Yaşadığımız Kriz ve Çıkış Yolu – Mehmet YILMAZER

Yol, Sayı 14, Aralık 2007-Ocak-Şubat 2008

Hareketimiz bu yılın başlarında önemli bir krizin içine girdi. Bu kriz sırasında hem kadro kaybına uğradı, hem de maddi imkânlarını kaybetti. Ancak bunlardan çok daha önemlisi krizin yaşanma sürecinin özellikle­rinden dolayı büyük bir moral kayba uğradı. Son krizin tarihimizde yaşa­nan en derin kriz olduğunu tespit etmek zorundayız. Olay bir kaç soysu­zun inanılmaz entrikalarla yapıdan ayrılmasından ibaret değildir. Kriz, hareketimiz için kendi durumunu görmede insafsız bir ayna rolü oyna­mıştır. Bugüne kadar “işlerin bir bi­çimde yürüdüğünü” sanarak, alınma­sı gereken tedbirleri sürekli erteleye­rek geldiğimiz noktada, yaşanan o­layların niteliğinden dolayı her üye kendisine “gerçekten bir örgüt olup olmadığımızı” sormak zorunda kal­mıştır. Yaşanan olayların niteliğine bakarsak, aslında pek çoğu hiç de a­niden ortaya çıkan sürprizler değil­dir. Tüm yaşananlar kör göze batarcasına “geliyorum” diyerek patlak vermiştir. Bu gerçeklikten dolayı ya­şadığımız kriz çok derin ve yıkıcı köklere sahiptir. Gidenlerin gücü ve etkisi açısından değil, onlara bu or­tamı sağlayan deforme olmuş örgüt yapısı ve erozyona uğramış örgüt bilincinden dolayıdır. Bu nedenle, kriz, gidenlerin düzen içine savrul­masıyla bitmiş değildir. Krizin ger­çek kökleri hareketin yapısından kaynaklandığı için onu aşma ve etki­lerini süpürme kavgası devam edi­yor. Bu süreç çok iyi yönetilmediği takdirde yıllardır içimizde taşıdığı­mız ve hatta hareketin tüm damarla­rına sızmış olan zehir, yapıyı sık sık bitkin düşürebilir. Böyle hatalar yap­ma lüksümüz artık yoktur, bundan sonra krizi tetikleyen hataların tek­rarı harekette düzeltilmesi imkânsız büyük yıkımlara yok açar ve tasfi­yeyle yüz yüze getirir. Hareketimiz düzlükte değil uçurumun kenarında yürüyor. Aslında politikada taktik zenginlik kazanmak ve sıçramalı bü­yüyebilmek için zaman zaman uçu­rumun kenarında yürümeyi bilmek ve göze almak gereklidir. Ancak şu anda yaşadığımızın bununla hiçbir ilgisi yoktur. Hareket önüne koydu­ğu görevleri yerine getiremediği i­çin, düzenin güçlü anaforu ve kendi zaaflarının büyümesiyle tüm yapı­sıyla uçurumun kenarına itilmiştir.

-I- 
Yaşanan krizin tarihsel kökleri ve krizi tetikleyen esas neden

Bildiğimiz gibi 96 krizinde hare­ketten kopma sırasında keskin çığ­lıklar atsalar da, liberal bir kanat or­taya çıkmıştır. Kopanların nasıl bir liberal yolculuk yaptıklarını ve hala bu yolda yürümeye devam ettiklerini biliyoruz. Bu siyasal zemin yapıya gökten inmemiş, onun içinden doğup gelişmiş ve bir kopmayla sonuçlanmıştır. Düzenin 12 Eylül sonrası sol liberalizmi sürekli körüklediği bili­niyor. Hareket içinden böyle bir si­yasal zeminin şekillenip çıkması sü­recinde önemli tartışmalar yaşanmış­tır. Bu tartışmalardan, dünya ve Türkiye’deki temelli altüstlüklerin de yaşanmasıyla, ortaya yeni bir strate­jik hat çıkmıştır. Bir kesim sol liberalizme yelkenlerini açarken hareke­timiz bu dönemde Üçüncü Dönem stratejisini inşa etmiştir. Bu kopma, sadece hareketimizin sınırları içinde yaşanan bir siyasal farklılaşma de­ğil, aynı zamanda bir mücadele döneminin tarihsel olarak temel yönle­riyle kapanmasından ortaya çıkan köklü özellikler taşıyan bir kopmay­dı. Bir yanda düzenin tüm devrimci hareketi sürüklediği liberal alan, di­ğer yanda eski, ömrünü doldurmuş stratejik duruşlar ve mücadele bi­çimleri iki büyük engel olarak önü­müzde durmaktaydı. Hareketimiz bu kuşatmadan yeni bir stratejik yöne­liş, buna bağlı ana taktikler ve örgüt­sel yenilenme ile çıkma çabası içine girmiştir. 96 sonrası mücadelenin ni­teliği esas olarak burada yatmakta­dır.

Olaya bugünkü durumumuzdan bakarak bir gerçekliği eğip bükme­den görmek gerekiyor: Bu güçlü kuşatmadan düşünce alanında (stratejik planlama) belli öl­çülerde sıyrılmamıza rağmen bunun pratik temellerini sağ­lamlaştırmada başarısız kal­dığımızı görüyoruz. On yıl önceki çıkış noktamızdan bu­güne baktığımızda ortada a­çık bir siyasal yenilgi vardır. Yaşadığımız krizin temeli ve derinliği bu açık yenilgide yatmaktadır. Stratejik hedef­lere ve bunun günlük politi­kamızdaki karşılığı ana tak­tik ve örgütsel görevlere bir türlü kilitlenemeyiş, çeşitli yönlerden bu hedeflerin aşındırılması, sonunda harekette bir kriz yaşanmaksızın aşıla­mayacak bir bozulma yarat­mıştır.

