Latin Amerika İzlenimleri – Ayşe Tansever

Epigraf:

Aslında bir kişi eyleme geçtiği, iradi bir çaba gösterdiği ve ‘önceden kestirilen’ bu sonuca somut katkıda bulunduğu ölçüde bir şeyleri önceden kestirebilir. O halde tahmin yürütme kendini bilimsel bir bilme eyleminde değil, gösterilen çabanın soyut ifadesinde ve ortak bir irade yaratmanın pratik biçiminde açığa çıkarmaktadır.”

Antonio Gramsci

Bu yazı 2008 yılı içinde yaptığım ve altı ay süren Güney Amerika seyahati sonrasında Yol dergisi’nden yoldaşların röportaj talebi sonucu hazırlanmıştır. Soru-cevap şeklinde tasarlanan dizin, daha uygun olacağı düşüncesiyle tarafımdan makale düzeninde biçimlendirilerek yanıtlanmıştır. Güney Amerika’nın bugününe dair izlenimlerden hareketle toplumsal değişim mücadelesi açısından derinleştirilmesi gereken birkaç başlığa değinmek kaygısındadır.

 

Kıtanın Önemi:

Latin Amerika’nın politik/ekonomik tarihi kendisine has öznellikler ve deneyimlerle dolu bir tarihtir. Buna sebep 1492’de Kolomb ve beraberindekilerin kıtaya ayak bastıkları andan itibaren orijinal bir ekonomik altyapının şekillenmeye başlamış olmasıdır. İlkel, köleci, feodal ve nihayetinde kapitalist toplum şeklindeki klasik paradigma, Yeni Dünya açısından geçerli değildir. (Ayrıca bu paradigmanın Avrupa açısından da ne derece geçerli olduğu, tartışmaya açık bir konudur). Bir yanda yerli halkın ve Afrika’dan gemiler dolusu getirilen insanların köle prangalarına bağlanması, diğer yanda büyük çiftliklerde (Hacienda) hüküm süren serf/derebeyi ilişkileri ve şehirlerdeki kapitalist ticaret ağı, XIX. Yüzyıl sonlarına dek kıtada iç içe var olmuştur. Potosi maden bölgesinin, Brezilya, Küba veya Kolombiya’da şekerkamışı tarlalarında çalıştırılan kölelerin, ya da Buenos Aires ve Lima gibi liman şehirlerinin hikayelerine baktığımızda bu durum oldukça net biçimde açığa çıkıyor. Kaldı ki bugün bile gelişkin kapitalist yapılarına rağmen kıta ülkelerinde sömürgeci ekonominin kalıntıları mevcuttur. Bolivya ve Brezilya’daki topraksızlar ile, Kolombiya’da yürüyüşe geçen köylülerin talepleri incelendiğinde henüz tedavülden kalkmamış pre-kapitalist üretim ilişkilerinin kapitalist üretim ilişkilerine eklemlenerek sürdürdükleri yaşam da kendiliğinden görünür hal alıyor.

Güney Amerika ekonomisinin şanssızlığı Kolomb zamanındaki medeniyetlerin (İnka, Maya ve diğerleri) gümüşü Ay’ın, altını ise yaşamın ve inancın merkezine oturttukları Güneş’in ter damlaları sayan kültürlerinde başlar. Francisco Pizzaro’nun karşılaştığı ilk İknalar konuklarına uluslarını yüceltmek adına altından yapılma (var olmayan) tapınaklardan dem vurduklarında felaketlerini çağırdıklarını bilemezlerdi. Altın ve gümüş yağması ile başlayan süreç, bütün tabi kaynaklara (ki yerli halk ile bir tür deniz kuşunun yüksek kalitede gübre niteliği taşıyan pisliği de buna dahildir) el konulması şeklinde gelişir. Sonuçta kıta, ilk etapta Avrupa’da yeşermekte olan kapitalizme sermaye ve hammadde teminini sağlayan başlıca bölge olacak, sonrasında ise emperyalist üretim ilişkileri ağında mahvolmaya devam edecektir. Öyle ki Arjantin derileri neredeyse yok pahasına Avrupa ve Amerika bandıralı gemilere yüklenecek, aynı gemiler bu derilerden işlenmiş eşyaları fahiş fiyatlarla satmak üzere topladıkları yerlere geri getireceklerdir. Ve yine öyle ki, ülkesini kalkındırmak adına ithal ürünlere vergi ve kota koyan Paraguay 1865’de ‘halkı diktatörlükten kurtarmak’ amacını güttüklerini söyleyen üçlü ittifakın saldırısına uğrayacak, ve bu savaşta Paraguay yetişkin erkek nüfusunun neredeyse tamamı öldürülecektir.

