Dünya ve Türkiye’de Politik Durum – Mehmet Yılmazer
Türkiye çok gerilimli bir politik sürece girerken dünyada olanları unutmuş görünüyor. Olayların biraz derinliğine inince dünyadan kendisine yansıyacak ekonomik ve siyasi tahrip gücü yüksek dalgaların telaşla hazırlık yapmaya çalıştığı anlaşılır. Bunları ortaya koyabilmek için dünyaya ve bölgeye bakmak gerekir.
Dünyada Durum
Dünyada son gelişmelere bakıldığında iki özellik öne çıkmaktadır. Ekonomik krizden hala bir çıkış yolu bulunamamıştır. Bu yolda yeni arayışlar vardır. Diğeri, ekonomik kriz derinleştikçe dünyada güç merkezlerinin saflaşması da derinleşiyor.
Ekonomik krizin birinci aşaması tamamlandı. Krizin etkilerini belli ölçüde yumuşatmak için piyasalara para sürülmesi dönemi bitti. Fakat bu işlem piyasaları canlandırmadığı gibi, yeniden spekülasyonun yollarını döşedi. Piyasalara sürülen paralar bankaların ağına takıldı, oradan spekülatörlere kredi şekline girdi, ancak üretime yönelik doğrudan yatırım alanlarına para akmadı. Büyük kapitalist merkezlerde kredi faizleri sıfır seviyesinde olmasına rağmen üretim ve doğrudan yatırımlarda bir kıpırdanma yoktur.
FED Başkanı Bernanke’nin son açıklamaları mali politikalarda bir değişime işaret etse de kapitalizmde bir yapısal değişime işaret etmiyor. ABD artık dolar basmaktan yavaş yavaş vazgeçecektir. Üretimde bir kıpırdanma bekleyen ABD, kriz öncesi düzene dönmeyi ummaktadır, yani dünya birikmiş sermayesi yeniden Amerika’ya akmaya başlayacak, onun devasa açıklarını finansa etmeye devam edecektir. Böyle bir eskiye dönüşün mümkün olup olmadığını dünya yakın dönemde görecektir. Bu bunalımın aşıldığı anlamına gelmiyor, mali spekülasyonun sadece yönünde bir değişime işaret ediyor.
Kapitalizmin her büyük krizi onu yapısal değişime zorlamıştır. Daha doğrusu tıkanan ve eskiyen sermaye birikim yollarının yerini yenileri almıştır. Fakat bu değişimler savaşlar dahil insanlığa büyük acılara mal olmuştur.
Bugünün kapitalizmi de böyle bir yol ayrımındadır. 1970’lerin ortalarından beri sürekli büyüyen finans merkezli birikim modeli artık iflas etmiştir. Fakat bunalımın beşinci yılında hala ortada bir çıkış yolu yoktur. Kapitalizm ya finans merkezli sermaye birikimine devam edecek, ya da geliştireceği yeni teknik ve üretim alanlarıyla sermayeyi yeniden üretken hale getirecektir.
Bugünün dünyasında bir temel gerçeklik vardır. Kapitalizm bir fa y hat- tıyla iki farklı alana bölünmüştür. İngiltere ve Amerika merkezli spekülasyona dayanan, paradan para kazanan kapitalizm; Çin, Hindistan, Japonya, Almanya gibi daha çok üretime dayanan kapitalizm. Bu saflaşma hiç şüphesiz derin bir uçurumla birbirinden ayrılmıyor, ancak ağır basan özellikleri açısından bir saflaşma yaşanmaktadır. Ayrıca kapitalizmde böyle saflaşmalar ilk kez de yaşanmıyor. Kapitalizmin tarihine baktığımızda her dünya gücü olan merkez, sonunda finans spekülasyonuna kaymıştır, ardından yeni üretim merkezleri ortaya çıkmıştır. Onlarca yılı alan bu saflaşma sonunda mutlaka bir hesaplaşma anı gelip çatmıştır.
İşgücünün ucuzluğundan ve yüksek üretim tekniklerinin elde edilme ve taşınma hızının artmasından dolayı üretim daha çok “gelişmekte olan ülkelere” kaymaktadır. Bu durumun yaygınlaşması ve derinleşmesi halinde dünya güç merkezlerinde önemli kaymaların yaşanması kaçınılmazdır.
