Hikmet Kıvılcımlı ve Devrimci Hareketin İkinci Doğuşu * Mehmet Yılmazer
Aramızdan ayrılışının 50. yılında Hikmet Kıvılcımlı’yı anarken devrimci hareket, bu yarım asırlık dönemde büyük deneyler yaşamış olsa da, bugün oldukça sorunlu bir zaman aralığından geçmektedir. O günler ile bugün arasında benzerlikler aramak boşuna olur. Uzun süren zayıf ve cılız mücadele döneminden 1960’lar ile yaygın ve hızlı bir yükselişe giren devrimci hareketle önceki kuşakların ilişkisi o yıllarda önemli bir sorundu.
Günümüz sorunları o günlerden çok farklıdır. 1960’larda genç kuşak devrimci öncüleri için adeta öncesi yoktu. Genç kuşaklar yükselen mücadele içinden geçmişe baktıklarında kendilerine ulaşan bir örgütlenme ve siyasal miras göremiyorlardı. Daha doğrusu görebilmek için epey arşiv karıştırmak gerekiyordu. Gençlerin böyle bir işe sabırları yoktu. İki elin parmakları kadar az olan eski kuşaklarla, bir sel gibi büyüyen yeni kuşakların buluşması hep sorunlu olarak kaldı.
Bugün 12 Eylül öncesi kuşaklarla, köklü bir şekilde değişen toplumsal koşullarda yetişen yeni kuşakların buluşmasının sorunları çok farklıdır. Post modernizmin atmosferinden beslenen yeni kuşaklarla tüm devrimci yaşamını yakın bir devrim beklentisi için mücadeleyle geçirmiş kuşaklar arasında buluşma kendine özgü özellikler taşıyordu. Aslında bu buluşma çabalarının en çarpıcı sınavının Gezi isyanında yaşandığını söylemek abartı olmaz. Gezide bir buluşma yaşansa da bir sentez ortaya çıkmadı. Bu konunun yeniden gözden geçirilmesini yazının sonuna bırakarak, Kıvılcımlı’nın 60’lı yıllarda yaptıklarına geçelim.
* * * * *
68 kuşağıyla Kıvılcımlı’nın buluşma uğraşı, onun mücadelesinin son on yılını kapsıyor. Devrimci yaşamı esas olarak Tek Parti yıllarında şekillenen Kıvılcımlı için 1960 sonrası oldukça farklı özellikler taşıyordu. “Legalitenin istismarı”nın çok sınırlı olduğu tek parti yılları ve ardından gelen DP iktidarındaki “çok partili” yıllar da öncekinden çok farklı yaşanmadı. 1951’de büyük “komünist tevkifatı” , “bayrağı yere düşürmemek için” kurulan Kıvılcımlı liderliğindeki Vatan Partisi’nin de 1957’de kapatılması, iki dönemin “komünistler” için farklı olmadığını gösterdi. Aslında bu durum 1946’larda görünmüştü. Çok partili yıllara giderken 1940’ların ortalarında sendika ve siyasi parti kurulmasına izin verilmesi sonucunda kısa sürede onlarca sendika kurulmuş ve Esat Adil Müstecaplıoğu ve Şefik Hüsnü’nün liderliklerinde iki de sosyalist parti kurulmuştu.
1946’da “yerden mantar biter gibi” sendika ve sol parti kurulmasından ürken CHP iktidarı o yılın Aralık ayında ilan ettiği sıkıyönetim ile örgütlenmelerin hepsini kapatmıştı. Çok partili yıllarda da durum farklı olmadı; Menderes iktidarı CHP’den farklı davranmadı. Dolayısıyla 1960’lı yıllara kadar işçi sınıfı ve örgütlenmeleri açısından CHP ve DP yılları benzer özellikler taşıdı.
