İşçi Sendikalarında Yeni Bir Başlangıç – Mehmet Akyol

Ülkede işçi sendikalarının içinde bulunduğu içler acısı durum hakkında bugüne kadar yeterince tartışma yapıldı. Bu durumda çıkış konusunda yazılanlara bakıldığında ise bilinen hazır reçetelerden başka bir şey ortalarda görülmemekte. Gerek Bölge açısından gerekse de metropollerdeki yurtseverler açısından ise toplumsal mücadelenin her alanında görülen atılım henüz işçi sınıfı mücadelesi içinde pek hissedilmemekte.

Oysa demokratik ekonominin inşasında çalışanların rolü ve katılımı en önemli faktör durumundadır. Sendikaların bu süreçte, sınıfın ekonomik kurumları olarak hangi rolü oynayacağının tartışmaya açılması, varılan sonuçlar çerçevesinde sendikaların yeniden yapılandırılması önümüzde duran önemli bir adımdır.

Ülkedeki sosyal mücadele dikkate alındığında, mevcut sendikaların günün ihtiyaçlarına cevap veren yeni bir yapılanmayı başaramayacakları açıktır. Bölge’de verilen mücadele ise pek çok açıdan söz konusu yeniden yapılanma için yol açıcıdır, hatta giderek belirleyici tek etken olarak öne çıkmaktadır. Gerek mücadele anlayışı, gerekse de örgütlenme yöntemleri, mevcut sendikaların yeniden nasıl yapılanması gerektiğini göstermektedir.

Sendikalar bilinen nedenle bugüne kadar mücadeleye ya karşı tavır aldılar ya da aralarına mesafe koymaya çalıştılar. Sendikalar içindeki devrimci demokrat kesim de benzer bir yaklaşım içinde. Mücadelenin sendikalar içindeki tutumu ise bugüne kadar mevzi elde etme çabasını aşamadı. Kuşkusuz bunda hareketin önceliklerinin önemli bir yeri var. Ancak gelinen aşamada HDP/HDK deneylerinde gördüğümüz gibi ‘yeni bir yaşam için’ bir araya geliş önemli bir ivme yaratmakta, değişimin önünü açmaktadır.

Nereden Başlayacağız?

Sorunun tek bir cevabının olmayacağı açık. Üstelik hedeflenen demokratik ekonomi için sendikaların yeniden yapılanması gerektiği dikkate alındığında boyutlar daha da artmakta. Elimizde hazır reçetelerin olmadığı noktasından hareketle somut gelişmelerin ışığında bir yol çizebiliriz.

İlk adımın atılması için ön şart, sendikaların içinde olmak ve sendikaların sorunlarını beraberce çözmeye çalışmaktır. Gerek Bölge’de, gerekse de metropollerde yurtseverlerin sendikaya üye olmaya teşvik edilmeleri, sendika içinde söz sahibi olmalarının sağlanması ilk adım olarak nitelenebilir. Ancak bu adımla birlikte, yeniden yapılanmanın teorik çerçevesinin çizilmesi için bir tartışma açılmak bir zorunluluktur. Tek başına sendikalara üye olmayı teşvik, mevcut sendikal sorunların kangrenleşmesinden başka bir sonuç vermeyecektir.

Somut bir örnekten yola çıkarak bazı önerileri tartışmaya açalım. Meclis’te kabul edilen son Torba Yasa’da yer alan küçük bir nokta, Toplu İş Sözleşmesi yetkisi konusunda bitmek bilmeyen tartışmalar için yeni bir umut haline getirilebilir. Öncelikle TİS için ön şart olan baraj maddesi iki durum için yürürlükten kaldırılmakta. 2009 öncesi %10 barajını aşarak bir işyerinde yetki almış olan sendikalar, bu işyerlerinde tekrardan yetki alma hakkına kavuşmakta. 2009 Temmuz ila 2012 Temmuz’u arasında kurulan sendikalarda bu yetkiye sahipler. Tek şart ise işyerinde çalışanların yarısından fazlasını sendika üyesi olması.

Bu maddenin hukuksal anlamı özenle incelenmeli. Öncelikle Dev Turizm İş gibi sendikaların hızlı bir biçimde işyerlerini örgütleyerek yetki alması, buna bağlı olarak barajı aşma hamlesi yapabilmesi olanaklı hale gelmekte. Bu maddeden DİSK ve Türk-İş’e bağlı 7 sendika yararlanacak.

Bu sendikaları yapacakları hamlede ön koşulsuz desteklemek sendikalar içindeki ön yargının kırılmasına önemli bir katkıda bulunacaktır. Burada önemli bir konu dikkatlerden kaçmamalıdır. Sendikalar daha başlangıcından bu yana sürekli olarak politik hareketlere dayanarak var olabilmişlerdir. Politik hareketler ne kadar güçlü ise o kadar sınıfa hizmet etmişler, politik hareketlerin zayıf düşmesi ile sınıftan uzaklaşmışlardır. Bu anlamda bugün ülkede yükselen politik hareket, sendikaların derdine deva olacak tek ilaçtır.

Ancak daha ilginç olan konu, bu maddenin Anayasa’nın eşitlik ilkesine aykırılığının doğuracağı sonuçlar. Örneğin; BATİS gibi sendikalar bu kapsam içinde değil. Bu durumda BATİS bir işyerinde çalışanların yarısından fazlasını üye yaparak TİS yetkisi isteyebilir. Bakanlık bu yetkiyi kabul etmeyecektir. Bu durumda konu Anayasa Mahkemesi’ne götürülüp eşitlik talep edilebilir.