Bu gelişmeye bir karşı tepki üretebilmek amacıyla son günlerde Avrupa Birliği ile Amerika arasında serbest ticaret birliği için görüşmeler yapılmaktadır. Atlantik’in iki yakası pazar birliğine hazırlanıyor. Bu yeni girişimin üç anlamı olabilir. Bunalımdan çıkışta üretimi canlandırmak için bir de bu yol denenecektir. İkinci olarak, bu pazar birliği girişimleri BRICS ülkelerine karşı dayanıklılık kazanma çabasıdır. Son BRICS ülkeleri toplantısında ortak banka kurulması gündeme gelmiştir. Bilindiği gibi başta Çin’in, kısmen Rusya’nın para birikimi oldukça fazladır. Henüz çok erken olsa da, BRICS ülkeleri arasında bağların gelişmesi eski kapitalist merkezler için açık bir tehdittir. Üçüncü olarak, dünya ekonomik ağırlığının Pasifik bölgesine doğru kaydığı artık bilinen bir gerçektir. ABD ve AB arasındaki pazar birliği görüşmeleri dünya ekonomik merkezindeki bu kaymanın olası etkilerine karşı bir hazırlıktır. ABD, Pasifik bölgesinde gerilim yaratmak için güney Çin denizi konusunda Çin ve Japonya’yı karşı karşıya getirmek için epeydir uğraşıyor. Ayrıca Kuzey Kore de böyle gerilimler için hep bir odak noktası olarak kalmaya devam etmektedir. Fakat bunların yeterince etkili olmayacağını anlayan Amerika Atlantik’in iki yakası arasındaki ticarete de yeni bir şekil vermeyi gerekli görmüş olmalıdır.
Dünya ekonomik bunalımının beşinci yılında gündeme gelen bu adım, piyasalara para sürme operasyonundan çok daha zor ve yavaş ilerleyecek bir adımdır; ancak dünyanın ekonomik yapısında önemli değişimlere neden olabilir.
Öte yandan, dünya ekonomik bunalımının maliyetini parası bol Çin gibi ülkelere yüklemeye çalışan Amerika, dünyadaki güç merkezleri arasındaki yumuşak saflaşmaları ister istemez sertleştiriyor. Dünya enerji sorununun bir yansıması olarak Suriye üzerinden yaşanan saflaşma bunun bir kanıtıdır. Bunalımdan çıkış yollarında merkezler arası yaklaşım farkı kapanmak bir yana her geçen gün artmaktadır.
Sonuç olarak, kapitalizmin bunalımı yeni bir aşamaya giriyor. Yapısal değişim zorlamalarının arttığı bu süreçte merkezler arası gerilimin de yükselmesi doğaldır. Ancak şu anda dünya böyle gerilimlere hazırlanmak için sanki geçici bir sakinliği yaşamaktadır.
Bölgede Durum
Dünyanın en gerilimli bölgesi hala Ortadoğu’dur. Bölge, güç merkezlerinin bilek güreşinin aynası durumundadır. Bölgede Suriye ve Irak en güçlü gerilim alanlarıdır. Son yaşananlarla buna Mısır da katıldı. Bölgeye Amerika’nın vermek istediği şekil, Irak’ın işgaline rağmen gerçekleşmemiştir. Bugün Irak bitmek bilmeyen gerilimlerin içinde parçalanma ve çürümenin eşiğindedir. Suriye’de ise sorun Esad sonrasında hangi güçlerin iktidar olacağı noktasında kilitleniyor.
Irak’ı işgal etmesine rağmen ABD bölgeye istediği şekli verememiştir. Buna karşı İran, Suriye ve Lübnan’dan oluşan bir direnç hattı vardır. Washington bu direnç hattını kırmak için uğraştıkça daha fazla batağa saplanmaktadır. Arap ayaklanmaları da dikkate alındığında bölgeye her Batı müdahalesi “cehennemin kapılarını” açmaktadır. Öte yandan, ABD’nin Irak’ın işgali ile varmak istediği hedefleri tam olarak elde edebilmesi için İran, Suriye direnç hattını kırması gerekmektedir. Fakat bu yoldaki her çaba bölgeyi sonu belirsiz ve emperyalizm tarafından denetlenemez bir karmaşaya sürüklemektedir.
