar gibi sıralarına dönmek zorunda kalmışlardır. Ve bu politik “özgürlük” bir yıldan az sürmüş, Şubat I878’de meclis uzun bir tatile girmiştir. Otuz yıl süren Abdülhamit Dönemi, aslında bir restorasyon dönemidir. I800’lü yılların başlarından beri yükselerek gelen reform dalgalarının Yıldız Sarayı’nın duvarlarına çarpıp durulduğu yıllardır.
Abdülhamit tahta çıktığında, karşısında Abdülaziz’i tahttan indiren “ittifakı” buldu. “1) Hürriyetçi fikirleri yayan Yeni Osmanlılar, 2) Bab-ı Ali erkanından bir grup, 3) Askeri kuvvetlerden oluşan bir grup, 4) Din adamlarından oluşan bir grup. Bu ittifak Osmanlı İmparatorluğu’nda seyfiye, kalemiye, ilmiye gibi ana meslek gruplarının bir ittifakından başka bir şey değildi.” 7 Abdülhamit’in restorasyon çabaları elbette ki Osmanlı düzenini eski kanallarına yeniden döndüremedi. Saray zayıfladıkça ve İmparatorluk tehlikeye girdikçe öne çıkan “Devlet Sınıflarından sivrilen kişileri Abdülhamit bin bir entrika ile satın almış ve etkisizleştirmiştir. Kendinden önceki Batılılaşma dalgasına başlıca iki yönden cevap vermiştir. Siyaseti sıkı polis takibine almış, kurduğu gizli polis ağı siyaseti tümüyle yeraltına itmiştir. Öte yandan, Batılı fikirlere karşı İslami akımları öne çıkartmış, aydınların halka iniş yollarını tıkamıştır.
Abdülhamit Dönemi kendinden önceki Tanzimat Dönemi’ne hem bir tepki, öte yandan kaçınılmaz bir biçimde yürüyen gelişmelere ayak uydurma yılları olmuştur. Tanzimat’ın ünlü sadrazamlarından Ali Paşa daha Tanzimat günlerinde Osmanlı’nın açmazını acı acı dile getiriyordu. Paşa bir yandan Tanzimat uygulamalarını yaparken bir yandan şöyle diyordu: “Zaman kazanmak zorundayız… İngiltere’den daha liberal olmamız isteniyor. Bunları kabul etmek, Türkiye’yi parçalamak demektir. Tereddüt gösterince, suiniyet sahibisiniz, diyorlar; intihar etmek istemiyoruz, hepsi o kadar.”8 Abdülhamit bu “intiharı” kendi yöntemleri ile durdurmaya çalışmış, ancak bundan kendisi de fazla umutlu olmamıştır. Tarım ve sanayi alanında yaptığı bazı düzenlemeler Osmanlı ekonomisini Batının ne etkisinden ne de iştahlı paylaşma planlarından kurtaramamıştır. Bugüne kadar yaşayan Ziraat Bankası, Abdülhamit devrinde kurulmuş, tarımda bazı önemli gelişmelere de yol açmıştır. Ancak kapitülasyonlar, 1830’lardan beri Osmanlı’yı boğazlayan borçlar çemberi artık bir kez dönmeye başlamıştır.
Abdülhamit’in restorasyon dönemi aynı zamanda yeni düşünce akımlarının ve hatta Saray’a karşı pratik davranışların en yoğunlaştığı yıllar olmuştur. Koyu “istibdat yılları” genellikle olduğu gibi, edebiyat alanında da gelişmelere kapı açmıştır. Bir yandan Osmanlı içinde gelişen “hürriyet” düşünceleri, öte yandan Batı’nın liberalleşme baskıları arasında, Yıldız Sarayı’nın egemenliği nereye kadar sürebilirdi? Sonunda adeta kaçınılmaz son, II. Meşrutiyet ile gelmiştir. Türk siyasal yaşamında bugünlere kadar gelen pek çok siyasi akımın doğup şekillendiği yıllar II. Meşrutiyet yıllarıdır. Bu kısa “hürriyet” günlerinin siyasal etkileri hiç de kısa olmamış, kendinden sonraki uzun yıllara taşınmıştır.
Türk burjuvazisinin ilk az çok derli toplu siyasal akımı “Jön Türkler” uzun ve sancılı düşünce döneminden sonra I900’lü yılların başlarında artık davranışa geçmeye hazırlanıyorlardı. Otuz yılı aşkın süren düşünce kuluçkalanmasından sonra, Saray’a karşı ilk ciddi gizli örgütlenme 1889’da Askeri Tıbbiye öğrencilerinden çıkmıştır. İttihat Terakki’ye giden yol artık açılmış oluyordu. Türk burjuvazisinin siyasal tarihinde Şubat I902’de Paris’te toplanan ilk Jön Türk Kongresi önemli bir yer tutar. Bu kongrede hala günlük siyasete damgasını vuran iki akım en belirgin bir şekilde ortaya çıkmıştır. Daha doğru söylersek Tanzimat yıllarında şekillenen ancak henüz Osmanlı geleneklerinin ağır etkisini taşıyan akımlar, bir ölçüde olsun, Paris’in havasından olsa gerek, burjuva kavramlarla kendilerini ifadeye başlamışlardır.
Kongre’de iki siyasal görüş şekillenmiştir. İlki Ahmed Rıza’nın başını çektiği “devletçi-merkeziyetçi” görüştür. İkincisi, Prens Sabahattin’in temsil ettiği liberal çizgidir. İlk görüşten İttihat ve Terakki doğmuştur. İkincisinden, “Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti” doğmuştur. Ahmed Rıza devletçi-merkeziyetçi ve daha fazla bağımsızlık çizgisinde dururken, Prens Sabahattin, yabancıların desteğinde “şahsi teşebbüsü” geliştirecek reformları savunmaktadır. Bu iki burjuva siyasal çizgi Osmanlılık’ın son yarım yüzyılında olduğu kadar neredeyse bütün Cumhuriyet tarihinde de çekişmeleri ve çatışmaları ile siyasal yaşama silinmez damgalarını vurmuştur.
1902 ilk Jön Türk Kongresi’nde kopuşan bu çizgilerin ittifak ettikleri hemen tek nokta ise “Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğünün ve bölünemezliğinin sürdürülmesi” olmuştur. Avrupa devrimler tarihinde de genellikle böyle siyasal kutuplaşmalar yaşanmıştır. Ancak Avrupa’da işçi hareketi ve onların siyasal hareketi güçlendikçe genellikle liberal siyasal eğilimler bir dönem sonra erimiş, geriye “muhafazakarlar” ve “sosyal demokratlar” kalmıştır. Muhafazakarlar siyasal ve ekonomik alanda hiç de adları gibi muhafazakar değillerdi. İşçi hareketine ve liberalizmin bazı zaaflarına karşı restorasyonlarla dengeler kurup burjuva devrimlerini en son noktalarına kadar vardırmışlardır.
Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi bambaşka akmıştır. Hiçbir zaman ne işçi hareketi hatta ne de liberalizm yeterince güçlenememiştir. O nedenle tarihi neredeyse “devletçi-merkeziyetçi” eğilimin çeşitli nüansları yazmıştır. Ancak öte yandan, devletçi ve liberal eğilimlerin çekişmesi de tarih sahnesinden hiç düşmemiştir.
Bu iki burjuva eğilimi yaratan nedenlere bakalım. İlk köklü neden, Osmanlı’daki devlet yapısı ve geleneğidir. Saray’ın mutlak egemenliğini sağlayan sadece onun moral, dini gücü değildir. Bu güç yine İslamlıktan alınan, ancak maddi bir temele oturan çok önemli bir gerçeğe dayanır. O da, Ortaçağ’da egemenliğin ve gücün hemen hemen tek biçimi olan toprak mülkiyetidir. Osmanlılık’ta toprak “bütün Müslümanların ortak malıdır”. Saray’ın mutlak gücü buradan gelir. Toprağın sahibi olan Saray’ın gücü sadece bununla da sınırlı değildir. Saray, her türlü servete bir fermanla el koyma hakkına sahiptir. Ve Osmanlı padişahları bu haklarını oldukça sık kullanmışlardır. Bir dönem “Karunlar gibi zengin” olan bir bey, bir anda eğer kellesini kurtarabilmişse yoksulluğun içine yuvarlanabilirdi. Tanzimatçı Ali Paşa, vasiyetnamesinde Saray’a dil döker: “Mülkiyete hürriyet veriniz. Mülkiyet belirlilik kazanınca, mülk sahibi, malını değerlendirmek için gereken parayı kolaylıkla bulabilecektir.” 9 Kapitalizm kurdu Osmanlı topraklarına girdikten ve “değişim-reform” sancıları başladıktan sonra üç olay çok önemlidir. İlki, 1838’de İngilizler’le yapılan Ticaret Anlaşması’dır. Osmanlı’nın cılız sanayini silip süpürmüştür. İkincisi, Rusya ile girilen Kırım Savaşı’dır.(l 854-56) Bu savaş sonrası Saray, Batı’dan gelen “istikraz” (borçlarla) tanışır. Osmanlı’ya Duyun-u Umumiye’yi getiren yol döşenmeye başlanmıştır. Üçüncüsü, 1858 Arazi Kanunnamesi’dir. Bu kanunla toprakta özel mülkiyet hakkı sınırlı bir şekilde de olsa tanınmıştır. Tanzimat ve Abdülhamit’in restorasyon yıllarında özellikle ekonomik alanda liberal düşünceler Osmanlılık’ta filizlenmeye ve gelişmeye başlamıştır. Batı’da kapitalizmin gelişmesi, “serbest ticaret” parolasının en yükseklerde tutulduğu günlerde sınırları Batı’nın içlerine kadar uzanan Osmanlılık’ın bu gelişmelerden etkilenmemesi düşünülemezdi. Bu dönemde Batılı ekonomistlere parmak ısırtacak ölçüde “liberal” düşünceler türemiştir. Osmanlılık’ın, Saray’ın mutlak iktidarına kilitlenen alınyazısı artık aşılmalıydı. Oysa Osmanlı liberalleri “serbest ekonomi” hayalleri kurarken, Batı’da kapitalizm tekelci aşamasına gelip dayanmıştı. Batı kapitalizminin Osmanlı’ya girişi de bu nedenle hiç de “serbest” olmadı. Hep tekel imtiyazları ile yürüdü. İlk, Osmanlı kumpanyası “Şirket-i Hayriye” (Hayırlı Şirket) ekonomi için hiç de hayırlı olmamıştır. Osmanlı’da her liberalleşme çabası, sonunda Batılı tekellere davetiye çıkarılması anlamına gelmiştir.
Osmanlı devletçi geleneğinin ağır gölgesi altında gelişen liberal düşüncelerin hiçbir zaman anlamlı bir etkiye neden olamamasının altında elbette bir diğer önemli gerçeklik yatıyordu. Türk burjuvazisi yok denecek ölçüde cılızdı. Avrupa’da derebeyliğe karşı “özgürlük” bayrağını burjuvazi taşımıştı. Bu bayrağı yeterince yükseğe kaldıramadığı ölçüde, proletarya ve köylülük bayrağı elinden almaya kalktıkça burjuvazi kendini derebeylikle uzlaşma yaparken bulmuştur. Osmanlı topraklarında derebeyliğe karşı “özgürlük” bayrağı açacak ölçüde gelişmiş ne bir burjuvazi ne de proletarya yoktu. Cılız burjuvazi için padişaha yakarmak ve “pabuççu mustası” gibi yabancı sefaretleri Saray’ın karşısına ağırlık olarak sürmek tek yol olarak görünüyordu. Ancak bu manevralar Osmanlı sınırları içinde yaşayan halklar için “özgürlük” yaratmak şöyle dursun, büyük acıların ve katliamların kapısını açtı. Kapitalist anayurtlar kendi topraklarında henüz sınırlı da olsa bir burjuva demokrasisi kurabilmişlerdi. Ancak onların Osmanlılık için istediği bu değildi. Tıpkı bugünkü gibi o yıllarda da Batı hep Osmanlı’dan “hak ve özgürlük” talep etti. Talep etmekten öteye, çoğu zaman bu isteklerini açıkça dayattı. Batı’nın Osmanlı’ya dayattığı “hak ve özgürlükler” somut davranışlarını buldukça, bunun “Hıristiyan azınlıklara” İmtiyazlar tanınması hedefine yönelik olduğu yeterince aydınlandı. Ve Batı’nın bu amacı koyulaştığı ölçüde Türk burjuvazisi büyük katliamlarla birlikle tarihinin belki de ilk en geniş ve en vahşi sermaye birikimine yöneldi. Rum ve Ermeni azınlıkların elindeki sermayeler; 19. yüzyılın son sürecinde başlayan ve 20. yüzyılın İlk çeyreğine kadar uzanan zor alımlarla Türk burjuvazisinin eline geçti. Osmanlı’da modern anlamda kapitalist çok cılızdı. Oysa “sermayedar” yok değildi. Tanzimatçı Ali Paşa Osmanlı kapitalizminin önündeki bu açmazı şöyle dile getirmiştir: Osmanlı’da kapitalizmin gelişmesini hızlandırmak için “o sırada beliren sakıncaları hesaba katmayarak demiryolu yapımını düşündük. Hükümet böyle bir girişimi üstlenemezdi. Sağduyu, başka devletlerin edinmiş oldukları deneylerden yararlanmamızı emrediyordu. Yerli sermayedarlara başvurmaktan da sakınmalıydık. Derhal sonuç almak isteyen ve büyük karlara alışmış kimseler olduklarından önerilerimizi kabul edecekler miydi? Bu konuda verimlilikleri şüpheliydi.”l0 Osmanlı’daki sermayedarlar üretimden kopuk tefeci-bezirgan yapılarından dolayı “derhal sonuç almak isteyen ve büyük karlara alışmış kimseler”di. Osmanlı liberalizminin ölümlerden ölüm beğenmesi gerekiyordu; ya büyük vurgunlara alışmış tefeci-bezirgan sermaye ile kapitalizmin yolunu tutacaktı ya da Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşma planları içinde olan emperyalist Batı sermayesinin kulu kölesi olarak! Tarih her iki kanaldan da akmadı. Ancak Osmanlı liberalizminin ufkunda bu iki alınyazısından başka bir seçenek yoktu.
