,

Tarih Tezi’nin Potansiyelleri – 1 * Muzaffer Kaya

Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Tezi’nin ana kitabı olan Tarih Devrim Sosyalizm’in önsözünde şöyle der: “Günümüze değin uzanmış bütün problemlerin, sebep-sonuç zincirlemesiyle nasıl ta Proto-Sümerler’e dek dayanıp çıktığı dupduru anlaşılmadıkça, hiçbir somut Tarih olayı gereği gibi aydınlanamıyordu.” Kıvılcımlı’nın bu tespitine sanırım günümüzde çok fazla itiraz gelmeyecektir. Aradan geçen 56 yılda bu sözün önemi azalmamış aksine artmıştır. Günümüzün problemlerini anlamının ötesinde komünist geleceği inşa edebilmek için insanlık tarihinin yeniden yorumlanması daha önce hiç olmadığı kadar önemli hale gelmiştir. Elbette tüm devrimci teori ve ideolojiler tarihin yeni bir yazımını sunarlar. Ancak yıkılan sosyalizm deneyimleri, kadın hareketinin teorik-pratik birikimi ve vardığımız ekolojik felaket eşiği her şeyin “ta başına” giderek yeniden düşünmeyi zorunlu kılıyor. Kıvılcımlı için “ta başı” yaklaşık 5-6 bin yıl önceki Mezopotamya’dır. Bugüne kadar yapılan arkeolojik araştırmalar, bu başlangıç noktasının hala geçerli olduğunu gösteriyor.

Kıvılcımlı’yı tarihe yönelten, imparatorluk bakiyesi Türkiye’nin özgünlüklerini anlama çabasıydı. Ancak uzun yıllara yayılan tarih incelemeleri başlangıçtaki amacından çok ötelere varmıştır. Ölümünden sadece 6 yıl önce, o da bir kısmını, yayınlama fırsatı bulabildiği Tarih Tezi, tarihsel materyalist perspektifle yazılmış bir evrensel insanlık tarihidir. Kıvılcımlı Marks ve Engels’in modern Avrupa tarihini mükemmel bir şekilde açıkladığını ama dünyanın geri kalanını ve modern öncesi çağları incelemeye vakit bulamadıklarını söyler. Ayrıca antik çağa ilişkin arkeolojik bulguların 19. Yüzyıl’da henüz yetersiz olduğunu ekler. Bu düşünceden hareketle, yeni arkeolojik verilerin ışığında Marks ve Engels’in yarım kalmış tarihsel çalışmalarını tamamlamaya soyunur.

Antik dönem üzerine yaptığı detaylı incelemeleri, Kıvılcımlı’yı dönemin hâkim Marksizm yorumlarıyla tartışmaya sevk etmiştir. Kıvılcımlı bir yandan teknolojik belirlenimciliğe karşı toplumun bütünlüğünü esas alan bir Marksist perspektifi savunurken, bir yandan da Marks ve Engels’in çalışmalarında mevcut olmayan yeni kavramlar üretmiştir. Üretici güçler kavramını yorumlama biçimi, Tarihsel Devrim kategorisi, ilkel komünizm kavramını bütün insanlık tarihine yayan bakışı bunların başlıcalarıdır.

Kıvılcımlı’yı diğer Marksist teorisyenlerden ayıran önemli bir yönü de entelektüel ufkunu modern Batı düşüncesi ile sınırlamamasıdır. Bir Osmanlı aydını olarak İslam düşünce geleneğine de hâkim olan Kıvılcımlı, tarihin ilk materyalist yorumunu Marks ve Engels’ten 500 yıl önce yaşamış olan İbn Haldun’da bulur. Haldun’un tarih teorisinin etkisi, Tarih Tezi’nin bütününde açık bir şekilde görülebilir. Mukaddime Kıvılcımlı için sadece referans verilip geçilen bir kaynak değildir, Halduncu perspektif Tarih Tezi’nin tamamında içkindir. Kıvılcımlı Mukaddime’yi Marksist tarih teorisinin ilkel bir taslağı gibi görmemiş, Haldun’un metodolojisini maharetle işleyerek tarihsel materyalizmi zenginleştirmiştir.