Libya’dan Batı basınında haber yer almasa da henüz bir “düzen” kurulamadığı biliniyor. Suriye’de sözde muhalefet hem yeterince güce sahip değildir, hem de nitelik olarak Batı’yı tedirgin etmektedir. Irak, ABD ve İran’ın en şiddetli hesaplaşma alanıdır.
Bölgede Irak’ın işgalinden beri bazı önemli değişimler yaşanmıştır. İşgal sonrasında ortaya çıkan bölgede tek egemenin ABD olduğu gerçekliği değişmektedir. Özellikle Libya deneyinden sonra Rusya ve Çin, ABD’nin her adımına karşı konum geliştirme yeteneklerini güçlendirmişlerdir.
Öte yandan, Arap ayaklanmaları bölgede yeni bir güç ortaya çıkartmıştır. Kırk yıllık diktatörlüklere, toplumsal çürümeye ve neoliberal soyguna karşı halkların tepkisi zengin mücadele deneyleriyle kendini ortaya koymuş, Ortadoğu’nun alışıldık köhne kaderini değiştirmiştir. Elbette bu ortaya çıkan güç henüz emperyalizme karşı net bir siyasal özellik kazanmamıştır, ancak Arap ayaklanmalarından sonra artık yeniden eskiye dönüş imkansızdır. Nabız atışları gibi bu gerçek kendini zaman zaman ortaya koymaya devam etmektedir.
Mısır’da son yaşananlar Arap ayaklanmalarının ortaya çıkardığı enerjinin hala yok olmadığım ortaya koymuştur. Yaşananlar, Mısır’da üç ana gücün: Ordu, Müslüman Kardeşler ve Tahrir’in mücadelesinin henüz sonuçlanmadığını gösteriyor. İlk devrimi ordunun yardımıyla Tahrir’in elinden Müslüman Kardeşler çalmıştı, şimdi buna karşı büyük bir tepki yükseldi. Ancak Tahrir bu kez de kendi gücünün siyasal sonuçlarını yaratamadığı için, bir kez daha gelişmelere ordu yön vermektedir.
Bir diğer önemli değişim sancılı yollardan şekillenen Kürdistan’dır. Kürt Halkı artık bölgede önemli bir yere ve güce sahiptir. Elbette dört devletin tehditleri hala üzerindedir, ancak bölgede yeni şekillenen güçler dengesinde bu tehditler sonuç alıcı değildir. Bölgede Kürt Halkı gittikçe güçlenen örgütlenmeye ve siyasi ağırlığa sahiptir.
Son olarak, bölgede Türkiye’nin konumu Irak işgalinden beri büyük değişim göstermiştir. ABD’nin Irak’ı işgaline belli bir tavır koyan Türkiye, daha sonraki yıllarda İran ve Suriye ile ilişkilerini geliştirip, Amerika’ya belli bir mesafe koymuştur. Fakat bu ara yol baştan beri açmazlarla doluydu. Komşularla sıfır sorun stratejisi iflasa mahkum bir yoldu. Sonunda Arap ayaklanmalarıyla dengelerdeki hızlı kaymalar karşısında Türkiye, ait olduğu Batı eksenine geri döndü. Bu arada Suriye ile ilgili büyük hesap hataları yaptığı için dış politikada tam bir açmaza girdi. Bölge açısından önemli olan, Türkiye’nin “oyun kurucu” role soyunmuş olmasına rağmen Arap ayaklanmaları sonrası bu rolü üstlenemeyeceğinin ortaya çıkmış olmasıdır.
Mısır, Tunus olayları ve sözde Suriye muhalefetinin eylemleriyle bölgede Siyasal İslam’ın tırmanma çizgisi artık inişe geçmeye başlamıştır. Bu aynı zamanda Ankara’nın da bölgede yıpranması anlamına geliyor.
Bölgede Türkiye’nin konumu son on yılda Davos’taki “one minute” çıkışıyla önce yükselişe geçmiş, sonra Arap ayaklanmaları sırasında Amerika, Suudi Arabistan, Katar eksenine oturmasıyla hızla inişe başlamıştır. Türkiye, artık bol laf söyleyen ancak yaptırım gücü olmayan bir ülke konumundadır. Bu nedenle de gittikçe hırçınlaşıyor.