Başka bir deyişle barajda bir delik açılmış oluyor, bunu ciddiye alarak barajın tümüyle yıkılması hamlesi yapılabilir. Bunun için atılacak ilk adımlar önemli. Çünkü söz konusu yetki talep süresi bir yılla sınırlı. (Nisan 2016’ya kadar)

Yol Haritası

Yukarıda belirtildiği gibi sorun iki boyutu ile birlikte ele alınmalıdır, yeniden yapılanmanın çerçevesi ve somut örgütlenme adımları. Bunun için ilk elden bir Koordinasyon Kurulu oluşturulması gerekmektedir. Kurul üyelerinin tespiti ve görev çerçevelerinin çizilmesi en kısa zamanda yapılmalıdır. Kurul ilk toplantısında bunun için gerekli kadro ve mali desteği hesaplayarak alanda çalışmaları başlatmalıdır.

İlk etapta, söz konusu 7 sendika değerlendirilmeli, bu sendikalarla kurulacak ilişkinin çerçevesi çizilmelidir. Diğer bağımsız sendikaların tespiti ve yukarıda sözü geçen yasal girişimlerin yapılması için de ortaklaşa bir yol haritası yapılması denenmelidir.

Buna paralel olarak yeniden yapılanma için başlatılacak tartışmaların nasıl yürütüleceği de kararlaştırılmalıdır. Bu çerçevede çalışmaları yürütecek kadroların eğitimi tartışmaların bir parçası olarak düzenlenmelidir.
Gerek yapılan çalışmalara ilişkin haberler, gerekse de söz konusu tartışmalar yayın organları aracılığıyla yaygınlaştırılmalı, gerekli olduğunda broşür ve benzeri destek yayınlar çıkarılmalıdır.

Demokratik Ekonomide Üretimin Yeniden Örgütlenmesi

Sendikal hareketin doğuş döneminde çalışanlar için örgütlenme sadece işyerinde örgütlenme ile sınırlı değildi. Sınıf dayanışmasının hayatın her alanında örgütlenmesi için sosyal konut inşasından dayanışmacı tüketime kadar her alanda girişimlerde bulunulmuştu. Kapitalizmin gelişmesi sonucu bu alanlar birer birer terk edildi. Bugün pazar ekonomisinin insanlığı bir uçurumun kenarına getirdiği görülüyor. Yalnızca sınıf dayanışmasının yeniden örülmesi değil ekonominin yeniden yapılandırılması artık bir gereklilik. Kuşkusuz bu tek başına sendikaların başaracağı bir görev değil. Ama sendikalar bu süreçte önemli bir rol oynayacaklardır.

Tüketim, yaşam kolektiflerinin yanı sıra üretim kolektiflerinin kurulması sendikalarla birlikte gündeme alınmalıdır. Özellikle Latin Amerika ülkelerinde son yıllarda gündemden düşmeyen üretim kolektifleri deneyleri ile Rojava’daki benzer deneylerin yan yana getirilmesi bizlere yeni ufuklar açacaktır.

Benzer şekilde Batı Avrupa’da sendikalardan bağımsız olarak ortaya çıkan tüketim ve yaşam kolektifleri de tartışmaların gündemine taşınmalıdır. Bu tartışmaların Bölge’de ve metropollerde farklı biçimlerde yapılması gerektiği ise gözden kaçırılmamalıdır. Bu tartışmaların DTK ve HDK Emek Meclislerine taşınarak hayata geçirilmesi mümkündür.

Bu konuda çalışmaların hangi çerçevede yürütüleceği ve yol planının belirlenmesi için ön çalışmalara başlanması gerekmektedir.

Hedef Büyütme

Sendikal hareketin yeniden yapılandırılması için bir sonraki aşamada, her iki çalışmanın sentezinin yaratılması sonucu ortaya çıkacak olan örgütlenme modeli öncelikle çalışmanın sürdürüldüğü sendikalarda gündeme taşınmalı, gerekli tüzük değişiklikleri için girişimlerde bulunulmalıdır. Bunun doğrudan sonucu diğer sendikalarda benzer tartışmaların başlatılması olacaktır.

Bu aşamada diğer ülkelerdeki tartışmalar dikkate alınarak, tartışmanın uluslararası bir boyutta sürdürülmesi için girişimlerde bulunma noktasına sıçranabilir.

Sendikal hareketin, demokratik ekonominin örülmesi çalışmalarının bir parçası olarak kavranması ile somut adımlar atmak mümkün hale gelecektir.

