Sosyalizm, İktidar Sorunu ve Özyönetimler – M. Sinan Mert

20. yüzyıl sosyalizminin en büyük zaafının iktidar alanında olduğu söylenebilir. İktidarın sınıf adına inşası görevinin büyük oranda sınıfın öncü partisi tarafından üstlenilmesinin, sınıfın kendisinin iktidar ilişkisinin dışında kalmasına yol açtığı açıktır. Öncünün kuruluş adına ortaya koyduğu planlamanın, üretici güçler teorisinin yanlış bir yorumuna dayanması, bu planlamanın sınıfın adına kurulan iktidarla sınıfı karşı karşıya getirmesi ve bunun yarattığı büyük yarılmanın yol açtığı yabancılaşma 20. yüzyıl sosyalizminin krizini üretmiştir. Bu krizin ağırlığının hala hissedildiği ortadadır.

Oysa dünyanın sosyalizme her zamankinden çok daha fazla ihtiyacı vardır. Özellikle 2000’li yıllarla birlikte küresel kapitalist sistemin içine düştüğü sistemik kriz tablosu, kitlesel halk hareketlerini ve devrimci çıkışları yeniden tarihin ön sahnesine çıkarmaktadır. Bu isyanların kurucu bir iradeye dönüşememiş olsalar da yarattığı büyük heyecan, devrimci bir iktidarın yönetme biçimi üzerine tartışmaları geliştirmektedir. Sokaklara dökülen kitlelerin en önemli taleplerinden bir tanesinin daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük olduğu açıktır. Liberal demokrasi anlayışının biçimsel özellikleri ve sınırlılıkları sorgulanmaktadır. Temsili demokrasinin yetmezlikleri, siyaset ile iktisat arasına çekilen yüksek duvarların sorgulanması, ezilenlerin hem siyasi iktidardan hem de üretilen kümülatif zenginlikten daha fazla pay talep etmeleri, kapitalizmin yarattığı çelişkilerin sürdürülemezliği düzenin sorgulanmasını desteklemektedir. Bu sorgulamanın bir yeni yaşama sıçramasının ise kitlelerin önünde etkin ve verimli bir yol haritasının bulunması ile yakından alakalı olduğu açıktır. Neoliberalizmin, piyasa ekonomisinin ve liberal Batı demokrasisinin aşılmasına dönük bir aklın inşası bu anlamda her günkünden daha fazla katkıya ihtiyaç duymaktadır.

Halkların doğrudan kendilerini iktidara taşımaları anlamında doğrudan demokrasi girişimleri her geçen gün daha da artmakta ve güçlenmektedir. Daha hala geniş ölçekte sürdürülebilir ve yaygın bir deneyim inşa edilememiş olsa da liberal demokrasinin sınırlarını zorlayan arayışlar giderek ön plana çıkmaktadır. Özellikle Rojava’da ve Türkiye Kürdistanı’nda kurulmaya çalışılan özyönetimler de bu anlamdaki tartışmayı güçlü bir biçimde teşvik etmektedir. Çok boyutlu ve etkin biçimde işleyen bir deneyim değil de daha ziyade sarayın faşizm saldırısına bir karşı hamle olarak işleyen bir tutum söz konusu olsa da KÖH uzunca süredir ideolojik zeminde geliştirdiği düşünceleri hayata geçirmeye dönük bir adım atmış görünmektedir. Abdullah Öcalan bu anlamda eski ve yeni sosyalizm görüşleri arasında yeni bir sentez inşa etmeye çalışarak, Türkiye ve Ortadoğu’daki güç dengelerine de oturan bir canlı modelin kurgusunu geliştirmeye gayret etmektedir. Diğer yandan ise özellikle 21. Yüzyıl Sosyalizmi kapsamında L. Amerika merkezli geliştirilmeye çalışılan açılımlarda da reel sosyalizmin iktidar deneyimini aşmaya çalışan, devlet ile ezilen kitleler arasındaki bağı yeniden yapılandırmaya çalışan, ezilen halkların doğrudan kendi meclisleri, konseyleri ile iktidarın sahibi olarak öne çıkmasını sağlamaya gayret eden hamleler dikkat çekmektedir. Bu anlamda geçmişte saha ziyade anarşizmin hegemonik bir aracı olarak işlev gören hiyerarşisizlik, doğrudan eylem-doğrudan demokrasi, konseyler, meclisler yeniden sosyalist mücadelenin araçları haline gelmektedir. Bu tutumlar kimi zaman iktidara sahip olmanın gereksizliğini vaaz eden görüşlere kadar uçlaşabilse de esas olan iktidar olgusunu reddetmek değil iktidarı toplumun kılarak yürümeyi başarabilmektir. İktidarın ezilenler adına öncü tarafından üstlenildiği değil öncünün, iktidarın kitleler tarafından ele geçirilmesinin yolunu açtığı bir stratejiye dair bir düşünsel çerçevenin oluşturulması esastır. İktidarın öncüyle sınırlı bir zümre tarafından ele geçirilmesi değil de zümrenin açtığı yoldan yürüyen kolektif halk örgütlerinin iktidarı sahiplenmesi mümkün değil midir?