Türkiye’de Yaşanan Barış Süreci ve Gezi İsyanı
Türkiye kendi politik sorunlarıyla uğraşırken aslında aynı zamanda dünya ve bölgeden üzerine gelmekte olan etkilere karşı hazırlık yapmaktadır. Bu hazırlıkların birisi dünyadaki ekonomik krizle ilgilidir. AB ve ABD serbest ticaret anlaşması görüşmelerine başlayınca Türkiye paniğe kapılmıştır. Çünkü bu yolla Amerikan mallarına karşı da korumasız hale gelecektir. Oysa kendisi hala Amerika ile dış ticarette kota arttırma kavgası vermektedir. Dünyada bunalım derinleştikçe Türkiye’de ekonomi yavaşlamaya devam edecektir. Üstelik AB ve ABD arasında yeni ticaret anlaşmaları yapılırsa, Türkiye bundan doğrudan etkilenecektir. Türkiye’nin hala en büyük dış ticaret alanı Avrupa’dır. Bunun orta vadede bile değişmesi mümkün değildir.
Öte yandan, Türkiye’nin kredi notları yükseltildi. Böylece daha fazla sıcak para akma olasılığı vardır. Bu doğrudan yatırım alanlarına yönelmedikçe daha fazla spekülasyon demektir. Ayrıca Türkiye, Suriye’nin işlerine daha fazla karıştıkça “güvenli” bir ülke olma konumunu kaybedebilir. Bunların yanı sıra otuz yıldır yaşanan Kürt savaşının şiddetlenerek devam etmesi durumunda, Türkiye ekonomisi ve politikası pek çok etkiye açık hale geldi.
Bu kırılgan ekonomi ve politik gidiş içinde “barış süreci” elbette özel bir yere ve anlama sahiptir.
Dönemin Temel Özelliği
AKP’nin ilk iki dönemi ile son “ustalık dönemi” arasında fark vardır. İlk iki döneme askeri vesayetin geriletilmesi “mücadelesi” damgasını vurmuştur. Bu dönemlerde AKP “üstünlerin hukuku değil, hukukun üstünlüğü” ve “ileri demokrasi” sözlerini dilinden düşürmedi. Buna bir de “Kürt açılımı” eklenince AKP’den beklentiler tavan yapmıştır. Bu beklentilerin zirve yaptığı politik moment 2010’daki 12 Eylül referandumudur.
Askeri vesayetin geriletilmesiyle “hukukun üstünlüğü” ve “demokrasi”nin geleceğini bekleyenleri büyük bir düş kırıklığı bekliyordu. AKP iktidarı kendi hukuk düzenini kurdu ve demokrasiyle bir bağı olmadığını hemen ortaya koydu. En son burjuva demokrasisinin temeli “güçler ayrılığı”ndan şikâyet etmeye başlayan başbakan, başkanlık sistemiyle yürütme gücünün yetkilerini çok daha yüksek noktalara çekerek, üstüne parlamento şalı örtülmüş bir diktatörlüğü inşa etmeye soyunmuştur.
Bütün bu gerçekliklerin ortaya çıktığı zaman dilimi 2011 Haziran seçimleridir. Bu seçimlere giderken Başbakan artık “Kürt sorununun olmadığını” da ilan ederek tipik bir cumhuriyet partisine dönüştüğünü gösterdi. AKP üçüncü iktidar döneminde cumhuriyetin yeniden inşasına soyunmuştur. Cumhuriyetin harcına ideolojik olarak İslami değerleri katmaya, askeri vesayet geri çekilse de, bu topraklarda yüzlerce yıllık köklere sahip olan devlet vesayetini güçlendirmeye çalışan bir yeniden inşa girişiminin telaşlı faaliyeti içindedir. Bu yeniden inşanın içinde pragmatik olarak her şey vardır, ancak demokrasi yoktur.
“Barış” sürecine girilirken dönemin siyasi karakterinin tespiti önem taşımaktadır. Yeni beklentilerin oluşması mümkündür. Nasıl ki askeri vesayetin geriletilmesi sırasında demokrasi beklentileri ortalığı kapladıysa, bugün “barış” sürecinde aynı beklentilerin ortaya çıkması mümkündür. Liberallerin böyle umutları körüklemesi çok doğaldır, önemli olan halkların böyle beklentilere kapılıp kapılmayacağıdır. Böyle boş beklentiler mücadele taktiklerinde, moral zeminde zaaflar yaratır.