HDK Emek Meclisi’ne Öneriler

7 Haziran sonrası oluşan yeni durum bu konuda ilk adımların atılabileceğini gösterdi. Bu çerçevede HDK Emek Meclisi’ne aşağıdaki öneriler sunuldu. Ancak erken seçimin gündeme gelmesi bu önerilerin tartışılmasını şimdilik erteledi. Öneriler şu şekilde:
Seçim sonuçlarının ortaya çıkardığı imkanları ve bunların nasıl gerçekleştirilmesi gerektiği emek alanı için ayrı bir önem taşıyor. Kürdistan direniş hareketinin Gezi İsyanı ile yan yana gelmeye başlamasını başarının önemli halkalarından biri olduğunu kabul edersek, Bursa ‘metal fırtınası’ ile ortaklaşma bu başarının devamını getirecek demektir.
HDP ve vekilleri bu anlamda zaman geçirmeden aynı zamanda sınıfın temsilcileri olduklarını somut adımlarla göstermek zorundadır. Bunun için atılması gereken ilk adım yerel emek meclislerinin nasıl oluşması gerektiği tartışmasıdır. HDK EM bunun için bir ‘Örgütlenme Komisyonu’ oluşturmalı, bu komisyonun tarafından hazırlanacak bir ‘Eylem Planı’ doğrultusunda harekete geçilmelidir. Örgütlenme Komisyonu bu amaçla HDK Kadın, Gençlik Meclisleri ile ortak çalışma imkanlarını da araştırmalıdır.
İkinci önemli adım ise HDK EM olarak diğer ‘emek örgütleri’ ile ortak çalışma zemininin araştırılmasıdır. Başta sendikalar olmak üzere sınıfı ilgilendiren konularda nasıl ortak bir çalışma mümkün olabilir sorusu cevaplandırılmalı, bunun için gerekli kurumlaşmalar tartışmaya açılmalıdır.
Bu iki başlığın ivme kazanması ise seçilen vekillerin yapacakları çalışmalarla sağlanmak durumundadır. HDK EM parti yönetiminden, bu alanda çalışacak vekilleri görevlendirilmelerini talep etmelidir. Bu vekillerle birlikte yapılacak düzenli toplantılar sonunda ‘politik bir yol haritası’ ortaya çıkarılmalıdır. Politik yol haritası bir yandan mecliste yapılacak çalışmalar, bir yandan yerellerde yapılacak etkinliklerden oluşmak durumundadır.
Meclis çalışmaları geçmişten farklı olarak, sadece soru önergeleri biçiminde değil, mevcut yasal düzenlemelerin çalışanlar lehine nasıl değiştirileceği ekseninde olmalıdır. Daha önceki meclis aritmetiklerinden farklı olarak bugünkü mecliste bu konularda çoğunluk oluşturulacak bir ortamın yaratılmasının mümkün olduğu veya mümkün hale getirileceği kabul görmek zorundadır. Taşeron sorunundan, işçi sağlığı iş güvenliği sorununa kadar her alanda meclis çoğunluğunu sağlayacak öneriler hazırlanmalı ve çoğunluğu sağlamak için diğer partilerle meclis komisyonlarında ortaklaşmanın sağlanması hedeflenmelidir.
Yerel EM’lerinin oluşması ile birlikte gene vekillerle birlikte yerel emek sorunları gündeme getirilmeli, bu sorunların çözümü için yerel sendika ve emek kurumları ile ortak çalışma zemini yaratılmalıdır. Gerekli olduğu yerlerde bu çalışmalara vekillerin desteği sağlanmalıdır.
Mevcut HDK EM’nin bunları yapacak kapasiteye sahip olmadığı gerçeğinden yola çıkarak meclisin nicel ve nitel kalitesinin yükseltilmesi için gerekenlerin tespiti ve bunların sağlanması için yürütmeden gereken karar ve yardımların talep edilmesi ayrıca tartışılmalıdır.

Not: Bu yazı sadece bir öneri için ilk düşünceler olarak kaleme alındı, konuların ele alınışı ilk bakışta yüzeysel ve uçuk olarak görülebilir. Önerilerin anlaşılabilmesi için daha önce yayınlanan,
-‘Demokratik Ekonomi’de Emek
– Sendikalar ve Sınıf Hareketinin Kurumları
– Yeni Sömürgecilik ‘Süreci’
-İşçi Meclisleri
başlıklı yazıların ek olarak dikkate alınması yardımcı olacaktır.