Tam bu noktada tüm kad­roların aklına haklı olarak şu soru gelecektir, daha doğrusu bu so­ru kafalardan neredeyse son on yıl­dır, özelikle 98 sonrası hiç silinme­miştir: “Üçüncü dönem stratejisi ha­talı mıdır?” Veya bir başka biçimde sorulursa: “Üçüncü dönem stratejisi uygulanamaz mıdır?” Türkiye dev­rim tarihine baktığımızda, TKP’nin 1920’li yıllarda ortaya koyduğu “de­mokratik devrim” ve bunun uygula­ma yolu “topyekûn halk ayaklanma­sı” hareketimizin savunduğu bir strateji olarak 1980’li yılların sonla­rına kadar gelmiştir. Hikmet Kıvılcımlı, devrimci hareket 1960’lı yıl­larda strateji tartışmaları yaparken bu tartışmalara “stratejinin var olduğu”nu savunarak katılmış ve düşün­celerini “Halk Savaşının Planları” kitabında toplamıştır. Stratejinin yenilenmesi sınıfsal konumlanmada yapısal ve köklü değişimleri gerekti­rir. Dünya ve Türkiye ölçüsünde 1990’lı yıllarda böyle köklü deği­şimler yaşanmıştır. Bir yandan sos­yalizmin yıkılışı ile dünya güçler dengesi altüst olmuş, öte yandan ka­pitalizm 1970’li yılların ortalarından itibaren yapısal değişime girmiş, bu süreç 1990’lı yıllarda artık sınıflar mücadelesini etkileyecek olgunluk noktasına gelmiştir. Program hedef­leri anlamında demokratik devrim stratejimiz ana hatlarıyla geçerliliği­ni koruyor, ancak onun uygulama yolu, topyekûn halk ayaklanmasından “uzun süreli ikili iktidar müca­delesi” yönünde değişmiştir. Yaşadı­ğımız on yılda bu köklü değişimi ge­çersiz kılacak yönde bir gelişme ol­mamıştır. Stratejimizi şekillendiren ortam aynıdır.

Kürt Hareketi’nin girdiği strate­jik dönüşün stratejimiz üzerindeki etkileri abartılarak hatalı sonuçlar çıkartılabilir. Bu dönüş stratejimiz ü­zerinde köklü bir değişimi gerektir­mez, Kürt Hareketi’yle ittifak ilişkilerimizin yapısında değişime yol a­çar. Kürt Hareketi düzenle bütünleş­me yolunda adımlarını derinleştirdiği ölçüde, stratejik ittifak ilişkimiz bu yönelişi benimsemeyen Kürt halk güçlerine yönelir.

Sonuç olarak, yaşadığımız krize bizi getiren stratejimizin uygulan­masındaki köklü hatalarımızdır. Ana taktiklerimizin uygulanmasında ve stratejimize uygun bir örgüt yarat­mada başarısız olduk. Özellikle hedeflerimize bizi taşıyacak bir örgü­tün yaratılmasında affedilmez hata­lar yaptık. Nasıl 90 öncesinin strate­jik yönelişi kendine özgü bir örgüt yapısını gerekli kıldıysa, 90 sonrası­nın stratejik yönelişi de kendine öz­gü yeni bir örgütsel yapılanmayı ge­rekli kılıyordu. Bugünden baktığı­mızda bunun çok uzağında olduğu­muzu acı acı görüyoruz.

Bu acı ve yıpratıcı hikâye nasıl başladı? Esas olarak ilk hazırlık sü­reci sonrasında 1998’de yaşadığımız operasyonla! 98 sonrası üç yıl içinde hareketimiz hedeflerine oranla bü­yük bir kırılma yaşamıştır. Bu kırıl­ma 1999’da Kürt Hareketi’ndeki stratejik dönüş ve devletin 2000 yı­lında cezaevlerine yaptığı büyük o­perasyon ile iyice derinleşmiştir. Kurşun yarasında olduğu gibi siya­sette de ani değişimlerin etkisi za­manla, ancak çok güçlü ve inatçı bir şekilde ortaya çıkar. Bu dönemde merkezde yaşanan “irade dağılımı” bu gerçekliğin üzerimizdeki etkisin­den başka bir şey değildi. Yapı, düş­manın ağır kuşatması ve kendi ö­nemli zaaflarıyla boğuşarak bu süreçten 2001 sonrası çıkmaya çalıştı. Bazı adımlar atıldı. Stratejimizin uy­gulamasında kimi gelişmeler sağlandı, ancak dönem önceliklerine yoğunlaşmada gösterilen büyük zaaf­lardan dolayı, kendimizi kısa bir süre sonra tıkanma ve kendini tekrarla­yan bir pratik içinde bulduk. Kent­lerde özgür alanlar yaratma adımımızda “üçayak”tan ikisi: ekonomi ve zor hâlâ boştu. Tıkanmanın esas nedenleri de burada yatar. Bir nokta­da aracınız patinaj yapmaya başla­dıysa yoldan şikâyet etmeye hakkı­nız yoktur. Donanımınızı güçlendirmek zorundasınızdır. Hareketimiz bunu yapamadı. Tekrar tekrar “yol”un durumunu tartışmak gibi büyük bir zaafa düştü. Bir siyasal yapıda objektif ortamdaki değişimin etkisi kendisini doğrudan ve çıplak bir şekilde göstermez. PKK’nin stra­tejik dönüşü sonrasında veya 2000 cezaevi baskınları ertesinde hareke­timizde doğrudan ve açık şekilde fe­laket tellallığı yapan olmadı. Ancak örgütün davranışlarına ve işleyişine biraz derinden bakıldığında nasıl ör­güt bilincinin ve pek çok mekaniz­manın erozyona uğradığını görmek mümkündü. Hatta bunlar belli ölçü­lerde görülmüştür de! Ancak çözüm yönünde enerji yaratılamamış, zaten zayıf olan örgüt iradesi pek çok çe­kiştirmeyle dağılışa uğramıştır.