Barış Sürecinin Başlama Hikayesi
AKP tarafından cumhuriyetin yeniden inşasında 2014 yılı özel bir öneme sahiptir. Bu yıl üç önemli seçim yaşanacaktır. Ayrıca onun kadar önemli olan 2014 yılına nasıl gidileceğidir. Bu süreçte Kürt sorununun çözümüne doğrudan bağlı olan yeni anayasa çalışmaları vardır. AKP için başkanlık sistemi ve yeni bir anayasa önemlidir. Siyasal İslam’ın kazandığı mevzileri sağlamlaştırmasının yolları bunlardır.
Kürt sorununda barış sürecinin nasıl başladığını açıklayabilmek için 2012 yılına dönmek gerekir. 2011 Haziran seçimlerinden İmralı görüşmelerinin başlamasına kadar Erdoğan Kürt halkına karşı esti gürledi. Koca bir halkı Kürt Özgürlük Hareketini gerekçe göstererek her gün aşağıladı. En son gerillalarla vekillerin kucaklaşmasını bahane ederek dokunulmazlıklarının kaldırılmasını gündeme getirdi. Sonra birdenbire keskin bir dönüş yapan hükümet, İmralı’nın yolunu tuttu ve barış sürecine girildi. Bu dönüşü AKP ve iktidar açısından açıklamak zor değildir. Bunun için iki temel sebep olabilir. İlki, Kürt Özgürlük Hareketinin askeri yollardan ezilebileceğinin hayalini AKP iktidarı da kurdu. Askeri vesayeti geriletip orduyu yola getirdiğini düşündü, aynı zamanda özel birlikleri sahaya sürerek gerillayı tasfiye edebileceğine inandı. Ancak 2012 yazı bunun tam bir hayal olduğunu AKP iktidarına gösterdi. Kürt Özgürlük Hareketi yüksek mücadele seviyesiyle iktidarın tüm hesaplarını boşa çıkarttı. Hükümetin İmralı’nın yolunu tutmasının bir önemli nedeni bu gerçekliktir.
İkinci neden, bölgedeki gelişmelerle birlikte Türk devletinin bütün kırmızı çizgileri silinmiş ufukta bir Kürdistan görünmeye başlamıştır. Paradoks gibi görünse de hükümet Suriye politikasıyla bu süreci hızlandırmıştır. Rojawa’da yaşananlar hükümet için alarm sinyalleri yerine geçmiştir.
Sonuç olarak, AKP esip gürleme politikalarına devam etseydi, ne stratejik hedefi olan cumhuriyetin yeniden yapılandırılması hedefine ne de 2014 yılındaki taktik hedeflerine ulaşamazdı. Erdoğan Kürt halkını aşağıladıkça, nefret kustukça aynı zamanda Kürdistan’ın doğumuna yardım etmiş oluyordu. Kürt Özgürlük Hareketi elbette Türk devletini yenecek güçte değildir, ancak AKP’nin stratejik ve taktik hedeflerini engelleyecek gücü vardır. İktidar 2012 yılında esip gürlediği zamanlarda bu gerçeği kavramıştır. Böylece İmralı süreci başlamıştır.
Barış sürecinin başlamasının Kürt Özgürlük Hareketi yönünden açıklanması aynı ölçüde açık nedenlere dayanmıyor. Barış süreci için Kürt Hareketi yönünden iki genel gerekçe gösterilebilir. İlki, 1999 stratejik dönüşünde savunulan ideolojik zemindir. Silahlı mücadele çağının kapandığı ve ulus devletin ömrünü doldurduğu iddiaları Kürt Özgürlük Hareketinin 1999’dan beri ideolojik zemini olmuştur. İkincisi, savaşın sonuç elde etmede sınırlarının belli olmasıdır. Belli ölçülerde kendini tekrar eden mücadele kazanımları korusa da hedefe yaklaştırmıyordu. Bu anlamda en uygun momentte barışın denenmesi kaçınılmaz görünüyordu. Ancak içinde bulunduğumuz sürecin bu deneme için en uygun zamanlama olduğu kesin değildir. Ya da şöyle söylemek daha doğru olur, AKP için ideal olan zaman dilimi Kürt Özgürlük Hareketi için hiç de ideal bir zaman aralığı değildir.