‘DEMOKRATİK EKONOMİ’DE EMEK
Bu hafta sonu Demokratik Toplum Kongresi’nce düzenlenecek olan Demokratik Ekonomi Kongresi’nin gündeminde “alternatif ekonomi modelleri çerçevesinde komün ve kooperatifler üzerine tartışmalar” bulunuyor. Yapılan açıklamada kongre amaçları arasında “ilkeler” ve “gerçeklik” arasında ortaya çıkan farklılıkları ortadan kaldıracak “somut çözümler” de bulunmakta.
Başka türlü ifade edilecek olursa, bugüne kadar derinlemesine tartışılan konular, artık hayata geçirilme aşamasına gelmiş durumda. Bu süreç içerisinde gerek çalışanların gerekse de onların sendika gibi kurumlarının rolü üzerine bir tartışma kaçınılmazdır.
DTK’nın daha önce yapılan “Demokratik Özerkliğin Ekonomisi” çalıştayında haklı olarak “Hiçbir toplum ya da siyasal ve sosyal sistem kendi ekonomik modelini gerçekleştirmeden kendini var edemez” tespiti yapılmıştı. Demokratik özerklik esas olarak toplumu, “aşağıdan yukarıya” yeniden yapılandırmayı hedeflediğine göre, ekonomik alanın da bu çerçevede yeniden yapılandırılması esas alınacaktır.
O zaman en alta giderek bu yapılanmanın nasıl olacağı tartışılmalıdır. Bu konunun teorik tartışmasını bir yana bırakarak, bugün Bölge’de bunun nasıl yapılacağı konusuna cevap arayalım. Konumuz genel olarak ekonomi, özel olarak işçi hareketi olduğundan somut bir öneriyi nasıl hayata geçiririz sorusuna cevap arayalım.
Mevcut yasal çerçeveye göre yerel idareler, istesinler veya istemesinler, halka sunmak zorunda oldukları hizmetlerin bir bölümünü, kendileri yapmak yerine satın almak zorundalar. Bu zorunlu “özelleştirme” hem vurgun düzenine kan aktarmakta, hem de taşeronlaştırma faciasına yol açmaktadır. Bu konuda belediyelerin eli kolu bağlıdır ancak sendika gibi meslek kuruluşları için aynı şey söylenemez.
Sendikalar haklı olarak taşeronlaştırmanın sona erdirilmesini talep ediyorlar ancak talep etmek yetmiyor, en azından AKP’nin hükümet olduğu sürece bu düzeni değiştirmeyeceği açık. İş başa düştü diyerek kolları sıvamak bir gereklilik. Mümkün mü sorusunu bir kenara atıp şöyle bir “hayal” kuralım. Belediyelerin hizmet alımı için yapılacak ihaleye girecek bir şirketin, ihaleyi kazanması halinde, çalıştıracağı işçilerle bir toplu iş sözleşmesi yaptığını düşünelim.
Bu sözleşme çerçevesinde “Herkesin kendi işinin ve işyerinin emekçisi olduğu bir ekonomik üretim sistemi” oluşturmak mümkün değil midir? Bu işin “demokratik bir temelde kurulması, işletilmesi ve yönetilmesi”ne bir engel var mıdır? Çalışanların “karar alma sürecine katılması, yönetimin demokratik bir biçimde seçilmesi” bu sözleşme kapsamında gerçekleştirilemez mi?
İhaleyi alan şirketin, yukardaki ilkeler doğrultusunda yapacağı bir toplu iş sözleşmesi ile yukardaki prensipler doğrultusunda oluşacak bir “işçi kolektifi” ile belediyeye bu hizmeti sunması mümkün. Bu durumda kuşkusuz şirketin karı asgari düzeyde gerçekleşecektir. Hatta şirketin oldukça “hayırsever” olması da elbette mümkündür, ettiği karı da toplum yararına harcayacak kadar hayırsever!
Nerede böyle bir şirket diye sormayalım lütfen, elbette henüz böyle bir “şirket” yok, önerimiz de zaten böyle bir şirketi “yaratalım” şeklinde. Kimler yapsın derseniz, sendikalar ve sivil toplum kuruluşları el ele neden yapamasın demek mümkün. Yasalar? Evet, yasalar buna engel değil, en azından bu prensipler çerçevesine uygun bir yapı mümkün. E, biraz da hukukçulara iş düşsün.
Sendikalar taşeronu ortadan kaldırmak için böyle bir adım atmak zorunda. DTK için ise bu öneri alternatif bir ekonominin bir “tuğlası” olabilir. Üstelik bölgedeki belediyelerin önemli bir kısmı söz konusu “hizmet alımından” rahatsız, böyle bir öneri onların da önünü açacaktır.
Öte yandan sözü edilen “işçi kolektifleri” demokratik özerkliğin sağlam bir yapı taşı olmaya adaydır. Bölgedeki kapitalizmin ortadan kaldıramadığı “geleneksel üretim” ile birlikte bir altyapı oluşturulabilir. Biliyoruz, hayalleri gerçekleştirmek için mutlaka “ateşi çalacak Prometheus”lara ihtiyaç vardır, yoksa ne insan insan olur, ne de toplum toplum. DTK çalıştayında denildiği gibi “Alınması gereken mesafe hala fazladır, fakat asla olmayacak bir ütopya değildir.”

SENDİKALAR VE SINIF HAREKETİNİN KURUMLARI
Bugüne kadar sınıf mücadelesinin siyasal ve ekonomik mücadele kurumları üzerine yapılan tartışmalar hala derine inmiş değil. Sınıfın nitel ve nicel değişmelerine denk düşen örgüt biçimleri hala el yordamı ile bulunuyor. Bu konuda dişe dokunan bir tartışma ise ufukta görünmüyor.
Ekonomik mücadele alanı konusunda bir tartışma başlatmak için bir ön tespit gerekli. Ekonomik alan denince akla ilk gelen sendikaların başarılarının altında sürekli olarak bir politik yapılanma olduğu çoğu kez unutulur. Bu nedenle sendikaların içinde bulundukları krizden çıkmaları öncelikle politik örgütlerin güçlenmelerine bağlıdır tespiti yapılmalıdır.
Ekonomik alan denince sendikaların yanı sıra geçmişte kooperatif, dayanışma kasaları gibi kurumlaşmalar yaratıldığı bilinir. Sınıfın sorunlarına cevap vermek konusunda sendikaların bu tür kurumlara öncülük ettiği de. Ancak günümüzde özellikle sınıfın yapısının giderek daha heterojen hale gelmesi ile sendikaların hem kendi yapılarını buna denk hale getirmeleri, hem de diğer kurumlaşmalar artık hayati bir hale gelmiştir. Her iki alanda önümüzde duran sorunlar ve bunun çözüm yolları nelerdir?