Burada, tarihimizde yaşanan devletçi ve liberal eğilimlerin bitmek bilmeyen çekişmelerinin diğer önemli nedenine gelinir. Bu, dünyayı paylaşma yoluna çıkmış olan emperyalizm gerçekliğidir. Osmanlı kaçınılmaz bir şekilde kapitalizmin yoluna çıkmıştı. Ancak Batı gibi kapitalizme doğru liberal yollardan yürümeye kalksa emperyalizmin kendisini “paylaşma ve yutma” tehlikesi ile yüz yüzeydi. Öte yandan, devletçi yollardan yürümeye kalksa “Batı medeniyetine” varamayacağını düşünüyordu. Türk liberalizmi sürekli bu kıskaçta kalmış, ancak alnında hep emperyalizme teslimiyet damgasını taşımıştır. Oysa yanlış tercihleri ile İmparatorluk’u emperyalizme altın tepside sunan devletçi İttihat-Terakki’dir. Ancak İttihat-Terakki’nin hakkını yemeyelim. Çok kısmi ölçülerde de olsa Türk burjuvazisinin bağımsızlık eğilimlerinin ana rahmi hep İttihat-Terakki olmuştur.
Maddi temeli bu ölçüde zayıf olan Türk burjuvazisi için emperyalist paylaşımın yaşandığı bir dünyada önünde sanki lanetli iki alın yazısı duruyordu. Artık rolünü tamamlamış, çürümüş, gelişimin önünde engel olarak duran Osmanlı’dan kalma “devlet sınıfları” geleneğinin kaftanını giyerek kapitalizm yolunda yürümek ya da yukarıdan gelen bu “ezici ağırlığı yabancı sefaretlerin” baskısı ile hafifleterek liberalizm yolundan kapitalizmi geliştirmek, Türk burjuvazisinin sürekli salındığı iki uç olarak var oldu.
Pratik davranışlar açısından böyle açmazlar üstünde yürüyen Türk burjuvazisinin ideolojik zemini nasıldı? İngiliz Burjuva Devrimi ideolojik olarak dinde reformdan öteye gidememiştir. İngiliz Burjuva Devrimi, dinde Protestan Reformu’nu yaratmış, ancak düşünce seviyesi olarak modern siyasal görüşlere varamamıştır. Bunu “Büyük Fransız Devrimi” başarmıştır. Fransız Burjuva Devrimi dini düşünce çerçevesinden radikal bir şekilde kopuşmuştur. Türk burjuvazisi Jön Türkler ile düşünce alanına adım attığında elbette Fransız Burjuva Devrimi’nin ortaya çıkarttığı siyasal düşüncelerden etkilenmiştir. Ancak düşünceler gökten vahiy olarak gelmediği, sosyal mücadelelerin ürünü olduğu için Türk burjuvazisi için bu düşünceler hep hazır elbise kolaylığında benimsenmiş, aynı kolaylıkla da terkedilmiştir. Türk burjuvazisinin siyasal tarihinde, ışığın prizmadan geçerken kırılması gibi, düşüncelerin farklı toplum yapılarında nasıl kırılıp deforme olduğunun en güzel örnekleri vardır. Üstelik böyle örnekleri aynı “zenginliği” ile günümüzde de yaşamaya devam ediyoruz.
Burjuvazi, büyülü “özgürlük” sözcüğünü siyasal parolalarının en üstüne yazdığında, derebeyliğe karşı arkasına işçi ve köylü yığınlarını almıştı. Cesaretle özgürlük diyebilmesi için kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda böyle bir saflaşmayı yaratabilmesi gerekiyordu. Ardında görmek istediği yığınların kendisinden her kopuşma olasılığında karşı çıktığı derebeylikle uzlaşmalara girmiş, “özgürlüğü” satmıştır. Daha doğrusu özgürlük denen parolanın kendi çıkarları ile sınırlı olduğunu böyle her kritik dönemde ortaya koymuştur. Demokrasinin ilk beşiği İngiltere, kendinden yüz yıl sonra gelen Fransız Devrimi’ne karşı çıkmış, hiç de “dünyada bir demokratik ülke daha şekilleniyor” diye bu devrimi destekleme yoluna girmemiştir. Napolyon, devrimi Avrupa’ya yaymaya çalıştığında karşısında Almanya’yı bulmuş, Paris Komünü günlerinde Fransız burjuvazisi Almanya’yı imdada çağırmaktan geri durmamıştır. En çarpıcı örnek ise ABD’dir. Bağımsızlık Savaşı’ndan sonra Fransa’dan ünlü “özgürlük anıtını” alan ABD, iç savaşı ile güneydeki köleliği yenmiş, gerçekten kapitalist anlamda dünyanın en özgür ülkesi olmuştur. Ancak aradan yüzyıldan fazla zaman geçmesine rağmen kendi arka bahçesi Latin Amerika’da hiçbir ülkeye, sermaye ve teknik ihraç ettiği kolaylıkla, demokrasi ihraç edememiştir. Daha doğrusu etmeyi düşünmemiştir bile!
Bizde cılız Türk burjuvazisi ardında hiçbir siyasal saflaşma yaratma güç ve yeteneğine sahip değildi. Osmanlı Sarayı bütün ağırlığı ile toplumun üzerine çökmüştü. Ayanlar, Saray’la küçük pazarlıklar yapmaktan öteye bir ufka sahip değildi. Her kılığa girebilen, ancak özgürlük denen kavramdan antik medeniyetler kadar uzak olan tefeci-bezirgan sermaye, cılız Türk burjuvazisinin ardına düşemezdi, imparatorlumun bütün ticaret yollarını elinde tutan Hıristiyan azınlık, batı bağlantılı ticaret sermayesi ise cılız Türk burjuvazisini de bir kenara süpürmek için “özgürlük” istiyordu. Bu koşullarda Türk burjuvazisi nasıl “özgürlük” isteyebilirdi? Soyutlaştırıldığı ölçüde büyülü hale gelen, somutlaşınca heceleri arasında burjuva sınıf çıkarları sırıtan “özgürlük”, sonunda pratik sınıf gücüne ve hedefine göre tanımlıydı. Türk burjuvazisi bir güç olmadığı için “özgürlüğünü” ya Saray’dan dilenmek, buradan umudunu kestiğinde Batı burjuvazisini imdada çağırmak zorundaydı. Daha doğrusu T ürk burjuvazisi kendini hep bu ikilemin içinde tuttu. Böyle bir burjuvazinin ideolojik duruşu nasıl olabilirdi? Özgürlük, Namık Kemal’in tiyatro sahnesinden pratik yaşamın gerçeklikleri içine inince, Jön Türkler’in bütün romantizmi uçup gitmiş, Batı düşüncelerinin karşılığı İslam’da aranmaya başlanmıştır. Batı modern siyasal düşünceleri içinde hızlı bir yolculuk yapan Türk burjuva ideolojisi sonunda İslam ve Turan zeminine gelip dayanmıştır. Uzak sandığımız tarih bugünlere ne kadar yakın duruyor! Bu dönüşün elbette ki en temel nedeni Türk burjuvazisinin aşırı zayıflığından kaynaklanmaktadır. Burjuva siyasal düşüncesinin dinden kopuşması Batı’da büyük mücadeleleri ve uzun bir zaman dilimini gerektirmiştir. 19. yüzyılın sonlarında böyle bir kopuşma Türk burjuvazisi açısından neredeyse imkansızdır. Öte yandan, Osmanlı’da her özgürlük dalgası, İmparatorluk’un bir parçasını alıp götürmektedir. Balkanlar’dan başlayan ulusal hareketler, Batı’nın da gayreti ile Ermenistan’a kadar uzanmıştır. Böyle bir ortamda Türk burjuvazisinin, “İmparatorluk’u bir arada tutacak bir düşünceye” ihtiyacı vardı. Bu da önce İslamiyet, ardından da “Türkçülük” olmuştur.
Jön Türk Kongresi’nde iyice açığa çıkan Türk burjuvazisi içindeki iki eğilimden her zaman baskın çıkmış olanı İttihat-Terakki, Batı burjuvazisinin ardındaki “yığınlara” imrenerek bakmış, ancak bunun kendi topraklarında imkansız olduğunu düşünmüştür. “Türkiye’de ‘grande masse’i (büyük kitleyi) kazanmak çok zordur. Bu nedenle her şeyi elitler yapacaktır.” 11 Bu temel gerçeklik bu topraklarda “özgürlüğü” hep yukarıdan lütfedilen, lütfedildiği gibi kolaylıkla da geri alınabilen bir hayale dönüştürmüştür. Bir yanda “elit”, eski Osmanlı deyimleri ile seyfîye ve ilmiye eliyle özgürlüğe koşan devletçi ve merkeziyetçi burjuva eğilimi; öte yanda Osmanlı Devleti’nin “kahredici” ağırlığından kurtulmayı “serbest teşebbüs ve adem-i merkeziyet”te gören, bu yolda yürüyebilmek için Batı sefaretlerini kendine güç kaynağı olarak seçen liberal burjuva eğilimi, bu iki eğilim kısa II. Meşrutiyet yıllarında ilk ve çetin hesaplaşmalarını yaşadılar. Sonuçta ikisi de çökmüştür.
Saray’dan (Vahdettin’den) adım adım kopuşan ve Cumhuriyet yoluna çıkan Türk burjuvazisi elbette bu büyük hesaplaşma ve çöküşten önemli dersler çıkartmıştır. İmparatorluk parçalanınca “hilafet” ve dolayısı ile “İslamiyet’in bütünleştirici” rolü önemini yitirmiştir. Buradan hareketle “Kemalist laik cumhuriyetin temelleri” atılır. Emperyalist eksenlerden birisine ya da ötekine yaslanarak yürütülen politikalar, parçalanmayı engelleyememiştir. Buradan da Tek Parti Dönemi’nin politikaları türemiştir. Meşrutiyet ve Kurtuluş günlerinin çalkantıları içinde ise Levantenler ve bağlantıları (Hıristiyan azınlıklar) fiilen tasfiye edilmiş, Türk burjuvazisi ilk büyük sermaye transferini böylece yapmıştır. İlk büyük sermaye birikimini böyle yapan Türk burjuvazisi, daralan topraklarındaki kapitalizm öncesi sermayenin tasfiyesine girişmek yerine, yapısal özelliği haline gelecek olan devlet eliyle sermaye biriktirme yoluna çıkmıştır.
Bütün bu yaşananlar, Türk burjuvazisinin tarih bilincini oluşturmuştur. Adeta değişmez bir alın yazısına dönüşen bu bilinç neleri kapsamaktadır?
a. Türk burjuvazisi, Saray’a ya da daha genel anlamda söylenirse, köklü devlet geleneğine karşı hiçbir zaman radikal bir yöneliş içine girmemiştir. Ortada derebeyliğe karşı maddi temelleri de olan bir sınıf savaşı yoktur. Batı’da derebeyliğe karşı savaş en başta onun maddi temeli olan toprak tekeline ve keyfi gümrüklerine karşı savaş olarak gelişti. Osmanlı’da Saray tüm toprakların mülkiyetine sahip olduğu için bu mülkiyetin Saray’dan zaten palazlanmış Ayanlar’ın (Osmanlı derebeylerinin) eline geçmesi başlı başına bir köklü “reform” sayıldı. Türk burjuvazisi Ayanlar’la Kurtuluş Savaşı sırasında ittifak yapmış, savaş sonrası da onlara pek dokunmamıştır. Türk burjuvazisi, bu derebey artıklarına karşı yılların geleneğini harekete geçirmiş, tasfiye edilemeyen derebey artıklarına karşı ağırlık olarak “memurin devleti” yaratılmıştır. Daha doğrusu bu eski Osmanlı geleneği Cumhuriyet’in içinde, onun kalıplarına göre yeniden doğmuştur. Batıda burjuva anlamda özgürlüğün kapısını açan derebeyliğe karşı mücadele, Türkiye’de o ölçüde kısır kalmıştır ki özgürlük çiçeği her seferinde açamadan solmuştur.
b. Türk burjuvazisi, kendi ayakları üzerinde duramayacak kadar cılız olduğu için Batı’ya yaslanarak ayakta durmayı adeta kendi varoluş koşulu olarak görmüştür. Oysa kapitalizmin, emperyalizm aşamasına tırmandığı bir dönemde tarih sahnesine çıkmak gibi bir “talihsizliğe” uğrayan Türk burjuvazisi, yaslanmaya çalıştığı güç tarafından yutulma tehlikesi ile birlikte yaşamıştır. Bu gerçeklik devlet sınıfları geleneğini ayakta tutmuş, Türk burjuvazisinde şizofren bir bilinç yaratmıştır. Batı’ya aşk ölçüsünde sarılmak, sonra düş kırıklığı ile soğumak, hala bu marazi sevda oyunu Türk burjuvazisinin tiyatro sahnesinde oynanıp duruyor.
c. Devlet sınıflarının ve Türk burjuvazisinin tarih hafızasında “hürriyet” sözcüğü “Düvel-i Muazzama”nın baskılarını çağrıştırır; hele “azınlıklara imtiyaz” sözcükleri “bölünme” dehşetine düşürür. Ancak devlet sınıfları ve Türk burjuvazisi arasında zaman zaman ıslak barutun puflaması gibi ömürsüz “hürriyet” kavgaları olagelmiştir. Devletin kelepçesinde bunaldıkça “hürriyet” çığlığı atan burjuvazi, bu parolayı kitleler ciddiye aldığında gölgesinden korkarcasına yeniden devlet sınıflarının “güvenli” göğsüne yaslanmıştır.
d. Batı demokrasilerinde burjuvazinin sadece “mülk sahiplerine” tanıdığı özgürlük ve demokrasinin sınırlarını genişleten işçi sınıfı ve onun fırtınalı mücadelesi olmuştur. Uzun bir tarihsel dönemi kapsayan bu mücadeleler Batı burjuvazisinin tarih bilincini oluşturmuştur. Siyasetin saray entrikalarından ve keyfiliğinden farklılaşması, burjuva niteliğine bürünmesi ve rasyonalleşmesi uzun ve dehşetli sınıflar savaşı dönemlerinin ürünüdür. Türk burjuvazisi böyle bir dönem yaşamamıştır. Burjuvazi Batı’da daha kendi düzenini yaratırken, proletaryanın nefesini hep ensesinde hissetmiş, sınıflar gerçekliğinin dayatması sonucu kendi gücünün sınırlarını tanımıştır. Cılız Türk burjuvazisi sürekli olarak halklara ve işçi sınıfına karşı gücünün sınırsız olduğu kuruntusuna kapılmıştır. Kitleleri Osmanlı’daki reayadan biraz olsun farklı algılayabilmesi için 60’lı yılların sınıflar mücadelesi ortamına gelinmesi gerekmiştir. Ancak 60 sonrası dönemde de, sınıflar gerçekliğinden öğrenmek yerine, önce tümüyle tarih bilincinin reflekslerini harekete geçirmiş, her türlü “bölünmenin” karşısına dikilmiştir. Saray ve Batılı devletler karşısında inanılmaz esneme yeteneği gösteren burjuvazi, kısır tarihinde kitleler karşısında o ölçüde katı durmayı varoluşunun teminatı olarak algılamıştır. Devlet geleneğinin üstüne Rus Devrimi’nin korkusunu da katan Türk burjuvazisi, siyasette Bizans entrikacılığını ve Osmanlı kıyıcılığını aşamamıştır.