27 Mayıs’ın da etkisiyle 1960’lar sonrası siyasi yaşam önceki yıllardan oldukça farklı aktı. Elbette esas nedenin Türkiye’de kapitalizmin gelişmesindeki hızlanma olduğunu hatırlamak gerekir. Kıvılcımlı’nın bu yıllarda sosyalist ortama başlıca üç yönden müdahale ettiği söylenebilir. Birisi, 27 Mayıs o günlerde çok canlı bir gerçekliktir. Kıvılcımlı bir yandan Milli Birlik Komitesine mektup ile “vurucu güce” hangi ortamda nasıl bir rol oynadığını anlatmıştır. Öte yandan o yılların ilk önemli dergisi olan Yön, devletçi, Kemalist mantığıyla 27 Mayısa yön vermeye çalışmaktadır. H. Kıvılcımlı “27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi” kitabıyla sol içinde 1930’lardan beri hep var olan devletçi Kemalist çizgiyi ve 27 Mayısçıların hatalarını, sınıflar üstü davranışın sınırlarını detaylı bir şekilde eleştirmiştir. İkinci müdahalesini, 1965’lerden sonra sol ortamın hemen hepsini kucaklar hale gelen TİP’in program ve çalışma tarzını “İşçi Partisine Teklif, Uyarmak için Uyanmalı, Uyanmak için Uyarmalı” kitabıyla yapmıştır. TİP’in sol hareketin tarihindeki yeri özeldir. Bu özellik 1960’ların sonlarına kadar sürer. 1961’deki kuruluşundan sonra hemen tüm sol çevreleri kucaklayan TİP’den 1967’ler sonrası devrimci çevreler kopmaya başlamış ve geriye “güler yüzlü sosyalizmi” savunan TİP kalmıştır. H. Kıvılcımlı kendisi de TİP’e üye olmak istemiş fakat kabul edilmemiştir. Üçüncü müdahale, TİP’den kopan ve radikal devrimcilerin içinde toplandığı MDD çizgisine yapılmıştır. Aslında bu müdahale, mücadele yolunu-stratejisini inşa etmeye çalışan devrimci harekete yapılan bir genel eleştiridir. H. Kıvılcımlı bunu “üçleme” olarak bilinen, “Oportünizm Nedir?”, “Devrim Zorlaması ve Demokratik Zortlama” ve “Halk Savaşının Planları” kitaplarıyla yapmıştır.
En son pratik önerisi ise gittikçe çatallanan devrimci harekete “Anarşi Yok Büyük Derleniş” çağrısıdır. “Teorik savaş” yolundan “derleniş komiteleriyle” birlik yoklanacaktır.
H. Kıvılcımlı bu mücadele ve müdahaleleri yürütürken o dönemin hemen tüm sol yayın organlarında yazılar yayınlamıştır. Ayrıca İşsizlik Pahalılıkla Savaş Derneği bir örgütlü yapı olarak bu mücadelede rol oynamış, kopmalar artık kaçınılmaz hale gelince 1960’ların sonlarına doğru Sosyalist Gazetesi aracılığıyla siyasi, pratik mücadele çevresi örgütlemiştir.
1960’lar sonrası yükselen hareketin pratik yaygınlığı ve gücü mücadele tarihimizde daha önce görülmedik seviyelere ulaşmıştır. Hatta 12 Eylül darbesinden sonra bir daha o seviyeleri yakalayamamıştır. Bu ayrı ve önemli bir konudur. Mücadele Sosyalist Sistemin çöküşü sonrası tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de gerilemiştir.
1960’lı yılların ortalarından itibaren mücadele yükselişe geçince TİP’in program ve hedeflerine sığmamıştır. Daha doğrusu gündelik pratikle akan mücadele giderek nasıl bir dünya ve Türkiye’de olduğunu, hangi yoldan devrime gidileceğini kendine sormaya başlamıştır. Bir anlamda hareket yeniden doğuşunda program ve stratejiden yoksun olarak günlük mücadele seviyesinde yürümüş; çok geçmeden yol arayışları kaçınılmaz olarak başlamıştır. Bu noktada H. Kıvılcımlı’nın müdahalelerinin teorik ve siyasi özüne gelinir. Ana noktalarda kalarak o günlere yeniden bakmak yersiz olmaz.
* * * * * *
Kapitalizmin durumundan hareketle sınıfların yapısı; buna bağlı olarak devrim stratejisi ve hepsinin gelip bağlanacağı örgütsel inşa o dönemin can alıcı konularıydı. 12 Mart 1971 askeri darbesi öncesi üç dört yıl tüm devrimci harekette bu konular büyük bir coşku ve heyecanla tartışılıyordu. H. Kıvılcımlı başlarda bir eski kuşak devrimcisi olarak, önceki uzun mücadele yıllarında bu konuların belli ölçüde belirlendiğini, “Amerikayı yeniden keşfe” gerek olmadığını; hatta Tarih tezindeki görüşlerinden hareketle içinde bulunduğumuz coğrafyada güçlü bir “milat” geleneğinin olduğunu, her yeni doğuşun (“zuhur”), eskiyi tümüyle yok saydığı bir kültürle yoğrulduğumuzu söylese de, yeni kuşaklara “eski görüşleri”, ancak o günlerin ruhuna uygun olarak yeniden aktarmanın kaçınılmaz hale geldiğine ikna olarak bu yönde yoğun bir mücadeleye girişmiştir.
