Fabrikayı Geri Almak: Günümüz Krizinde İşçi Denetimi – Çeviri: Ayşe Tansever

Occupy Times sitesine konuşma tarihi: 26 Nisan 2015
Bu yazı Darioa Azzellini’in Zed yayınlarında çıkan “An Alternative Labour History: Worker Control and Workplace Democracy (Alternatif Emek Tarihi: İşçi Denetimi ve İşyeri Demokrasisi) adlı kitabından bir bölümdür.

Geçtiğimiz yüzyılın ilk on yılında, fabrika işgalleri ve üretimin işçilerin denetiminde yapılması Asya’daki birkaç örnek dışında sadece Güney Amerika’ya özgü gibiydi. Sanayileşmiş ülkelerdeki işçilerin çalıştıkları şirketleri işgal edeceği, edebileceği ve onları kendi başlarına işletebilecekleri ne işçiler ne de aydınları tarafından hayal bile edilemezdi. Bununla birlikte, 2008 yılında başlayan kriz Kuzey Yarımküre’de işçi denetimini yeniden gündeme oturttu. Yaşanan kriz sırasında, fabrika işgalleri tüm Avrupa’da özellikle Fransa, İtalya ve İspanya dışında İsviçre, Almanya ve ABD, Kanada gibi diğer ülkelerde de ortaya çıktı. Bununla birlikte, genellikle işgaller işçi denetimine doğru bir adım değil bir mücadele aracı oldu. İyi örgütlü olanlarda işçiler taleplerini elde ettiler diğerlerinde ise işgaller fabrika kapatılmasına ya da kitlesel işçi çıkartmalarına karşı kendiliğinden gelişen bir öfkeydi ve mücadeleler herhangi somut sonuç alınmadan parçalandı.

Saldırgan bir mücadelenin parçası olan geçmişteki tarihi anlardaki fabrika işgalleri ve ele geçirmeleri günümüzdekilerle karşılaştırırsak şimdikiler savunma durumlarından gelişiyorlar. Ancak Venezüella’da işçi denetimi için son yaşanan mücadele gibi birkaç olay dışında bu değerlendirme 1980’lerin başından beri işçilere yapılan yeni liberal saldırılar süreci için geçerlidir. Krizin sonucu olarak, işgaller ve işyerini ele geçirmeler üretim yerinin, ya da şirketlerinin kapanması, üretim yerinin farklı bir ülkeye taşınması gibi olaylara karşı işçiler tarafından gerçekleştiriliyor. Yeni bir iş bulma umudu çok az olduğu için işçiler işyerlerini savunmaya çalışıyorlar. Bu savunma durumunda, işçiler sadece protesto ya da istifa etmiyorlar aynı zamanda inisiyatif alıyorlar ve kahramanlaşıyorlar. Mücadele içinde ve üretim alanında yatay sosyal ilişkiler kuruyorlar ve doğrudan demokrasi ve kolektif karar mekanizması kuruyorlar. Ele geçirilen işyerlerinde genellikle kendilerini yeniden yaratıyorlar, yakın çevreleri ve diğer hareketlerle bağlar örüyorlar.