Barış Sürecinde Başlangıç Konumları
İmralı süreci için pek çok spekülasyon yapılıyor, bu bir anlamda doğaldır. Hangi konularda anlaşmaya varıldığı en çok merak edilen konudur. Bu konuda spekülasyon yolunu seçemeyiz. Tarafların açıklamalarından aydınlığa kavuşan durum şöyle özetlenebilir. İktidarın ilk ve olmazsa olmaz koşulu gerillanın ülkeden çıkmasıdır. AKP ancak bundan sonra “siyasal ortamın iyileşeceğini” iddia ediyor.
Kürt Özgürlük Hareketi geri çekilme sonrasında bir demokratik mücadele döneminin başlayacağını, bu mücadele ile hakların elde edilebileceğini iddia etmektedir. Eğer ortada bir “uzlaşma” zemini varsa, gerillanın geri çekilmesine karşılık bir demokratik mücadele ortamı vaadinden söz edilebilir, bundan fazlası spekülasyona girer. Özellikle Kürtlerin diğer halklar ve kültürler aleyhine kendi haklarını teminat altına alarak “yanlış” bir uzlaşma yaptıkları yolundaki spekülasyonlar, hatalı olmaktan öteye kasıtlıdır. Bu spekülasyonların amacı barış sürecinin tek ve gerçek teminatı olması gereken, Kürt Halkı ile diğer halk ve kültürler arasındaki kurulması gereken ittifakları bozmaya yöneliktir.
Öte yandan, AKP’nin İmralı sürecini başlatmasını, “Türklerin nihayet Kürtlerle ittifakı tercih ettiği” şeklinde yorumlayanlar, yapılabilecek en hatalı siyasi değerlendirmeyi ileri sürmektedirler. Hangi Türkler hangi Kürtlerle ittifak yapmıştır? Bu ittifak neyin lehinde, kimlere karşıdır? Bu yoldan bölgede Türkiye’nin güçlenmesi kimlerin çıkarlarınadır? Halkların ittifakından değil de, Türkler ve Kürtlerin ittifakından söz etmek barış sürecini ya hiç kavramamaya, ya da AKP’ye olmadık misyonlar yüklemeye denk düşer.
Sürecin başlangıcıyla ilgili iki gerçekliğe de değinmek gerekiyor. Barış sürecine Öcalan’ın çağrısı ideolojik ve siyasi zaaflarla yüklüdür. Bunların ikisi, “İslam kardeşliği” ve “Misak-ı Milli” vurgusudur. Bu yoldan barışa gidilmesi mümkün değildir. Barış sürecine AKP’nin ve devletin ideolojik etkisinin seviyesini gösterir. En güçlü vurgu demokratik mücadele dönemine ve bu dönemin gerekli ittifaklarına yapılmalıdır.
Bir diğer başlangıç zaafı çekilme sürecinin meclis kararı olmadan yapılmasıdır. Bu bir teknik sorun değildi. Tümüyle siyasi bir sorundur. Böyle bir konunun meclise gelmesi Kürt sorununu devletin ve AKP’nin kavrayıp anlattığı gibi terör sorunu olmaktan öteye siyasi bir sorun haline getirecekti. Bugün bu basamak atlandığı için konu AKP’nin sunduğu tarzda algılanmaya devam edilecektir. AKP, “terörü sınır dışı etmenin” başarısını ve siyasi kazançlarını devşirmek istiyor. Süreci tıkamamak kaygısıyla barış sürecinde zaaflı boşluklar yaratmak gelecek adımları zorlaştıracaktır.
Gezi İsyanı ve Anlamı
Barış sürecinin nasıl gelişeceği üzerine spekülatif düşünceler devam ederken 1 Mayıs olayları yaşandı. Taksim’i kitlelere yasaklayan AKP, halklara şu mesajı veriyordu:
“Kimse barış süreci ile demokratikleşmeyi birbirine karıştırmasın, ayrıca demokrasinin sınırlarını çoğunluk olarak belirleme hakkına AKP sahiptir.”