En yoğun tartışma konusunun kapitalizmin durumu ve sınıflar yapısı olması doğaldı; buradan hareketle mücadele yolu-stratejik duruş belirlenebilirdi. Bugünden bakılınca “gereksiz” bile görülebilecek tartışmalar, o günlerde yaşamsal öneme sahiptiler. Egemen sınıf ve ittifaklarının belirlenmesinin “dost ve düşmanların” tanınması açısından önem taşıdığı açıktır. Bugün detaylara girmek fazla anlamlı değildir, ancak ayrılık noktalarının kaynakları hala önem taşıyor.
TİP Türkiye’de kapitalizmin varlığını görerek olumlu bir noktada durmasına rağmen, kapitalizmin yeterince geliştiği tezinden hareketle işçi sınıfı öncülüğünde sosyalist bir devrimi savunuyordu. Böyle yaparak kapitalizmin geriliğinden kaynaklanan “demokratik devrim” görevlerini görmüyor, ayrıca stratejik olarak parlamenter yolda bir yürüyüşü savunuyordu. “Sosyalizmin bayrağını parlamentoya dikmek” görüşü o günlerde çok eleştirilmişti. Sol hareketin diğer katmanları oldukça farklı noktalardan bakıyorlardı. Egemen sınıfı “emperyalizm ve onun işbirlikçileri” olarak kavrayandan kapitalizmin gelişmesinin çok zayıf hatta ihmal edilebilir olduğunu düşünen, bu nedenle toprak ağalarının egemen konumda olduğunu savunan görüşlere kadar bir yelpaze vardı. Bu farklılıkların omurgasında Türkiye’de kapitalizmin gelişim seviyesini olduğu gibi kavrayamamak yatıyordu. Bir kesim ileri seviyede görürken, diğer kesimler olduğundan geri olduğunu savunuyorlardı.
Bu tartışmaların böylesine saçaklanmasının altında sosyal yapı ile ilgili yapılmış yeterli araştırmaların olmayışı yatıyordu. Elbette böyle araştırmalar da vardır. Örneğin o günlerde en çok okunan Doğan Avcıoğlu’nun “Türkiye’nin Düzeni” kitabı görmek isteyene bazı gerçekleri gösterebilecek bilgiler taşıyordu; ancak Kemalist ve devletçi bir zeminden olaylara bakınca o günün genç kuşakları için ikna edici olamazdı.
Türkiye’ye bakışları etkileyen çok önemli gerçeklik dünyadaki devrimler ve onların izledikleri yollardı. Bu yelpazede bir uçta Rus devrimi diğer uçta ise Çin devrimi vardı. Rus devrimi işçi sınıfına ve büyük kentlere dayanırken, Çin devrimi kırlardan yürüyen köylü tabaklarına dayanan devrimlerdi. Dünyadaki bu büyük deneylerden yararlanmak şüphesiz ki gerekli olan bir davranıştı. Ancak kendi ülke gerçekliğini, özgünlüğünü kavramadan bu deneylerin tekrarı hatalı sonuçlara götürüyordu.
Bu tartışmalar sırasında H. Kıvılcımlı, 1930’larda Yol etütlerinden beri yapığı Türkiye araştırmaları sonucu bu bakış açılarından farklı sonuçlara varmıştı. Bu tespitler yeni değildi, ancak devrimci hareketin geneli açısından bilinmez durumdaydı. Yol çalışmaları yazıldığından ancak kırk yıl sonra su yüzüne çıkabilmiştir.
Egemen sınıf olarak Finans Kapital’in tanımlanması ve onun Anadolu’da geniş tefeci bezirgânlıkla ittifakının olduğu tespiti bir kaç açıdan önemliydi. Kemalizm, kurtuluş savaşının itibarını üzerinde taşıdığı için yozlaşmış bir egemenliğe yakıştırılamıyor, bazı görüşlere göre küçük burjuva bir yapıda görülüyordu. Kemalizm’in “sol kanadıyla ittifak” o dönemin önemli tartışma konularından birisiydi.
Diğer önemli nokta, dönemin ruhu hatırlanırsa özellikle Çin, Küba, Vietnam, Filipinler ve Latin Amerika’daki Amerikan egemenliğinin biçimlerinden hareketle Türkiye’de de bir “Amerikan işgali” görülüyor, yerli bir egemen sınıftan çok “Amerika’nın işbirlikçileri” olarak dışarlak, eğreti bir egemen yapı tanımlanıyordu. Oysa “Finans Kapital” tespiti kökleri ülkede olan, bir tarihe ve güce sahip olan bir egemen yapı tanımlıyordu. Bu tartışmalara aslında 12 Mart 1971 askeri darbesinden hemen sonra TÜSİAD’ın kuruluşuyla egemenler ironik bir şekilde cevap verdiler. Darbeden hemen sonra Nisan 1971’de TÜSİAD kuruldu.
Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi elbette kendine özgü bir yol izlemiştir. Sermaye zayıflığı, İzmir İktisat Kongresinde kararlaştırıldığı gibi bankalar yoluyla giderilecekti; daha sonra buna devletçiliğin de eklenmesiyle Batı dünyasından bakıldığında farklı bir yoldan yürünmüştür. Fakat bu yol şu veya bu ölçüde üçüncü dünya ülkelerinin büyük çoğunluğu tarafından izlenmiştir. Bu nedenle Devlet ve devletçi ekonominin bizim gibi ülkelerde farklı bir yeri olmuştur.
Bugün bu tartışmalar elbette aşılmıştır. Ancak AKP iktidarıyla, TÜSİAD ile sembolleşen finans kapital egemenliği, ordu eliyle devletin sivil siyasete vesayeti, yeşil sermayenin palazlanmasıyla haklı olarak yeni gelişmelere ve tartışmalara kapı açmıştır. Son yirmi yıldır tartışılan bu konular ülkenin çok farklı bir süreç içinden geçtiğini ve 60’lı yıllardakinden nitelik olarak oldukça farklı olduğunu gösteriyor. Bugün artık kapitalizmin varlığı ve seviyesi tartışma konusu değildir. Ancak yeni bir egemenlik sisteminin kurulmaya çalışılmasından dolayı, bu konuda yoğun tartışmalar elbette devam ediyor.
Hikmet Kıvılcımlı’nın büyük çaba sarf ettiği ikinci müdahale alanı, devrim stratejisinin inşası çabalarıdır. Stratejilerin şekillenmesinde esas olarak Türkiye’deki ekonomik ve sınıflar yapısının kavranışındaki farklı tespitler rol oynamıştır; ancak dünya deneylerinin de bu şekillenmeyi güçlü bir şekilde etkilediği unutulmamalıdır. Bu süreçte en önemli tartışma noktası işçi sınıfın durumu ve devrimde oynayacağı rol üzerinedir.
H. Kıvılcımlı, o yıllarda ısrarla TKP’nin ilk yıllarındaki demokratik devrim programını ve Vatan Partisi programını genç kuşaklara aktarır. Genç kuşaklar yükselen hareketin verdiği büyük coşkuyla, geçmişten önlerine gelen bir literatür ve örgüt de olmayınca kendi arayışlarını haklı olarak sürdürdüler. Miras olarak görebildikleri somut olarak içinde H. Kıvılcımlı, M. Belli’nin de olduğu iki elin parmakları kadar eski kuşak devrimcileridir. H. Kıvılcımlı bu sürece “üçlemeyle” cevap vermeyi gerekli görür. “Halk Savaşının Planları”nda o günün çok tartışılan konularına, genel olarak strateji ve taktik tartışmalarına; dünya devrim örneklerinden hareketle demokratik devrim stratejisini, onun ittifaklarını, yani dış ve iç yedek güçlerini tanımlayarak cevaplar verir. Bu cevaplar esas olarak TKP’nin literatüründen, aynı zamanda kendi Yol çalışmasından kaynak alır. Demokratik Devrim ve onun stratejik kurgusu Amerika’nın yeniden keşfi biçiminde değil, var olanın yeniden temellendirilmesi olarak devrimci ortama önerilir.
Tarihten gelen stratejik tespitlerle “Halk Savaşının Planları”ndaki güncel tespitler arasındaki bir önemli farkı H. Kıvılcımlı şöyle açıklar:
“Özgüç sırasında İşçi Sınıfı yanına Proletarya Aydınları diye özel bir bölük Devrimci koyduk. Bu ne demektir?
Önce “koyduk” derken, sanki “biz”, yani şu satırların yazarı, kendi karihasından, yani sübjektif (kimesnecil) aklından -bütün Küçük burjuva ulemasının pek moda ettikleri esnaf deyimi ile- bir katkı uydurmuş̧ gibi anlaşılmasın. Bu çok feci bir yanılgı olur.
Eğer özellikle Türkiye’nin ve benzerlerinin Devrim Tarihçeleri içinde, dün Burjuva Devrimcileri, bugün Proletarya Aydınları adıyla anabileceğimiz bir bölük devrimciler olayı bulunmasa idi, bizim öyle bir deyime kalkışmamız, en hafifinden, düpedüz ütopi (kuruntu) olurdu. Böyle bir bölük insan Türkiye’de vardır, gerçekliktir. Bize düşen o gerçek olayın Teorik kavranılışı ve yorumu olur.”