Tüm işyeri ele geçirmelerinin mutlaka bu kriterlere sahip olması gereklidir diye bir belirleme de yapılamaz. Her işçi kontrolündeki şirket modeli, içeriği olayın kendisinin farklı farklı olduğu temel gerçeğine rağmen işçi kontrolü ve ele geçirmelerini sadece bir ekonomik yöntemden öte sosyo-politik bir eylem olarak değerlendirmek her şeye rağmen önemlidir. Bu nedenle ele geçirilmiş şirketleri tartışırken bazı temel kriterlerin olması gereklidir. Bazı iyi niyetli yazarlar Avrupa’da işçi denetimi altında 150 ele geçirilmiş işyeri olduğunu hesaplıyorlar (2013 Troisi). Yakından baktığımızda bunların sadece çok azının gerçekten “ele geçirilmiş” ve işçi denetiminde olduğu söylenebilir. Bu sayı en iyi durumda geleneksel kooperatifler yapı ve işleyişini benimsemiş olan tüm işçilerin aldıkları yerleri de kapsar. Hepsi olmasa bile birçoğunda iç hiyerarşi ve bireysel mülkiyet hisseleri vardır. En kötü durumlarda şirketin sosyal hiyerarşisine (bu nedenle de ekonomik gücüne) ya da dış yatırımcı ve hissedarlarına göre (bireysel ve büyük şirketler) eşitsiz bir hisse dağılımı görülür. Olaya böyle baktığımızda da işgal etme kavramı başta kapanmaya mahkum olan ve sadece mülkiyetin bir sahipten, bazılarının şirkette çalıştığı çok sahipliliğe geçmesi olarak değersizleşir. Bu yapıyı izleyen şirketlerin, toplumun ve üretimin örgütleniş biçimine değişik bir perspektif katmadığı için “işgal edilmiş” olarak kabul edilmesi zordur.

Bir işyerinin kolektif yönetimi ve sahipliğinin tek yasal zemini kooperatif olduğundan çağdaş işçi kontrollü şirketlerin hemen hemen hepsi kooperatif şirket oluyorlar. Genellikle bunlar herhangi bir özel mülkiyet seçeneği olmadığından da kolektif mülkiyettirler, tüm işçilerin eşit hisseleri ve eşit söz hakları vardır. Üretim araçlarının özel mülkiyetini sorgulamaları önemli ve ayırt edici özellikleridir. Temelde kolektif ya da sosyal mülkiyet fikrine dayalı olduklarından da kapitalizme alternatiftirler. Şirketler özel mülk değildir (bireyler ya da hissedarlar grubunun), onlar bundan en çok etkilenenlerin doğrudan ve demokratik biçimde yönettiği sosyal mülkiyet ya da “ortak mülkiyet” olarak görülürler. Farklı koşullar altında işçilerden başka, o bölgede yaşayanlar, tüketiciler, başka işyerleri ve hatta bazı durumlarda devlet de (Venezüella veya Küba gibi ülkelerde örneğin) dahil olabilir.

Üretim sürecini denetledikleri ve karar almada belirleyici olduklarında da genellikle işçiler üretim süreci ve şirketin ötesinde sosyalleşir ve politikleşirler. (Malabarba 2013, 147)

Kriz sırasında ele geçirilen fabrikaların hepsi aşağıdaki örnek modellere uymaktadır:

Pilpa-La Fabrique du Sud

Pilpa, Güney Fransa’da Narbonne yakınında Carcassonne’da 40 yıldır dondurma üreten bir şirketti. Eskiden 3A’ya bağlı devasa bir tarım kooperatifi olarak aralarında büyük Fransız dükkanlar zinciri Carrefour gibi müşterilerine çeşitli ünlü marka dondurmalar satardı. 3A şirketi 11 Eylül 2011’de finansal zorluklar nedeniyle Pilpa’yı sattı. Alıcı firma R&R (bir ABD yatırım fonu olan Oaktree Capital Management) onu sadece ünlü markası nedeniyle şirketi değerlensin diye satın almıştı (sonra da Nisan 2013’te sattı.) 2012 Temmuz’unda R&R, Pilpa’nın kapatılacağını, üretimi başka yere taşınacağını ve 113 işçinin atılacağını açıkladı. İşçiler direndiler, işyerini işgal ettiler ve dayanışma hareketi örgütlemeye başladılar. Amaçları üretim alanını kurtarmaktı (Borris 2014).

İşçiler fabrikanın sahibi tarafından makinelerin sökülüp alınmasını önlemek için 24 saat nöbet tuttular. Aralık 2012’de işçiler davayı kazandılar. Mahkeme R&R’nin işçi çıkartma planını ve işçilere ödenecek ücretleri “yetersiz” buldu. R&R yeni bir öneri geliştirirken 27 işçi Pilpa’yı “Fabrique du Sud” (Güney Fabrikası) adı altında işçi sahipliğinde ve kontrolünde bir kooperatif haline getirip çalıştırma planı geliştirdiler.