98 kırılmasıyla birlikte yaşanan üç yıllık merkezi iradenin aşırı da­ğılması sürecinin ardından yeniden kendimizi 2001 sonrası hedeflere ki­litleme çabaları sırasında, sürekli o­larak ana taktik hedeflerden kayma­lar yaşarken bulduk. Hareketimiz za­man zaman döneme uygun taktik atılımlar yapsa da, sonuçta politika ya­pış tarzımız demir tozlarının bir mıknatıs kutbunun çekim alanından kurtulamaması gibi, hedeflerden git­tikçe koparak günlük pratik içinde kendini tekrar etmeye başlamıştır. Bu mıknatıs kutbu elbette düzenin devrimci hareketi zorladığı liberal­leşme alanıydı. Ancak sadece bu ka­dar değil. Bu etki, aynı zamanda ya­pı içinde kendini, merkezi iradenin bir türlü görevleri yürüte­cek yoğunluğa ulaşamama­sı olarak göstermiştir. Ha­reket, politika yapış tarzıy­la o ölçüde hedeflerinden uzaklaşmış ve deforme ol­muştur ki, 2007 değerlen­dirmesi öncesi en önemse­diğimiz alanlara aktarıla­cak kadro adayı bulunamaz hale gelmiştir. Bir krize doğru gittiğimizin belki de en çarpıcı kanıtlarından bi­risi bu gerçekliğimiz olmuştur. Yeni stratejik yö­nelişimiz doğrultusunda 96 sonrası yapılan on yıllık pratik sonrası, stratejinin en önemli alanına hareketi­miz kadro aktaramaz duru­ma gelmiştir. Hedeflere ki­litlenmeden gündelik poli­tikayla yetinmenin, bu tarz politika yapmanın en ağır bedeli yapının moral doku­sunda büyük bir aşınma ol­muştur. Hareketimiz libe­ralleşmenin sınırlarına ka­dar gelip dayanmıştır.

2007 krizinin tarihi­mizdeki yerini daha iyi kavrayabilmek için onun 96 krizi ile karşılaştırılma­sı gerekir. Ancak 96 krizi söz konusu olunca değerlendirme hatalarına düşmemek için bu krizin tarihimizdeki özgün yerine baştan vurgu yapmak gerekiyor. 96 krizi ha­reketin yaşadığı diğer tüm krizlerden önemli bir farklılık taşır. 90’lı yıllar, dünyada ve Türkiye’de köklü deği­şimlerin gerçekleştiği ve bu deği­şimlerin kendini devrimci bir siyasal hareketin önüne kaçınılmaz strateji değişimi olarak dayattığı yıllardı. Harekette yaşanan krize siyasal çö­züm yolları ararken, aynı zamanda bu köklü değişimlerin dayattığı ide­olojik, politik ve örgütsel görevlerle de karşı karşıyaydık. Bu kapsamda “yeni” tespitler yapmak ve uygula­mak göreviyle yükümlüydük. Oysa daha önce yaşanan 78 krizi ve 84 o­perasyonu sonrası yaşanan örgütsel dağılmaya çözüm yolları ararken, hareketin önünde stratejik yenilen­meyi dayatan bir değişim olmadığı i­çin bu çözümlemeler taktik ve örgüt­sel seviyelerde kalmıştır. 78 krizi ve 84 operasyonu hareketin taktik ve ö­zellikle örgütsel zaaflarını açığa vur­du ve çözümlemeler de doğal olarak bu kapsamda yapıldı. 96 krizinde ise çok köklü değişimlerle yüz yüze olduğumuz için topyekûn bir yenilen­me ile karşı karşıya kaldık.

2007 krizi 96 krizinden çok, da­ha önce yaşanan 78 ve 84 krizlerinin niteliğindedir. Strateji değişimini zorunlu kılan 90’lı yıllarda yaşanan de­ğişimler esas olarak aynı kaldığı i­çin, 2007 krizinden çıkış için taktik ve örgütsel boşlukların giderilmesi­ne odaklanılmalıdır. Bu temel farklı­lık dışında 96 ve 2007 krizinin diğer önemli farklılıklarını da kavramak gerekiyor.

Politik ortam açısından, 96 krizi sırasında devrimci ortam bugünkü i­le kıyaslanmayacak ölçüde daha canlıydı. Kürt özgürlük savaşı de­vam ediyordu. Devrimci Hareket ise 96 ölüm oruçları ve 1 Mayıs’ın canlı gerilimi içindeydi. Bugün Kürt Ha­reketi 99 stratejik değişimi yönünde derinleşiyor. Elbette Irak’a operas­yon gibi gelişmeler mevcut ortamda bazı değişimlere yol açabilir. Ancak bunların Kürt Hareketi’nde farklı yönde bir stratejik değişim yaratıp yaratmayacağını bugünden kestir­mek oldukça zordur. 2000’li yıllarda devrimci hareket 96 ölçüsünde bir tempo kazanamadığı gibi, başlıca iki yönden tasfiyeye zorlanıyor. Bunlar bir yandan 12 Eylül’ün başlarından itibaren dayatılan liberalleşme, öte yandan son yıllarda körüklenen “u­lusal sol” yaratma çabalarıdır. Bu gelişmeler devrimci hareketin ve el­bette hareketimizin politika yapma alanını önemli ölçüde daraltmakta­dır. 96 ile karşılaştırırsak yaşadığı­mız kriz sırasında politik ortam çok daha aleyhimizde koşullara sahiptir. Bu anlamda bu krizden çıkış, politik ortamda belirgin bir değişim olmaz­sa öncekinden çok daha zorlu bir mücadeleyi gerektiriyor.

Hareketin konumu açısından, 96’da krizden çıkarken özellikle ye­ni tespitler yapmanın örgüte verdiği özel bir motivasyon varken, bugün uygulama hatalarıyla yıpranmış bir strateji, ana taktikler ve en önemlisi deforme olmuş örgüt yapısının ya­rattığı bir moral düşüklük vardır. Her kadronun kafasında ister istemez bu krizden çıkışta “yeni neler söyleme­liyiz” sorusu şekilleniyor. 2007 kri­zinden çıkarken yeni söylemi strate­jik kurguda değil taktik ve örgütsel sorunlarda yaratmak zorundayız. Hareket yapısı 98 kırılmasında beri gelen adeta kronikleşmiş bir deformasyonla aşırı ölçüde yıprandığı i­çin bu krizden çıkışta ana vurgunun örgüte yapılması kaçınılmazdır. Ha­reketimiz 2007’de 96 krizine oranla kadro yapısı ve bazı lojistik imkân­lar ve topyekûn moral seviyesi açı­sından çok geri noktalardadır. Bu gerçeklik krizden çıkışta çok zorlu bir mücadeleyi gerekli kılıyor.