Ekonomik altyapıdaki özgünlük ve bağlamında sömürü ağının sıkılığı ile sürekliliği, dolayısıyla politik üstyapıda da yansımasını bulur. Politik arenaya baktığımızda karşımıza keşfin başlangıcından bugüne, sömürüye paralel kesintisizlikle devam eden bir mücadelenin (ki bu mücadele temelde sınıfsaldır) tarihsel seyri çıkar. Bu tarihsel seyri kabaca üç ana döneme ayırabiliriz:

 

  1. 1492 ile 1800’lü yılların başlangıcına karar süren dönem: Yerli halkların ve kölelerin İspanyol Conquistadorlara (Fatih) karşı yürüttükleri isyan hareketlerine sahne teşkil eder. Ok ve yay, tüfek ve kılıca karşı amansız savaşında kısa erimli zaferler almış olsa da genellikle yenilgilere uğramıştır. Kimi isyanlar onlarca yıl kimisi ise birkaç ay sürmüş, lakin bastırılan bir isyanın ardından yenisinin çıkışı çok gecikmemiştir. Şili’de Aracauno’lar, Ekvador’da Ruminahui, Peru’da Tupac Amaru, Bolivya’da Tupac Catari, Brezilya’da ormana kaçan kölelerce kurulan Palmeras Federasyonu bu dönemin başat isim ve olgularındandır.
  2. 1800’lü yıllar: Özellikle kreollerin (Güney Amerika’da doğmuş Avrupa kökenliler) Fransız Aydınlanma Felsefesi ve devriminin etkileriyle biçimlendirdikleri ulusal bağımsızlık savaşlarının yaşandığı yıllardır. ‘Güney Amerika bu topraklarda doğanların özgür vatanıdır’ parolasıyla silahlar kuşanılmıştır. Simon Bolivar Kolombiya, Ekvator, Peru (Bolivya dahil) ve Venezüella’yı kapsayan Büyük Kolombiya Federasyonu’nu kurarken, aynı zamanda kıtadaki İspanyol egemenliğine de resmi olarak son veren kişidir. Küba’da Jose Marti, Uruguay’da Jose Artigas, Bolivya’da Sucre ve daha pek çok isim eşitlikçi, bağımsız bir ülke adına sömürgeci ve oligarşik iktidarlara karşı bu dönemde savaştan savaşa yol almışlardır.
  3. yüzyılla birlikte ise sınıfsal özgürlük mücadeleleri arenanın merkezini tutar. Zapata, Sandino, Castro sadece ülkelerinde devrime önderlik eden isimler değillerdir. Adları ile anılacak olan politik stratejileri ve düşünceleri de tarih sahnesine işlemişlerdir. Benzer şekilde Uruguay’da Tupamarolar şehir gerillacılığı yaklaşımını yeni bir deneyim olarak geliştirirler. Arjantin’de Peron, Şili’de Allende, Ekvador’da Alfaro gibi halkçı ve/veya sosyalist iktidarlar kıta çapına yayılmış mevcut devrimci mücadelelerle bağlaşık yaşamış ve böylece kıtaya büyük bir tarihsel miras bırakılmasını sağlamışlardır.

Meselenin finans-kapital tarafında ise sürece darbeler ve ekonomik ambargo’dan kontrgerilla savaşına kadar pek çok karşı tepki ile cevap veriş vardır. Uluslararası sermaye, sınıflar savaşındaki yeni politik yönelimlerini ilk uygulama alanı olarak çoğu kez Latin Amerika’yı seçmiş ve buradaki sonuçları üzerinden globalleştirmiştir.