R&R’nin yeni sahibi ilkbahar 2013 sonlarında tüm işçilere 14 ve 37 aylık brüt maaşları ve 6000 Euro’luk meslek eğitimi parası vermeyi kabul etti. Üstelik Fabrique du Sud’un aynı pazarda faaliyet göstermemesi koşuluyla kooperatife meslek eğitimi ve pazar araştırması için 1 milyon Euro’luk finansal ve teknik yardım yapma ve tek bir üretim birimindeki makineleri devretmeyi de kabul etti. Carcassone Belediyesi de fabrikasının arazisini satın almak için anlaştı (Borrits 2014). Eski Pilpa işçisi ve Fabrique du Sud kurucusu olarak, Rachid Ait Ouaki aynı pazarda faaliyet göstermeme şartını kabul etmenin bir sorun olmadığını şöyle açıklıyor:

“Biz hem çevre dostu hem de yüksek kalitede dondurma ve yoğurt üreteceğiz. Meyveden süte sadece bölgede yetişen ürünleri kullanacağız ve ürünlerimizi yerelde dağıtacağız. Aynı zamanda biz fiyatları tüketiciler için düşük tutacağız. Biz Pilpa gibi yılda 23 milyon değil sadece yerelde dağıtabileceğimiz 2-3 milyon litre üreteceğiz. Kooperatife eski çalışanlardan ancak 21 işçi katılabildi çünkü daha fazla para yatırmamız ve ayrıca ödediğimiz işsizlik parasını işyeri yaratma programına göre yükseltmemiz gerekiyordu. Herkes bu riski göze almak istemedi.”
Diğer durumlarda olduğu gibi, işçi denetimindeki bir şirket yasallaşmak için kooperatif olmak zorunda kaldı. Kararlar bütün işçiler tarafından birlikte alınır ve 2014 yılı başlarında üretime geçildiğinde de kazançlar çalışanlar arasında eşit olarak dağıtılacaktır.

Maflow’dan Ri-Maflow’a

Milano sanayi bölgesinde Trezzano sul Naviglio’deki 1990’larda gelişmiş, çeşitli ülkelerde 23 üretim alanı ile dünya çapında ünlü klima tüpleri üreticisi olarak Maflow İtalyan uluslararası araba parçaları üretiminin bir parçası oldu. Krizin tüm acı veren sonuçlarından etkilenmemesine ve tüm tesislerini ayakta tutacak müşterisi olmasına rağmen 2009 yılında finans işlemlerinde yolsuzluk ve hileli iflas kararı nedeniyle Maflow mahkeme kararı ile zorunlu yönetim altına alındı.