“O Vurucu Güç, belirdiği gibi, en derin ve en geniş Tarih ve Toplum olanaklarına dayanır. Onun için, hem bugünkü Türkiye Toplumunun, hem dünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun türlü ilişki ve çelişkileri içinde o Vurucu Gücün en inanılmaz canlı elemanları ve etki-tepkileri yaşamaktan kalmamıştır. Toplum içinde “Alevî” yahut “Türkmen” adlı varlıklar, Eski Osmanlı İmparatorluğundan birer parça olan özellikle Arap ülkeleri (Mısır, Cezayir, Libya, Sudan ve ilh… ve ilh…) devrimci örnekleri gözlerimiz önündedir.
Vurucu Güç, gerici iktidarı sırası gelince, bir gecede vurup düşürebiliyor. Ondan sonrası, öne geçen Özgüç’ün niteliğine kalıyor. Bu nitelik karşı devrimci ise, vurucu gücün devrimciliği amortize edilerek güme gider, nitelik devrimci ise Sosyal Devrim yörüngesine oturabilir. Demokratik Devrim Özgücü olan İşçi Sınıfı yanına konulan Proletarya Aydınları deyimi, o Devrimci Vurucu Güç’ün daha özel karşılığı olur. Vurucu güç: Proletaryanın kendi yapısı içine giren öncü örgüt değildir.” (Halk Savaşının Planları- son bölüm)
Halk Savaşının Planlarında strateji şemasına yapılan bu “ek” H. Kıvılcımlı’nın üzerinde yıllarca çalıştığı Tarih Tezi’nden pratik mücadele alanına yansıyan bir olgudur. Tarihten çıkıp geldiği için “kalıntıdır”, ancak bu onun var oluşuna engel değildir. Burada bir nokta önemlidir. H. Kıvılcımlı, “vurucu güç”ün “proletaryanın kendi yapısı içine giren öncü örgüt” olmadığına vurgu yapar. Dışında ondan bağımsızdır. İşçi sınıfı onun üzerinde etki yaratabilirse ona göre şekillenir ve rol oynar; tersi olur burjuvazinin etkisi güç kazanırsa vurucu gücünü yitirir, nötralize olur. 27 Mayıs 1960 darbesi ve ardından 22 Şubat 1962 Talat Aydemir isyanı bu çatışmanın en çarpıcı örneğidir. 12 Mart askeri darbesi sürecinde yaşanan 9 Mart ve 12 Mart olayları da benzer gerilimlerin bir anlamda son tekrarıdır.
“Vurucu güç”, 12 Eylülle birlikte tarihten gelen rolünü yitirmiş, Türkiye’de kapitalizm, Özal ve neoliberalizm ile birlikte ikinci gelişim dalgasını yaşamaya başlamış, hızlanan sermaye birikimiyle düzen içinde egemenlik sisteminin yeniden inşası sürecine girilmiştir. Bu gelişmeler stratejinin sadece bu noktasında bir değişimi zorunlu hale getirmekle kalmamış, 1960’lı yılların sonlarında inşa edilen stratejilerin hemen tümünün dayandığı zemin son gelişmelerle erozyona uğramıştır. 1990’ların ortalarına gelindiğinde devrimci hareket genel olarak artık bir stratejiye sahip değildi. Stratejilerini inşa ettiği toprak ayağının altından kayıp gitmişti. Bu konuya yazının son bölümünde yeniden döneceğiz.
Stratejik saçaklanmanın diğer elemanlarına geçersek, TİP de İşçi sınıfına bir rol biçiyordu; ancak kendisini parlamentarizmle sınırlayan, ayrıca sosyalist devrimi savunduğu için demokratik devrimin ittifaklarını ve görevlerini dikkate almayan bir mantığa sahipti.
Diğer eğilimlerin, arada nüanslar olmak kaydıyla, ortak yanı işçi sınıfına stratejide öncü bir rol vermemeleridir. Kapitalizmi hemen hemen görmeyen toprak ağalığına karşı mücadeleyi öne çıkartan, kırlarda “kızıl siyasi iktidarlar” yoluyla devrime ilerlemeyi savunan siyasetler genellikle Aydınlık bölünmesinde AK Aydınlık kaynaklıdırlar. Al Aydınlık kaynaklı Cephe siyasetleri şehirleri emperyalizmin işgalinde gördüğü için, işçi sınıfının “fiili öncülük rolünü” imkânsız görerek, onun rolünü “ideolojik öncülük”le sınırladılar. Kırlardan “köylü ordusuyla” şehirler kuşatılacaktı.