Kıvılcımlı giriştiği işin büyüklüğünün farkındandır. Türkiye tarihini anlamanın çok ötesinde, Marksist tarih teorisine katkı sunma iddiasındadır. Ancak bir o kadar da mütevazidir. Önsözü şu cümlelerle bitirir. “Sunulan TEZ, duvarcının çektiği bir ipucu olmaktan başka iddia gütmez. Yapıyı, bütün okurların elbirliği kuracaktır. Onun için, okurdan: Tezin hiç değilse yayınlanabilen bütününü, en azından sonuna dek araştırıcı sabrı ile ve alışılmadık bir etüt yaparca inceleyip eleştirmesini çok rica edeceğiz.

Kıvılcımlı’nın bu çağrısının Türkiye sosyalist hareketinde ve akademide bir iki istisna dışında karşılık bulmadığı çokça yazılıp söylendi. Tarih Tezi’nin yayınladığı 1965 yılında dünyanın üçte biri komünist partiler tarafından yönetiliyor, sömürge ülkelerdeki kurtuluş savaşları kapitalist dünya sistemini kökünden sarsıyor ve küresel kapitalizmin merkezi ülkelerinde radikal toplumsal hareketler yükseliyordu. Komünizm açısından “işler yolunda” gibi görünüyordu. Proto-Sümerlere gitmeye ne gerek vardı? Üstelik Marks ve Engels gerekeni zaten yazmamışlar mıydı? Kıvılcımlı’nın tarih tezi 1980’lerin sonuna kadar bu bakış açısının gölgesinde kaldı. 1990’lardan sonra ise Sovyet Birliği ve Doğu Avrupa Sosyalizmlerinin çöküşü, Marksist teorik tartışmaları adeta tarih öncesine itti.

Nihayet son yıllarda Türkiye’de Kıvılcımlı’nın tarih çalışmalarına yönelik yeni bir ilginin canlanmakta olduğunu görüyoruz. Kıvılcımlı Tarih Tezi’nde verimli tartışmalara kapı aralayacak onlarca “duvarcı ipi” çekmiştir. Daha uzun erimli bir araştırmanın başlangıcı olarak bu yazıda bunlardan sadece bir tanesini, ilkel sosyalizmden antik medeniyete geçiş teorisini değerlendireceğim.

İlkel Sosyalizmden Medeniyete Geçiş

Tarih Tezi’nin incelediği zaman dilimi ilk medeniyetlerin doğuşundan (M.Ö. 4000 civarı) kapitalizmin doğuşuna (15. ve 16. Yüzyıllar) kadar süren antik çağdır. Kıvılcımlı’nın bu dönemde asıl ilgilendiği konu geçiş kanunlarını açığa çıkarmaktır. Hem antik medeniyetler arası geçişler hem de daha önemlisi “ilkel sosyalizmden”[1] antik çağa ve modern çağa (kapitalizme) geçişlerdir. Kıvılcımlı’ya göre: “İnsanlığın belirli bir çağ içinde başından geçenler üzerine oldukça büyük ve aydınlık bilgilerimiz var. Fakat o çağların birinden ötekisine GEÇİŞ kanunları üzerine, gereği gibi aydınlanmış olmaktan uzağız.[2]

20. Yüzyıl’da hâkim olan klasik Marksist tarih yazımında, ilkel komünizmden sınıflı topluma geçiş teknolojik determinist ve evrimci bir şekilde anlatılır. Bu anlatıda devlet ve sınıflar tarım teknolojisindeki gelişimin sağladığı artık ürünün bir sonucu olarak ortaya çıkarlar. Toplumların kendi tüketimlerinden daha fazlasını üretebilecek kapasiteye ulaşması, ilkel komünizmden köleci topluma geçişin başlıca nedeni olarak gösterilir. Bu açıklama mantıksal olarak doğru olmakla birlikte, tarihsel olarak köleciliğe ya da sınıflı topluma neden geçildiği sorusunun yanıtını vermez. Artık ürünün ortaya çıkması elbette köleciliği ve emek sömürünü mümkün kılan nesnel zemindir. Ama bu nesnel zeminin varlığı, zorunlu olarak sınıflı toplumu doğurmaz.