Milano’daki ana üretim tesisinde çalışan 330 işçi fabrikanın yeniden açılması ve işyerlerini korumak için mücadele başlattılar. Mücadele sırasında tesisi işgal ettiler ve tesisin damında çok muhteşem protesto eylemleri düzenlediler. Mücadeleleri nedeniyle Maflow tüm tesisleriyle birlikte bir paket olarak yeni yatırımcılara açıldı. Kasım 2012’de tüm Maflow grubu Polonyalı yatırım gurubu Boryszew’a satıldı. Yeni sahip çalışan işçi sayısını 80’e indirdi. Geri kalan 250 işçi özel gelir programı fonuna alındı. Buna rağmen yeni sahip üretime bir daha geçmedi ve iki yıl kapatmama anlaşma süresi bittikten sonra 2012 Aralık’ında Boryszew grubu Milano’daki Maflow tesisini kapattı. Kapatmadan öncede içerdeki makinelarin çoğunu kaçırdı. (Blicero 2013 Occorso 2013 ve Massimo Lettiere)
İşsiz kalan bir gurup işçi birbirleri ile bağlantılıydılar ve vazgeçmeme kararı aldılar. Eski Maflow işçisi ve radikal solcu Confederazione Unitaria di Base (CUB) sendika delegesi Massimo Lettiere şöyle anlatıyor:
“Boryszew şirketi aldıktan sonra meclisler kurmaya başladık. Bu meclislerin bazılarında fabrikayı ele geçirmeyi ve içerde çalışmayı tartıştık. Ne yapabileceğimizi bilmiyorduk ama bu kadar boş kaldıktan sonra artık işsiz kalacağımızı anlamıştık. O nedenle başka bir seçeneğimiz kalmamıştı ve denemeliydik. 2012 yazında daha önceden yaptığımız piyasa araştırmaları sonucunda burada bilgisayar, sanayi makineleri, ev ve mutfak aletlerinin doğaya yeniden dönüşümü için bir kooperatif kurma kararı aldık.”
2012 Aralık’ında tesis kapandıktan sonra işçiler eski fabrikalarının önündeki alanı işgal ettiler ve 2013 Şubat’ında eski işçiler bölgedeki hileli iflaslarla kapanmış diğer fabrikaların işçileri, güvencesiz işçiler ile hep birlikte fabrika içine girip işgal ettiler.
“Biri gelsin sana yardım etsin demenin bir yararı yok. Geride kalanlara sahip çıkmalıydık. Ben işsizim. Yeni bir işyeri açacak param yok. Ama başkasının terk ettiği bir binayı alıp bir iş kurabilirim. Yani bir proje için ilk gerçek yatırım harekete geçmek ve politik eylemdir. Biz politik bir tercih yaptık. Ve o noktadan itibaren çalışmaya başladık.”
Mart 2013’de Ri-Maflow kooperatifi resmen kuruldu. Bu arada fabrika binası Unicredito Banka geçti. İşgal sonrası Unicredito işçileri atmamayı kabul etti ve binayı kullanmalarına izin verdi. 20 işçi tüm zamanlarını projeye vererek hem fabrikayı hem de kendilerini yeniden yarattılar diye anlatıyor Lettiiere:
“Biz daha geniş bir ağ örmeye başladık. Ekonomik faaliyet olarak doğaya yeniden kazandırma hedefi ile elimizde ‘Ri-Maflow’ kooperatifi vardı. Binada bazı etkinlikler ve alanlar geliştiren “Occupy Maflow” adında bir dernek kurduk. Bir salonda bit pazarımız var. Bar açtık, konserler ve tiyatrolar örgütledik… Kiraya verdiğimiz bürolarla ortak çalışma alanımız var. Bütün bunlardan elde ettiğimiz az bir kazançla kooperatife bir taşıma aracı ve palet alabildik. Elektrik donanımını yeniledik ve her birimize ayda 300-400 Euro maaş ödedik. Bu çok değildi ama buna 800 Euro’luk işsizlik yardımını ekleyince normal bir ücret gibi oluyor.
2014 yılında biz kooperatif olarak daha büyük ölçekli işler yapmak istiyorduk. Başlattığımız çevrebilim ve kaldırılabilirlikle ilgili iki tane projemiz var. Yerel organik tarım üreticileri ile bir ittifak kurup dayanışma amaçlı alışveriş yapmaya başladık ve Güney İtalya’daki Rosarno Calibria tarım kooperatifi ile bağlantı kurduk. Onlar bir kooperatif ve adil ücret ödüyorlar. Üç ya da dört yıl önce Rosarno’da sömürüye karşı isyan eden göçmen işçilere destek vermişlerdi. Bu kooperatiften hem portakal alıp satıyoruz hem de portakal ve limon likörü üretiyoruz. Aynı zamanda devasa bir yeniden dönüşüm projesi geliştirmek için Politeknik Üniversitesi’nde çalışan bir gurup mühendis ile bağlantı halindeyiz. Gerekli tüm izinleri almamız birkaç yıl sürebilir. Atığın azalması vs gibi çevre korumaya uygun bir faaliyeti seçtik ve kolay olan bilgisayar yeniden dönüşüm işine başladık bile ama bunu daha büyük ölçekli yapmak istiyoruz.”
Geleneksel ekonomistlere bu darmadağınık bir iş gibi görünebilir ama gerçekte fabrikanın sosyal ve çevrebilimle ilgili kullanımlı dönüşümü şu üç temel ilkeye dayalıdır: “a)dayanışma, eşitlik ve tüm üyelerin kendi kendine örgütlülüğü; b)aynı işi yapan kamu ve özel işyerleri ile sürtüşmeli bir ilişki; c)genel iş, gelir ve haklar mücadelesine katılma ve onları yükseltme.” (Malabarba 2013, 143).