Hala silinmez izler taşıyan tarihin bu bilinç penceresinden bakarak, Cumhuriyet’in içlerine yürüyelim. Tek Parti yılları burjuvazinin liberal eğiliminin bastırıldığı yıllar oldu. Terakki Perver Fırkası ve ardından “majestelerinin muhalefeti” tarzında kurulan Serbest Fırka denemeleri uzun sürmedi. II. Emperyalist Savaş yıllarında Türkiye, önceki deneylerinin sonucunda iki eksenden de uzak durmaya çalışmıştır. İngiltere Osmanlı’nın parçalanışını hatırlatıyordu. Almanya ile ittifak ise yenilgi getirmişti. Gittikçe Alman politikasına yaklaşan, savaşta taraf olmayan Türkiye, sonunda Almanya’ya savaş ilan ederek bu dönemden sıyrılabildi. Ancak savaş sonrası artık yeni bir dünya ortaya çıkmıştı. Bir yanda sosyalizm, onun karşısında “hür dünya” bayrağını sallayan kapitalizm. Türk Devleti bu saflaşma karşısında “tarafsız” kalamazdı. Cumhuriyet tarihindeki ilk önemli değişim bu yıllardan sonra yaşanır. Tek Parti yıllarından “çok partililiğe’ geçiş, II. Meşrutiyet yıllarındaki gibi “hürriyet” çığlıkları atılarak yaşandı. Bu kez iktidara hep devletçiliğin “kollama görevi” ile kuşatılmış liberal burjuva eğilimi geliyordu. İçerde kanatlanıp uluslararası sermaye ile çiftleşmek isteyen gürbüzleşmiş finans kapital; dışardan da “hür dünya”nın baskısı sonucunda devletçiliğin kabuğu 46’lı yıllarda çatladı ve nur topu gibi Demokrat Parti doğdu. Böylece, İttihat Terakki yıllarında yarım kalmış hesaplaşma, başka bir dünya ve Türkiye koşullarında yeniden başlıyordu. Adları “demokrat”, parolaları “hürriyet” olan liberal burjuva eğilimi, “Cumhuriyet’in laik temellerini kemirerek” ve Ordu’ya efelenerek işe koyuldu. Çok geçmeden tarih sahnesinde roller tamamen değişmişti. Sekiz yıl “demokratlık” fazla gelmişti. Yılların devletçi CHP’si muhalefette demokratlaşmaya itilirken, İttihat-Terakki yıllarından beri iktidar özleyen liberaller, gücü ellerine alınca Tek Parti Dönemi’nin tek partisinin bütün hastalıkları ile kendilerinin de inmeli olduğunu ortaya koydular. Gerilim ve hesaplaşma had safhaya çıktı. 1956’da CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek altı ay hapse mahkum oldu. I957’de İşçi Sendikaları Konfederasyonu kapatıldı. Menderes 6 Eylül 1958 Balıkesir söylevinde idam sehpalarından söz etti. İki hafta sonra 21 Eylül İzmir konuşmasında ise “demokrasiye paydos” tehdidini savurdu. 12
“Çok partili” dönemin ilk on yılı Türk egemenlerinin “demokrasi” ile ilişkisini en güzel bir şekilde gözler önüne sermiştir. Ne “hür dünyanın” zorlaması ile ne yüzyılların mirası devletçiliğe karşı “hürriyet” çığlıkları atmakla demokrasinin gelişmeyeceği anlaşıldı. 27 Mayıs Anayasası kendi amacından öteye, çok sınırlı da olsa, demokratik bir ortam yaratmıştır. Ancak bu anayasanın amacı hiç de “demokratik” değerleri geliştirmek değildi. Türk burjuvazisi şekillenirken ortaya çıkmış olan iki eğilimin hesaplaşmasından ortaya demokrasi çıkamazdı. DP ne ölçüde demokrat olduğunu on yıla varmadan ortaya koymuştur. 27 Mayıs Anayasası’nın son derece pratik bir hedefi vardı. DP örneğinden hareketle oy çoğunluğu, (tabii bunun doğal sonucu Meclis çoğunluğu) yoluyla ortaya çıkabilecek “diktatörlüklerin” yolunu kesmekti. MGK, İkili Meclis Sistemi (27 Mayıs’ı gerçekleştiren subaylar “kaydı hayat şartı” ile senatör oldular), bir partinin kolay çoğunluk kuramaması için oldukça demokratik “nispi temsil seçim sistemi”, bunların hepsi devletçi eğilimin, finans kapitalin yolunu kesmek için düşündüğü barajlardı. Ancak olaylar böyle hesaplara aldırış etmeden kendi yolundan aktı. Cumhuriyet tarihinde gerçekten bir değişimden bahsedilecekse, bu da 60 sonrası yükselen sınıflar mücadelesi ve onun getirdikleridir. 12 Eylül bu sürece devletin verdiği cevap oldu. 27 Mayıs, kendi pratik kaygıları ile de olsa, ne getirdiyse Eylül hepsini geri aldı. Bu dönem neleri ortaya çıkartmıştır?
a. Sınıflar kendi politika ve örgütleri ile toplumsal arenaya çıktılar. Önceki dönemlerde egemen politikalar Tek Parti’nin dehlizleri içinde tutulurdu. Devrimcilik ise çok küçük bir azınlık olarak hep yerin altında kalmıştı. Gerçek burjuva demokrasilerinin en temel kültürü ve bilinci olan sınıflaşma ve sınıflar mücadelesi zorunlu olarak bilinçlere yerleşti. Elbette ki bu henüz bir derinliğe sahip değildir. 12 Eylül bu ortaya çıkan gerçekleri, adeta yeni bir Tek Parti Dönemi özleyerek “toplumu bütünleştirmeye” yöneldi. Ancak ekonomik ve sosyal gelişim, tüpünden çıkan diş macunu gibi, olayların tümüyle eskiye dönüşüne Eylül sonrası sınıflar mücadelesi ile oldukça önemli bir başka gerçek daha öne çıktı. 50’li yıllardan sonra sınıflar kopuşması hızlanmış ve kopuşmanın sonucu olarak siyasal ortama burjuva partileri arasındaki gerilim damgasını vurmuştur. Ayrıca işçi sınıfı da tarihinde ilk kez yığınsal bir mücadeleye girişmiş, görmek istemeyen gözlere kendini gücü ile dayatmıştır. Hesaplaşmalar yirmi yılı aşkın sürmüş ve sonunda Eylül günlerine gelinmiştir. Eylül sonrası sınıflar kopuşmasından çok uzlaşma arayışları öne çıkmıştır. Herkes kendi gücünü tanımış ve “yeni” politikalara yönelmiştir. Bu burjuva partileri arasında olduğu kadar işçi sınıfı açısından da belli ölçüde geçerlidir. Ancak bu sözde “uzlaşmalar” Avrupa’daki gibi bir “maddi refah” dönemine değil, tam tersine yoksullaşmanın derinleştiği ve belli ölçüde kitleler açısından “sosyalizm” veya “devrim” umutlarının çok zayıfladığı bir döneme denk düştüğü için, hem burjuva politikalarında hem de toplumda yaygın ve derin çürümeler yaşanmıştır. Eylül öncesinin gürbüz ve diri sınıflar mücadelesi dönemi yerini toplumsal çürümelerin arttığı bir sürece bırakmıştır.
b. Sınıflar öne çıkınca Türkiye’nin hep tartışmalı egemen zümresi de belirgin bir şekilde bu dönemde öne çıkmıştır. Tekelci finans kapital bu dönemde bir yandan Ordu ile ilişkilerinde daha dikkatli olmaya yönelmiş, öte yandan sivil faşizmi sürekli beslemiştir. 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerinin sıkı destekçisi olmuştur.
c. Yine bu dönem Türk siyasal tarihinde kendine özgü bir “sosyal demokrasinin” çok kısa ömürlü doğuş ve ölümünü yaşadı. 72’li yıllarda uçan “ak güvercin”, 78 azınlık hükümeti sırasında vurulup düştü. Bir daha da ayağa kalkamadı. Hep Batı’dan örnek alındığı için, Avrupa’daki gibi sosyal temele zaten sahip olmayan, eski devletçi kültüründen hiçbir zaman kopuşmamış olan bu parti, yirmi yılı aşkın süren yoğun sınıflar savaşı döneminin sonunda, büyük bir korku ile öne çıkartmaya çalıştığı bütün hedeflerden kopuşarak kısa ömrüne son verdi. Sonraları Kürt Hareketi yükselince tümüyle devletçi-milliyetçi bir çizgiye oturdu.
d. Yine bu dönemin çalkantılı yıllarından sonra Türk siyasal tarihine sürekli damgasını vurmuş olan egemen zümreler arasındaki “devletçi-liberal” çekişmesi belli bir inişe geçti. Devletçiliğin dünyada itibar yitirdiği, özelleştirmelerin “mucize” sayıldığı günümüz dünya ve Türkiye’sinde bu siyasal gerilim eski gücünü kaybetti. Onun yerini, düzen içi eğilimler olarak, Siyasal İslam-Laik Cumhuriyet çekişmeleri aldı. 28 Şubat sonrası Siyasal İslam oldukça darbe aldıysa da “yeniden yapılanma” sürecinde devletin hala gözünü üzerinden ayırmadığı bir siyasal zemindir.
e. Bu tarihsel dönemin, henüz belli bir olgunluğa varmamış da olsa, en önemli siyasal sonucu yılların devletçi geleneğinden belli bir kopuşma yaşanmasıdır. Gerek 60 sonrasının DevrimciHareketi, ardından yükselen ve çok önemli gelişmeler kaydeden Kürt Ulusal Hareketi, savaşın doğurduğu devletteki çeteleşme, toplumda derin kökleri olan, her sosyal hareketin yolunu kesen devlet tabusunun büyük ölçüde hırpalanmasına neden oldu. Son yaşanan deprem felaketi bu gerçekliğin çok acı bir zeminde yeniden sergilenmesi oldu. Yeniden yapılanma söylentilerinin alt zemininde bu temel gerçeklik yatar. Ancak bu kopuşma henüz siyasi olarak ne yeterince derinlik kazanmış ne de kendisine açık bir hedef bulabilmiştir. Bu nedenle, böyle olumlu bir gelişmenin yanında onu gölgeleyecek olumsuz bir gelişim de yaşanmaktadır. Bu da toplumsal çürümedir. Hedef bulamayan öfke kendine yönelmekte, çürüme ve yozlaşma yaratmaktadır.
Yeniden yapılanma söylentilerinin, PKK’nin yaptığı stratejik dönüş ve AB adaylığının kabulü sürecinden sonra, iyice hız aldığı bir dönemde bu temel gerçeklikleri atlamadan “değişim” söylentilerinin iç ağlantılarını çözümlemeye çalışalım.
“Yeniden Yapılanmayı” Dayatan Nedenler ve “Değişimin” Sırları
İlk olarak şunu vurgulamalıyız, Cumhuriyet’in “yeniden yapılanması”nı dayatan nedenler “yeni” değildir. Bu sürecin düğmesine ilk basan T. Özal’dır. Ancak ardından sürekli oyalanma ve hatta geriye kaymalar yaşanmıştır. Bugün konu dünden daha fazla gündeme geliyorsa bunun bazı önemli nedenleri vardır. Hiç şüphesiz en önemli neden, PKK’nin yaptığı stratejik dönüştür. On beş yıldır süren savaş ortamı bu nedenle belli bir değişime uğramıştır. Ancak hala “rivayetler muhteliftir”, ¡kinci önemli neden, Türkiye’nin AB aday üyeliğinin kabulüdür. Bu gelişmeleri hazırlayan bir arka perde vardır. Esas önemli neden de odur. ABD, kendi çıkarları açısından bölgede Türkiye’nin rolünü belli ölçülerde öne çıkartmaya karar vermiştir. ABD’nin bu karara varmasının tek nedeni “Türkiye’nin coğrafi konumu” değildir. Daha fazla etken olan sosyalizmin yıkılışından beri geçen yıllarda dünya dengelerinde yaşanan belirgin kaymalardır. Rusya’yı “kuşatma ve destekleme” politikası ile belli bir noktada tutabileceğini düşünen ABD stratejistleri en azından son üç yıldır böyle düşünmüyorlar. Rusya çok düşkün durumda da olsa, NATO’nun Doğu Avrupa’da genişleme adımları atmaya başlamasından sonra dünyada kendi eksenini yaratma çabalarına girmiştir. ABD’li stratejistler son yıllarda yeniden “bipolar -iki kutuplu- dünya”dan söz ediyorlar. Karşılarında Rusya-Çin-Hindistan saflaşmasını görüyorlar. Daha da önemlisi Rusya “Kafkaslar’daki egemenliğini” kendi varlık yokluk koşulu olarak ilan etmiştir. “Yeni Rus Çarı” Putin budur.
Bu konuların tek tek içine girmeden yeniden yapılanmanın kapsam alanını irdelemeliyiz.
İlk olarak, devlet ve egemen siyaset alanı öne çıkıyor. İkinci olarak, ekonomideki zorunlu yapısal değişimlerdir. Bu konuda IMF’nin zoruyla şimdiden adımlar atılmaya başlanmıştır. Üçüncüsü, halk güçlerinin yeniden yapılanmadaki yeri ve rolüdür.