1 Mayıs’ta verilen bu siyasal ültimatom barış sürecinin nasıl gelişeceğinin en güçlü kanıtı olmuştu. Gerilla sınır dışına çekildikten sonra “demokratik mücadele” sürecinin ne ölçüde zorlu yaşanacağının işaretleri ortaya çıkıyordu. Ancak siyasi ortama yıldırım hızıyla düşen Gezi isyanı pek çok siyasal varsayımı boşa düşürdü ve ezberleri bozdu.
Gezi isyanı 2001 Arjantin ayaklanmasından beri dünyada görülen, bunalım yıllarında özellikle Avrupa ve Amerika’da yaygınlaşan, daha sonra Arap ayaklanması olarak kendini bölgemizde de ortaya kolan yeni tip isyan hareketidir. Klasik merkezi örgütlenmeye sahip olmayan, akıcı yatay ilişki halkalarına sahip olan bu isyan, esas olarak AKP ve Erdoğan’ın cumhuriyeti yeniden yapılandırma stratejisi içinde “ahlaklı ve kindar gençlik” yetiştirme girişimlerine karşı bir tepkidir. Fakat böyle bir tepkinin bu ölçüde yaygınlaşacağını ve bu kadar uzun süreli direnebileceğini kimse öngörmüyordu. Ayrıca ülkeyi biber gazı cumhuriyetine dönüştüren AKP iktidarının bu silahlarını büyük bir direnç ve hatta neşe ve mizahla geri püskürten bu isyan Erdoğan’ın kimyasını fena halde bozmuştur. Gündem belirmekle pek öğü- nen Erdoğan bir aydan fazla Gezi isyanının belirlediği gündemin peşinden gitmek zorunda kalmıştır. Gezi isyanı, gittikçe otoriterleşen AKP iktidarının ve başkanlığa hazırlanan Erdoğan’ın karizmasını derin bir şekilde çizmiştir.
“Apolitik” ve “bencil” olduğu düşünülen bu genç kuşaklar Gezi isyanı sırasında yaratıcı örgütlenmeleri ve dayanışmaları ile herkesi şaşırttılar. İsyanların “yıkıcı” ve “kurucu” unsurları vardır. Taksim’deki gençler “kurucu” özelliklerini revirlerden, yemek masalarına, biber gazına karşı etkili tedbirlerine, alanın temizliğine, kütüphanesine kadar çeşitli örgütlenmelerle gösterdiler. Ayrıca mizah yetenekleri Erdoğan’ın aşağılamalarını geri püskürtmekle kalmadı, dünya halkları üzerinde silinmez etkiler yarattı.
Gezi isyanı, bu özellikleri yanında, cumhuriyetin kireçlenmiş siyasal denklemleri üzerinde de yıkıcı bir etki yapmıştır. Cumhuriyet “laiklik-irtica” geriliminden kendini sürekli olarak yeniden üretmiştir. AKP iktidarı ile bu denklemin tarafları değişmiş ancak kendisi kalmıştır. Bir dönem Kemalist- lerin yaptıklarını, artık Siyasal İslam yapmaya başlamıştır. Gezi isyanı politik ortama bu kısır denklemin dışında bir vuruş yaparak “Mustafa Kemalin askerleri” veya “İslamın mücahitleri” saflaşmasını anlamsız hale getirmiştir. Bu vuruş siyasal olarak büyük önem taşımaktadır. Bu cumhuriyet, aynı zamanda demokratik bir nitelik kazanacaksa ancak bu yoldan yürünerek böyle bir hedefe varılabilir.
Gezi isyanı, AKP’nin “demokrasinin sınırlarını da çoğunluk olarak ben belirlerim” tavrına güçlü bir darbe indirmekle kalmamış, kendi içindeki uygulamalarla ve ardından yarattığı halk forumlarıyla siyasal gündeme “doğrudan demokrasi” kavramını getirmiştir. Demokrasiyi sırf sandık sanan Erdoğan, bunu her fırsatta vurgulasa da, artık Latin Amerika ayaklanmaları ile 21. yüzyıl politikasının pratiğine güçlü bir şekilde giren “katılımcı demokrasi”, Gezi isyanı ile Türkiye’nin de gündemine girmiştir. Bu politik değerin, devlet vesayetinin yüzlerce yıllık egemenliği altında yaşamış bu topraklarda yeşermesi büyük bir öneme sahiptir.