Yunanistan: Vio.me Sanayi Tutkalından Organik Temizlik Malzemelerine
Selanik’teki Vio.Me fabrikası sanayi tutkalı, izolasyon malzemesi ve diğer çeşitli kimyasal yapı malzemeleri üretirdi. 2010 yılından sonra işçiler işverenle dört ila altı hafta ücretsiz izne ayrılma konusunda anlaştılar. Ardından fabrika sahibi işçi ücretlerini azaltmaya başladı ama bunun geçici bir önlem olduğunu söyledi ve yakında eksik ücretlerini de alacakları güvencesini verdi. Patron sözünde durmayıp ücretlerini ödemeyince işçiler ödenmesi için greve gittiler. Onların mücadelesine tepki olarak işveren 2011 Mayıs’ında arkasında 70 işçinin ödenmeyen ücretini borç olarak bırakıp fabrikayı terk etti. Daha sonra işçiler, şirketin hala kar ettiğini ve “kayıpların” aslında ana firma Philkeram Johnsosn’a Vio.Me’nın açtığı kredi olduğunu öğrendiler. Temmuz 20’da işçiler fabrikayı ele geçirip geleceklerini ellerine alma kararı verdiler (ayrıntılar için kitabın 10 bölümüne bakınız). Vio.Me işçisi Makis Anagnostou’nun açıklamalarına göre:
“İşveren fabrikayı terk ettikten sonra biz ilk önce politikacı ve sendika bürokrasisi ile pazarlığa başladık. Ama bunun zaman kaybetmek ve mücadeleyi yavaşlatmak olduğunu anladık. Zor günlerdi; kriz ani ve şiddetli etkilerini gösteriyordu. Yunanistan’da işçiler arasında intihar oranı çok yükseldi ve bizim işçi arkadaşların intihar etmesinden endişelenir olduk. Bu nedenle emek uzlaşmazlığımızı tüm topluma açma kararı aldık ve insanlar bizim ittifak gücümüz oldular. Gerçekten hiçbir şey yapamayacağını düşündüğümüz insanların herşeyi yapabileceğini keşfettik!! Birçok işçi bizimle aynı düşüncede değildi, başka nedenlerle mücadeleyi bıraktı. Mücadeleyi sürdüren bizler arasında bir eşitlik, katılım ve güven zemini vardı.”
Üretimi ve işyerini ellerinde tutmada başarılı olmasalar bile Vio.Me uluslararası üne sahip oldu ve Yunanistan’da birçok başka işyeri işgaline ilham oldu. Bunların içinde uluslararası olarak tanınan en iyi örnek devlet kamu yayıncılığı şirketi, ERT’dir (ELLINIKI Radiofonía Tileórasi). Hükümet, 11 Haziran 2013’de tüm kamu TV ve radyo istasyonlarının kapanacağını açıkladıktan sonra (yeniden inşa edilip daha az işçi ve daha düşük ücret, sosyal hak ile) işçiler ve memurlar radyoyu işgal ettiler ve 5 Ekim’de zalimce tahliye edilene kadar kendi programlarını ürettiler.
Vio.Me işçileri Şubat 2013’de üretime yeniden başladılar.
“Artık daha önce ürettiğimiz sanayi tutkalı yerine organik temizlik malzemeleri üretiyoruz. Dağıtım resmi değil. Ürünlerimizi pazarlarda, fuarlarda ve festivallerde kendimiz satıyoruz ve çoğu ürünümüz sosyal hareketler, merkezler ve hareketin içinde olan dükkanlarda satılıyor. Geçen yıl temel olarak fabrikayı ayakta tutmaya çalıştık. Üretim, dağıtım ve satış anlamında çok olumlu bir sonuç aldığımızı henüz söyleyemeyiz. Kazançlarımız oldukça düşük ve tüm işçileri geçindirmeye yetmiyor. O nedenle bazı işçiler inançlarını kaybettiler ya da yoruldular ve Vio.Me’yi bıraktılar. Son zamanlarda meclisimiz oy birliği ile kooperatifleşerek statümüzü yasallaştırma kararı aldı.”