Kıvılcımlı bu soyut ve teknolojik determinist açıklamayı yetersiz bulduğundan somut tarihsel süreci inceler. Bu inceleme sonucunda, ortak mülkiyete dayalı komünal toplulukların salt kendi iç dinamikleriyle devletli/sınıflı toplumlara dönüşmediği sonucuna varır: Devlet ve egemen sınıf dışardan gelmiştir. “Akınları başarıya uğrayan Barbarların şefleri, bilinen ekonomik, sosyal ve politik mekanizma ile krallaşırlar. Daha önce tapınak ve bezirgân kombinezonu ile iktidarını sağlamış olan yabancı kral, yerli halkı kullaştırıp, bezirgân sınıfla tapınağı imtiyazlandırır. Medeniyet: sosyal sınıflı toplum doğmuştur.[3] Bu bulgu, klasik Marksist tarih yazımının ikinci önemli zaafına işaret eder. Bu tarih yazımında topluluğun doğayla ilişkisi anlatılırken toplulukların birbirileriyle ilişkisi üzerinde yeterince durulmaz. Adeta dünya üzerinde tek bir toplum varmış, o da doğayla kurduğu ilişkiye bağlı olarak değişiyormuş gibi anlatılır. Oysa belirli bir topluluk her zaman etrafındaki diğer topluluklarla ilişkisi içinde ele alınmalıdır. Kıvılcımlı’nın deyimiyle “Tarihte daima Toplumlar Toplumlarla karşılaşarak yürünmüştür.” “Tarihi şu veya bu yönde yürütenler, belli toplumların, gene belli Toplumlara karşı Kollektif Aksiyonlarıdır.[4]

İlk medeniyetlerin ortaya çıkmasından önce insanlar küçük kandaş topluluklar halinde yaşıyorlardı. Bu yüzden analiz birimi soyut bir bütünlük olarak toplum kategorisi değil, komün olmalıdır. Komünler genellikle kabile ve kabile konfederasyonları biçiminde örgütlenerek kendi aralarındaki ilişkileri düzenlerler. Bu şartlar altında belirli bir topluluk iki temel ilişki içindedir. Birincisi, topluluğun doğayla kurduğu ilişki, yani maddi hayatın üretimidir: Yeni nesillerin üretimi, barınma ve beslenme, giyinme vs. İkincisi ise, topluluklar arası barışçıl ya da savaşçıl ilişkilerdir. Belirli bir komünün doğayla kurduğu ilişki her zaman diğer komünlerle ilişkisi dolayımında gerçekleşir. Bunun tersi de aynı ölçüde doğrudur. Klasik Marksist tarih yazımında pek vurgulanmayan komünler arası ilişki, en az üretim süreci kadar maddi niteliğe sahiptir. Komşu kabilenin tehdit eden mızrağı, sepete toplanan meyvelerden daha az materyal değildir. Ya da yağma ve korsanlık (komünler arası ilişki), tahıl hasat etmekten (üretim) daha az materyal değildir. Bu yüzden topluluklar arası ilişkiye dikkat çekmek, tarihsel materyalist teoriye bir aykırılık teşkil etmez.

Soyut bir toplum tasavvurunun ötesine geçerek topluluklar arası ilişkileri analizine dahil eden Kıvılcımlı, Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabında açtığı yoldan ilerleyerek, ilkel komünizmden devletli topluma geçişin kapsamlı bir açıklamasını yapmayı başarır. Kıvılcımlı, belirli bir topluluğun yaşadığı sosyo-ekonomik değişimlerin sınıflı toplumun ortaya çıkışını açıklamada yetersiz kaldığının altını çizer. Sınıflı topluma geçişte, Kıvılcımlı’nın deyimiyle, iki ayrı dinamik göz önünde bulundurulmalıdır. Birincisi, tarımsal artı ürünle ve dış ticaretle gelişen komün-kentlerin kurulmasına varan evrimsel süreç. İkincisi ise Kıvılcımlı’nın Ön-Tarihsel Devrimler olarak tanımladığı fetihlerdir.[5] Bu iki dinamiğin insanlığı ilkel sosyalizmden devletli toplumlara nasıl taşıdığına geçmeden önce, Kıvılcımlı’nın ilkel sosyalizmle medeniyet arasındaki farkı nasıl tanımladığına bakalım.