Yeniden yapılanmada elbette en önemli etkenler, yeni dünya dengelerinden kaynaklanmaktadır. Bölgedeki güçler ilişkisi en belirleyici olanıdır. Onun kadar belirleyici olan diğer bir gelişme de AB adaylığıdır. Türk Devleti’nin eski dış politikacısı Sami Kohen köşesinde bu gerçekliği sakınmadan dile getiriyor. “Yıllar boyunca Türkiye’de politikacıların tekrarladığı bir laf var: Biz gereken değişiklikleri “onlar” istediği için değil, halkımızın yararına olduğu için yaparız. Fakat açıkçası, çoğu köklü değişiklikler veya reformlar, söylenen bütün hamasi laflara rağmen, ancak “dış dinamikler” sonucunda gerçekleşmiştir.”13 Öte yandan, Siyasal İslam’ın önde gelen isimlerinden Abdullah Gül’de açık bir itirafta bulunuyor. “Açıkça itiraf ediyorum. Biz pozisyonumuzu değiştirdik. Türkiye’nin demokratik reformları kendisinin yapamayacağını anladık. İstediğimiz dini özgürlükler ve insan haklarına yalnızca AB’nin yardımı ile ulaşabileceğimize inanıyoruz.”14 İlhan Selçuk’un bir yazısında vurguladığı gibi Türkiye’de Meşrutiyet günlerinin havası esiyor. Ancak bu işte bir terslik olmalı. Yüz elli yıldır süren “Düvel-i Muazzama”nın zorlamalarına rağmen alınan yol umut kırıcı ölçüde kısırdır. Bu durumdan sadece “Türkiye’nin iç dinamiklerini” günahkar ilan edip kurtulmak kolay değildir. Emperyalizm hangi tarihsel momentlerde ne tür reformlar dayatmıştır? Bu soru cevaplanmadan AB’ye ilan-ı aşk etmek yüzyıldır süren, Batı karşısındaki aşağılık kompleksinin daha da derinleşmesinden başka sonuç yaratmaz.
Devlet ve Egemen Siyasete Yeniden Yapılanma
Konuya iki tespitle girelim. Devlet eski geleneksel aşırı merkeziyetçi mutlak irade konumunda zorlanıyor. Öte yandan, Türk burjuva siyasetinin egemen eğilimi “merkez sağ” büyük ölçüde erozyona uğramıştır. Bu gerçekliklerin nedenleri kavranmadan yeniden yapılanmanın zemini, sancıları, yönü ve sınırları kavranamaz.
Konunun ekseninde devlet ve burjuvazinin ilişkisi durmaktadır. Bu ilişki bizim topraklarımızda çok özgül yanlar taşır. Batı’da burjuva devrimlerinin gücü eski devlet yapısını kendi sınıfsal çıkarlarına göre özlendirmiştir. Buna insanlığın gelişme tarihinde “modernlik” denildi. Bizde devlet, burjuvazi henüz koza halinde bile değilken mutlak egemenliği ile Doğu’nun en tipik örneklerinden birisi olarak var oldu. Burjuvazi bu büyük ve mutlak mabette büyüdü. Büyütüldü. Türk burjuva devriminin kısırlığı, devleti Batılı anlamda modernleştiremedi. Kendisi olağanüstü cılız, antik tarihin yedi bin yıllık tefeci-bezirgan gelenekleri ile var olmuş sermaye başta kendisi modernleşmekte olağanüstü zorlandığı için devleti moderleştirmesi zaten beklenemezdi. Antik tarihin köklü geleneklerini üstünde taşıyan ve ilk modern sermaye birikimini Hıristiyan azınlıkların sermayelerini yağmalayarak edinen Türk burjuvazisi uzun yıllar antika özelliklerinden kopuşamadı. Hala kopuştuğu söylenemez. Yeniden yapılanma süreci biraz da Türk burjuvazisinin bu yönde bir sınavı olacak. AB’den kopya çekerek bu sınavı verebilecek mi? Eylül Sonrası süreçte, Türk finans kapitali uluslararası sermaye ile daha derin kenetlenmek için kendi yapısal konumundaki değişim sancıları ile uğraşırken, Cumhuriyet’in ekonomi ve siyasetinin ortasına bir de Siyasal İslam ve İslam sermayesi düştü. Batı modernliğini yaratan, derebeyliğe karşı oldukça radikal mücadelelerdir. Ancak bu hiçbir şekilde yetmemiş, burjuvazinin proletarya ile başlayan mücadelesi ona ünlü modern çehresini kazandırmıştır. Türk burjuvazisi bu iki alanda da modern bir mücadele tarihine sahip değildir. Tarih bilincinin bu en önemli bölümleri Antika ve Osmanlı gelenekleri ile yüklüdür. Türk burjuvazisi modernliği Latin alfabesi ya da şapka-pantolon olarak kavradı. Bütün bu nedenlerden dolayı bizde burjuvazi hiçbir zaman Batılı anlamda egemen sınıf olamadı. Egemenliği sürekli bir şekilde Osmanlılıksan gelen tabu devlet anlayışı ile paylaştı. Daha doğru söylenecek olursa, doğrudan egemen olmak yerine kendi sınıf egemenliğini sürekli bir şekilde eski gelenek üzerinden yürüttü, dolaylandırdı. Burjuva anlamda modernlik hazır bir elbise değildir. Yoksa Cumhuriyet bütün Batı kanunlarını hemen tercüme etti. Modernlik bir tarihsel mücadele sürecinin yarattığı bir bilinçtir. Şimdi mücadele edilecek bir derebeylik olmadığına göre Türk burjuvazisi nasıl bu adımı atacak? Sistem olarak artık var olmayan derebeylik bilinçlerde, alışkanlıklarda ye en önemlisi Türk burjuvazisi ve devlet (özellikle Ordu) arasındaki ilişkide hala yaşamaktadır. Seksen bin sayfalık AB mevzuatını, Cumhuriyet’in kuruluşunda yapıldığı gibi tercüme etmekle AB’ye üye olunabilir mi? AB yolunda yürünürken en önemli engel devlet ve Türk burjuvazisi arasındaki ilişkidir. Batı’da devlet modern burjuva devletidir. Modern burjuva sınıf çıkarlarına göre şekillenmiş, birkaç yüzyıldan beri sınıf çıkarlarının egemen kılınmasında olağanüstü ölçüde rafine olmuştur. Bizde devlet mabettir. Burjuvazi bu mabette diz çöküp dileklerinin (çıkarlarının) yerine gelmesi için dua eder. Gerisi tanrının işidir. AB ile Türk Devleti arasındaki en derin ve uzun süreçli kapışma bu konuda olacaktır.
Türk burjuvazisinin tarihinde, bunu 19. yüzyılın sonlarından başlatırsak, sınıflar mücadelesi sürecinde başlıca iki dönem vardır. I960’lı yıllara kadar mücadele daha çok burjuva içi eğilimlerin çekişmesi biçiminde yaşanmıştır. Daha doğrusu dönemlerin olaylarına bu çekişmeler damgasını vurmuştur. Jön Türkler’den başlayan 27 Mayıs Darbesi’ne kadar gelen süreçte, devletçi- merkeziyetçi gelenekle liberal burjuva eğilimler çekişmiştir. Çalkantılı İttihat-Terakki günleri, Tek Parti Dönemi’nin ilk on yılı, ardından 46’lardan sonra iyice yoğunlaşan bu süreçte egemen eğilimlerin çekişmeleri yaşanmıştır. 60’lardan sonra bu süreç yön değiştirmiştir. Egemenlerin zirvedeki boğuşmalarının yerini, egemenlerle işçi sınıfı-gençlik ve daha sonra da Kürt Ulusal Hareketi arasındaki mücadele almıştır. Bu süreç geleneksel toplum ve devlet yapısını belli ölçülerde değişime zorlarken, öte yandan müthiş bir yan etki yaratmış, devlet iyice irileşmiş, “derinleşmiş” ve sonunda çeteleşmiştir. Bu azmanlaşmanın son durağına yaklaşıldığı görülüyor. Bunu kendileri de çok sık söylüyorlar: “Ankara değişime ayak uyduramıyor”muş! İşçi sınıfı ve Kürt Hareketi’ne karşı şişen ve azmanlaşan devlet, geleneksel alışkanlıklarını ve mutlak güç anlayışını gelişebilecek son noktalara kadar tırmandırdı. “Dönüş” nasıl yapılacaktır? Bütün sorun buradadır.
Tam bu noktada burjuva egemen siyasal eğiliminin büyük ölçüde erozyona uğradığını görüyoruz. Düzen kendi içinde önemli bir dönüşüm konağına itilmiştir, ancak siyasal kurmay çok “parçalıdır”. Bu parçalanmanın nedenlerine inerek, nasıl bir siyasal kurmay ortaya çıkabileceğini çözümlemeye çalışalım.
Egemen burjuva siyasal eğilimin (merkez sağın) neden Özal sonrası yıldızı sönmeye başlamış, bu düşüşü ne “baba”nın siyasete dönmesi ne kolejli modern Çiller’in siyasete girmesi ne de ağır başlı Yılmaz’ın ANAP’ın başına geçmesi durdurabilmiştir. Üstelik bu anaforda Cumhuriyet’in tüylerini diken diken eden Siyasal İslam’ın birinci parti olması yaşanmış; bu bela 28 Şubat ile savuşturulurken bu kez de faşizm ikinci büyük parti haline gelmiştir. Bu eksen kaymaları neden yaşanmaktadır?
Dünya ve ülke dengelerine göre şekillenen egemen siyasetin içeriği, bu dönemler kapanınca rolünü tamamlamaktadır. Türk burjuvazisi Cumhuriyet sonrası böyle iki önemli dönem yaşamıştır.
İlki Tek Parti yıllarıdır. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında burjuvazinin siyasette en yukarda tuttuğu parolalar “gericiliğe karşı laiklik” ve parçalanan İmparatorluk’tan diğer tüm uluslar ayrıldıkları için “ne mutlu Türk’üm diyene”dir. Kürt Halkı’na, Kurtuluş Savaşı sırasında verilen sözler Lozan’da unutulmuştur. Türk burjuvazisi hem kendini yaratmak hem de bir ulus yaratmak zorundaydı. Bu dönem 1926’lara kadar süren çok kısa bir bahar havasından sonra Tek Parti Diktatörlüğü olarak yaşanmıştır. Seçimler, şimdi küçülüp kireçlenen parti merkezlerinde kararlaştırılıyor, o zaman bu biraz daha merkezi işliyordu; her şey Çankaya’da kararlaştırılıyordu. Zayıf Türk burjuvazisi bu dönemde kendini bıçağın sırtında hissettiği için, ülke içindeki “irticai güçlere” karşı bir memur ordusu yarattı. Bu dönem politikalarında devletin iki konuda eli sürekli tetikteydi. Birisi irtica; diğeri dış kaynaklı kışkırtmalardır. Kürt Halkı ve Komünist Hareket bu politikaların sürekli zılgıtını yemiştir. Osmanlı’nın özellikle son elli yılı bu bilinç ve refleksi yaratmıştı.
Tek Parti Dönemi’nin ekonomi politikası başlıca iki temele dayandı. Önce hızlı sermaye biriktirilecek ve devlet kanalı ile yönlendirilecekti. Abdülhamit Dönemi’nin Ziraat Bankası korundu. Yanına bir de İş Bankası kuruldu. Öte yandan devlet eliyle sınırlı ölçüde bir sanayi geliştirildi. Dönemin ana ekonomi politikası devletçilik üzerine kuruldu. Bu konuda Mustafa Kemal’in son yıllarında, İnönü’nün arka plana itilip Celal Bayar’ın başbakanlık yıllarında bir liberalleşme başladıysa da, bu dönem çok kısa sürdü. Milli Şef-İnönü Dönemi tam bir devletçilik dönemi oldu. Tek Parti Dönemi’nin ekonomide çok özel olan bir yanı kır ilişkilerine dokunmamasıdır. “Efendi Köylü” kendi haline bırakıldı. Hatta okul yapımları için kırlara ikide bir hükümet salma çıkardı. “Sınıfsız-imtiyazsız bir toplumuz” anlayışı ve irticaya karşı tavır, kır ilişkilerinin adeta dondurulması sonucunu yaratmıştır.
Tek Parti Dönemi’nin dış politikası İngiliz ve Almanya eksenlerinden aynı uzaklıkta durma üstüne oturmuştur. Yeni bir emperyalist paylaşım savaşının eşiğinde Türk Devleti’nin Osmanlı anıları son derece canlıdır. Hitler’in yükseliş günlerinde Almanya ile belli ilişkiler geliştirilse de bu I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda İttihat ve Terakki’nin Almanya’ya adeta kapılanması biçimine dönüşmemiştir. İnönü bu yıllarda yoğurdu hep üfleyerek yemiştir. Dünyadaki saflaşmaların henüz çok karmaşık olduğu ve yeni paylaşımların yaşandığı dünyada, Türk burjuvazisi kutuplardan uzak durmayı tercih etmiştir.
Bu politikaların ömrü II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan yeni dünya dengeleri ile sona erdi. Dünya ve Türkiye artık yepyeni bir döneme giriyordu.
Sonraki elli yıla damgasını vuran egemen merkez sağ siyaset bu yıllarda doğdu. 46’lı yıllarda doğum yapan bu egemen siyasi eğilim, 90’ların ortalarına kadar hükmünü sürdürdü. Gerek dünya gerekse Türkiye, artık Tek Parti yıllarından çok farklı bir sürece girmişti. Bu büyük değişimler kaçınılmaz bir şekilde egemen siyasete yansımıştır. Hatta yansımaktan öte bu siyaseti şekillendirmiştir.