 

Günümüzde, kimi eski illegal siyasetlerin legalist sol yapılar ile ittifakları yoluyla seçimleri kazanmaları (Uruguay, Ekvador, Bolivya, Venezüella) Kolombiya’da Las Farc’ın sürdürdüğü gerilla savaşımı ve en belirgini Brezilya’daki Topraksız Köylü Hareketi (MST) olan yeni bir orijinalite üzerine kurulu meşruiyet eksenli örgütleri ile kıta büyük bir mücadele mozaiği olma konumunu sürdürmektedir.

Ve bu mozaiktir ki sosyalist bloğun 1989 da başlayan parçalanması sonrasında gerileme yaşayan mücadele içindeki kitlelere moral motivasyon olmaktan öte anlam ve güce sahiptir. Deneyimler öznel de olsa çıkarsamalar globaldir. Bu çıkarsamalar Paulo Freire’nin eleştirel pedagoji üzerine teoremlerinden MST’nin topraksız köylülüğe yaklaşımı ve üretim kolektifleri uygulamalarına, yasal ve silahlı savaşımın sentezinden sosyalizme geçiş problemlerine kadar geniş bir yelpaze içerir. Lakin bu noktada özellikle belirtmek isterim ki olabilecek en son çıkarsama Latin Amerika’nın mücadele zenginliğini ululaştırmak ve kopyalamak olabilir. Neticede sosyalizm yolu bir etkileşimler ve birikimler yoludur. Ve her birikim ancak kendi öznelliklerimizle bir sentez dahilinde içselleştirilirse bir birikim olabilir.

Kültürel Etkiler
Kıtayı anlayabilmek için kavranması gereken üçüncü olmazsa olmaz ise kültürel farklardır. Ekonomik-politik güzergâhın hem belirleyicisi hem de belirleneni olan kültür alanında kıtaya haslıklara baktığımızda ilk elden göze çarpan nitelikleri birkaç başlık içinde toplayabiliriz:

  1. Güney Amerika insanı ülke kimliğinden önce kıta kimliğini taşımaktadır. Uzun analizlere girmekten imtina ederek durumu özetlemek gerekirse öyküsü Brezilya’daki gemi yolculuğum esnasında geçen bir sohbetin içeriğini anlatmam gerekecektir. Sohbet arkadaşım basit bir soru yöneltmişti. Dedesinin İngiltere’den Brezilya’ya göç etmiş siyah tenli bir İngiliz, annesinin ise Bolivyalı bir yerli olduğunu belirttikten sonra ‘sence benim ırkım ne?’ diye sormuştu. XIX. Yüzyıl ortalarına kadar İspanyol ve Portekiz hegemonyaları altında yaşayan yerli halk, siyahîler ve Avrupa kökenliler böylece ortak bir kıta tarihinde buluşmuş, ortak tarihin özneleri olmuşlardır. Kıta genelinde İspanyolca ve Portekizce dışında dillerin konuşulmaması bu noktada önemlidir.

Diğer bir örnekte, Venezüella’da Tacaqua mahallesinde sosyalist bir grubun yaptığı etkinliği izlemiştim. Etkinlik kapsamında iki duvara mahallenin çocuklarının da gönüllü katılımıyla Devrime atıfta bulunan resimler yapılacaktı. Grup lideri Kolombiyalı, diğer üyeler iki Arjantinli, iki Şilili, dört Venezüellalı ve bir Türk’ten ibaretti. Burada İspanyol iç savaşındaki Enternasyonal Tugaylar benzeştirmesini yapmak yanılgı olur. Ernesto Che Guevara’nın Arjantin’de başlayan, Küba devriminin önderlerinden biri haline gelişi ile devam eden ve Bolivya’da son bulan yaşamında sembolize olan tavır Latin Amerikalılığa dair bir tavırdır.