Sendikalar Nerede Durmakta?
Resmi rakamlar meydanda, çalışanların neredeyse üçte biri sigortalı/kayıtlı olarak çalışıyor. Bunların ise onda birinden daha azı sendikalara üye. Üyelik için noter şartının kaldırılması sendikalara yeni bir imkan getirmemiş gibi gözükmekte. Tam tersi yeni yasa sendikaların önünü daha da tıkamakta. Hemen hemen her sendikanın başının üstünde bir işkolu barajı satırı sallanmakta. Yeni Torba Yasa ile üç sendikal federasyonun üyesi sendikaların yetki barajlarınının tedrici olarak %3’e çıkarılmasını iptal etti. Başka bir deyişle bir federasyona başlı iseniz işkolu barajınız %1’de kalacak, değilseniz %3.
Yeni yasa çıktıktan sonra görüldü ki işkolu barajı, işkolu sayısının 20’ye düşürülmesi ile neredeyse eskiyi aratır bir durum yaratmakta. Geçiş döneminde %1 olan baraj pek çok sendikayı yetkisiz hale getirmişken, bunun 2018’de %3’e çıkması sonucu bütün sendikaların barajın altında kalmasına neden olacaktı. Sorun, bağımsız sendikalar için bir hilkat garibesi eşitsizlik yaratılarak şimdilik çözülmüş durumda.
Gerek bu durum gerek malum sendikacılık anlayışı, sendikaların kendi dertleri ile uğaşmaktan sınıfın dertlerine zaman ayıramama (!) sonucunu doğurdu. Elbette geleneksel olarak sendikaların, en azından sınıfın bir bölümü için bir gereklilik olmaya devam ettikleri açık. Ancak bu sendikaların kendi örgüt anlayışını değiştirmeleri zorunluluğunu ortadan kaldırmamakta.

Sigortasızların Sendikası
Yasaların belirlediği sendika anlayışının yansıra yeni tip sendikalara da ihtiyaç ortadadır. Herşeyden önce sigortalı/kayıtlı çalışmayanların sendikal örgütlenmeleri nasıl olmalıdır sorusuna elle tutulur bir cevap gereklidir. Yasaların belirlediği sınırlar içerisinde sigortasızların sendikal mücadeleye katılımı için akla ilk gelen cevap; işçilerin e-devlet üzerinden üye olması yerine doğrudan sendikalara üye olmalarını sağlayacak bir örgütlenme anlayışı, bir tüzük değişikliği olanağı araştırılmalıdır.
Bu durumda sendikalarda iki ayrı türden sendika üyesi ortaya çıkacaktır. Tüzük bu anlamda bu farklılığı ortadan kaldıracak bir anlayışa sahip olmalıdır. Baraj derdine düşmüş olan sendikalar bu tür örgütlenmeleri bir yük olarak göreceklerdir. Ancak bu durumun sendikalara yeni bir imkan yaratacağı da unutulmamalıdır.

Sendika Aidatı
Öte yandan sigortasızların ayrı bir sendikal örgütlenme modeli de tartışmaya açılmalıdır. Özellikle bağımsız sendikalar için bu yeni bir perspektiftir. Bunun önündeki engel olarak görülen sendika aidatı artık bir çözüme kavuşturulmalıdır. Mevcut durumda sendikalar e-devlet üzerinden üye kazanmakta, işkolu barajını aştıktan sonra, toplu iş sözleşmesi yaparak işveren üzerinden sendika aidatlarını almaktadırlar.
ABD gibi ülkelerde ‘Chek-off’ sistemi olarak adlandırılan bu sistem, sendikaları maddi açıdan işverene tam bağımlı hale getirdiğinden, AB ülkelerinde daha çok karma sistemler ortaya çıkmıştır. Esası, sendika aidatının bir kısmının işveren üzerinden tahsili, geriye kalanının işçinin kendisinin ödemesidir. Bu durum işçi ile sendika arasında daha yakın bir ilişki ortaya çıkarmaktadır. Ülkemizde sendikal hareket, aidatın sadece toplu iş sözleşmesine bağlanmasını aşmak zorundadır.
Diğer Tip Sendikalar
Ülkemizde biraz el yordamı biraz taklitle ortaya çıkan kadın, gençlik, işsiz ve emekli sendikaları üzerine neredeyse hiç tartışma yapılmıyor. Gerek ülkemizde gerekse de diğer ülkelerdeki deneyler biriktikçe bu konuda artık bir derlenip düzenleme aşamasına gelinmektedir.
Esas olarak bu kurumların mevcut sendikal düzenin dışında kaldıkları ortadadır, ancak varlıkları bir gerekliliktir. Sorun örgütlenme ve mücadele yöntemlerinin geliştirilmesidir. Bu alanın aktörlerinin bir araya gelerek sorunları masaya yatırmayı ve ortak çözümler üretmeyi gündemlerine almaları gereklidir.
Çalışanların haklarını korumayı amaçlayan, genelde yerel veya bir konu ile sınırlı kalan çeşitli adlardaki işçi kurumları içinde benzer şeyler söylemek mümkündür. Bu çerçevede ‘sokak sendikacılığı’ kavramı da tartışılmalıdır. Mücadelenin yarattığı özgür alanlarda, yasaların sınırlamalarını aşarak yürütülen hak mücadelesinin kamuoyunda meşruluğu ilan edilmelidir.