Sonuç olarak, krizin tetikleyici nedeni stratejik hedeflerimizden u­zaklaşmada yatmaktadır. Devrimci Hareket açısından yaptığımız, stratejileri ve yaptıkları arasındaki açının gittikçe büyümesinden kaynaklanan “şizofrenik durum” tespitinden hare­ketimiz de çok uzakta değildir. 98 sonrası on yılda stratejik hedefleri­mizle politik pratiğimiz arasındaki açı gittikçe büyümüştür. Bunun be­delini derin bir krizle ödüyoruz.

-II-
Krizin politik ve örgütsel özellikleri

98 yılından beri biriken sorunlar başlıca iki sonuç yaratmıştır: Derin bir apolitikleşme ve gruplaşmalara kadar varan bir örgütsel deformasyon! Bu temel sonuçları kavrayabil­mek ve bu zaaflarla kararlı bir mücadele için hangi yapısal zaafların u­zun bir birikim sürecinde adeta ke­mikleştiğini tespit etmek gerekiyor.

1-Yerelleşme ve merkezi işleyi­şin en alt noktalara gerilemesi: Ye­relleşmenin hareketimizde özel bir tarihi vardır. 96 krizinden çıkarken hem stratejimizin gereği hem de ha­rekette uğranılan büyük güç kaybın­dan dolayı yerel çalışmaya özel bir vurgu yapılmıştır. Bu vurgu o dönem için haklı nedenlere dayanıyordu. Ancak kritik dönemde yapılan bu vurgu daha sonraları hareketin genel özelliği haline gelmiştir. Bölge çalış­malarında giderek merkezi politika­lara karşı bir kayıtsızlık başlamış, her yerelin kendi “önceliği” merkezi uygulamaları engeller hale gelmiştir. Bu süreçte bölge çalışmalarının yö­netimi bir politik ve iradi merkez o­larak çalışmamış, adeta bir koordi­natör rolüyle yetinmiştir. Bu durum yapı ölçüsünde bir merkezi iradenin inşasında zamanla engel haline gel­meye başlamıştır. Ayrıca merkezi i­radedeki bitmek bilmeyen zaaflar ise yerelleşmenin katılaşmasında büyük bir rol oynamıştır.

2-Öne çıkmama, profesyonel bilinç ve ruh halinin kaybı: Hare­kette merkezi seviyede kadro kaybı 90 kongresi sonrası durdurulamamış; merkezi seviyede yaşanan eri­me, hemen tüm kadrolarda görevlere yaklaşımda bir ihtiyat ve çekingen­lik yaratmıştır. Bu konuda siyasal ortamın üzerimizdeki etkilerine kar­şı, merkezden aşağıya kararlı bir mücadele yürütülemediği için görev­lere talip olmada tutukluk yaygınlaş­mış ve giderek profesyonel devrimci ruh hali yitirilmiş, mahalli işlerle ye­tinen bir örgüt yapısı oluşmuştur. Günümüzde kadro kazanımının ön­ceki dönemlere göre çok zorlaşması­nın esas nedeni politik ortamın özellikleridir. Bunun tespitini çok önce­leri yaptık. Ancak bu tespitin gerek­lerini yapmadık. Sonuçta harekette öne çıkma, yani daha yüksek görev­lere talip olma, kadrolaşma bilinç ve mekanizmaları iyice yıprandı. Her­kes çevresindeki ortalama davranış­ları aşmak yerine uyum göstermek gibi olumsuz bir “yetenek” kazandı. Hareketin morali açısından büyük bir gerileme olan bu durumun en so­mut sonucu kadro kalite ve sayısında erimedir.

3-Otokritik mekanizmasında bozulma, kimsenin kimseyi görev­leri açısından eleştirmediği, kimsenin kimseye dokunmadığı Prag­matik uzlaşmacı bir ilişkiler ağı­nın yaygınlaşması: Harekette stra­tejik hedeflere yönelimde zaaflar yükseldikçe, eleştiri silahının özü büyük darbe almış, eleştirilerde gö­revlere yaklaşım mihenk taşı alınma­sı gerekirken, gidenlerin “mağdur” görüldüğü, görevler karşısında sız­lanmaların tepki görmeyip yatıştırılmaya çalışıldığı, yeni kayıplarla kar­şılaşmamak kaygısıyla sürekli bir “kapsayıcı olma” “uzlaşma” tavrı, ö­zellikle merkez kadrolarında ve gi­derek tüm harekette genel bir davra­nış biçimi haline gelmiştir. Hareke­tin prensiplerine ve dönem görevle­rine yaklaşımdaki tutarsızlıklar ve sızlanmalar dikkate alınmadan “kap­sama” niyetiyle yapılan uzlaşmalar hiçbir olumlu politik sonuç yaratma­dığı gibi yapı tarihinde bugüne kadar yaşanmamış bir bozulma ortaya çı­kartmıştır. Kimi­leri, yapı içinde yıllar süren kendi grup örgütlenme­lerini yapabilmiş­tir. Bir devrimci örgütlenmede en önemli araç olan eleştiri silahı duy­gusal yaklaşımlar­la, alışkanlıkların verdiği körleştirici etkilerle canlılığını ve en önemlisi etkisini yitirmiştir.

4-Gruplaşma, dedikodu ve or­ganlar dışında soysuzlaşan bir iliş­ki ağının ortaya çıkması: Leninist bir harekette gruplaşma örgütsel bir suçtur. Hareketimizdeki gruplaşma sadece grup psikolojilerinin oluşmasından ibaret kalmamış, gruplar ken­di iç hiyerarşilerini inşa etmiş, kendi disiplinlerini yaratmıştır. Bu konuda merkez yönetiminin hatası çok bü­yüktür. Olaylar gözler önünde geli­şirken ve uygun örgütsel müdahale­lerle gruplaşmaların içyapısı ortaya çıkartılabilecekken, her şey anlaşıl­maz bir “hoşgörü” ile oluruna bıra­kılmıştır. Grupların oluşmaya başla­ması hem gruplar arasında hem de kendi içlerinde organlar dışı bir “haberleşmeyi” ortaya çıkartmıştır. Bu “haberleşme” aslında tüzükte suç o­lan “organlar dışında dedikodu ile soysuzlaşmaksan başka bir şey de­ğildi. Bu durum yapı içinde çok ağır bir hava yaratmış, neredeyse kimse­nin kimseye güveni kalmamıştır.