Bu stratejiler sonraki yıllarda zorlu sınavlardan geçtiler, ancak 90’lı yıllarla birlikte artık etkileri zayıflamış, giderek erimişlerdir. H. Kıvılcımlı’nın bütün bu müdahalelerinde iki temel özellik öne çıkıyor. Antik tarihin yaşayan bir yanı olan “zuhur” ile kendini “milat” sanma özelliğiyle yoğun bir mücadele vermiştir. Ancak koşullar o kadar güçlü bir şekilde milat olayını özendiriyordu ki, bu yıllarda eski ve yeni kuşakların bir sentezi gerçekleşmemiştir. Bu çaba sadece gömülü olan gerçeğin açığa çıkartılması ile sınırlı değildir, bilincin yetkinleşmesi için günün özelliklerini kavramak kadar, tarihin de aydınlanması önemlidir. Tarih bilinci geleceğin inşasında önemli rol oynar.
Öte yandan, ortada çok fazla Rus devrimi, Çin devrimi ve Latin Amerika-Küba kaynaklı devrimlerin kopyaları dolaşırken, H. Kıvılcımlı ısrarla ülke özgünlüklerini keşfetme ve göze batırma mücadelesi vermiş, bu yolda önemli teorik kazanımlar elde etse de, yeni kuşaklar için bu özgünlükler kavranılmaz kalmıştır. Özgünlüğü yakalayamamanın bedeli ağır olmuştur. Önce işçi sınıfının rolü yeterince kavranmayıp, stratejiler kır ağırlıklı şekillenince, pratik olarak işçi sınıfı burjuva sosyalizminin ve düzenin etkisine terkedilmiş oluyordu. Kazanılması yaşamsal önem taşıyan işçi sınıfı içindeki örgütlenmeler kıra yönelik bakış açısından dolayı yeterince önemsenmemiştir.
Öte yandan, stratejiler kır ağırlıklı şekillenmiş olsa da pratik mücadele büyük oranda kentlerde akmıştır. Bu çatallı durum mücadelenin yoğunluk ve derinliğini etkilemiştir. Kır yaklaşımından dolayı kentlerdeki mücadele her an vazgeçilebilir olarak kavranıyor, böyle bir duruş mücadele kurmayını sürekli bir kararsızlık içinde bırakıyordu. Aynı zamanda düşünce-burada strateji- hakkıyla uygulanmayınca pratikten ders çıkartıp, teoriyi yetkinleştirme, yani pratikten öğrenme mümkün olmuyordu. Ya stratejiye göre güç yığınağı yapılacaktı; ya da gücün pratik olarak stratejik öngörü dışında yığılıp, akmasından hareketle stratejik öngörü güçlü bir otokritikten geçirilecekti. Bu çatallı konumlanma, bu açmaz, devrimci hareketin pratikten öğrenme gücünü çok zayıflatmıştır.
Bunun devamı hataların tekrarı, düşüncenin kireçlenmesi ve gerçeklikten belli ölçülerde kopma olmuştur. Özgünlüğü kavramak yola iyi bir hazırlıkla çıkmayı sağlar, hata ve eksiklerden öğrenme yeteneğini geliştirir. Elbette zaferi teminat altına almaz.
Son olarak, parti sorununa değinelim. O günün ortamında, hem TİP deneyinin olumsuzlukları hem Latin Amerika’da gelişen gerilla hareketlerinin etkisi, hem Sovyetlerde partinin bürokratikleşen yapısı nedeniyle Parti konusu çok bulanık hale gelmiştir. H. Kıvılcımlı bu konuda Leninist parti modelinin takipçisidir. 1970’li yıllara gelindiğinde devrimci hareket strateji tartışmalarıyla birlikte “nasıl bir parti” sorununu da tartışmıştır. Ancak bu tartışmalar hızla örgütlerin kuruluş açıklamalarına varmıştır; konu bir anlamda pratikte çözümlenmiştir.
H. Kıvılcımlı mücadelenin kökleriyle bağ kurmayı savunduğu için partinin “reorganizasyonunu” önermiştir. Pratikte tasfiye olan partinin yeniden inşa edilmesini savunmuştur. Bunun için teorik savaşla görüşlerin bir sentezi aranacak; pratikte de “derleniş komiteleriyle” bu sentezleşmenin pratik ayakları inşa edilecektir. Ancak esas olan, olmadık bir şeyi yaratmak değil, pratik içinde dağılmış, 1920’li yıllarda örgütlenmiş partinin reorganize edilmesidir.