İç politikada bu egemen siyasi eğilimin parolaları artık oldukça farklıydı. Birinci sıraya anti-komünizm oturdu. Bu iç politika siyasi ekseni 90’lı yılların ortalarına kadar bütün şiddetiyle devam etti. Menderes Dönemi ünlü “51 Komünist Tevkifatı” ile başladı. Ancak Menderes Dönemi’nin iç politikada bir diğer yönelişi devletçiliğe karşı başlattığı açık saldırıdır. Tek Parti Dönemi dinle ilgili hangi uygulamaları yaptıysa Menderes hepsini tersine çevirdi. Ezan yeniden Arapça okunmaya başladı. Tarikatlar canlandı. Üstelik Genelkurmay, Milli Savunma Bakanlığı’na bağlandı. Ancak liberal burjuvazinin bu hızlı gidişi fazla sürmedi. Devletçilik, 27 Mayıs’la rövanşını fazlası ile aldı. Ordu normal bir silahlı güç olmaktan çıktı. MGK ile hükümete, ORKO ve OYAK’larla ekonominin içine girdi. Demirel dönemi devletçilikle bir uzlaşma dönemidir. Kozlar paylaşılmış, karşılıklı ağırlıklar belli olmuş, bunlara göre dengeler kurulmuştur.
Ekonomide merkez sağ, Menderes Dönemi’nde özelleştirmeleri ilk programına koyan parti oldu. Çok sınırlı da olsa bazı uygulamalara geçildi. Dış ticarette Tek Parti Dönemi’nin “tutucu” politikaları tamamen terkedildi. Uluslararası sermaye ile yeniden güçlü bağlar kuruldu. Ve en önemlisi kırlarda kapitalizmin gelişmesine büyük bir hız verildi.
Dış politikada, NATO politikalarına geçildi. Bu dönem dış politikası, Türkiye ile Arap Ülkeleri’nin bağlarını tamamıyla kopartmıştır. NATO yanlısı politikalar sonucu, Arap Ülkeleri’nde yaşanan kısmi devrimci gelişmelere karşı Irak’a müdahalenin eşiğine kadar gelinmiştir.
Merkez sağ politikaları yaratan koşullar hem ülke içinde hem de dünyada 90’lı yıllarla birlikte radikal bir altüstlüğe uğramıştır. Bu politikaları yaratan maddi ortam değişince eski merkez sağ politikaların devam etmesi imkansızdı. Ancak bilindiği gibi “önce eylem vardı”. Söz arkadan gelmiştir. Koşulların değişmesine rağmen merkez sağ eski nakaratları tekrar etmeyi sürdürdüğü ölçüde erozyona uğramaktan kurtulamadı. Türk egemen siyasetinin erozyona uğramasının sorumluluğunun sadece M. Yılmaz ve Çiller gibi garabetlere yüklenmesi, olayın temel zeminini gözden kaçırmaya yol açar.
Bir elli yıl merkez sağ politikaların iç politika mihveri olan anti-komünizm, işlevini tümüyle yitirmiştir. Demirel kendi döneminde CHP’sini sürekli olarak “içlerinde komünistler var” tehdidiyle köşeye sıkıştırmıştır. Zavallı “sosyal demokratlar” ise bütün gayretlerini aralarında komünistlerin olmadığını kanıtlamaya harcamışlardır. Bir dönem kapanıp yeni bir dönem açıldıktan sonra egemen politikanın iç politika ekseni değişmiş, ortaya Kürt Sorunu ve Siyasal İslam çıkmıştır. Devlet ve egemen siyaset bu kez “bölücülük” ve “irticayı” iç politika ekseni haline getirdi. Ancak öncekinden çok farklı sonuçlarla yüz yüze gelince bocaladı. Anti- komünizm politikaları sırasında, Türk egemen siyaseti, komünizme karşı saldırılarında tüm “hür dünya”yı arkasında gördü. Bunun gücü ve rahatlığı ile davranabildi. NATO’nun Sovyetler’e karşı öncü kalesi olan bu ülkede darbe yapan generaller “hür dünya” tarafından alkışlandı. Yüzbinler işkencelerden geçirilirken “hür dünya”dan “insan hakları” gibi parazit sesler yükselmedi. Devlet “bölücülüğe” karşı da aynı alışkanlık ve güvenle saldırıya geçti. Nasıl olsa “hür dünya” bu “stratejik önemi” olan ülkenin sürekli arkasındaydı. Bir müddet sonra arkasına baktığında şaşkınlıkla “hür dünya”nın arkasında olmadığını §ördü. Eski “hür dünya”dan destek bulamadığı gibi, PKK’yi “destekler görünen” Batı ülkeleri ile yüz yüze geldi. Zaman dönmüş, köprülerin altından çok sular akmıştı. Artık anti- komünizm döneminin kolay iç politika günleri kapanmıştı. Eski günler ne kadar da güzeldi! Ne 68’lerdeki ünlü Kanlı Pazar olayından sonra ne 12 Mart içinde Kültür Sarayı yangını nedeniyle ne de en önemlisi Maraş Katliamı’ndan sonra “hür dünya”dan asap bozan “araştırma komisyonları” gelmemişti. Oysa komünizmin yıkıldığına sevinemeden Kürt Hareketi’ni karşısında bulan Türk Devleti, bu yetmiyormuş gibi Batı’dan bu konuda destek şöyle dursun her gün çeşitli biçimlerde tehdit alıyordu.
Siyasal İslam konusunda da merkez sağ tam bir açmaza sürüklendi. Yine eski güzel günlerde Siyasal İslam’ı kendi koalisyonlarına takviye olarak alan; Devrimci Hareket’in gelişmesine karşı değerlendiren; biraz da devletçiliğe karşı sürerek politika yapan merkez sağ, 90’lı yıllara gelince atı alanın Üsküdar’ı geçtiğini görerek arkadan yetişmek için çok türban manevraları yaptı ise de sonuç alamadı. Tepki, “balans ayarı” ile Ordu’dan geldi. Bu politikaların üstüne oturarak Siyasal İslam’la kapışan merkez sağ iyice eski zemininin ayağının altından kaydığını acı acı gördü. Siyasal İslam artık siyasette belli bir güç olmuş, daha önemlisi kendi ekonomisini yaratmıştı. Parti kapatmakla iş bitmiyordu. Üstelik Türk Devleti’nin tüylerini diken diken eden “irticaya” karşı en yakın müttefik ABD’den “hoşgörü gösterilmesi” sinyalleri geliyordu. Bütün bu gelişmeler iç politika zemininde önemli kaymalar yaratıyordu.
En büyük değişim elbette Türk egemen siyasetinin dış politika alanında yaşandı. Sovyetler’e karşı NATO’nun kalesi rolünü pek sevmiş olan egemen siyaset, çok kısa sürede kendini bir “ateş çemberi”nin ortasında buldu. Batı artık komünizm-emperyalizm günlerindeki gibi “tek” değildi. Dünya yeni kutuplaşmalara doğru yol alıyordu. En önemli pazarlıkların yapıldığı bölgede, eski dış politika argümanlarının hepsi boşa çıkmıştı.
Sonuç olarak, II. Dünya Savaşı dengelerine göre şekillenmiş Türk egemen burjuva siyaseti bu dönem kapanınca kendisini yeniden yapılandırmak gibi büyük bir sorunla karşı karşıya buldu. Ancak bu kez denklemler eski günlerdeki kadar basit değildi. Özellikle yaşanan son on yıl egemen güçleri yeni politikalar yaratmaya zorlamıştır. 1950-90 arasının iç ve dış politika koşulları ile 90 sonrasının koşullarında çok köklü değişimler yaşandığı için bir dönemin egemen siyasetinin temel eksenleri artık geçerliliğini yitirmiştir. Bu sancı Türk Devleti’nin politikalarına damgasını vurdu. Epeydir yeniden yapılanma lafları ediliyor. Sivil siyaset egemenleri çok rahatsız edecek ölçüde “parçalandı”. Bütün bunların nedeni 90 sonrası yaşanan altüstlüklerdir. Burjuvazi iç ve dış politikada yeni temel duruş noktaları yaratmak zorunda. O nedenle bugünlerde her kafadan bir ses çıkıyor. Bunlar yarım yüzyıl süren bir dönemin Türk egemen siyasetine yansıyan kapanış gürültüleridir. Ancak henüz ortada göz doldurucu bir şekillenme yoktur. Sivil politikacıların yapamadığını Ordu yapmış, ortaya 28 Şubat’la bir çerçeve koymuştur. Ancak henüz hiçbir taş yerine oturmamıştır. Yakın tarihimizde böyle bir dönem Tek Parti Dönemi’nden çok partililiğe geçerken yaşanmıştır. Menderes Dönemi, yeni politikalara girişin ancak geçiş dönemi oldu. Egemenler arasındaki denge esas olarak 27 Mayıs Darbesi’nden sonra belli ölçülerde şekillenebildi. Şimdi durum çok daha komplekstir. Erozyona uğrayan egemen siyaset epey sancılı bir süreci kaçınılmaz bir şekilde yaşayacaktır.
Ekonomide Zorunlu Yapısal Değişimler
Yeniden yapılanmanın en önemli alanlarından birisi elbette ki ekonomidir. 1950-80 arasının “ithal ikamesine” dayalı “karma ekonomisi” ömrünü doldurmuştur. “İhracata yönelme” ile bazı sonuçlar alınsa da Türk ekonomisinde uluslararası finans kapitalin dayattığı “değişim” henüz yaşanmamıştır. Uluslararası finans kapital başlıca iki alanda dayatma yapmaktadır. Birisi özelleştirme; diğeri uluslararası sermayeye daha özgür ve hızlı akışkanlık sağlamak için mali piyasaların (borsadan bankalara kadar) düzenlenmesidir. Türk Devleti henüz bu konularda yeterince adım atmamıştır. Daha da ötesi, Özal’ın yarım yamalak bıraktığı sözde reformlar ve ardından gelen savaşın etkileri ile ekonomide rant alanı “tehlikeli boyutlarda” şişmiştir. Özal Türkiye’ye “sıcak paranın” akışını kolaylaştıracak bazı tedbirler almaktan öteye gidememiştir. Gelen paranın ekonomide üretkenliği arttıracak şekilde yönlendirilmesinde hemen hiçbir adım atılmamıştır. Sıcak para gelmiş, büyük spekülasyonlar yapmış, sonra istediğinde gitmiştir. Buna güvenen devlet ise savaş nedeniyle artan masraflarını iç borçlanmayla karşılama yolunu seçmiştir. Bu gelişimin sonucu olarak banka sistemi devletin yüksek faizli kağıtları üzerinden yasayan içi boş bir spekülasyon alanına dönüşmüştür. Spekülasyon o ölçüde artmıştır ki, artık Türkiye’nin en büyük holdinglerinin kar payı içinde spekülasyonun (borsa, faiz ve repo gelirlerinin) yeri %70’lere kadar tırmanmıştır. Para üretim alanından büyük bir boyutta koparak, spekülasyon alanına kaymıştır.
Yeni sömürgecilik yıllarının I. ve III. Dünya arasındaki ilişkilerini daha çok devletler arası veya büyük bankalar arası kredi akışları karakterize ediyordu. Bu dönem ana hatları ile tıkanmış ve kapanmıştır. Artık kanser haline gelen bazı III. Dünya borçları yavaş yavaş silinmektedir. Henüz dünya ölçüsünde tam anlamıyla kuralları kesinleşmeyen yeni sömürgecilik sonrası dönemin en temel özelliği uluslararası sermayenin gerekli pazarlara doğrudan akabilmesini sağlamaktır. Özelleştirmeler ve sermaye akışının önündeki her türlü engelin kaldırılması çabaları bu amaca yöneliktir.
Türk ekonomisi bu noktadan çok uzaklardadır. Bunun için iyice irileşen devletin küçültülmesi gerekmektedir. Devletin küçültülmesi günlük politikaya daha çok KİT’lerin özelleştirilmesi ve şişkin memur kadrolarının azaltılması olarak yansıyor. Oysa ekonomi üzerindeki en büyük baskı Ordu’nun harcamalarıdır. Buradan kısılamadığı ölçüde IMF’nin yapısal değişim için dayattıklarının bütün maliyeti halkların sofrasından çıkartılacaktır. Ekonomide yapısal değişim sonuç olarak Türk ekonomisinin uluslararası finans kapitalin sermaye hareketlerine daha dakik bağlanması demektir. Üretim temeli yeterince güçlü olmayan bir ekonominin bu yola çıkması ardından büyük sallantılar getirecektir. Ancak Türk ekonomisi rantiyeleşmenin zirvesine çıkarak büyük bir tıkanma noktasına geldiği için kendisine IMF’nin çizdiği yoldan başka bir seçenek bırakmamıştır.
Halk Güçlerinin Yeniden Yapılanmadaki Yeri ve Rolü?
Özellikle ilerici kesimde yeniden yapılanma konusunu otomatik olarak “demokratikleşme” ile bağlayan bir anlayış oldukça egemendir. Konunun iki ayrı taraftan oldukça farklı göründüğü yeterince açık olmalıdır. Devlet konuya tamamen dünya ve Türkiye’nin yeni koşullarında egemenliğini bu koşullara göre yeniden organize etme olarak bakmaktadır. Onun bakış noktasından demokrasi konusu sadece “bazı zorunlu düzenlemeler” olarak görülmektedir. Oysa halk güçleri noktasından konuya bakılınca yeniden yapılanmanın öne çıkan yanı “demokratikleşme” olarak görünüyor. Oysa kıyametin kopacağı ya da kopması gereken nokta tam burasıdır. Yeniden yapılanma sancısı içinde olan Cumhuriyet’in egemenlerinin demokrasi ile ilişkileri yeterince biliniyorsa bu konuda hayal kurmak, AB dayatmalarından medet ummak tam bir siyasal saflık olur. Eğer yeniden yapılanma sürecine demokratik gelişmeler de dahil olacaksa bu en başta halkların tutarlı mücadelesi ile olabilir. Düzen yeniden yapılanmada kendine bazı işaret noktaları koymuştur. Bunları atlayarak “beklentilere” girmek her şeyden önce yürütülmesi gereken mücadelenin enerjisini düşürür. Demirel daha yakında “28 Şubat sürecinin bitmediğini” açıkladı. “28 Şubat ne ölçüde gerçekleşebilir? Fazla bir gerçekleşme şansı yoktur” türünden yaklaşımlar, Türk egemenlerinin kendilerine çizdikleri yönü unutmak gibi büyük bir yanılgıya düşecekleri için siyasi uyanıklıklarını yitirirler. Yeniden yapılanmanın hangi sonuca varacağı, “Cumhuriyet’e” nasıl yeni bir şekil vereceği elbette henüz yeterince ortaya çıkmamıştır. Ancak egemenlerin bu yolda kendi çizdikleri sınırlar vardır, bunlar unutulunca politikada yersiz beklentilere girilebilir.