Gezi isyanına hükümetin koyduğu teşhis, onun politik tükenmişliğinin en güzel kanıtıdır. İktidarının ilk iki döneminde askeri vesayetle boğuştuğu ölçüde siyasi itibar kazanan AKP, bunu demokrasi adımı ile taçlandırmaya hiç niyetli olmadığını üçüncü döneminde ortaya koymuş, geleneksel devlet vesayetini kendi değerleri ile yeniden inşa etme yoluna çıktıkça AKP’nin bugüne kadar ki “devletin sahibi” olan partilerden hiçbir farkı kalmamıştır.
Bu “devlet aklını” hemen içselleştiren AKP, Gezi isyanını “dış güçlere” bağlamış, kendini sandıkta yenemeyenlerin darbe girişimi olarak yorumlamıştır. Bu yorumların komik veya saçma olmaktan öteye bir anlamı vardır: AKP, bir on yıl gibi kısa sürede devlet aklı ile zehirlenip klasik bir devlet partisi haline gelmiştir. Mazlumluk, “bu ülkenin zencisi olmak” üzerine çok edebiyat yapan AKP, artık “ayakların baş olması nerede görülmüş” diyerek devlet katının ulaşılmaz yüksekliğinden politik ortama bakmaya başlamıştır. Devletin bu katından politikaya bakınca, kendine karşı her sesin ve eylemin “dış güçlerin” oyunu olarak görülmesi kaçınılmazdır. Bu tavrıyla AKP, artık devlet partisi olma yolundaki evrimleşmesini tamamlamıştır. Gezi isyanı bu tamamlanan evrimleşmeyi en kör göze batırmıştır.
Gezi isyanı her şeyi etkilediği gibi barış sürecini de etkilemiştir. Kürt Özgürlük Hareketi, içinde ulusalcıların olması nedeniyle Gezi isyanına kuşkulu yaklaşmış, böylece iki halkın kardeşleşmesi konusunda tarihi bir fırsatı kaçırmıştır. Gezi isyanına tutarsız yaklaşımın altında sadece eylem içinde ulusalcıların varlığı değil, bu isyanın barış sürecini engelleyebileceği endişesi de vardır. Oysa güç kaybına uğramış bir AKP Kürt Özgürlük Hareketi için bir avantajdır.
Gezi isyanının ilk hızını kaybettiği şu günlerde barış sürecinin geleceği konusunda bazı bulanık noktalar netleşmeye başlamıştır. AKP ipe un sermeye hazırlanmaktadır. Seçim barajına bile dokunmaya niyetli olmayan AKP, büyük olasılıkla içi boş sözde reformlarla yeni bir oyalama sürecine hazırlanmaktadır. Barış sürecinin sadece AKP iktidarı ile “uzlaşma”dan ibaret olmadığı, bir demokrasi mücadelesi dönemi olduğu yeterince açıktır. Bu sürecin güçlü olarak ilerleyebilmesi için Kürt Özgürlük Hareketinin barış süreci ile Gezi isyanının ruhu birleşmelidir.
Lice’deki katliam, kendisi yine Kürt halkı için büyük bir acı olsa da, halkların barış sürecinde birleşmesi için önemli bir fırsat yarattı. Devletin otuz yıldan beri ördüğü şovenizm duvarında bu olayla büyük bir çatlak oluştu.
Sonuç olarak, Gezi isyanıyla AKP’nin cumhuriyeti yeniden yapılandırma stratejisi büyük bir darbe almıştır. Doğrudan veya tersinden cumhuriyetin kireçlenmiş “irtica-laiklik” denklemi Gezi isyanı ile büyük ölçüde anlamını kaybetmiş, böylece hem AKP, hem de CHP’nin ezberi bozulmuştur.
Öte yandan, Lice katliamının yarattığı halklar arasındaki kardeşlik havası barış sürecinin en güçlü teminatı olmaya adayken, bu sürecin aynı zamanda demokratikleşme ile birlikte yürümesinin de güçlü alt yapısını oluşturabilir. Bu tarihsel bir fırsattır.
İktidarın bu kardeşlik ve ittifak havasını tüm gücüyle bozmaya çalışacağı çok açıktır. Mademki Gezi isyanıyla ezberler bozuldu. İktidarın bu konuda da ezberini bozmak halkların tarihsel bir görevidir.