Her Alanda Kurumlaşma
Sınıfın bütün ekonomik sorunlarını sendikaların üzerine yüklemekten vazgeçerek her alan için kendine özgü kurumlaşma gerçeği kendini dayatıyor. Örneğin işçi sağlığı, iş güvenliği artık sendikalara bırakılmayacak kadar toplumsal önem kazanmış durumda.
Çalışanların mesleki öğreniminden tüketim kooperatiflerine kadar bir dizi sorun için benzeri şeyler söylemek mümkün. Bu tür kurumlaşmalar için daha cesur olunması, daha az acaba soruları sorulması lazımdır.

YENİ SÖMÜRGECİLİK ‘SÜRECİ’
2013 Newroz’u ile yeni bir sürecin başladığı konusunda hemen hemen herkes fikirbirliğinde. Ancak bu sürecin tam olarak ne olduğu konusunda tam bir karmaşa görülmekte. İlk bakışta göze çarpan sürecin kendisinden çok biçimi üzerinde tartışmalar yoğun. Silahlı mücadele yürütenler sınır dışına çıkma hazırlıkları yaparken diğer taraf “silahları bırakın da sınır dışına çıkın” diyebiliyor.
Göze çarpan başka bir değerlendirme bu sürecin en fazla kimin yararına olduğu. Hükümetin başı savaş kazanmış muzaffer komutan tafrasında, bakanları açıkça ‘havlu attılar’ diye hava atmaya bayılıyorlar. Hatta hava atma konusunda en çekimser olan Maliye Bakanı Şimşek bile “Süreç başarılı olursa Türkiye ekonomik açıdan uçar!” diyebilmekte!
Kürt tarafı ise oldukça mütevazı. Kürt kimliğinin kabul edilmiş olması, hükümetin resmen kendi temsilcileri ile görüşmesi kazanç hanesine yazılanlar. Kuşkusuz toplumun Alevi kimliğini tanımasını takiben Kürt kimliğini de tanıması demokratikleşme açısında önemli bir kazanç. Her ne kadar bu her iki konuda da ayrımcılığın bitmediği bir gerçekse de alınan yolun da küçümsenmemesi gerek.
Gazetelere yansıyan haberlere göre süreçten en çok memnun kalanların başında ‘iş çevreleri’ gelmekte. Ülkelere kredi notu veren Fitch’e göre süreç ‘yeni not’ habercisi ve ‘süreç ekonomiye olumlu yansıyacak’mış. TÜSİAD Başkanı Yılmaz ise “İmralı sürecine destek sunmayı sürdüreceklerini” söylemiş.
Türkiye’nin Davos’u olarak lanse edilen Uludağ Ekonomi Zirvesi’ne bu yıl ‘terörle ilgili çözüm süreci’ damgasını vurmuş. Haber şu şekilde devam ediyor, “Çözüm süreciyle ilgili konuşan Türkiye’nin önde gelen iş adamları, sürecin olumlu sonuçlanması halinde Türkiye ekonomisinin büyük bir sıçrama yaşayacağı görüşünde. Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın “Çözüm olmazsa 2023 hayal olur” sözlerine de destek veren işadamlarına göre bölgeye yatırımlar artacak, Türkiye daha da güçlenecek. Zirveye katılan birçok işadamı da bölgeye şimdiden yatırım sözü verdi.”
Zirveye katılan kriz kahini Roubini’nin “Türk-Kürt barış süreci başladı”, “Türkiye en büyük başarı hikayeleri arasına girebilir” demesi ise boyalı basını iyice coşturmuşa benziyor. Kahini duyan Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan daha da coşuyor, Türkiye’yi dünyanın ilk 10 ekonomisi içine sokacaklarından ve ihracatı 500 milyar dolar seviyesine getireceklerinden dem vurmaya başlıyor.
Olaya iyice kendini kaptıran Sabah gazetesi ise ‘Çözüm süreci ekonomisi’ adı altında bir yazı dizisi başlattı. “Çözüm süreci sokağa hızlı yansıdı. Ticaret 10 günde % 17 arttı” denerek başlıyor yazı dizisi. Bu veriler neye dayanarak yapılmış belli değil ama konuşulan varlıklı ailelerin yatırım niyetleri tartışılmaz.
Furyaya yabancı basın da katıldı. Financial Times gazetesi sayfalarında Türkiye’deki çözüm süreci ve barışın maddi getirileriyle ilgili bir yazıya yer verdi. “Kürt azınlık ile yapılacak olan barış, Türk yatırımların ve ticaretin bölgenin Kürt ağırlıklı diğer bölümlerine de girmesini kolaylaştıracak”mış.