Yeniden yapılanmanın kaçınılmaz bir şekilde kabaca iki kutbu vardır. Egemenler bir kutupta, halklar ve çalışan kitleler diğer kutuptadır. Devlet ve finans kapital açısından yeniden yapılanmanın odak noktasında egemenliklerinin köklü bir şekilde değişen koşullara göre yeniden tanımlanması ve organize edilmesi durmaktadır. Bu konuda devletin “yüksek katlarında” yoğun tartışmalar olduğu açıktır. Hatta bazı konular bir öngörü ile planlı bir şekilde değil, bizzat pratiğin dayatmaları ile tartışılmaktadır. Bugün sanki her kafadan bir ses çıkmaktadır. Özellikle Kürt Sorunu ile ilgili devletin bizzat tepesinde bazı nüanslar olduğu görülebiliyor. Kendisini yepyeni koşullara politik ve ekonomik olarak henüz ayar edememiş olan egemenlerin arasındaki bu tarz nüanslar bir bakıma bugünlerin karakterinden kaynaklanmaktadır. Ancak şu kadarı da kesindir, derin devlet kendi mekanizmaları ile Türkiye’nin yeni iç ve dış politika önceliklerini, erozyona uğrayan egemen sivil siyasetin ana duruş eksenlerini tartışıp olgunlaştırmaktadır. Bugün yapılan bazı açıklamalardan, zirvede ortaya çıkan bazı nüanslardan beklentilere kapılarak politika yürütmek halk güçleri açısından yanılgılı sonuçlar doğuracaktır. Yeniden yapılanma Cumhuriyet’in ilk yaşadığı bir olay değildir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş ve Tek Parti Dönemi, ardından “çok partili” sürece giriş, Eylül sonrası Özal’ın başlattığı süreç, bütün bu dönemlerde yeni düzenlemeler, önce halk güçleri darbelenerek yapılmıştır. Bugün sürecin farklı akacağının eğer tek kanıtı AB üye adaylığı ise, bu dönemlerde de Batı’nın hep Türkiye’den “azınlık hakları” talebi olagelmiştir. Sonuç azınlıkların tasfiyesi, halk güçlerinin darbelenmesidir.
Devletin yeniden yapılanması süreci karşısında halklara düşen yersiz beklentilere kapılmak yerine kendi güçlerini dönemin gerektirdiği biçimde gerçekten yeniden yapılandırmalarıdır. Bu topraklarda ne egemenlerin arasındaki nüans sürtüşmeleri ne de Batı’nın dayatmaları demokrasi yolunu bir türlü açmadı. Bugün halkların oldukça önemli bir avantajı vardır. Elbette güçler dengesine bakıldığında, özellikle PKK’nin stratejik dönüşünden sonra, halk güçleri avantajlı görünmüyor. Bu acı da olsa gerçektir. Üstelik AB adaylığı denen olgu neredeyse bütün enerjileri emip “beklenti” odasına yerleştirdi. Ancak 60’lar sonrası başlayan, Eylül sonrası derinleşen, özellikle Kürt Hareketi’nin yükselmesi ile önemli mevziler kazanan, toplumun sanki değişmez alınyazısı gibi görünen devlet tabusundan kopuşma, bu kopuşmanın ortaya çıkarttığı enerji gerçek demokrasi mücadelesi için bir şanstır. Yeniden yapılanma egemen sınıflar açısından aynı zamanda devletin oldukça hırpalanan itibar ve otoritesini onarmaktır. Oysa gerçek demokrasi hareketinin hedefi hücrelere sinmiş bu devlet anlayışından kopuşmayı derinleştirmek olmalıdır. Bugün tablo oldukça umutsuz görünüyor. Ancak halkların kaderini değiştirecek gelişmeler de böyle zorlu süreçlerde mayalanır.
Yeni Dünya Dengelerinin Yeniden Yapılanma Üzerindeki Etkileri ya da “Türkiye’nin Stratejik Önemi”
Yeniden yapılanmanın gerçek çerçevesini çizen yeni uluslararası dengelerdir. Ünlü deyimi ile Yeni Dünya Düzeni’dir. Önemli strateji dergilerinden SAIS Review, “Türkiye’nin 21. yüzyıldaki rolü”nü şöyle değerlendiriyor:
“Türkiye Körfez Savaşı’ndan beri aktif bir dış politika izliyor. Bu en son Suriye’yi tehdit ve Öcalan’ın bu ülkeyi terke zorlanmasıyla kendini gösterdi. Bu aktif dış politika bazı temellere dayanıyor.
“Artan Zenginlik: 1980’lerdeki ana reformlarla ekonomi devletçiliği bıraktı. GSMH üçe katlandı. 58 milyar dolardan 187 milyar dolara çıktı. İhracat dokuza katlandı. 2.9 milyardan 26.8 milyar dolara yükseldi. Ekonomi büyümeye devam ediyor.
“Askeri Güçte Artış: 1985-1995 arası silah harcamaları ikiye katlandı. Türkiye’nin bu eğilimi devam edecektir. Gelecek sekiz yılda 30 milyar dolar; 2030’a kadar 150 milyar dolar harcama planlanıyor.
“Komşu Devletlerdeki Gerileme: Irak ve Suriye gerilerken Türkiye yükseliyor. Rusya ile ilişkiler kuruldu, ticaret gelişiyor. Suriye ve Irak askeri olarak çok geriledi. 1990’ların başında durum tam tersineydi. Sonra süreç Türkiye lehine işlemeye başladı. İran sekiz yıllık savaşta çok yıprandı.
“Büyüyen Bölgesel Fırsat: Türkiye bölgedeki fırsatları değerlendiriyor, ancak Türki devletlerin lideri olabileceği spekülasyonlarının gerçeklikten uzak olduğu anlaşıldı. Türki cumhuriyetlerde hala Rusya egemen olsa da, Rusça konuşan elitin yerini Türkçe konuşan elit alıyor.”15
Sosyalizm-emperyalizm dengesinde Sovyetler’in “yumuşak karnında” oldukça pasif ve durağan bir dış politika izleyen Türkiye artık istese de böyle bir politikayı devam ettiremezdi. Devletin yeniden yapılanmasını dayatan en önemli unsur dünya dengelerindeki değişim sonucu bölgenin olağanüstü kritik hale gelmesidir. Türkiye’nin “stratejik önemi” üzerine çok şey söylendi. Özellikle Clinton’un AGİT toplantısı öncesi yaptığı açıklamalar konunun genel tekerlemelerden öteye doğru derinleştiğini gösteriyor. Stratejik önem sadece “coğrafi konum”dan kaynaklanmaz. Üstelik “stratejik önem” sadece avantaj değildir, aynı zamanda dünya güçlerinin kritik kapışmaları sırasında bu kapışmaların kurbanı da olunabilir. Osmanlı’nın başına gelen buydu. Stratejik konuma “önem” yükleyen esas iki unsur vardır. En başta o ülkenin kendi iç dinamiği ve gücüdür. Yoksa “stratejik olarak çok önemli bir bölgede” çok bayağı bir piyon rolü ile de yetinilmek zorunda kalınır. Bir ülke kendi önemini dayatacak gücü göstermediği müddetçe “stratejik önem” genellikle trajedilerin kapısını açar. İkinci önemli unsur, bölgedeki alternatiflerin dağılımıdır. A. Makovsky’nin dediği gibi, Türkiye “komşuları gerilerken” yükselmiştir.
Birincisinden başlayalım. Türkiye’nin “stratejik önemini” dayatacak gücü ve dinamizmi var mıdır? Bu soruya bugün evet demek oldukça zordur. Ancak Türk Devleti kendini böyle bir role hazırlama gayreti içindedir. Bunun için sadece silah zoru yetmez. Hele silahların alımı ikide bir ekonominin “iç dengelerini” altüst edecek ölçüde ekonomi zayıfsa, bir dönem İsrail’in başına gelenler Türkiye için kaçınılmaz kader olur. Türkiye’nin yükünü ABD, İsrail’inki kadar kolay taşıyamaz. Öte yandan, uzun vadeli hedefleri takip edecek kadar siyasal istikrar ve politik zenginlik gerekir. Türk Devleti bu anlamda en zaaflı dönemini yaşıyor. Siyasal istikrar geçici olarak diktatörlüklerle sağlanabilir. Ancak ardından kaçınılmaz baraj taşmaları yaşanır. Gerçek siyasal istikrar önemli ölçüde “maddi refah”a dayanır. Türkiye kapitalist gelişmesinde Özal’la birlikte ikinci önemli dalgasını yaşamaya başladı. Ancak bu dalga tam anlamıyla rantiye bir ekonomi yarattı, aynı zamanda yoksulluk uçurumunu iyice derinleştirdi. Politik zenginlik ise Türk siyasal tarihinde hiç yaşanmayan bir şeydir. Kemalizm’in dar kalıpları, Cumhuriyet’in kurtulamadığı korkuları onu hep donuk silik politikalara mahkum etmiştir. Oysa “stratejik önem” çoğu zaman riskli politikaları dayatır. Türk Devleti’nde henüz böyle bir manevra yeteneği yoktur. Yeniden yapılanmanın derinliği sadece bu noktadan bakıldığında bile görülebilir. Uzun vadeli hedefler kollayan, risk alabilen politikalar bugün Türk Devleti için “çok fazla gelir”.
Bölgedeki alternatiflerin dağılımına gelince; bugün gelişmeler kesinlikle Türkiye’nin “stratejik önemini” arttıran yönde ilerliyor. Ancak dünya yeniden paylaşılıyor ve bu paylaşımın henüz başlarındayız. Türkiye’nin bölgede önemini arttıran en önemli gelişme Rusya’nın adım adım Batı ile arasında yükselen gerilimdir. ABD Rusya’yı hem sermaye gücü ile belli ölçülerde yönlendirme hem de aynı zamanda kuşatma politikasını yürüttü. Rusya Batı’nın “liberal ekonomi mucizesi”nden yavaş yavaş kopuşuyor. Kremlin bunun Rusya’yı tam bir dağılmaya götüreceğini geç de olsa belli ölçülerde gördü. Özellikle Kafkaslar’daki etkinliğini yitirdiğinde hızlı bir çöküşe gireceğini açıkça ilan ediyor. Her büyük gücün bir “arka bahçesi” var. Clinton’ın AGİT toplantısına gelirken Türkiye üzerine söyledikleri bu anlamda sadece diplomatik yağlama ve boş sözler değildir. Çeçen Savaşı, Batı ile Rusya ilişkilerinde yeni bir dönüm noktasıdır. Bu noktada Türkiye’nin “önemi” belli ölçülerde artmıştır. Ayrıca özellikle ABD açısından bölgede sadece Rusya değil, Çin de bir sorun oluşturmaktadır. “Çin’in tek başına Kazakistan’la ticareti Türkiye’nin diğer beş ulusla toplam ticaretini aştı. I994’de Türkmenistan’la demiryolu anlaşması yaptı. Ayrıca doğuya petrol taşımak için 20 milyar dolarlık boru hattı anlaşması imzalandı. Çin gerçekte istikrar için uzun vadede asıl potansiyel tehdittir.”16 Emperyalist düşünce tankları son yıllarda Çin üstüne yoğunlaşıyorlar. Çin, Batı’nın ünlü “liberal ekonomi mucizesine” hiç sempatik bakmadı. Üstelik ticari ve politik konularda Batı ile sıkı pazarlıklar yapıyor. Buna ilave olarak Rusya ve ittifakı gelişirse Türkiye’nin bölgede gerçekten “stratejik önemi” artar. Ancak devlerin arasında cüce olmaktan ne ölçüde öteye geçebilir? Bu en başta Türk egemenlerinin yeteneklerine bağlıdır. Bu gerilimi yüksek bölgede, bir yüksek gerilim hattına yapışarak çarpılıp kalmak da var. Dolayısı ile Türkiye’nin “stratejik önemi” üzerine platonik söylevlerin hiçbir anlamı yoktur. Önem arttıkça risk de aynı ölçüde artacaktır. Dünyada yaşanan yeniden paylaşımın kanunu budur. Türk sivil politikacıları değilse bile genelkurmay bu gerçeğin farkındadır. Sivil politika hamasi nutuklardan ne zaman kurtulur? Ya da kurtulabilir mi? Mevcut aşırı yıpranmış politikacı kuşağından bunu beklemek oldukça saflık olur. Türk egemenleri açısından “stratejik önemi”nin artması ile sevinç çığlıkları atmak hiçbir gelişmeye karşılık gelmez. Devletin yeniden yapılanması, bütün bu risklerin belli ölçülerde karşılanması telaşı ve sancısıdır.
Eğer bölgedeki güç çatışmaları bugün ortaya çıkan yönlerde derinleşirse, gelişmeler bunu gösteriyor, devletin yeniden yapılanmasına esas şekli bu gerilimler verecektir. Buradan çıkan sonuç ise yeterince açıktır. Daha fazla militarize olmuş, ancak öte yandan hantallık ve kabalıklarından kurtulmuş, belli ölçülerde de siyasal bir “istikrar” kazanmış bir Türkiye’dir bu tablodan ortaya çıkan. Türkiye’de siyasal istikrar hep “güçlü hükümet” kavramı ile birlikte kullanılmıştır. Hükümetler güçlü oldukça da halk güçleri hep zayıf düşürülmüştür.
Türkiye – Avrupa Birliği İlişkileri
AB adaylığı devletteki yeniden yapılanmayı elbette ki önemli ölçüde etkileyecektir. Ancak adaylık sonrası hem devletin tepelerinde hem de ilerici kamuoyunda öyle bir hava oluştu ki, sanki her şey bir çırpıda olup üyelik 5-6 yıl içinde gerçekleşecektir. Kimse AB’nin kurmayı ve direği Almanya’nın eski iktidar partisinden gelen “çatlak sesleri” ciddiye almıyor. CDU, ısrarla “gerçekleşmeyecek bir adım” diyerek yeni tezler üretiyor. Oysa Türkiye’de büyük bir kamuoyu, şu yıllardır nazlı gelin gibi bir türlü bu topraklara uğramayan demokrasinin nihayet geleceğinden eminler. Temelsiz beklentileri bir kenara bırakıp, AB adaylığının yeniden yapılanma ile ilişkilerini çözümlemeye çalışalım.