İşçi El Koymaları Önünde Duran Ortak Zorluklar
Günümüzde işgal edilen ya da el konulan işyerlerinin genel bazı sorunları arasında şunlar sayılabilir: Politik parti ve bürokratik sendikaların desteğinin olmaması, eski sahipler ve birçok diğer kapitalist işverenlerin temsilcileri tarafından sabotaj ya da reddedilme; işçilerin özlemlerine yanıt verecek yasal şirket biçimlerinin bulunmaması; kurumsal çerçevesizlik; kurumlar tarafından engellenme; özel kurumlardan daha da az olmak üzere hiç bir finansal destek ve kredi olanağının olmaması.
Günümüz işgal fabrikalarının karşısında genel olarak elverişli koşullar yoktur. İşgaller küresel ekonomik kriz sırasında gerçekleşiyor. Yeni bir üretim faaliyetine başlamak ve durgunluk içinde olan ekonomide pazar elde etmek kolay bir iş değil. Dahası, işçi kontrolündeki şirketlerin ulaşabilecekleri sermaye desteği kapitalist işletmelerinkinden daha azdır. Fabrika işgalleri ve onu ele geçirmeler genellikle sahibi fabrikayı terk ettikten sonra gerçekleşiyor ve işveren ya ortadan kayboluyor ya da işçileri birbiri arkasından işten attıktan sonra terk ediyor. Fabrika sahipleri işçilerin ücretlerini, tatil paralarını, tazminatlarını ödemeden kaçıp gidiyorlar. Genellikle fabrika sahibi işletmeyi kapatmadan makineleri, araçları ve hammaddeleri başka yerlere kaçırıyor. Bu durumda, hiç ya da çok az bir finansal destek, belirsiz bir gelir nedeniyle çoğu kaliteli özellikle genç işçiler işletmeden daha iyi olanaklar ya da yeni bir iş bulma umudu ile uzun dönemli bir mücadele ufkundan uzaklaşıyorlar. Kalan işçiler de dar anlamı ile yalnız üretim sürecini değil aynı zamanda tüm şirketi tüm özellikleri ile yönetebilmek için ek bilgi edinmek zorunda kalıyorlar. Ama bir kez işçiler fabrikayı ele geçirince eski işveren birden yeniden ortaya çıkıyor ve “kendi” işyerini geri istiyor.
Kapitalistlerin nasıl, kiminle yapılırsa yapılsın iş iştir inancının tersine başka mantık taşıyan işçi kontrolündeki işyerleri kapitalizmin özündeki dezavantajları dışında, kapitalist işveren ve kurumlar kadar burjuva devletin saldırı ve düşmanlıkları ile de karşı karşıya kalıyorlar. İşçi kontrolündeki şirketler eğer ki kapitalist işleyişe boylu boyunca teslim olmazlarsa o zaman farklı bir örnek oldukları için tehdit olarak görülüyorlar.