5.Güvenliğin iç haberleşmeyi kesintiye uğratacak ve bilinç kay­bını ortaya çıkartacak ölçüde a­bartılması: İçinde bulunduğumuz koşulların güvenliğe büyük bir dik­kat gösterilmesini gerektirdiğini ay­rıca tartışmaya gerek yoktur. Ancak bu konu öyle ele alınmıştır ki, 98 o­perasyonu sonrası bilgi akışını dur­duracak ölçüye varmış, sonrasında çeşitli düzelmeler olsa da bu sorun sürekli devam etmiştir. Sadece mer­kez yöneticileri arasında bir haber­leşme zaafı olarak kalmamış, hare­ketteki gelişmelerin kadrolara akta­rılmaması noktalarına kadar tırmanmıştır. Zaten yerelleşme ile merkezi yapısı büyük bir zaaf içinde olan ha­reketimizde, bir de politik ve örgüt­sel bilgi ve bilinç aktarımı zaafa uğ­rayınca tek tek üyelerin, örgüt bilin­ci büyük bir erozyona uğramıştır. Bu kendini en çok kadrolar tarafından sürekli olarak dile getirilen “hareke­ti hissetmiyoruz” tepkisiyle göster­miştir.

6-Kendini tekrar: Politikada kendini tekrarın yaşamca verilen ce­zası erimedir. Politik koşulları elbet­te sadece sırf kendi gücümüzle değiştiremeyiz. Bu anlamda taktik gi­dişlerde zaman zaman tıkanışa uğra­mak bir anlamda politikanın doğası gereğidir. Bu tıkanma anlarında ne­ler yapılabileceğini o zamanki ko­şullar belirler. Tıkanma momentle­rinde yeni taktiklere yönelmeden ye­ni örgütsel tedbirler almaya kadar u­zanan bir açı vardır. Hareketimiz ö­zellikle son dört yılda taktik ve ör­gütsel alanlarda tıkanmalar yaşama­sına rağmen bunun gerektirdikleri yapılmamıştır.

7-Kendiliğindenlik: Politika saptama ile uygulama arasındaki ör­gütsel irade boşluğu, alınan politik kararların adeta sahipsiz kalması so­nucunu yaratmıştır. Politik saptama­ları belli bir ölçüde yapmamıza rağ­men, bunların pratiğe geçirilmesi yukarıda sayılan örgütsel zaaflardan dolayı etkin olmamış, harekete güç veren sonuçlar yaratmamıştır.

Bu zaaflarımız başlıca iki sonuç yaratmıştır: Apolitikleşme ve ör­gütsel deformasyon. Yaşanan kriz bunu en açık bir şekilde göstermiştir. Apolitikleşme başlıca iki kaynaktan beslenmiştir. Hareketteki yerelleşme merkezi politikalara ilgiyi en alt noktalara çekmiş, çoğu zaman mer­kezi politika uygulamalarının karşı­sına “bölgesel öncelikler” geçmiştir. Öte yandan, stratejik hedefler ve ana taktik uygulama­lardan uzaklaşma hareketi gündelik politika yapmaya itmiş, bu da apolitikleşmeyi güçlen­dirmiştir. Hareketi hedeflerine taşı­mayan gündelik politika ve kendi­ni tekrar, giderek kadrolarda yarattı­ğı bıkkınlık ile politikaya ilgiyi za­yıflatır. Kopanların yapısına baktığımızda da apolitikleşmeyi çok açık bir şekilde görmek mümkündür. Ko­pan hiçbir parçanın net bir politik duruşu olmadığı gibi, “psikologlar” bunun en uç örneğini oluşturmuşlar­dır. 96 krizinde hatalı bulsak da kopanların “meşru açılım” olarak özet­lenebilecek bir politik zemini vardı ve hala bu zeminde kendilerine göre politika yapmaktadırlar. Ayrıca ko­puş sırasında, açık siyasal mücadele yerine yaşanan inanılmaz entrikacı mantık ve davranışlar harekette ne ölçüde bir yozlaşma olduğunun en a­cı kanıtıdır.

Örgütsel deformasyonun vardığı nokta krizde kendini en çıplak bir bi­çimde ortaya koymuş, hareketin adeta bir gruplar toplamı haline geldiği sarsıcı gerçeği hiçbir özür kabul et­meyecek ölçüde kadroların bilincine silinmeyecek derinlikte kazınmıştır. Bu gerçek artık bütün örtülerinden soyunmuş olsa da bunun olabilmesi için hareketimiz ne büyük bir bedel ödemiştir! Siyasette “saflık” ve “iyi niyet” olmaz. Bunun siyasetteki karşılığı “işi idare etmek”tir. Bunun tar­tışmasız bir oportünizm olduğu ise açıktır. Bu büyük siyasal günahın baş sorumlusu merkezdir. Post modernizmin “çeşitli siyasal renklerin yan yana bulunması” görüşünü eleştirmiş olsak da, aynı hatayı yapı i­çinde tekrarlayınca ortaya oportü­nizm batağına saplan­mak gibi çok sarsıcı ve acı bir gerçek çıkmıştır. Bu büyük bedelin altında ezilmek ve bu gerçek karşı­sında sızlanmak elbette işi­miz değil. Ancak başlarda küçük görünen hataların birikip, bir de uygun ortamı bulduğunda nasıl dehşetli sonuçlar doğurduğunu silin­meyecek bir şekilde beyinlerimize kazımalıyız.