Avrupa ve Türkiye arasında derin bir tarihsel bilinçaltı vardır. Kürt Sorunu yükseldikçe ve Avrupa’dan soruna bazı sahiplenmeler ortaya çıktıkça bu tarihsel bilinçaltı kabarıp yeniden günün bilinci haline gelmiştir. Bugün şovenizm iktidardadır. Daha dün Sevr hortlatılmak isteniyor diye, egemenler bağırıp duruyordu. Bir “deprem” oldu sanki her şey değişti. Olayların tarihi ve mevcut güçler durumu dikkate alındığında Türkiye’nin bir türlü bitmek bilmeyen Batılılaşma serüveninde yeni bir viraja girildiği söylenebilir. Ancak bu viraj Batı otobanlarına Türkiye’yi bağlayacak mı? Yoksa bir yerlerde yol karışıp yine ara yollardan mı yürünecek?
Türk Devleti’nin tarihsel bilinçaltı neden kabardı? Tanzimat’tan beri Batı’dan Türkiye’ye “azınlık hakları” dayatılır. Bu kelimeleri duyan devletin başları otomatik olarak en azından yarım yüzyıl süren İmparatorluk’un parçalanma günlerini hatırlarlar. Haksız da sayılmazlar. Batı o dönemde bugünkü gibi Türk halkı için hiç “demokrasi” filan talep etmemiş, ille de “azınlıklara hak” talep etmiştir. Bu dayatmaların tarihsel sonuçları bellidir. Bu “azınlıklar” katliamdan geçirilmiş, onların hamisi pozundakiler bu katliamları diline dolamaktan öteye gitmemiştir. Dünyayı birkaç yüzyıldır yöneten emperyalizm bu konularda inanılmaz deneylere ve bilgi birikimine sahiptir. Vahdettin’i İstanbul’da elinin altında tutan İngiltere, Ankara kendini biraz toparlamaya başlayınca, 1920’de Vahddettin’e “Kuvva-ı Milliyeciler’e yakın” bir hükümet kurmasını tavsiye etmiştir. Emperyalizm olağanüstü kıvraktır. Çıkarının olduğu en ince çatlaklara bile sızar. Öcalan’a uzakta iken en sıcak mesajlar yollayanlar, Roma’da iken iltica hakkını çok gördüler. Öcalan İmralı’da iken ise bu hak verildi. Bunlar basit maskaralıklar değildir; emperyalizm dünyayı yıllardır böyle yönetiyor. Güç elinde olduğu için esneme yeteneği de fazla. Riskten hemen kaçabilmeyi, gerektiğinde risk alabilmeyi becerebiliyor. “Çifte standardı” ise baş döndürücü ölçüde hızlı değişir.
AB ile Türkiye ilişkilerinin arasında bu tarihsel bilinçaltı sürekli çağlayan bir nehir gibi akmaktadır. Bugünlerde bu nehrin kabarmasının tek nedeni de “Kürt Sorunu” değildir. Nasıl yüzyıl önce dünya dengeleri altüst olurken Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte üç imparatorluk daha çöküp parçalandı, pek çok yeni ülke sınırı çizildi ise (o zamanlar bu sınırları genellikle İngiltere çizmiştir) bugün de dünya yeni bir altüstlük içindedir. On yıl geçmeden onlarca ülkenin sınırları değişti. Türkiye’nin sınırları Lozan’da çizildi. II. Dünya Savaşı sonrası ittifakları (NATO) ile “güvenlik” altına alındı. O güvenliği sağlayan dengeler bugün yoktur. Sınırları çizen güç dengeleri değişmiş, buna bağlı olarak sınırlar da değişmektedir. Üstelik bütün kaymalar Türkiye’nin üç köşesinde yaşanmaktadır. Tarihsel bilinçaltı ile günümüzün bu gerçeklikleri birleşince Türk Devleti ister istemez Sevr günlerini hatırlamıştır. Bugün yine dünya paylaşılıyor. Ancak şimdilik bambaşka üslup ve araçlarla!
Devletin başı daha geçenlerde, Kürt Sorunu ile ilgili olarak, konunun kişisel haklar ve özgürlükler çerçevesinde ele alınması gerektiğini söyleyerek “öyle grup şeyi filan olmaz” demiştir. “Azınlık hakları” hala Türk Devleti’nin tüylerini diken diken etmektedir. Bu tarihsel bilinçaltından Türk Devleti nasıl kurtulabilir? Yeniden Osmanlı gibi bir İmparatorluk yaratamayacağına göre, bölgede çekim gücüne sahip bir emperyalist güç olduğu zaman. Bunun hayallerini II. Cumhuriyetçiler, özellikle Özal Dönemi’nde epeyce kurdular. Bin bir ulus ve kültürün ortasında, “azınlık haklarından” korkmadan yaşayabilmek için, emperyalist dünyanın kuralı budur. Yoksa bu çeşitlilik başka çekim merkezlerine doğru çekilerek “ülkenin bütünlüğü” bozulabilir. Türkiye açısından bölgede böyle bir güç olabilmek, bütün “stratejik önemine” rağmen orta vadede bile oldukça zordur. Dünya satranç oyununda, paylaşım oyununun şahları, kendi piyonlarını hiçbir zaman vezirlik seviyesine yükseltmezler. Bu piyonlar irileşse bile en fazla hantal filler olmaktan öteye gidemez. Ya da gitme şansları çok zayıftır.
AB’nin dayatmaları sonucunda, Türk Devleti bu korkularından vazgeçmek şöyle dursun, sürekli bu korkuları ile yaşayacaktır. Öte yandan, Avrupa’nın da kendi korkuları vardır. Osmanlı İmparatorluğu o günün dünyasında, en önemli ticaret yollarından birisinin üzerinde “barbar haraç toplayıcıydı. I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı, İngiliz-Fransız ekseninden Alman eksenine kayınca bu yollarda Almanlar ilerlemeye başladılar. Bu saf değiştirmenin bedelini İngiliz emperyalizmi Osmanlı’ya çok ağır ödetti. Şimdi de Türkiye bir biçimde Avrupa’ya rağmen bir çekim merkezi olursa, Avrupa’nın eski korkuları canlanacaktır. Avrupa kendi elleriyle, yani Birlik’in kasasından akacak kredilerle Türkiye’yi büyütmeyi göze alabilir mi?
Ne olmuştur da, Luxemburg’da reddedilen Türkiye çok geçmeden Helsinki’de “aile fotoğrafının” içine alınmıştır?
“Reddedilişten bu yana Türkiye’de anlamlı bir değişiklik olmadı, oysa Avrupa’nın perspektifinde açıkça bir değişim oldu.” 17 Avrupa’nın görüşünü değiştiren faktörler nelerdir? Türkiye’nin “aile fotoğrafına” dahil edilmesinde en büyün etken ABD’dir. Avrupa Birliği içindeki bir Türkiye, ABD açısından daha fazla tercih edilir. Bu yol çok uzun olsa da, emperyalizm uzak hedefler belirleyecek hem güce hem de yeteneğe şimdilik sahiptir. Türkiye AB içine girerse Almanya’dan sonra ikinci büyük ülke olacaktır. Bu ABD politikalarının AB içine İngiltere’den sonra ikinci bir güç tarafından taşınması demektir. Luxemburg’da Türkiye’ye AB bu uyarıyı yapmıştı. ABD dış politikasına bu ölçüde bağlı bir ülke AB içinde Almanya-Fransa ekseni açısından sorun olabilirdi. Buna karşılık ABD’de Avrupa’nın kendi ordusunu kurmasına aktif bir tavır almadı. Elbette bu ordu yakın zamanın işi değildir. Bu konuda Avrupa’nın hiçbir altyapısı yoktur. Üstelik tek başına ABD’nin silah harcamaları Avrupa’nın toplamından fazladır. Avrupa, teknik yenilenmede ABD ve Japonya’nın arkasından koştururken bu alana ne kadar harcama yapabilecektir? Her şeye rağmen düğmeye basılmıştır. Bu süreç derinleştikçe Avrupa ve ABD arasında pazarlık ve çekişmeler derinleşecektir. Diğer önemli bir neden PKK’nin yaptığı stratejik dönüştür. “Terör” varken Avrupa Kürt Sorunu üzerinden politika yapma şansına sahip değildi. Türk Devleti kestirmeden konuyu kapatıyordu. Şimdi hem Türk Devleti’nin böyle bir gerekçesi kalmamıştır hem de Avrupa açısından zemin politik manevralar için belli ölçüde yumuşama yoluna girmiştir. Bu noktada Avrupa, Türkiye üzerindeki kendi politik etkisini artırmak için aday çengeline Türkiye’yi takmayı tercih etmiştir. Türkiye’nin bölgede artan önemi böyle kısmi bir kuşatmayı gerekli kılmıştır.
Bu uzun yol sırasında Avrupa Türkiye’yi hangi noktalarda zorlayacaktır?
Ekonomi alanında başlıca iki nokta vardır. Birisi mali sistemdir; diğeri tarım sektörüdür. Türkiye eğer AB’ye ciddi aday olursa en önemli konu Birlik’in bütçesinden alacağı bazı “yardımlardır”. Bu nedenle Türkiye’deki para akışı ve dışarıdan Türkiye’ye akan paranın yönlendirilmesi büyük önem taşır. Mevcut mali sistem tam bir yozlaşma içindedir. Devletin yüksek faizle borçlanmasının sonucu bütün banka sistemi bayağı tefecilere dönüşmüştür. İkide bir “bankaların içi boşaltılıyor.” Bankalar birikimlerinin çok üstünde “dostlarına” kredi açıyorlar. Sonrada batarak yıkıntıyı vergi mahkumlarının sırtına bırakıyorlar. Ancak en önemlisi Ziraat Bankası’nın durumudur. Tarım her zaman politika ile çok iç içe giden bir alandır. Ziraat Bankası’da Batı açısından yığınla soru işareti taşımaktadır. Mali sistemin denetimi ve Türkiye para kaynaklarının AB tarafından yönlendirilmesinde diğer çok önemli konu, Ordu’dur. Hükümetin her kapısına dayandığında istediğini alan Ordu, AB üyeliği sürecinde bu kolaylıklarını yitirmekle yüz yüze gelecektir. AB’yi ve Türk Devleti’ni en çok zorlayacak konu budur. “Helsinki aile fotoğrafından sonra Financial Times, “daha Türkler AB’yi anlayamadılar. Onun kendi egemenlik haklarının bir bölümünden vazgeçmek anlamına geldiğinin farkında değiller” değerlendirmesini yapmıştı. Burada konu gelip Ordu’nun imtiyazlı konumunun ne olacağına dayanmaktadır. Ve bu konunun bölge dengeleri ve ülke içi dengeler dikkate alındığında kolay bir çözümü yoktur.
İkinci konu, tarım sektörüdür. Şu anda Türkiye nüfusunun yaklaşık yarısı kırlarda yaşamaktadır. “Tarım sübvansiyonları” hem Avrupa içinde hem de ABD ile Avrupa arasında büyük bir çekişme konusudur. Cumhuriyet kapitalizmi yetmiş yılda kır nüfusunun ancak %20’sini eritebilmiştir. Ucuz Avrupa tarım ürünleri Türkiye’ye akmaya başlarsa, nasıl bir süreç yaşanacağını kestirmek oldukça zordur. Türkiye’deki işsizler ordusu zaten Avrupa’yı ürkütmektedir. Oysa AB sürecinde ilerleyiş bu orduyu kaçınılmazca büyütecektir. Bu büyüme AB’nin yolunu daha yokuşlu hale getirecektir. Mali sistemin “reformu”, Ordu kaynaklarının kısılması hariç daha radikal tedbirlerle çözümlenebilir. Bu çözümün sermaye grupları içinde bir dönemin “Anadolu kaplanları” aleyhine olacağı açıktır. Ancak Türkiye kırlarındaki sorunun çözümü uzun yılları gerektiriyor. AB yolu bu anlamda oldukça uzun ve yokuşlu bir yoldur.
AB’nin iç politikada Türkiye’yi en çok zorlayacağı konu “demokratikleşme”dir. Ancak koklayana göre değişen şu “demokratikleşme” nedir? Türkiye siyasal sisteminin daha liberalleştirilmesi ve Ordu’nun etkilerinin sınırlandırılmasıdır. “Yakın gelecekteki en hassas konu, Türk Ordusu’nun iç ve dış politikaya devamlı müdahalesi olacaktır.” 18 Evet en hassas konu budur. Cılız Türk burjuvazisi devletçiliğin ellerinde semirmiş ve büyümüştür. Neden hala, burjuvazi ve devlet-ordu arasındaki ilişkiler biraz olsun “batılılaşamamıştır”? Olayın derin tarihi köklerine yeniden değinmeyelim. Bu çerçeve bilinç ve davranışları hala kuşatmaya devam ediyor. Ancak bundan öteye başka nedenler de vardır. Burjuvaziyi büyüten devletçilik en az onun kadar Ordu’yu da büyütmüştür. Ordu, bugün OYAK ve ORKO’larıyla dev bir finans ve sanayi kurumudur. Türkiye’de hiçbir zaman özelleştirilemeyecek en iri KİT’dir. Ordu aynı zamanda dev gibi kendi ekonomisine sahiptir. Bütün bunlardan öteye sivil siyasetin hiçbir zaman beceremediği bilgi toplama (istihbarat), bilgiyi sentezleştirme ve strateji kurma yeteneğine sahiptir. Cumhuriyet’in en eski ve tek “düşünce tankı” Ordu’dur. Bu tekelini kıskançlıkla koruyor. Sivillerin ağzına laf vermiyor. Güçlü istihbaratıyla sivil politikaya amaçlı bilgiler aktararak yönlendirme yapabiliyor. Ordu’nun bu ölçüde imtiyazlı kalmasının diğer bir nedeni elbette ki bölgenin her zaman bir ateş çemberi olmasıdır. Yeni dünya dengelerinde bu çemberde daha çok ateş yanacağına göre AB’nin bu “en hassas” konuda işi oldukça zordur. Bu konunun “demokratikleşme” ile bağlantısı nedir? Türk burjuvazisi ve sivil siyaseti yeterince demokratik de sorun Ordu’nun politikaya müdahalesini sınırlayarak mı çözülebilecektir? Türkiye’de yaşayanlar bunun böyle olmadığını bilirler. Bugünkü batı demokrasisi büyük ölçüde işçi sınıfı ve çalışan kitlelerin burjuvaziye karşı mücadelesinden çıkmıştır. Yoksa burjuvazinin feodalizme karşı verdiği mücadele onun bencil ve dar sınıf çıkarları ile sınırlı kalmıştı. Cumhuriyet topraklarında iki mücadele de derinlik kazanacak ölçüde yaşanmadı. Batı bu söylemleri ile Cumhuriyet topraklarında kendisine bir özgürlük alanı istiyor. Demokratikleşmenin Avrupa’dan görünüşü böyledir. Batı’nın ayaklarına kapanan Doğu Avrupa Ülkeleri ile Türkiye’nin konumu çok farklıdır. Oralarda sosyalizm yıkıldıktan sonra ayakta sağlam hiçbir kurum kalmamıştır. Batı bu ülkelere istediği şekli verme şansına sahiptir. Türkiye’de ise kurumsal gücünü siyaset yaparak büyüten yılların geleneğine sahip bir ordu vardır. Böyle bir ülkede Batı politikaları için bazen yeterli manevra alanı kalmamaktadır. Özetle Batı, Türkiye iç ve dış politikasına daha dakik müdahale edebilmek için, yani kendisi için özgürlük istiyor. Bunu yüz elli yıldır istiyor. Batı zaman zaman bu ülkede çok özgür de oldu. Ancak bu yoldan bu topraklara özgürlük gelmedi. Gelemez de!