  1. İspanyollar kıtaya sadece engizisyon yollu baskı ve yağma getirmemişlerdir. Akdeniz kültürünü de taşımışlardır. Ve bu kültür kıta halklarının görenekleri ile birleşip yepyeni bir kimliğe kavuşmuştur. Katolik inancın aldığı biçim ve 1960’larda şekillenmeye başlayan Kurtuluş Teolojisi adlı oluşum bu bağlamda oldukça önemlidir. Başpiskopos Oscar Romero’nun “Adalet tıpkı yılanlar gibi sadece çıplak ayaklıları ısırıyor” sözünde özetini bulan ve Katolisizm ile sosyalist düşünüşü bağdaştırmaya çalışan bu oluşum Nikaragua, El Salvador ve Brezilya’da hatırı sayılır etki yaratmayı başarmış hatta kimi dönemlerde toplumsal muhalefetin önderliğini elinde tutmuştur. Gerilla hareketine katılan din adamları veya taban cemaatleri örgütlenmesi ile yoksul mahallelerde kurulan dayanışma ağları Vatikan’ın son kalesinin Vatikan’a karşı işlediği en büyük günah konumundadır. Yakın zaman önce Paraguay’da seçimleri kazanan solcu lider Fernando Lugo eski bir piskopostur ve geleneğin devamına dair bir göstergedir. Ve bu gelenek “din halkın afyonudur” sözünü en azından kıta için yeniden değerlendirmeyi gerekli kılmaktadır.

Denilecektir ki dünyanın her yerinde komünist olmuş imamlar, rahipler, hahamlar vardır. Lakin sorunumuz kişilerin dönüşümü değildir. Bir inanç kurumu ve Althusser’in tabiri ile söyleyecek olursak erken dönem kapitalizm boyunca devletlerin başat ideolojik aygıtı olan bir kurumun iç yapısındaki dönüşümdür. Dindarlığın yüksek boyutta olduğu kıtada kilise görevlileri üzerinden başlayan ve kurumsallaşan teoloji, sosyalist hareketlere 1960’dan 1980’lerin sonlarına değin büyük bir altyapı desteği sunmuştur.  Kültürel farklılık göz önüne alınmadan bu gelişim açıklanamaz.

  1. “Söz ayrıştırır, eylem birleştirir”. Güney Amerika çıkışlı olan bu cümle, güneyin yaşam tarzını da oldukça iyi ifade etmektedir. Fidel Castro’nun Sierra Maestra’ya ulaştığı gün pek çok talihsizlik ve acemilik sonrasında nerdeyse tüm cephaneyi ve yoldaşlarının büyük kısmını kaybetmiş olmasına rağmen buluşabildiği 11 kişiye ve elde kalan birkaç silaha bakıp “artık zafer kesinlikle bizimdir” demesi salt bir inanç ürünü değil, eylemciliğin birleştirici gücüne vurgudur aynı zamanda. Benzeri örnekleri aramak gerekmez çünkü her yerde kolaylıkla karşımıza çıkarlar.

Venezüella’da duvar resmi yapma eyleminde ekibin temel düşüncesi mahalle çocuklarının boyama işine katılımını sağlamak idi. Nitekim düşündükleri şekilde gerçekleşti her şey. Çocuklar konturları çizilmiş figürleri büyülü bir oyunmuşçasına boyamışlar, eylemciler ise beraberlerinde getirdikleri biraların da yardımıyla mahalle halkı ile şen mahalle sohbetlerine girişmişlerdi. Bu sohbetlerde politik gündem yerine ağırlıklı olarak gündelik hayata dair bilindik sohbetler ve şakalaşmalar söz konusuydu. Nedenini sorduğumda aldığım cevap gayet basit olmuştu: “Bu sayede biz onlardan biriyiz ve onlar da bizden biri…” Diğer bir örneği ise Arjantin Rosario’da yaşadım. Şehrin yoksul mahallelerinin birinde sosyalist bir grup tarafından kurulmuş olan dernek evini ziyarete götürüldüm. Programda mahalle çocukları için okula yardımcı ders eğitimi vardı. Binanın içinde eğitim, dışında ise mate (Arjantinlilerin çok sevdiği bitki esaslı bir içecek) eşliğinde sohbet vardı. Ve her iki örnekte de en dikkat çeken nokta sosyalist grup ile mahalleli arasındaki öncü/kitle, şef/cemaat vb. statülerdeki ayrımın hissedilmemesiydi.