Neler Oluyor?
Tartışmalara konu olan yer Kürtlerin yaşadıkları coğrafyadır. 80 yıl önce bu coğrafya ile ilgili olarak yapılan tespitler şu şekilde idi:
“Bugün Türkiye nüfusunda önemli bir toplam tutan iki ulusal varlık var: Türklük-Kürtlük. Siyasal, ekonomik egemenlik ve üstünlük Türk burjuvazisinde olduğu için, Kürt halkı mistik ve belirsiz “Doğu illeri” sözcüğü altında, özel ve gizli bir sömürge, şiddetli bir asimilasyon ve daha doğrusu bir yok etme siyasetine uğratıldı.
“Bunun böyle oluşu, Türk burjuvazisinin orada henüz aldatabildiği çalışkan Türk kütleleri, kısmen ulus demagojisiyle intihara uysallaştırabilmesi; burada (yani Doğuda) ise Kürtlüğü Türk ulusu yapmanın olanaksızlığı yüzünden soygununu, düpedüz ve açıkça yalnız “süngü” gücüne dayanarak yapmaya zorunlu tutulması yüzündendir.” (H. Kıvılcımlı, İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark))
Geçen süre içinde bu gerçeklerin önemli ölçüde değiştiği bir gerçekliktir. Sözü edilen ‘asimilasyon’a, ‘süngü gücü ile soygun’ ile istenilen sonuca bir türlü ulaşılmadı. Bu süreç içinde köprülerin altından çok sular aktı, konumuz açısından değinilmesi gereken özel bir süreç ise, klasik sömürgeciliğin evrimleşerek ‘yeni sömürgeciliğe’ dönüşmesidir.
Özellikle İkinci Evrensel Paylaşım Savaşı sonrası sömürge halkları dünyanın üçte birine yayılan sosyalist sistemden de güç alarak metropollerde isyan bayrağı açtılar. Artık buralarda ‘süngü gücü’ ile egemenlik sürdürmek imkansız hale geldi. Öte yandan kar oranlarının artırılması için pazarların genişletilmesi, daha fazla tüketici gerekmekteydi. Sömürge halklar tüketici yığınlarına dönüştürülmeliydi.
Ve birbiri ardından sömürge ülkelerin bağımsız ülkeler haline gelmelerinin önü açılmaya başlandı. Artık askeri işgal dönemi bitmiş, ekonomik işgal başlamıştı. Sürecin ayrıntılarını sıralamaya gerek yok, kapitalizm bu hamlesi ile yeniden dünyayı işgal etti, sonuçlarını bugün görüyoruz.
Yeni sömürgeleşme sürecinde Türkiye burjuvazisi Kürdistan’ı klasik sömürge statüsünde bırakmayı sürekli olarak bir avantaj olarak görmeye devam etti, aynı yöntemlerle sömürüsünü devam ettirme yolunda ısrarlı oldu. Dünyada esen rüzgarların farkına varan bazı sermaye kesimlerinin yeni sömürgecilik yoluna gitme önerileri, kendini o kadar güçlü görmeyen sermaye çoğunluğu tarafından bir türlü dikkate alınmadı.
12 Eylül ülkedeki egemen burjuvazinin üzerinde de değişikliklere neden oldu. Özellikle üretim yaparak büyüyen ‘sonradan görme’ sermaye çevreleri giderek güçlenerek güneşin altında yerlerini istemeye başladılar ve AKP iktidarı ile ‘hak ettikleri’ yeri almaya başladılar. Tıpkı sonradan gelen Prusya burjuvazisi gibi onlara da artık paylaşılmamış pazar kalmamıştı. Pazar elde etmek için çıktıkları ilk yol ‘Müslüman misyonerliği’ oldu. Ancak ‘Dünya Pazarına’ açılma hayalleri istedikleri hızla gitmiyordu. Prusya gibi savaşla pazar elde etmenin rüyasını bile göremediklerinden dikkatleri ‘içe çevrildi’.
Orta Asya’da Afrika’da ürettikleri mallara tüketici arayanlar ‘kendi ülkeleri’ndeki milyonlarca (Kürt) tüketiciye mal satma, bu coğrafyaya sermaye yatırma (ihraç etme), kendine bağımlı bir ‘endüstri’ yaratma mümkün mü diye sormaya başladılar. Prusya gibi sonradan gelmeyi ataklıkla dengelemek en akıllıca yol olacaktı.
Kuşkusuz bu süreç Kürt Özgürlük Hareketi’nin son yıllarda ulaştığı seviye ile daha da hızlandı. ‘Süngü gücü’ artık işe yaramıyordu, üstelik maliyeti arttıkça artıyordu. Neden bir taşla iki kuş vurulmasın ki?
Sabah gazetesinde Şeref Oğuz ‘Barış Ekonomisi’ adlı yazısında belirtiyor: ‘“Güneydoğu’da sürecin getirdiği ekonomik canlanmayı, arkadaşımız Metin Can’ın bizzat bölgedeki incelemelerinden izliyoruz. Yüzlerce rafından indirilen proje söz konusu ve bunların hayata geçmesi için girişimcilerin daha cesur adımlarını okuyoruz”, “Barışın ekonomisi, savaşın ekonomisinden daima büyük olmuştur. Çözümsüzlükten beslenen ekonominin aktörleri, yavaş yavaş teşhis edilip, açığa çıkmaktadır”, “Barışın ekonomisi yalnızca Doğu ve Güneydoğu’yu yeşertmekle kalmayacak, yüksek büyüme liginden düşen Türkiye’yi de yeniden hızlı büyüme trendine oturtacak.”
İyi güzel de bu ‘güzel emeller’ gerçekleşebilir mi? ‘Sürecin’ ekonomik amaçlarına ulaşma şansı ne kadardır? ‘Süngü gücü’ yerine ikame edilmeye çalışılan ‘ekonomik zor’, yani sermayenin gücü yeterli midir?
Süreçle ilgili söylenen çok şey var, ama sürecin kendisi nedir, ne olacaktır sorusuna bir yanıt bulmak için ekonomik boyut gözlerden ırak tutulmamalıdır. Sürecin hem Kürt Özgürlük Hareketi’ne hem de Türkiye Demokrasi Hareketi’ne düşen görevleri bir de bu açıdan irdelenmek zorundadır. Deyim yerindeyse 2013 Türkiye’sinde ‘İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)’ yeniden yazılmalıdır.