AB’nin Türkiye’yi en çok zorlayacağı alanlardan birisi şüphesiz ki dış politika alanıdır. Çıkarların doğrudan burun buruna geldiği alandır. Bilinen Kıbrıs, Ege sorunlarına değinmeyelim. Çekişmenin ekseni önemlidir. AB 21. yüzyılın ilk on yılında önemli adımlar atmaya hazırlanıyor. Bunların birisi Avrupa parasıdır, diğeri Avrupa ordusudur. Bu adımlar kaçınılmaz biçimde AB ile ABD arasındaki gerilimi yükseltecektir. Egemen dünya parası olan dolara önemli bir rakip çıkacaktır. Böyle bir gelişim dünya finans ve ticaret yollarını etkileyecektir. Avrupa ordusu aslında belli bir yanı ile Avrupa parasının başarısına bağlıdır. Bu konuda gelişmeler olursa dünyadaki bazı stratejik ağırlıklar değişebilir. Bunların hepsi AB yolundaki Türkiye’yi fazlası ile etkileyecektir. İki kutup arasındaki gerilim arttıkça AB yolculuğu da virajlı yollara sapabilir.
Bu noktada AB’nin genişleme stratejisine değinmek gerekiyor. Aday üyelerin nüfus toplamı mevcut AB toplam nüfusunun %40’ına varmaktadır. Böyle büyük bir genişleme stratejisi ancak AB çekirdeğini güçlendirerek mümkündür. Oysa bugün çekirdekte İngiltere, henüz para birliğinin dışındadır. Kosova Savaşı uzayınca Brüksel’de her kafadan bir ses çıkmaya başlamıştır. Harekatı yürüten NATO komutanları bu duruma isyan ettiler. Dolayısı ile Türkiye’nin AB üyeliği sadece kendi hızına bağlı değil, aynı zamanda AB çekirdeğinin güçlenme hızına da bağlıdır. ABD’nin stratejisi ise bu çekirdeği sürekli yumuşatma yönündedir. Rusya ve Çin’in Batı üzerinde yaratacağı gerilim ise AB ve ABD politikalarındaki nüansların artması yönünde bir etki yapabilir. İki dünya savaşı kıta Avrupa’sında yaşandı. Avrupa, Sovyetler Dönemi’nden beri Doğu’ya hep yumuşak yaklaşmıştır. ABD’nin bu konudaki manevra alanı daha geniştir.
Türkiye’nin AB adaylığının bugünkü dünya dengelerindeki anlamı yeterince açıktır. AB kendi dış politika çıkarlarına Türkiye’yi adaylık çengeli ile bağlama amacındadır. Adaylık süreci Avrupa için, Türkiye’nin Avrupa politikalarına ters gelen noktalarını törpüleme sürecidir. Bu ABD-Türkiye-İsrail ekseninin etkisizleştirilmesi anlamına geliyor. Ancak bugünkü haliyle buna AB’nin gücü yetmez. Dolayısı ile bu salıncakta, Türkiye düşmez ya da düşürülmezse, epeyce uzun zaman sallanacaktır. Bütün bunlardan sonra yeniden yapılanma sürecinde AB’nin etkilerine gelirsek, bu etki Türkiye’de bazı vitrin düzenlemelerinden öteye geçemez. AB’nin bölge (Kafkaslar ve Ortadoğu) politikalarındaki ağırlığı artarsa Türkiye üzerindeki etkisi de biraz daha derinleşebilir. Ancak Avrupa, hemen yakınındaki Balkanlar’ın altından kalkamadı, Kafkasya ve Ortadoğu’da etkinlik kurabilmesi dünyadaki dengelerin yeni bir altüst oluşu anlamına gelir. Böyle bir gelişme henüz görülmüyor. Bugünün gerçeklerinden baktığımızda, ABD-İsrail-Türkiye ekseni, Avrupa ekseninden daha ağır basıyor. Yeni Dünya Düzeni’nde mademki güçler konuşuyor, boş beklentiler eninde sonunda bu güçler gerçekliğinin duvarlarına çarpmak zorundadır.
Sonuç
Cumhuriyet tarihinde yeni bir döneme giriliyor. Dünyanın ve Türkiye’nin iç dengeleri böyle bir dönüm noktasını yarattı. Ancak Türkiye daha sürecin başındadır. Ve gelişmeler tamamen güçlerin durumuna göre eğrilip şekil alacaktır. Türk Devleti 20. yüzyılın son yılında iki şeye çok sevindi. Yılın başlarında Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesi tam bir bayram havası yarattı. Yılın sonunda ise Türkiye AB adaylığına kabul edildi. Bu da Meşrutiyet şenliklerini anımsatan bir heyecan yarattı. Ancak gerçekler insafsızdır. Yeni yüzyılın ilk günlerinde politik hava yeniden gerildi ve Öcalan konusunda geçici bir karar alındı. Bütün bu sallantıları yaratan sorunların derinliğine çözümlenmemesidir. Cumhuriyet eski siyasal ve sosyal kalıpları ile devam edemiyor. Cumhuriyet’in etrafındaki dünya da eski dünya değil. İç politika eksenleri açısından yakın dönem hangi işaretleri vermektedir?
Cumhuriyet’in ilk dönemi bütün sosyal ve sınıfsal ilişkilerin bir potada tutulması oldu. Ardından gelen dönemde bir potada tutulmaya çalışılan sosyal ve sınıfsal gerçeklerin güneşin altındaki yerini aldığı günler yaşandı. Cumhuriyet tarihinde örtülen, hatta yerin yedi kat altına gömüldüğü sanılan tüm gerçekler olayların zoru ile toprağın üstüne çıktı. Artık eski konumlarına geriletilmeleri mümkün değildir. Hesaplar buna göre yapılacak. Sosyalizmin güçlü bir sistem olarak varolduğu günlerde taşan, artık bir kapta durmayan sınıf ilişkileri o günlerin etkileri ile işçi sınıfını devrimci bir mücadeleye çekti. Ardından Kürt Hareketi önemli adımlar atarak, en diplerden en yukarılara tırmandı.
İşçi hareketine düzen faşist darbelerle cevap verdi. Bugün yükselen gelişmelere nasıl cevaplar verilecek? Derin devlet derin derin bunu düşünüyor. Dünyada ve Türkiye’de artık sosyalizm “tehdidi” yok. Politika egemenler ve halklar açısından hangi kulvarlarda akacak? Hangi parolaları yüklenecek? Hangi renklere girecek?
Egemen siyasal eğilim kendini nasıl bir eksene oturtacak? Bunun belli ölçülerde ipuçları ortaya çıkmıştır. Dünyada bir globalizm rüzgarı esiyor. Bazen hızı kesilse de bu rüzgar esmeye devam edecek. Bu kavram, batı kapitalist anayurtları açısından artık sadece malları, tekniği, sermaye akışı ile dünyanın yaban bölgelerini fethetme değil, tüm kültürleri, “farklılıkları koruyalım” ve “insan hakları” parolaları altında Batı standartlarına uyumlandırma savaşıdır. Dünyanın bu yeni paylaşımında emperyalizm eski yollarını istese de tekrarlayamaz. Silahı ve tekniği elinden bırakmadan, yeni teknik ve üretim biçimleri üzerinden sömürüsünü sürdürebilmesi için geri ülke toplum yapıları bu tekniğin ve onun gerektirdiği üretim ve mali sistemlerle belli bir uyuma girebilmelidir. Globalizm bunu zorluyor. Öte yandan, bu büyük anafora karşı küçük küçük karşı anaforlar oluşuyor. Dünyada yeni bir milliyetçilik gelişiyor. Globalizmin dünyayı cennete çevirmeyeceği anlaşıldıkça bu akımların güçlenme şansı vardır. Rusya’da Putin, “kolektif milliyetçilik” parolasını attı. “Devletin güçlü ve belirleyici” olmasını savunuyor. Fukuyama’nın hayalleri çoktan yerle bir oldu. Daha da öteye, dünyayı bütünleştirme iddiasındaki globalizmin aksine parçalanmaları derinleştiriyor.
21. yüzyıla ve Cumhuriyet’in yeni bir dönemine Türkiye’nin milliyetçi-şoven bir koalisyonla girmesi ne kadar rastlantıdır? Ortam bir yanıyla 20. yüzyıl başlarını hatırlatıyor. Avrupa, her gün Türkiye’ye yeni şartlar öne sürüyor; içeride ise “dış mihraklı güçler ülkeyi bölmek istiyor.” Sancılı AB süreci bu gerilimi artırmaya aday görünüyor. Her gün Türkiye’nin sınırlarının tartışıldığı bir dünyada, egemen siyasetin yeniden şekillenmesinde milliyetçiliğin “katkıları” fazlalaşabilir. Politik hamaset biçiminde de olsa, Öcalan konusunda ortalığı yeniden “vatan-millet” çığlıkları kapladı. Koalisyonun üç partisi bir denge bulmaya çalışıyor. DYP ve FP ise işi uç noktalara kadar götürmekten geri durmadılar. Bu partilerin ortamında yeniden yapılanmaya gidilecektir. Belli ki globalizmin tersine anaforları Türk egemen siyasetinde de yaşanacaktır.
Öte yandan, ilerici kesimlerin önemli bir bölümü bu tablo karşısında tıpkı 20. yüzyıl başlarındaki gibi kötünün iyisini seçme alın yazısından kopuşmuş görünmüyor. Avrupa Birliği hayallerinin en önemli siyasal etkisi düzene karşı tepkileri düzenin derin kanallarına çekmesidir. Halk güçleri böyle bir ortamda kendi bağımsız çizgilerini geliştirdikleri ölçüde büyüme şansına sahip olabilirler. Rüzgarı kendimiz yaratmazsak Avrupa’nın globalizm rüzgarı ile demokrasinin yelkenleri şişmez.
Sözümüzü İnönü-Demirel koalisyonunun yarattığı “değişim” rüzgarının estiği günlerde yaptığımız bir tespitle bitirelim.
“12 Eylül ekonomik gelişimin mantığı açısından demokratik devrimin alanını daraltırken siyasi olarak devrim güçlerini iyice yaygınlaştırmıştır. Devrim güçlerinin örgütlü ve etkili her darbesi yaygınlaşan sosyal ve sınıfsal gerilimi devrimci bir enerjiye dönüştürebilecektir.
“Günümüz gelişmeleri açısından bu genel doğruya eskisinden biraz farklı yaklaşmak durumundayız. Demokratik devrim güçlerinin siyasi olarak yaygınlaşmasına karşılık, Kürdistan dışında güçlü bir örgütlülüğe sahip olmamaları devrimin bazı önemli taleplerinin cansız ve solgun biçimde burjuva partilerinin ellerine düşmesi sonucunu doğurabilir. Böyle bir gelişim mümkündür. Fakat bu hiçbir zaman taleplerin gerçekleşeceği anlamına gelmez.
“Böyle bir süreç sınıf mücadelesini aşırıca dolaylandıracağı için toplumsal çürümelere neden olabilir. Sancılı, dolambaçlı yollardan tanınmaz hale getirilecek taleplerle devrim enerjisi emilebilirse mücadelenin önünde bambaşka bir dönem açılacaktır. Çürümelerin zayıf düşüreceği vücudun ayağa kalkması zaman ve yeni yöntemler gerektirecektir.
“Yaşadığımız günlerde devrimci güçler, Türkiye’nin böyle bir yol kavşağına geldiğini kavramalı, süreci dolaylandırılmış değil, doğrudan sınıf mücadelesi zeminine yükseltmenin kelimenin tam anlamıyla tarihi bir görev olduğu bilinciyle davranmalıdır.” 10
Dipnotlar:
1.Milliyet, 26.12.1999
2.Milliyet, 26.12.1999
3.Sina Akşin, “Jön Türkler ve İttihat ve Terakki”
4.Tevfik Çavdar, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”
5.K. Yılmaz, “Köylülük”
6.Tevfik Çavdar, a.y.
7.Şerif Mardin, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri”
8.Taha Akyol, “Medine’den Lozan’a”
9.Tevfik Çavdar, “Türkiye’de Liberalizm”
10.Tevfik Çavdar, a.y.
11.Tevfik Çavdar, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”
12.lrvin Schick-E.Tonak “Geçiş Sürecinde Türkiye”
13.Milliyet, 7.1.2000
14.Tom Hundly, “Turkey in Uproar Over False Sheep-Gut Alarm”
15.Alan Makovsky, “SAIS Review”, Bahar 99
16.William-Kunzweiler, “Strategic Review”, Yaz 98
17.Tom Hundly, a.y.
18.The Washington Post, “Turkey Pledges To Meet EU Terms”
19.M. Yılmazer, Yol, Ağustos 93