Böylesi bir organik birleşim, tabiiyet ilişkilerinden yoksunluğu oranında bireysel ve kurumsal gelişimin sağlam dayanaklarla örülmesinin de önünü açmaktadır. Şefe bağımlılık yerine özgür iradeye dayalı birlik; manipüle eden taşıma bilinç yerine, gereksinim duyan, içselleştirilen bilinç, belirlenim yerine ortaklaşa belirleyiş… Fakat bu tarzın göz ardı edilmemesi gereken ciddi bir sorunu da bulunmaktadır. İradi değil, kendiliğindencidir. Ve bu yönü nedeniyle gerek kişisel gelişimi gerekse grubun sürece müdahale yeteneğinin gelişimini belirsiz bir zamana bırakır. Hele ki kapitalist ideolojinin toplumda “akıl tutulması” yaratma yeteneği ve hızı düşünüldüğünde, kendiliğindenci tarzlar büyük bir soru işareti oluşturur. Günümüzde yakaladıkları şans, rüzgârın soldan esmesinden ve büyük bir tarihsel geçmişin üzerinde yol almalarından ileri gelmektedir.

  1. Adını hatırlamadığım bir kitapta okumuştum. Latin Amerika’da yürütülen toplumsal mücadelenin niteliklerini kavrayabilmenin Latin popülizmini kavramakla mümkün olabileceğini yazıyordu. Öncelikle belirtmeliyim ki doğruluğunu altı aylık yolculuğum süresince karşılaştığım pek çok olayın bana ispatladığı bu önerme, Türkiye’deki popülist tavırdan oldukça farklı niteliklere işaret eder. Dolayısı ile klasik kalıplar içinde, önyargılı yaklaşımlardan arınılarak incelenmeli, bir yaşam dinamiği olarak kavranmalı ve böylece anlaşılmaya çalışılmalıdır. Sanırım Chavez’in konuşmalarına kabaca bir bakış, bahsi geçen farkı gözler önüne sermesi bakımından yeterli olacaktır.

Bilindiği üzere Chavez politik vurgularının merkezine ABD karşıtlığını oturtur. Birleşmiş milletler toplantısında Bush’a yönelik olarak “Şeytan dün buradaydı” demesi pek çoğumuzun hala aklındadır. Bununla yetinmeyip “düşmanımın düşmanı dostumdur” yaklaşımıyla ABD karşıtı liderlere ideolojik savunuları her ne olursa olsun kucak açar. (ki pek çok mitingde Chavez posterlerinin Ahmedinejat ya da Usame Bin Ladin gibi isimlerin yanı sıra taşınması kimi çevrelerce yanlış şekilde Kıtada siyasal islamın yükselişine yorumlanmıştır.) Son noktada da ülkedeki finans oligarşisine karşı söylemleri oldukça sert ve kışkırtıcıdır.

Bütün bu üslubun özeti yüzyılların tekrarı somut hedefi yeniden ve yeniden göstermektir. İspanyol conquistadorlar (fatih) ilk yabancılardı ve yıkımın ilk başlatıcıları oldular. Her şeyi alenen yaptılar. Sonrasında gerçekleşen ABD işgalleri (Meksika’da, Nikaragua’da, Küba’da), on yılları bulan diktatörlük dönemlerinde ya da darbelerin hazırlanışında verilen destek yine alenendi. Ülkedeki büyük tarım sahalarında, madenlerde ve fabrikalarda yaşanan kıyımlar (Şili’de nitrat işçilerinin taranması, Kolombiya’da muz plantasyonlarında gerçekleşen grevin kıyımla sonuçlanması, Potosi madenlerinde yaşanan katliamlar vd.) ABD’den aldıkları desteği gizleme gereği duymayan yerli finans oligarşilerinin işi idi.