Kıvılcımlı’ya göre Modern çağla (Kapitalizm) ilkel sosyalizm arasındaki Antik çağ, Sümer medeniyetinin Irak’ın güneyindeki verimli nehir deltalarında kurulması ile başladı. Sümer medeniyetini, ardı ardına yükselip düşen onlarca başka medeniyet takip etti. Medeniyetlerin içinden çıktıkları ilkel sosyalist topluluklardan temel farkı, devletin ve egemen sınıfların varlığıydı. Kıvılcımlı’ya göre medeniyetle başladığı düşünülen kentlerin kurulması, yazının icadı, ticaret, madenlerin işlenmesi vs. medeniyetler kurulmadan önce de mevcuttu. Daha medeniyetler ortaya çıkmadan çok önce ilkel sosyalist topluluklar madenleri işlemeye başlamış, tarım ve hayvancılığı geliştirmiş, iklim şartlarının elverişli olduğu nehir deltalarında ortak mülkiyete dayalı kentler inşa etmiş, topluluklar arasında ticaret ilişkileri kurmuşlardı. Henüz özel mülkiyet ve kendi hesabına çalışan tüccarlar söz konusu değildi. Ticaret iki topluluk arasında Kıvılcımlı’nın “memur-bezirgan” olarak adlandırdığı görevliler tarafından yapılıyordu. Öyleyse medeniyetlerle gelen yenilik devlet ve egemen sınıfların ortaya çıkışıdır.

Medeniyetten önce ekonomik ve sosyal görevleri var olan bu şeyler [ticaret-para-yazı] medeniyet icadı sayılamazlar. Eleman olarak hepsi de medeniyetten önce keşfedilmişti. Barbarlıkta görülmedik, işitilmedik tek şey: Devlet idi. Medeniyetin yüzde yüz “ihtira beratını” alabileceği tek nesnesi devlettir, saltanattır. Barbarlıkta herkes silahlı idi: Medeniyette yalnız devlet silahlıdır.[6]

Kıvılcımlı’ya göre devletin tanımı oldukça yalın ve nettir. Devlet, silahlı güç ve cezaevidir. Devletli toplum komünün silahsızlandırılması ile ortaya çıkmıştır. Medeniyetle birlikte insanlık tarihinde ilk defa silah kullanma yetkisi kesin olarak küçük bir grubun (askeri birlikler) imtiyazına bırakılır. Sınıflar ve özel mülkiyet bu yeni güç ilişkisi içinde filizlenir. Öyleyse medeniyet dediğimizde olumlu bir gelişmeden değil, asıl olarak devlet ve egemen sınıfların, yani sistematik sömürü ve köleliğin ortaya çıkışından bahsediyoruz.

Öyle bütün yurttaşlar silahlı iken, ansızın içlerinden yalnız bir avuç kişinin silahlı kuvvet haline gelip, bütün ötekileri silahsız ve zayıf hale getiri vermeleri, her şeyden önce Barbar insanın aklının almayacağı bir yaman sosyal devrimdi. İşte Barbarlıkla medeniyetin tek sözle ayırdı bu müthiş sosyal devrimi başarmış bir toplum olmak veya olmamakla özetlenebilir.[7]

Başlangıçtaki soruya dönecek olursak insanlığın yeryüzündeki binlerce yıllık serüveni nasıl oldu da yaklaşık beş bin yıl önce medeniyete evrildi? Yani nasıl oldu da insanların bir kısmı diğer bir kısmının üstünlüğünü kabul ederek, Kıvılcımlı’nın deyimiyle “kullaşarak” yaşamayı kabullendi?

Bu soruya yanıt verebilmek için Kıvılcımlı insan topluluklarının “doğal hali” denebilecek ilkel sosyalizm dönemindeki gelişmelere bakar. Medeniyetin ortaya çıktığı dönemde tüm yeryüzüne dağılmış ilkel sosyalist topluluklar Lewis Henry Morgan’ın, Engels’in de benimsediği kavramsallaştırmasıyla, “Barbarlık” çağında yaşıyordu. Bu tasnife göre Barbarlık çağını insanlığın daha önceki “Vahşet” döneminden ayıran çömlek üretimidir. Yine teknoloji merkezli bir yaklaşımla Barbarlık çağı da kendi içinde üç döneme ayrılır. Avcı toplayıcılığın hâkim olduğu “aşağı barbarlık”, sürü ekonomisinin ve göçebeliğin hâkim olduğu “orta barbarlık” ve tarım üretiminin ve kentlerin ortaya çıktığı “yukarı barbarlık”.