İşçi El Koymalarının Ortak Özellikleri
Varlığını sürdürdüğünü bildiğimiz yukarıda anlatılan birkaç işyeri ele geçirmesi birbirinden büyük farklılıklar gösterir. Bazı fabrikalarda modern ve teknik açıdan tam çalışır makineler vardı. Diğerlerinde eski sahip tarafından kelimenin tam anlamıyla tamamen yağmalanmıştı ve her şeye sıfırdan başlamak zorunluluktu. Bazı fabrikalar yerel yetkililerden diğerleri yerel sendikalardan destek buldular. Ele geçirilen fabrikaların ortak özelliği ne kadar özgün olduklarının listesi değildir. Yukarıda anlatılanlar, özellikler dizisidir ama ele geçirilen fabrikalarda mutlaka yerine getirilmesi zorunlu değildir.
Tüm ele geçirme süreci demokratik bir şekilde yönetiliyor. Kararlar her zaman ister bir konsey ister meclis olsun tüm katılımcıların oy eşitliği ile doğrudan demokrasi biçiminde alınıyor. İşçi kontrolündeki fabrikalarda bu doğrudan demokratik mekanizma uygulaması yalnız tek tek işletmelerde değil aynı zamanda tüm toplumda kararların nasıl alınması gerektiği konusunda önemli sorular sorduruyor. Böylece yalnız kapitalist bir iş değil aynı zamanda “demokratik” iktidarın liberal ve temsili yapısına da meydan okunuyor.
Diğer belirgin ortak özellikler işgaldir. Bu yasadışı bir eylem yapmak ve sonuçta yetkililerle çatışmaya girmek demektir. Bu işçilerin kendileri tarafından doğrudan eylemdir. Onlar ne “temsilciler” ne de bir sendika ya da parti tarafından temsilci olmayı bekliyorlar hatta kendileri eyleme geçmeden devlet kurumlarının sorunlarını çözeceği umutları da yoktur. Malabarba’nın doğru olarak tespit ettiği gibi: “Eylem tepesi taklak konulmalıdır: İlk önce girişim, işgal ve sonra az çok bilinçli olarak başarısız olan kurumlarla bağlantıya geçmek.” (Malabarba 2013, 149)
Bu aynı zamanda, Latin Amerika deneyimlerini de doğrular. Arjantin, Brezilya, Uruguay ve Venezüella’da da işçiler her zaman sorunlarına pratik yanıtlar bulmada, sendikalar ve kurumların önünde olmuşlardır. İşgaller, kamulaştırmalar, yasalar, mali ve teknik destek vs. her zaman işçi inisiyatifinin arkasından gelir ve onların doğrudan eylem ve mücadelesine bir tepki olarak gelişir. Ele geçirmeyi gerçekleştiren işçiler tarafından yapılan üretim için de aynı şey geçerlidir: Yasaları harfiyen yerine getirmek, tüm yasal yetki için bekleme ve vergileri ödeme demek aslında bu eylemin en başta ölü doğması demektir.
Üretim eylemi eskiden yapıldığı şekilde sürdürülemediğinden çoğu fabrika yeniden yaratıldı (çünkü makineler sahibi tarafından götürülmüştür, çünkü çok müşterileri yoktur ve işçilerin daha önce erişemedikleri çok uzmanlık isteyen işlerdir ya da işçiler başka nedenlerle başka kararlar alırlar). Diğer daha belgelenmiş durumlarda çevreyle ilgili konuların ve sürdürülebilirlik sorularının eksene oturduğunu görüyoruz. Bu İtalyan fabrikasında olduğu gibi geri dönüşüm üzerine gelişim, Selanik’teki Vio.Me’da sanayi tutkalları, tinerlerden organik temizlik maddelerine ve Fransa’daki iki fabrikada organik ürünler, yerel ve bölgesel hammaddelerin kullanımı ve ürünlerin yerel ve bölgesel dağıtımına dönüşüm oluyor. İşletmenin geleceğine yönelik uzun vadeli sorun doğanın geleceği, kısa vadeli olarak da bölgelerinde yaşayanların sağlık sorunları öne çıkıyor. İşçilerin öngördüğü yeni toplum yapısında çevrebilimle ilgili unsurlar kadar demokratik ilkeler de önemlidir.