Bu kadarı açıktır. Ancak H. Kıvılcımlı reorganizasyonun nasıl gerçekleşeceği konusunda açık bir öneri yapmamıştır. Yani partinin yeniden örgütlenmesi o günlerin ortamında legalde mi yapılacaktır? Yoksa her türlü gelişme dikkate alınarak yeraltında mı gerçekleştirilecektir? Bu tür konularda yılların deneyi ile gereksiz konuşmayan Kıvılcımlı konuyu olayın somutlanma noktasına bırakmış görünüyor. Önemli olan önerinin özüdür. Bolşevik parti modeli esastır ve yepyeni bir parti değil TKP geleneğinin reorganizasyonu gerçekleştirilmelidir.
Olaylar başka yollardan akmış, 12 Mart askeri darbesinden hemen önce ve darbe yıllarında hemen her siyasal eğilim kendi örgütlenmesini ilan ederek, 1960’larda başlayan yeniden doğuş farklı örgütlenmelerle son konağına gelmiş oluyordu.
* * * * * *
Hikmet Kıvılcımlı’nın 1971’de aramızdan ayrılmasıyla devrimci hareketle ilişkisi sona ermemiştir. Onun görüşlerini savunan farklı siyasi yapıların olduğu biliniyor. Onların durumunu anlatmak yerine 12 Mart sonrası genel olarak devrimci hareket üzerindeki etkisini değerlendirmek yersiz olmaz. 12 Mart askeri darbesinin etkileri zayıflamaya başladıktan sonra mücadele neredeyse kaldığı yerden devam etmiş, yeni bir yükselişe girmiştir. Son olarak bu dönemdeki etkisine değinelim.
Hareket yeniden 12 Mart faşizminin karanlıklarından aydınlığa çıkarken Kıvılcımlı’nın etkileri açık bir şekilde kendini göstermiştir. İlk çıkan siyasi yayın Kıvılcım Gazetesi, onun düşüncelerinin takipçisiydi. Ardından ilk kurulan siyasi parti TSİP H. Kıvılcımlı’nın görüşlerini savunduğu iddiasındaydı.
Etkinliğin artışında şüphesiz stratejilerin 12 Mart askeri darbesinde verdikleri sınavla yakından bağlantısı vardır. Özellikle kırlara dayanan stratejiler gerçekliğe ne kadar uzak olduklarını belli ölçülerde gördüler. Kapitalizmin yapısının eğreti olmadığı, işçi sınıfının eylemleriyle kendini ortaya koyuşu bu gerçeklikleri göremeyen stratejileri belli ölçülerde düzelme yoluna sokmuştur. Ancak bu öğrenme ve stratejide düzeltmeler yapma süreci 12 Mart sonrası tamamlanmamış, neredeyse 1990’lı yılların sonlarına kadar devam etmiştir.
H. Kıvılcımlı’nın 12 Mart sonrası belli ölçülerde öne çıkması hemen bazı karşı tepkiler yaratmıştır. Detaylarına girmeden bazı eleştirilere değinmek gerekiyor. İlki, M. Belli’nin liderliğindeki TEP’in yayın organı Emekçi dergisinde Vatan Partisi program eleştirisi çıkmıştır. Daha sonra Birikim dergisinde M.Belge’nin yazısı çıkmış, esas olarak Tarih Tezini değerlendiren bu yazıda, Kıvılcımlı’nın çok eleştirildiği ordu üzerine görüşlerinden hareketle Tarih Tezi eleştirilmiştir. Sonuncusu, TSİP’in İlke dergisinde Kıvılcımlı’nın görüşlerinin kapsamlı bir şekilde eleştirisidir. Türkiye sınıflar yapısına ait görüşlerini hala destekleyen eleştiri, esas olarak Tarih Tezi kaynaklı görüşleri reddetmiştir. Böylece TSİP’in H. Kıvılcımlı ile bağları esas olarak koparılmıştır.
Yıllar geçtikçe H. Kıvılcımlı’nın görüşleri genel sol ortamda Tarih Tezi açısından ve İslam Tarihi ve Osmanlı Tarihi değerlendirmeleriyle önemli bir etkiye sahip olmuştur. Siyasal İslam’ın yükselmesiyle birlikte genel olarak Din’i ve İslam tarihini çok yetkin ve kendine özgü değerlendirmesiyle genel olarak yaygın bir etkiye sahiptir.
Son olarak, Kıvılcımlı’nın Yol çalışmasının strateji bölümündeki “İhtiyat Kuvvet: Milliyet Şark” kitabı ancak 1977 sonlarında yayınlanabilmiştir. Farklı tepkilere neden olan bu çalışma Kürt sorununun daha 1930’lu yıllarda yetkin bir biçimde ortaya konmasıdır. Kıvılcımlı, 1960’lar sonrasında legal ortamlarda bu konuda konuşmamıştır. Bu nedenle yersiz eleştirilere uğramıştır. Ancak Milliyet Şark kitabı çıkınca o görüşlerin legal ortamlarda dile getirmesinin ne kadar zor olduğu anlaşılmıştır. Kürt sorununa bakışıyla H. Kıvılcımlı devrimci harekette önemli bir etki yaratmış ve özel bir yere sahip olmuştur.