İnsanın doğaya müdahale etme kapasitesindeki artışa göre bu basamaklar bir “ilerleme” gibi görünür. Ama aynı süreçte komünün kendi içindeki çelişkiler artmış ve orta barbarlıktan itibaren erkek egemenliği gelişmeye başlamıştır. Kıvılcımlı Engels’i izleyerek, patriyarkanın ortaya çıkışının erkeğin hayvanları boyunduruk altına alması ile ilgili olduğunu belirtir. Orta barbarlık dönemine kadar komün ekonomisi erkeklerin avcılık, kadınların çocuk bakımı ve ev idaresini üstlendiği bir doğal iş bölümüne dayanıyordu. Kadınların otoritesinin güçlü olmakla beraber cinsler arası bir tahakküm ilişkisinin mevcut olmadığı bu düzeni Kıvılcımlı “kadıncıl” ya da “anacıl” düzen olarak isimlendirir. Avcılıktan sürü çobanlığına geçen erkek, ekonomik olarak kadın karşısında güçlenmiştir. Hayvanların “köleleştirilmesi” komünün savaş ve üretim yordamında muazzam değişikliklere yol açarken, komün-içi güç ilişkileri kadın cinsi aleyhine bozulmuştur. Böylece aşağı barbarlık döneminin “kadıncıl” komünün, yani gerçek ilkel komünizm toprağına sonu medeniyete varacak çelişkilerin ilk tohumları ekilmiştir. Kıvılcımlı’ya göre komündeki ilk bölünme olan erkek egemenliğinin kurulması, sonraki çağlarda yaşanacakların habercisi gibidir.

En sonunda, kadın alt oldu. Fakat bu, kandaş eşitliğin içinde açılmış bir gedikti. Kadın sindirilirken, gelecek kuşaklara, toplum içinde bir insanın ikinci ve alt edilebileceği öğretilmiş ve sindirilmişti. Seçkin kişiler, kadına karşı kazandıkları zaferle, toplumda artık eskisi kadar hür ve eşit olmayan insanların bulunabileceğini, ezilebileceğini, sömürülebileceğini ahlâklaştırdılar.[8]

Başka bir yerde Kıvılcımlı medeniyetin barbarlıktaki köklerini şöyle ifade eder.

Orta ve Yukarı Barbarlık Konağının maddî manevî hazırlık temelleri daha önce atılmamış olsaydı, Medeniyet denilen şey kurulamazdı. Ve yeryüzünde eşsiz, örneksiz ilk gelişim olduğu için, Irak’ın Medeniyet denilen iç zorbalıklar çağına geçişi, başka hiçbir yerde, hiçbir zaman görülmedik derecede güç ve uzun bir prose [süreç] oldu.[9]

Kıvılcımlı medeniyetin yukarı barbarların kurduğu kentlerden çıktığını, ama bunun kenti kuran topluluğun kendi içsel evriminin bir sonucu olmadığını belirtir. Yukarı barbar kenti artan toplumsal iş bölümü ve dış ticaretle medeniyete geçişin nesnel zeminini hazırlamış, ama somut tarihsel geçiş, kentin daha az yerleşik başka bir komün tarafından ele geçirilmesiyle gerçekleşmiştir.[10] Kentlerin oluşmasından önce komünler arası savaş yağma, soykırım ya da çoğu zaman zayıf olan komünün başka bir yere göç etmesiyle sonuçlanırdı. Sistematik sömürü, yani köleciliğin inşası için iki şarta ihtiyaç vardır. Birincisi, topluluğun belirli bir yere kesin olarak sabitlenmiş olması gerekir. İkincisi, emek üretkenliği artı ürün verecek seviyede olmalıdır. Bu şartların ikisi de tarihte ilk kez Mezopotamya’da, Fırat ve Dicle nehirlerinin Basra körfezine uzanan verimli deltaları üzerinde gerçekleşti. Delta toprağı nehir tarafından sürekli beslendiğinden hem nadasa bırakmaya ve gübrelemeye gerek olmayacak kadar verimli hem de tahta sabanla işlenecek kadar yumuşaktı. Bu bölgeye yerleşen komünler ekimin olağanüstü verimli olması nedeniyle kalıcılaştı. Ortaya çıkan zenginliği korumak için zamanla surlarla çevrili komün-kentler kuruldu.

Kıvılcımlı, yer yer deniz seviyesinin altında olan ve sürekli sel baskınlarına maruz kalan bu toraklarda kentler kurulabilmesinin yüzeyde bulunan petrol sayesinde mümkün olabildiğini söyler.