İŞÇİ MECLİSLERİ
Ülkemizde sendikaları eleştirmek için pek çok nedenin bulunduğu bir gerçeklik. İşçi sınıfının ülkemizde doğuş şartları dikkate alındığında, kapitalist gelişmenin çarpıklığı öyle veya böyle sendikal örgütlenmeye yansımış. Sınıfın politik iradesi belirleyici olmaya başladığı şartlarda bu çarpıklık aynı oranda gerilemiş. Bunun tarihsel gelişimini irdelemek oldukça öğretici olacaktır. Ancak günümüzde politik iradeye bağlı olarak ortaya çıkan yeni sendikal perspektifler de irdelenmelidir.
Bunlardan bir tanesi sendikal mücadele içinde yeşermeye başlayan işçi meclisleridir. Kuşkusuz işçi hareketi içerisinde işçi meclisleri ve benzeri kurumlaşma örnekleri oldukça fazladır. Ancak Devrimci Turizm İşçileri Sendikası’nın bir bölgede yaptığı ‘işçi meclisi’ çağrısı yeni bir anlayışın ürünü olarak dikkat çekmekte. Sendika tarafından yapılan bir çağrıda şöyle denilmekte:
“Güvencesiz-sigortasız çalışma! Bazen yemek paydosu bile vermeden çalıştığımız uzun çalışma saatleri ve bütün sorunlarımızın çözümü kendi ellerimizde! Kafe-bar çalışanları örgütleniyor, kendi meclislerini kuruyor. Haydi meclislerde buluşalım!” Neden böyle bir çağrı?
Sendikanın verilerine göre bu işkolunda çalışanları sayısı, özellikle turizm sezonunda 2.5 milyon, resmi verilere göre ise 700 binin üzerinde. Başka bir deyişle iyimser bir hesaplama ile her üç çalışandan biri sigortasız, yani gayri resmi çalışmakta. Yeni sendikalar yasası bilindiği gibi, sendika üyesi olmak için resmi çalışmayı şart koşmakta. Bunun sonucu her üç çalışandan sadece biri sendikaya üye olabilmekte. Ya geriye kalanlar?
Yasanın öngördüğü barajı aşıp toplu iş sözleşmesi yapmak isteyenler için geriye kalanların hiç bir anlam ifade etmeyeceği açık. Sendikaların büyük bir kısmı için toplu iş sözleşmesi temel amaç veya en azından en önemli amaç. Sözleşme olmadan sendikalar aidat almayı akıllarına getiremedikleri için bir gelirleri olmamakta, bunun sonucu örgütlenme çalışmaları neredeyse imkansız hale gelmektedir.
Bu fasit çemberi kırmanın tek yolu politik iradedir. Bu anlamda yapılan çağrının anlamı mevcut durumdaki politik iradenin yansımasıdır. Bir Türkiye partisi olma iddiası ile kurulan HDP ve HDK’nin aynı zamanda ‘meclisler’ biçiminde bir örgütlenme anlayışını da beraberinde getirdikleri biliniyor. Kürt illerinde hızla ve başarılı bir biçimde hayata geçirilen bu yeni anlayış, batıda da yankı buluyor. Daha doğrusu yankı buldukça, batıda politik hareket yükseliyor, yükselecek.
Ancak bu anlayışın yaşanan alan veya bölgenin anlayışına göre şekillenmesi bir zorunluktur. Yukarda verilen örnekten devam edelim. Tek amacı sözleşme olmayan bir sendikanın, sigortalı sigortasız bütün çalışanları örgütleyebilmesi için bir çerçeveye ihtiyacı olacaktır. İşçi meclisleri günümüzde tam da bu çerçeveyi sunacak somut bir anlayıştır.
Çağrının yapıldığı Kadıköy bölgesinde irili ufaklı kafe ve barlarda çalışanların ne kadarı sigortalı ne kadarı sigortasız bilinmiyor. Çağrıda da belirtildiği gibi çalışanların sorunları bir tek sözleşme yapılarak çözülecek boyutta değil, alabildiğine karmaşık sorunlar yumağı ile karşı karşıyayız. Bu durumda ilk adım olarak sigortalı sigortasız tüm çalışanları bir araya getirecek bir yapılanma gerekli. Yukarıda belirtilen nedenle bu yapının bir ‘meclis’ olması bu anlamda bir tesadüf değil.
Gene tesadüf olmayan başka bir konu bu meclisin bir forum biçiminde toplantı yapmasının dile getirilmesi. Biliniyor, Kadıköy Gezi İsyanı sırasında ve sonrasında en aktif bölgelerden biri olmuştu. Bu anlamda örgütün çalışma biçiminin forum olarak akla gelmesi doğal bir sonuç.
Çağrının önemi de tam bu noktada, bir yanda Kürt Hareketi’nin halk örgütlenmesinde somut deneylerden çıkardığı meclis anlayışı, bir yanda batıdaki bir düzen karşıtlığının kendiliğinden yarattığı forum tipi tartışma platformu. Deyim yerindeyse iki ayrı dinamiğin buluşması.
Çağrı ne kadar hayat bulacaktır, yaşayıp göreceğiz. Ama önümüzdeki engelleri aşmak istiyorsak sızlanma ve şikayetleri bir yana bırakarak bu tür çağrıları çoğaltmayı, yeni mücadele ve örgütlenme yöntemlerini cesurca denemek zorundayız. En azından Yunanistan ve İspanya kadar.