Türkiye’de emek-sermaye ilişkilerini ve sömürü mekanizmalarını izah böylesi bir tarihsellikten yoksun olduğu için görece daha zordur. Orta sınıf umutları hali hazırda canlıdır. Oysa Güney açısından problemin bu basamağını atlamak hedefi tanımlayabilme açısından bir sorun teşkil etmez. Bu nedenledir ki 1970’lerde suni denge ve şehirlerin kuşatılmışlığı teorileri ülkemizde soyut bir olgu olarak kavranılmaya çalışırken kıtada basit bir gerçeklik olarak ifadesini bulmuştur. Ve bu nedenledir ki Chavez ezilenlere seslenişte geleneğin günümüzdeki mirasçısı konumundadır. Yaptığı iş kalıtsallaşmış öfkeye rehberlik etmektir. Gringo kelimesinin bir küçümseme sıfatı olarak kullanıldığı, arkadaşlıkların amigo kelimesi ile dillendirildiği bir kıtada bu yönlü bir pragmatizmin duyguları harekete geçirmemesi söz konusu değildir.

Sosyalizm Rüzgarları

Zapatist hareket Meksika’dan çıkıp dünya gündemine oturduğunda Sosyalizmin ölümünü ilan eden çanlar henüz dinmemişti. Belki ilk başlarda kimi çevrelerce genel geçer bir kalkışma olarak yorumlanmıştı bu hareket. Ne var ki ardı sıra gelen gelişmeler küresel bir ilgiyi yavaş yavaş yeniden kıtaya yöneltti. Hugo Chavez, Evo Morales ve Rafael Correa’nın açıktan sosyalizme yürüyüş vadeden iktidarlarını Şili, Arjantin, Uruguay ve nihayetinde Paraguay’da sol eğilimli yapıların seçim zaferleri izledi. Kolombiya’da Las Farc’ın etkinliği azalmaksızın devam ederken, Brezilya’da Lula da Silva’nın işçi partisi sağa doğru çark etse de MST, toprak işgalleri, üretim kolektifleri, kolektif üniversiteler gibi atılımlarla sosyalist mücadeleye yeni ufuklar kazandırdı. Bu gelişmelerin doğal sonucu olarak büyük medya kuruluşları dahil pek çok yazı ve yayında Latin Amerika’da yükselen yeni bir sol dalgadan bahsedilmeye başlandı.

Ve ilk yanılsama da böylece bu bahis paralelinde oluşturulmaya çalışıldı. Meseleyi sistem içi sınırlar çerçevesinde ele alan yaklaşımlarda “yükselen sol dalga”nın da sistem içi özellikleri ön plana çıkartıldı. Süreç, bir yönüyle Bush yönetimi ile sembolize olan neoliberal saldırıya verilen tepkilere indirgendi. Dalga mefhumunun burada kullanılmış olması anlamlıdır. Çünkü kabarış ve coşkunluğun yanı sıra genel geçerlik ve sönümlenişi de ifade eder. Neticede Güneyin tarihi bu türden kalkışmaların ve darbeler, diktatörlükler ya da Peru ve Kolombiya’da olduğu gibi süreklileştirilmiş sağ iktidarlar aracılığıyla dizginlenişlerinin tarihi değil midir? Küba bir istisna olarak bu genel yargıyı bozmaz. Böylece yükseliş, kitleler nezdinde neoliberal saldırılara sistem içi umut vaat etmenin bir aracına dönüştürülerek hem saldırıya karşı savunma refleksi kırılmaya hem de umutsuzluğun tehditkâr bir seyre yönelmesi önlenmeye çalışılır.

Sol yelpazede ise hataya ekseriyetle durumu bir ajitasyon aracına indirgemek suretiyle düşülmektedir. Evet, Latin Amerika’da rüzgârın soldan estiği doğrudur ve bir müddettir bu bayrak güçlü şekilde dalgalanmaktadır. Lakin bayrağı dalgalandırırken yaşanan çelişkiler, sarfedilen çabalar ve karşılaşılan zorluklar göz ardı edilirse bayrağın hafiften aşağı kayması halinde elde birikim namına bir şey kalmayacağı gibi yeni bir sol yükselişi beklemek çaresizliğine de düşülecektir. Ajitasyon ile propaganda arsındaki dengeyi ajitasyon lehine sıklıkla ihlal eden genel devrimci geleneğimizin 1989’da sosyalist bloğun çöküşü sonrasında yaşadığı kaos kanımca bu duruma güçlü bir göstergedir.