Irak toprağının yeryüzünde bütün bitkisel sübtropikal ırmak topraklarından üstün yanı: yalnız çöl ortasında sazlı bataklık olması değil, aynı zamanda en önemsiz şeymiş gibi hiç üzerinde durulmayan petrol anası zift (bitum) ülkesi oluşudur. Belki zift olmasa, deniz seviyesinden alçak bir bataklık içine yerleşip ziraatçı yerleşim imkânı da gerçekleşemez ve insanlık Medeniyet yoluna kolay kolay giremezdi. Bugün hâlâ tecrit maddesi olarak kullanılan zift, denilebilir ki, Irak Medeniyeti’nin Orta ve Yukarı Barbarlık basamaklarının alçakgönüllü çimentosudur.[11]

Su taşkınlarına karşı kent ve tarla duvarları petrolden yapılan ziftle güçlendirilirken, maden, taş ve kereste gibi temel ihtiyaçlar dağlık bölgelerdeki topluluklardan ithal ediliyordu.

İlk kentler kandaş topluluk tarafından kurulmuştu ve ortak mülkiyet hakimdi. Artı ürün kentin tam göbeğine inşa edilen tapınakda depolanıyordu. Dış ticaret komün görevlileri tarafından yapılıyordu. Kıvılcımlı yukarı barbar kentinde sınıflaşma eğilimi içinde olabilecek iki kategoriden bahseder. Birincisi artı ürünün depolandığı tapınak görevlileri, yani rahiplerdir. İkincisi ise dış ticareti yürüten “memur-bezirganlardır”. Başlangıçta komünün görevlisi durumunda olan bu kişilerin, konumlarının getirdiği avantajla zamanla bazı ayrıcalıklar elde etmeye başladıklarını belirtir. Ama bu sosyal eğilim, “kandaş hukuku” nedeniyle kesin bir sınıflaşmaya yol açmaz. Gelişen tarım ekonomisi ve dış ticaret, kent içinde zanaatların artışı, tapınak etrafında bürokratik bir mekanizmanın ortaya çıkışı gibi faktörler aileler arasında eşitsizlikleri arttırsa da hala güçlü olan komün gelenekleri sayesinde kesin bir sınıflaşmaya varmaz.

Tarihöncesinin sınıfsız ilkel kandaşlık sosyalizmi düzeniyle yaşayan ulusların kendiliklerinden başardıkları ekonomik ve sosyal ilerleyişler, insanlar arasında iş bölümü kılıklı farklılaşmalar zeminini hazırlamıştır. Ama ilk Kan anayasası sağ kaldıkça, toplumun iç ilişkileri kendi yerli kandaş ve kabiledaşları tarafından açıkça ve kesin olarak Köle-Efendi bölümünü yaratmaya yetmemiştir. Mutlaka, ilerlemiş toplumun dışından (…) ileri kültürün zayıf noktalarını zorlayan geri Barbar Ulusların saldırısı basamak basamak gelişerek, ondan önce tedriçli birikimle hazırlanmış bulunan sosyal sınıf farklılaşmasını zaman zaman ansızın kesin bir sınıflaşma atlayışına uğratmıştır.[12]

Irak Kentlerinde Köle-Efendi ilişkilerinin bilinen keskinliğe varması, insanın parayla alınıp satılması, Kan bağları yerine, çıkar bağlarını ağır bastıran “Tamkara” adlı Bezirgân Sınıfı, Toprak özel mülkiyeti ve özel zenginlik gibi karakterleri ile Medeniyet başladı. Demek, ilk medeniyete atlamak için de bir Barbar Akını gerekti.[13]

Yukarı barbar kenti kendi iç evrimiyle devletleşmeye ve sınıflaşmaya yol açmamıştır. Ama komünü belirli bir yere sabitleyerek ve emek üretkenliğini artırarak devlet egemenliğinin şartlarını oluşturmuştur. İlk kent devletleri yukarı barbar kentinin yerleşik olmayan ya da daha geç yerleşmiş olan, dolayısıyla “asabiyesi” daha yüksek bir komün tarafından fethedilmesiyle ortaya çıkmıştır. Fatih kabilenin şefi krala dönüşürken, fethedilen kentin rahip ve tüccarları yeni egemenlik ilişkisinin inşasında rol alacaktır. Kıvılcımlı’nın deyimiyle “Tapınak-bezirgân” ittifakı “Bezirgân-Tapınak-Zorba Komutan” ittifakına dönüşecektir.[14] Memur-bezirgan despot kralın koruması altında zamanla tefeci-bezirgana dönüşürken silahsızlandırılan kent halkı kralın uyruğu haline gelecektir.