-III-
Kopanların niteliği üzerine

Kopanların niteliği üzerine dev­rimci ahlak sınırları içinde kalarak tespit yapmak bizi çok zorlasa da başka bir yol seçmek hareketimiz a­çısından mümkün değildir. Kopanla­rın en belirgin özelliği onların belir­gin bir siyasal zemine sahip olma­maları, siyasal olarak-sızlanma ve yaygara dışında-hiçbir açıklamada bulunmamalarıdır. Birbirlerinden farklı bazı özellikleri olsa da, hepsi­nin hareketten kopuş sürecinde izle­diği yol aynıdır. Önce hareketin hata ve zaaflarından bol bol yakınma ve sızlanmalar, aynı zamanda hareketin normal organ kanalları dışında bit­mek bilmeyen bir dedikodu furyası ve giderek hareketin hataları üzerin­de tepinme, her şeyi değersizleştir- me kopuşun kısa hikâyesidir. Kişisel yaşamlarını bir an önce kurmak için, hareketin yok olmasını özleyen bu zavallılar kopma sırasında en iğrenç işbirliklerine girmekten çekinmedi­ler, Hareketin kadrolarına inanılmaz entrikalarla yaklaşıp tüm siyasal ah­lak sınırlarını aşan dedikodularla son rollerini oynamayı de­nediler. Hareketimiz son on yılda büyük zaaflarla inmelenmiştir. Ancak kopanlar bunlara karşı açık ve dürüst mücadele vermek yerine, ken­di fraksiyonlarında ürettikleri soy­suzca dedikodularla ortamı zehirle­mekten başka bir yol seçmemişlerdir. Bu tavırlar, hareketteki sorunla­rın bir kriz seviyesine yükselmesine neden olmuştur. Ancak olaylara bu­günden baktığımızda bu yaşananla­rın kaçınılmaz olduğu görülüyor. O kadar çok sorun, o kadar uzun süre çözümsüz olarak sürüncemede kaldı ki, ardından böyle bir zehirli ortamın doğması kaçınılmazdı. 78 krizi tü­müyle açık siyasal tartışmalar sevi­yesinde yaşanmıştır. 96 krizi de siya­sal tartışmalar zemininde yaşanmış, ancak tartışmalara entrikalar da ka­rışmıştır. 2007 krizinde ise entrika­dan başka bir şey yoktur. Bu durum, kopanların kalitesizliğini, devrimci siyaset yapış tarzından tümüyle kop­tuklarını açıkça göstermiştir. 96 kri­zinin gösterdiği gibi, siyasal görüş­lerin açıkça dövüştürülmesinden ka­çanlar veya bundan kendileri açısın­dan yarar ummayanlar entrikaya sapmaktadır. 2007 krizinin hiçbir ak­törü açık siyasal mücadeleye gele­mediği için krize damgasını tümüyle Bizantizm vurmuştur. Ancak bunlar gökten inmedi, içimizde yaşayıp şe­killendiler. Bu gerçeklik hareketin durumunu kavramada hiç unutulma­ması gereken temel derstir.

Kopmaların, siyasi bir nitelik ta­şımadığı için entrikacı yönlerini tari­he kayıt düşmek açısından özetleyelim.

İlk kopma, ha­reketin mali iş­lerini yürüten bir e­kibin son derece seviyesiz açıkla­malarla ayrılmasıyla gerçekleşmiş­tir. Aynı zamanda gençlikten bir ke­sim de bunu bahane ederek ayrılmış­tır.

Mali işleri yürüten ekip, sahip oldukları hukuki ve teknik avantajları değerlendirerek hareketin mali değerlerini “özelleştirme” yoluna çık­mıştır. Kopan gençlerle üstü örtülü yürüttükleri ilişkiye güvenerek hareketin mali değerlerine konmayı plan­layan bu ekip, hareketin baskısı so­nucu gençler devreden çekilince, bir yoldaşımızın imha edilmesi için bir mafya grubuna başvurmak alçaklığı­nı göstermiştir. Ulaşabildikleri çevrelerde “hareket dörde bölündü” de­dikodusunu yayarak, kendilerini de bir siyasi taraf olarak sunmaya çalışmaktadırlar. Ortada bir siyasi ayrılık yoktur, hareketin mali değerlerini yağmalayıp “yeni bir yaşam” kurma oyunu vardır.

İkinci kopma, gençlikten bir ke­simdir ve “özelleştirme çetesi”nin yarattığı kriz sırasında yaşanmıştır. Önce bu çeteye dolaylı yoldan des­teklerini sürdürmüşler ve sinsice bu çekişmenin sonucu beklemişlerdir. Hareketin baskısı sonucu sonunda çeteye verdikleri somut desteği çek­mişlerdir. Bu kesimle hareketin iliş­kisi sürekli sorunlu olmuştur. Uzun­ca zamandır yapı içinde bir grup ola­rak kalma yolunu seçmişler, kendile­rine gösterilen tüm iyi niyet ve tole­ransı istismar etmişlerdir. Daha son­ra “özelleştirme çetesi”ne dönüşecek ekiple yapı içi resmi haberleşme dı­şında sürekli ilişki kurmuşlar, onlar­la birlikte yapıda dedikodu ve spe­külasyonun kaynağı olmuşlardır. Bu kesimin de en temel özellikleri dedi­kodu ve grup psikolojisiyle davran­madır.

Üçüncü kopma, hareketimiz açı­sından oldukça ilginç özellikler taşı­maktadır. Bu kopmayı temsil eden kadro, hareketimizden neredeyse o­tuz yıl önce ayrılmış ve Kıvılcımlı­nın görüşlerini bir tarikat havasına sokmuş olan bir kişiyle, uzun süredir ilişkide olmuştur. Onun görüşlerin­den etkilenmiş, ancak bunları yapı içinde açıkça dövüştürmek yerine sızlanmalarla ifade etmiştir. Kendi­sinden defalarca bu görüşlerini yazı­lı hale getirmesi ve açıkça uygun or­ganlarda tartıştırması istenmiştir. Bunu yapmamış, yapının gösterdiği bu toleransı, kendi hizip örgütlenme­sini yaparak istismar etmiştir. En son kopma sırasında bunlarla yapılan tartışmalar sırasında yapı içinde “bir koza gibi örgütlendiklerini” açıkça söylemiştir. Politikadan psikolojiye kayan bu kişiler, “kişilik parçalan­masını” en önemli sorun olarak gö­rüp, amaç “insanın mutluluğudur”, hedef “iyi insan yetiştirmektir” adı altında toplumsal çürümenin insan­larımız üzerinde yarattığı derin tah­ribatla siyasi olarak mücadele etmek yerine bunu meşrulaştırma yoluna çıkmıştır. Bu grubun yapı dışındaki perde arkası şefi, daha otuz yıl önce bildiri dağıtmayı bile “anarşizm” o­larak görmüş ve siyasetten çoktan beri kopmuş, kendini psikolojik tah­lillere vermiştir. “Kişilik parçalan­ması” adı altında toplumsal çürüme­nin yarattığı yozlaşmaları meşrulaş­tıran, mücadele yerine şarlatanca psikolojik seansları öne çıkartan, re­zilleşen kişisel yaşamları “kişilik parçalanması” adı altında hoş gör­meyi benimseyen bu kesimin kop­ması da bir siyasi nitelik taşımıyor. Yaşanan bir siyasi ayrılık değil, doğ­rudan siyasetten kopmadır. Şimdi “yorgunluğun ideolojisini” yaratma­ya çalışıyorlar.