* * * * * *
Hareketin 1960’larda yeniden doğuş yıllarından günümüze baktığımızda bazı vurgular yapmak gerekli görünüyor. Bugün kuşakların buluşması gibi bir sorun yoktur; en azından 1960’lı yıllardaki gibi değildir. Büyük bir yükselişin geçmişi görünmez hale getirdiği günlerden; geçmişin büyük gölgesinin altında kalan, bir türlü büyüyemeyen raşitik bir çocuk izlenimi veren hareketin kuşakları arasındaki ilişki çok farklı sorunlarla yüklüdür. Bugün 12 Eylül faşizminden beri bir kaç kuşak devrimci mücadeleye girmiştir. Bunlar birbirlerini tanımış, onarılamaz kopmalar olmamıştır. Ancak bugünün de farklı ve önemli bir sorunu vardır.
Sosyalist sistemin yıkılışıyla büyüyen kuşaklar için, 1990’lar öncesi değer ve siyasal yaklaşımlardan bir kopma gerçekleşmiştir. Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağında bilinçlenmiş eski kuşaklarla, post modernizm ortamında büyüyen kuşaklar arasında bir buluşma ve sentez sorunu vardır. İkibin yılının ilk çeyreğine gelince artık 68 kuşağı ile yeni kuşakların fiziki olarak buluşma yollarını, zaman yavaş yavaş zorlaştırıyor. Zaten bu çok farklı bilinç ve moral ortamlarda şekillenen kuşaklar arasında bir sentezden çok kopma olması doğaldır. Sorun dönemler arası geçişin bilincini yaratabilmektedir.
Gezi isyanı günlerinde kuşaklar arası bir buluşma denendi. Gezinin çok farklı ve yepyeni bir ortam yaratması başlarda büyük umutlar verse de, sonra bu ortam kayboldu. 68’li yıllardaki gibi stratejik ayrılıklar bugün yoktur. Daha doğrusu zemini yoktur. Kapitalizmin, işçi sınıfının varlığı artık tartışma konusu değildir. Ancak kapitalizmin yapısı değişiyor, dolayısıyla sınıfların yapısı da değişiyor; ayrıca sadece bu kadar değil, sosyalizmin yıkılışından çıkarılacak dersler konusunda da çok farklı yaklaşımlar ortaya çıkıyor. Hepsinden önemlisi dünün çok net ve kesin hatlarla belirlenmiş sosyalizm hedefi bugün bir o kadar bulanık. Gelecek tasarlamanın bilinçlerde itibar yitirdiği bu günlerde artık her şey bir ayrılık konusu olabilir, oluyor. Dünün köklü stratejik ayrılıklarının yerini bugün her konuda günlük taktik farklılıklar alıyor. Hedef bulanıklaşınca günlük pratik saçaklanıyor.
Hikmet Kıvılcımlı’dan bugünün koşullarındaki mücadeleye nasıl bir miras kalabilir? Dönüp dönüp bakılacak geniş bir bilgi birikiminin bugünü besleyeceği açıktır. Ancak bugünlerde onun bir yöntemini öne çıkartmak yersiz olmaz. Dönemin özgün yanlarını keşfetmek, mutlaka orijinal olanı yakalamak, en öne çıkan ders olmalıdır. Ayrıca bir dönemden beri olaylar öyle gelişmektedir ki, hemen hemen tekrarlanacak bir ezber kalmamıştır. Bu anlamda çok zorlu bir dönemden geçiliyor; bilgi ve iletişim teknolojileri her şeyi sıradanlaştırırken, derin kazıları hızıyla gereksizleştirirken; öte yandan buluşların yolunu açacak inanılmaz bir bilgi havuzu yaratıyor.
Hedef ve hedefe inanç olmazsa bu bilgi okyanusu hem kafa karıştırır hem de korku ve yılgınlık yaratır. O havuzdan gerekeni çekip alabilmek için bir ufka sahip olmak; dağın ötesini görme cesareti ve gücünü edinmek gerekiyor. Her problem basite indirgenebildiğinde çözülebilir. Bugünün sorunu artık karmaşaların içinden sıyrılarak insanın varoluşunun tehdit altında olmasıdır. Bundan sonrası yaratıcı, zengin mücadele yollarını bulmak, uygulamak, yeniden yaratma sürecidir.