İleri toplumun üzerine çullanan Barbar fatihler, yendikleri eski kandaşlara karşı -onları yurttaşlığa kabul ettikten sonra bile- sığıntı sayıp alçak görme gücünü ve hakkını kendi Barbarlıklarında, yabancı asıllı oluşlarında bulabilmişlerdir. Yenilenler de, kendilerini isteseler öldürebilecek, isteseler yaşatabilecek kudretteki yabancı Kan’dan Fatihleri, üstün-insan, üst-insan derken, insan-üstü göksel varlık, en sonunda da bir çeşit Allah mevkiinde görmeye ister istemez katlanmışlardır.[15]

Kıvılcımlı’ya göre komün-kent formu bir kez ortaya çıktıktan sonra, bölünerek çoğalır. Kentin nüfusu surların içine sığmaz hale gelip kent içinde anlaşmazlıklar baş gösterdiğinde, bir grup ayrılarak ilk kentin bir benzerini coğrafi ve ticari olarak elverişli bir bölgede inşa eder. Böylece Mezopotamya’nın güneyinden başlayan bir kentler sistemi ortaya çıkar. Medeniyet, bu yukarı barbar kentler ve bu kent sistemini çevreleyen orta barbarların savaşları sonucunda ortaya çıkacak ve kökü derinlerden gelse de yepyeni bir egemenlik sistemi olarak coğrafya koşullarının benzer olduğu bölgelere sıçrayacaktır.

Bu anlatıda ilkel sosyalizmden medeniyete geçiş, tarihsel evrimin zorunlu bir basamağı değil aksine bir sapmadır. Coğrafya, Tarih, Teknik ve Kollektif Aksiyon şartlarının bir araya gelmesiyle medeniyet bir şekilde ortaya çıkmış ve tıpkı bir kanser hücresi ya da virüs gibi yeryüzündeki diğer topluluklara, yine belirli Coğrafya, Tarih, Teknik ve Kollektif Aksiyon şartları altında nüfuz etmiştir.

Medeniyeti insanın insanı “kullaştırması” olarak özetleyen Kıvılcımlı’ya göre, ona mal edilen tüm olumlu gelişimler aslında barbarlık tarafından yaratılmıştır. Ancak bu görüşten hareketle, Tarih Tezi’nin toplumsal evrim ve tarihsel ilerleme fikrini reddettiği söylenemez. Kıvılcımlı sadece medeniyetin, bu ilerlemenin “doğal” ya da “zorunlu” bir konağı olduğu fikrine karşıdır. Ona göre, insanlığın evrimi ya da tarihin ana güzergâhı ilkel komünizmden modern komünizme gidiştir.

Bir sonraki yazıda Tarih Tezi’nin “duvarcı iplerini” takip ederek, Kıvılcımlı’nın “kapitalizme geçiş” teorisini değerlendirmeye çalışacağım.


[1] Kıvılcımlı’da “ilkel sosyalizm” kavramı “ilkel komünizmle” eş anlamlıdır.

[2] Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm, Derleniş Yayınlar: 2012, s. 22. 

[3] Tarih Devrim Sosyalizm, s. 178. 

[4] Tarih Devrim Sosyalizm, s. 105.

[5] Medeniyeti yıkan barbar akınlarını Tarihsel Devrim olarak tanımlayan Kıvılcımlı, Medeniyet öncesi dönemde kurulan komün-kentlerin barbar akınlarıyla fethedilmesini de Ön-Tarihsel Devrimler olarak adlandırır.

[6] Tarih Devrim Sosyalizm, s. 187.

[7] Tarih Devrim Sosyalizm, s. 187.

[8] Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Yazıları, Köxüz Yayınları, s. 133.

[9] Tarih Devrim Sosyalizm, s. 155.

[10] Kıvılcımlı belirli bir toplumda toplumsal farklılaşmanın artışının “kollektif aksiyon” kabiliyetini (Haldun’un Asabiye kavramını hatırlayalım) azaltacağını var sayar. Bu yüzden, iç bölünmesi daha az olan “geri” kabileler daha “ileri” olanlara karşı savaşta üstün gelir. 

[11] Tarih Devrim Sosyalizm, s. 159.

[12] Tarih Devrim Sosyalizm, s. 179.

[13] Tarih Devrim Sosyalizm, s. 217.

[14] Tarih Devrim Sosyalizm, s. 336 337.

[15] Tarih Devrim Sosyalizm, s. 179.