Sonuç olarak, son krizde yaşa­nan kopmalar, politik ortamdaki bo­zulma ve çürümelerin çok tipik bir yansıması olarak kendini ortaya koy­muştur. Devrimci siyasetin büyük ölçüde zemin kaybetmesinin sonucu, ayrılık ve kopmaların siyasal bir ni­telik taşımak yerine bayağı entrika­lara kadar düşmesi olmuştur.

Sol siyasal ortama baktığımızda hareketimizin bir kriz yaşamasının tekil bir olay olmadığı görülebilir. Çeşitli siyasal yapılarda farklı özel­likler taşısa da krizler yaşanmakta­dır. Ancak görünüşteki farklılıkların biraz derinine inilince bir temel or­tak özellik ortaya çıkıyor. Nitelikleri ne olursa olsun, genel sol zemindeki siyasetler bir tıkanma içine girmiş­lerdir. Devrimci Hareket, 12 Eylül sonrası süreçte sürekli bir şekilde li­beralleşmeye zorlanmıştır. Bu yönde büyük kaymaların yaşandığı bilini­yor. Ancak düzen tarafından besle­nen liberal politika zemini de bu yıl­lar içinde genişlememiş, tersine on­lar da kısırlaşmış, son olarak yeni bir krizin içine girmişlerdir. Öte yandan, son beş altı yıldır “bölücü teröre” karşı yükseltilen şovenizm dalgası sonunda sol içinde de etkisini bul­muş ve ortaya “ulusal bir sol” çık­mıştır. Politika ve taktiklerinde se­çim öncesinin “cumhuriyet mitingleri”ndeki parolalarla üst üste düşmüş­lerdir. Ancak en geniş anlamında u­lusal sol da göze batan bir genişleme zemini bulamamıştır. Devrimci hare­ket ise, hem bu iki kıskacın -liberal ve ulusal- arasında kalarak siyaset a­lanının daralması sorunuyla karşılaş­mış, hem de ken­disi dönemi ku­caklayan taktik ve politikalar izleyemediği gibi, ken­dini yığınlardan kopartan tekrar­larla çürüme işa­retleri göstermeye başlamıştır.

Devrimci Hareket günümüzde, dünyada 90’larda sosyalist sistemin çökmesiyle, ülkemizde ise 1999’da Kürt Hareketi’nin stratejik dönüşü ve 2000 yılı cezaevi baskınlarının sonucuyla ne ölçüde büyük ideolo­jik, siyasal ve örgütsel kırılmalar ya­şandığının ve bunların derin etkileri­ni ne ölçüde kavradığının sınavıyla yüz yüzedir. Bu yaşananlar ne ölçü­de sığ kavrandıysa, ne kadar hafife alındıysa bugün yaşanan kriz o ölçü­de derin olacaktır. Kavramaktan kas­tımız, sadece literatür olarak yazıp, bazı tespitler yapmak değil, bunların gerekleri doğrultusunda sonuç üre­ten pratik adımlar atmış olmaktır. Devrimci Hareket, en azından son on yıldır, bunları yapmamakla kalmadı, kendini gelecek hedeflerinden yok­sun umutsuzca günlük politikanın a­kıntısına bıraktı. Artık oyalanma ve tekrarların sonuna gelinmiştir. Hare­ketimiz, sadece kendisinin değil, Devrimci Hareket’in genel bir kri­ziyle karşı karşıya olduğumuzun bi­lincinde olmalıdır. Bu durum kriz­den çıkış görevlerimizi daha fazla a­ğırlaştırmaktadır.

-IV-
Krizden çıkış yolları

Hareketimiz bir “toparlanma ve güç biriktirme” dönemini yaşamak zorundadır. Maddi ve moral olarak güç kaybettik. Krizin niteliği, yani a­politik zeminde dedikodu ve entrika­dan ibaret olması aynı zamanda ha­reketin ne büyük bir zaaf içinde ol­duğunu göstermiştir. Hareketimiz çok kritik bir dönemden geçmekte­dir. Uçurumun kenarında yürüdüğü­müzü söylemek abartı olmaz. On yı­lın biriken sorunlarının kısa bir za­man aralığında aşılamayacağı açık­tır. Zaman zaman iyi adımlar atılmış olsa da, hedeflerimizle arasındaki a­çının gittikçe büyüdüğü kendini tek­rarlayan bir pratik ve uzun süre mer­kezi bir irade yerine grupların çekiş­tirmeleriyle güç ve zaman kaybeden hareketimizde ortaya çıkan moral a­şınma ancak çok kararlı bir mücade­le ile aşılabilir. Hareket dokusunda on yıldır dolaşan zehirlenmeden hız­la kurtulmalıyız. Bilincimizi ve öf­kemizi sürekli uyanık tutmalıyız. Krizin üç ay süren gerilimli günle­rinde “bu kadar da olmaz” dedirten pek çok olayla karşılaştık. Artık bun­ların üzerimizde yarattığı moral yı­kıcı etkilerden kopmalıyız. Yaşanan krizin derslerini bir an bile unutma­dan geleceğe bakmalıyız. Kimsenin yaptığı yanına kar kalmayacaktır. Gözlerimizin içine baka baka en bü­yük ikiyüzlülükleri yapmaktan ka­çınmayanların hiçbir siyasi geleceği yoktur ve onları bir siyasi varlık ola­rak kabul etmeyeceğiz. Daha önem­lisi hareketimiz bu soysuzların her davranışını izleyecek onların yeni oyunlarına izin verilmeyecektir. Yüz yüze geldiğimiz entrikalardan sar­sıntıya uğrama günleri geride kaldı. Yakınma günlerinde değiliz. Büyük sorunlarımızdan büyük enerjiler üretebilmeliyiz.

Krizden çıkışta iki ana noktaya odaklanmak gerekiyor. Harekete hız ve moral kazandıracak politik yö­nelişin ve örgütsel deformasyonu tarihe gömecek olan örgütsel önce­liklerin kararlı şekilde yaşama geçirilmesi gerekiyor.