Dalgalanan bayrağa bakarken bir yandan da o bayrağı dalgalanmak adına yaşadığı güçlükleri ihmal etmemeye birkaç örnek vermem gerekirse sosyalizm hedefini resmen ilan etmiş üç ülkeyi ele almak yeterli olur. Bu ülkeler Venezüella, Bolivya ve Ekvator’dur. Ve her üçünde de iktidarların başını ağrıtan sağ kliklerin yoğun bir karşı faaliyeti söz konusudur. Venezüella’da en zengin birkaç eyalette sağcı valiler seçimi kazanmışlardır. Bolivya’da Santa Cruz kliği olarak bilinen ve yine en zengin eyaletlerin valilerinden oluşan grup otonomi isteğiyle başlattıkları eylemlerde katliamlara varan provokasyonlar örgütlemiş ve nihayetinde Morales’i kendileri ile anlaşma masasına oturmak zorunda bırakmışlardır. Ekvator’da ülkenin en büyük şehri ve ekonomik başkent konumundaki Guayaquil’in valisi olan Jaime Nebot, bu ülkede bulunduğum dönemde Rafael Correa’ya karşı düzenlediği mitingde Ekvator tarihinin en yüksek katılımını sağlamıştır. Amacı Guayaquil’i başkent yapabilmek ve bu sayede ekonomin kilit noktalarını ele geçirmektir.

ABD bir yandan bu karşı devrimci oluşumlara sınırsız destek aktarımı yaparken diğer yandan İsrail ile birlikte Kolombiya ve Peru’nun sağcı iktidarlarına esirgemediği askeri yardımlarla bölgeyi kontrol altında tutma çabasındadır. Las Farc’ın efsane liderlerinden Raul Reyes’in Kolombiya askerlerince Ekvator sınırı geçilerek yapılan operasyonda öldürülmesinde ABD istihbaratının verdiği bilgiler ben Kolombiya’da iken bütün gazetelerde ana sayfa haberiydi. Keza bu olayın ardından Venezüella ve Ekvator’un Kolombiya ile yaşadığı krizde (İki ülke Kolombiya büyükelçilerini kovmuş, misilleme olarak Kolombiya hükümeti sınır kapılarını kapatmıştı) ABD, gerilla kamplarına izin verdikleri gerekçesi ile Venezüella ve Ekvator’a terörist ülkeler payesini yapıştırmakta gecikmemişti.

Sonuç itibarı ile iktidara geldiği anda ilk icraatlarından biri ABD askeri üslerini kapatmak olan Correa’nın Sağcı medyanın saldırılarını bertaraf etmekte (Ya da bu kuruluşları kapatmakta) zorlanan aynı Correa olduğunu bilmek zorundayız. Her iki tavırda da farklı dengeler ve hesaplaşmalardan geçildiğini umursamadan bir uygulamayı göklere çıkarıp diğerini en iyi ihtimalle görmezden gelişimiz ne bize ne de mücadelemize katkı sağlayacaktır.

Şurası muhakkaktır ki Latin Amerikanın bugününde rüzgâr güçlü bir biçimde soldan esmektedir. Lakin bu ne yükselen bir dalgadır ne de kesin bir zafer.  Sosyalizm savaşı yükseliş ve alçalışlarla tanımlı konakları olan kesintisiz bir savaştır. İktidarı ele geçirmekle bitmediği gibi asıl zorlukları bu aşamada başlar. Çünkü artık savaşımınız yeni bir cepheyle genişlemiş olur. Eski iktidar sahipleri henüz vazgeçmemişlerdir, onlar tarafından inşa edilen ideolojik mekân ve aygıtların eşitlikçi bir yaşam örecek şekilde dönüştürülmesi ya da yıkılıp yeniden inşası gereklidir. Kıtanın kimi ülkelerinin geldiği konak bu zor aşama ise, kimilerininki de bu aşamaya yakınlığı tartışılır vaziyetlerdir. Ve gelinen konakta dünyaya etkilerini sunmakta, dünyadan etkilenmeye devam etmektedirler. Görev bu etkilerden beslenip besleyebilmek adına yürümeye devam etmektir.