İşçilerin mücadelesi ve işgal edilmiş ya da ele geçirilmiş işyerleri aynı zamanda yeni sosyal ilişkilerin geliştiği ve pratiğe geçirildiği alanlardır: Güvenilirlik artıyor, karşılıklı yardımlaşma, katılımcılar ve diğerleri arasında dayanışma, katılım ve eşitlik yeni kurulan sosyal ilişkilerdeki bazı özelliklerdir. Yeni ve en azından kapitalist üretim sürecinde ortaya çıkandan farklı değerler doğuyor. Bir kez işçiler karar verdikten sonra örneğin işyeri güvenliği öncelik oluyor.
Ele geçirilen fabrikalar genellikle bölgeleri ile güçlü bağlar geliştiriyorlar. Çevrelerini destekliyorlar ve onlardan da destek alıyorlar. O bölgede olan çeşitli öznelliklerle etkileşim içinde olup ortak girişimler geliştiriyorlar. Ayrıca farklı sosyal hareketler, sosyal ve politik örgütlerle bağlantılar kurulup güçlendiriliyor. Bütün yukarıda sözü edilen fabrikaların sosyal hareketler ve özellikle 2011’den beri küresel ayaklanmanın parçası olan yeni hareketlerle doğrudan ilişkileri var. Bu özellikler, bölgelerinde güçlü bağlar kuran, diğer hareketlerle yakın ilişki içindeki Latin Amerika’daki başarılı fabrika ele geçirme örnekleri ile açık paralelliktedir.
Bölgede böyle sağlam bir duruş başka önemli sorunlara karşı meydan okumaya da yardımcı oluyor: Değişen çalışma ve üretim koşulları tam gün sözleşmeli işçi sayısını radikal bir şekilde azalttığı gibi her şirkette çalışan işçi sayısını azaltıyor. Geçmişte iş ve üretim süreci otomatik olarak işçiler arasında bir kaynaşma yaratıyordu ama bugün işin bir dağıtma etkisi var, çünkü aynı işyerinde çalışan işçiler artık başka başka statülerde ve farklı anlaşmalarla çalışıyorlar. Genel olarak giderek daha çok işçi güvencesiz çalışma koşullarına ve kendi kendine iş kurmaya itiliyor (yaptıkları iş tamamen bir “işverene” bağlı olsa bile). Bu tür işçiler nasıl örgütlenecekler ve mücadele araçları nelerdir? Eğer sermaye üzerinde zafer kazanılacak ise bu solun yanıtlaması gereken önemli bir sorudur.

İtalya’da Ri-Maflow ve Officine Zero, güvencesiz ve bağımsız çalışanlar ile mekanlarını paylaşarak yeni çalışma biçimi ile güçlü bağlar kurdular. Kanada’daki Toronto olaylarında bu işin yeni dağıtıcı özelliğine karşı farklı bir yaklaşım geliştirildi. Ele geçirilen fabrikalardaki işçiler hem birbirlerini tanıyorlar, hem de kendilerini daha geniş bir hareketin parçası olarak görüyorlar. Onların mücadelesini duyan Mısır’da Kouta Çelik Fabrikası İşçileri Yunan Vio.Me işçilerine destek mektubu gönderdiler. Vio.me işçisi Makis Anagnostou şöyle diyor: “Vio.Me çalışanlarının hedefi işçi denetimi altında birçok fabrika ile Avrupa ve uluslararası ağ oluşturmaktır.” Bu hedefin gerçekleşeceğine inanmak için yeterli neden vardır.