Politik yöneliş olarak: Siyasal ortamın 96 krizinden çok farklı ol­duğunu vurguladık. Siyasal İslam ve körüklenmeye çalışılan ulusalcılık, devrimci mücadelenin politik hare­ket alanını olduk­ça daraltıyor. Önümüzdeki gün­lerde Irak ve Gü­ney Kürdistan’daki gelişmelere bağlı olarak bir sı­nır ötesi operas­yon gündeme ge­lebilir. Bu “savaş” çığlıklarının yük­seleceği bir politik ortam yaratır. Bu dalga bir biçimde geri çekildiğinde ise, etkileri artık daha fazla görüle­cek olan neoliberal politikaların kit­lelerde açığa çıkaracağı tepkiler po­litik ortamı önceki yıllardan daha fazla etkileyecektir. Önümüzdeki dönem bu iki ana politik konu, geliş­melere göre politik ortamda ağırlık kazanacaktır. Bu gerçekleri dikkate alarak; hareketimiz, sınırları iyi çizilmiş, ilişki biçimleri iyi tanımlan­mış bir ittifaklar politikasını yaşama geçirmelidir. Bu ittifaklar, seçilen “bin umut” vekillerini izlemek için “halk inisiyatifleri”yle zenginleştirilmelidir.

Örgütsel yöneliş olarak: temel parolamız örgütsel deformasyondan çıkmak ve hedeflerimize uygun bir yapılanış kazanmak olmalıdır. Yerel­leşme, öne çıkmama, siyasal hedefleri gözetmeksizin herkesi bir ara­da tutma çabalarından türeyen uz­laşmalardan kararlı bir şekilde kopmalıyız. Bunun için ilk elden harekette ideolojik ve politik sevi­yeyi yükseltmek için kapsamlı bir çalışmayı-eğitimi başlatmak gere­kiyor. Harekette ideolojik ve poli­tik bilinçlerdeki erime hızla aşıl­madığı durumda her zaman güven­sizliği körükleyecek, dedikoduları yeniden ortaya çıkartacak bir or­tam şekillenebilir. İçinde bulundu­ğumuz koşullarda örgüt yapısını sağlamlaştırma yolunda en çok dikkat edilecek konu, tüm hareket­te iradenin merkezileşmesini güçlendirecek pratik eylem tarzına özel bir ağırlık vermek olmalıdır.

Hareketimizde merkezi irade­nin ve tüm yapı iradesinin sürekli aşınmaya uğramasındaki en temel örgütsel neden, merkezden diğer kadrolara kadar yayılmış olan pro­fesyonel kadrolaşma bilincindeki büyük erozyondur. Bunun yarattığı zaaf, sadece pratik yönetim aksa­maları değil, tüm hareketin iradeleşmesinde büyük bir aşınma ortaya çıkmasıdır. “Gizli umut­suzluk”, “ufuk kaybı” devrimci politikanın seviye kaybı gibi yapmış olduğumuz genel tes­pitlerin üzerimizdeki özel etki­lerini son krizde açıkça gördük. Bütün bunlar görevlere talip olmada, öne çıkmada tutukluk­lar yaratmakta, bu durum yılla­rın kadrolarında bir yorgunluk ortaya çıkarırken, öte yandan yeni kadroların kazanılması sürecini inanılmaz bir şekilde uzatmaktadır.

Son olarak, krizden hızlı çıkabilmenin ve örgütsel yöne­liş açısından özel bir önem ta­şıyan profesyonelleşmenin gerçekleştirilmesi için darbe yiyen mali imkânların yeniden yaratılması yaşamsal bir önem taşıyor. Bu konuda tüm hareket önce eldeki imkânların bilgisi­ni derlemeli, daha sonra somut adımlara geçmelidir.

***

Devrimci hareketin 12 Eylül sonrası bir tasfiye sürecine girdiği ve bunun özellikle 90’lı yılların or­talarından itibaren farklı bir nitelik kazandığı tespitlerini defalarca yaptık. Bu fark, tasfiye sürecinin işleyiş niteliğinde yatmaktadır. Sa­dece düşmanın zoru değil, büyük bir dönem değişikliği yaşandığı i­çin, buna uygun ideolojik, stratejik, siyasal ve örgütsel değişimler yaratılamayınca siyaset yapış tarzında inanılmaz bir kalitesizleşme ve e­rime kaçınılmaz hale gelmektedir. Yaşadığımız krizle bu alınyazısının fazla dışında olmadığımızı gördük. Bu kısır çemberi mutlaka kırmalı­yız. Politik ortamdaki koşullara baktığımızda bir anlamda akıntıya kürek çekmek gibi bir dönemden geçiyoruz. Tersini yapıp akıntıya kendimizi bırakırsak -krizde ko­panların yaptığı gibi-, hareket dü­zenin en dip noktalarına kadar sü­rüklenir.

Böyle günlerde gelecek bilinci büyük bir önem taşır. Önümüzü stratejik olarak göremezsek, her a­dımımızı buna yarayacak pratiğe dönüştüremezsek ufuk kopmasına uğrayıp körleşebiliriz. Ancak sade­ce gelecek bilinci yetmez. Her gün içinde yaşadığımız ortamın önümü­ze çıkarttığı yüzlerce çelişkiden kendimizi geleceğe taşımak için taktik ve örgütsel olarak yararlan­ma ustalığını edinmeliyiz. Bunların olmadığını söylemek için deli ya da kör olmak gerekir. Sorun, günlük her çelişkiyi tekrarın kara kuyusun­da yok etmeden nasıl hedeflerimize bağlayacağımızda yatmaktadır. Üs­telik geçmiş pratiğimizde bunun iyi örnekleri de vardır. Kriz sonrası “sıfırdan” başlamıyoruz. Krizin de­rinliğini öğretici bir silaha dönüş­türmek zorundayız. Başta merkez olmak üzere her hareket üyesi hata­larımızdan ezilme ve yakınmayı bir yana bırakıp, yaşadıklarımızı bilinç ve öfkemizi bilemek için sıçrama tahtasına dönüştürmelidir.

Büyük sorunlar yaşadık, büyük sonuçlar üreteceğiz!