Burada aslında yeniden 1917’ye dönmemek neredeyse imkansızdır. Aslında tam da burada bahsedilen biçimde RSDİP’in ön açıcılığında iktidarın Sovyetler tarafından üstlenilmesi söz konusu iken Sovyetlerin süreç içerisinde giderek silikleşmesi, 20. yüzyıl sosyalizminin kırılma noktasını oluşturmuştur. Sovyetler aslında çok açık bir biçimde ezilen halkların özyönetim aygıtları olarak ortaya çıkmış, bu çerçevede Şubat-Ekim sürecinde ikili iktidar odağı olmuş daha sonra da Ekim’de en azından görünümde iktidarı ele geçiren yapı olmuştur.

Sonuç olarak sosyalizmin devletle ilişkisinin son derece sorunlu olduğunun unutulmaması gerekmektedir. Kapitalizmin günahlarının büyüklüğü, halkların bu yalın gerçeği unutması için yeterli değildir. Devletin öldürülmesi aslında sosyalizmin en büyük hedefidir. Devletin sınıfları ortadan kaldıracak bir araç olarak kullanılması akla yakın gelse de bu sürecin içinde ezilenlerin bir politik özne olarak etkinliğini kaybetmesi telafisi mümkün olmayan sonuçlara yol açmıştır. Proletarya diktatörlüğü proletaryanın kendisinin bir politik özne haline gelmesini de engelleyen bir duruma geldiğinde aslında doğrudan proletaryaya dönmüş olmaktadır. “Evet, diktatörlük! Ancak bu diktatörlük, sosyalist dönüşümün başka türlü gerçekleşemeyeceği, burjuva toplumunun yerleşik haklarına ve ekonomik ilişkilerine nerjik, kararlı müdahalelerle demokrasinin uygulanması anlamındadır, yok edilmesi anlamında değil. Ancak bu diktatörlük sınıfın ürünü olmalıdır, sınıf adına hareket eden küçük bir yönetici azınlığın değil, kitlelerin etkin katılımıyla adım adım gelişmeli, kitlelerin doğrudan etkisi altında bulunmalı, kamuoyunun tam bir denetimine tabi olmalı, halk kitlelerinin siyasal eğitiminden çıkmalıdır.” (Rosa Luxemburg, “Rus Devrimi”, Rosa Luxemburg Kitabı, s.458, Dipnot)

Özyönetim fikrinin, doğrudan demokrasinin, “devlet ile toplum arasındaki yarılmanın kapanması olarak demokrasi” anlayışının izini 20. Yüzyıl Marksizmi içinde sürebilmeyi hedefliyoruz. Bu amaca dönük olarak cevabı bulunması gereken birkaç soru ortaya atılabilir:

Proletarya diktatörlüğünün işçi sınıfını iktidarsızlaştırmasına götüren kırılma nerede, neden ve nasıl yaşanmıştır?
İşçi sınıfının evrensel bilincinin (parti) ile işçi sınıfının gündelik bilincinin karşı karşıya gelmesi (özörgüt) durumunda her durumda aynı tutum geliştirilebilir mi? Bu ikisinin arasındaki gerilimi en verimli bir biçimde nasıl değerlendirebiliriz?

Toplum tüm gövdesiyle yönetime katılma fikrine nasıl bakar? Sıradan bir işçi için iktidara katılmanın maliyeti, külfeti ve getirisi ne kadardır? Sınıfın iktidara katılma konusunda direnç geliştirmesi ve üretime yabancılaşmayı ortadan kaldıracak biçimde çok yönlü katılmaktan imtina etmesi durumunda öncü ne tutum almalıdır?
Özyönetim fikri proletarya diktatörlüğü ile taban tabana karşıtlık içinde midir? Aslında bir arada yürümeleri gerekmez mi?

Özyönetim ile devlet arasında bir ortak yaşam kurgusu nasıl inşa edilebilir? Demokrasinin bir güvencesi olarak iktidarı parçalamak ve toplumsal güçlere dağıtabilmek, “devlet iktidarını dengelemek” ve demokrasiye yol vermek için ne oranda işlevseldir?

Devletin sönümlenmesi meselesi aslında özyönetimin bir biçimde devleti ikamesi anlamına geldiğine göre aslında özyönetim doğrudan demokrasi anlamında sosyalist teoriye içrek bir konu olmak durumundadır. Ancak burada sorun doğrudan demokrasi ve özyönetim aygıtlarının aslında bir biçimde kapitalizm ile de eklemlenme riskidir. Kapitalizm katılımcı demokrasiyi kendisine istikrar kazandıracak bir araç haline dönüştüremedi mi? Burada aslında katılımcı demokrasinin bir tehdit olmaktan çıkarılmasının yöntemi iktidarın toplum içine Foucoultcu anlamda yayılmasıdır. İktidarın bir özne olmaktan çıkıp bir manyetik dalga, bir bulut olmaya doğru evrilmesidir. Foucoult buradan yola çıkarak devletin kendisini önemsizleştirmiştir. Post Marksist tezlerde devletin ele geçirilecek bir kale olarak görülmekten vazgeçilmesi bu yaklaşımdan kaynaklanmaktadır. Devlet madem merkezi iktidarı odak olarak temsil etmekten düştüyse o zaman devlet iktidarını hedeflemeden de iktidar olabilmek mümkündür. Sivil toplumun içinde inşa edilen otonom birimler üzerinden iktidar çözülebilir, alternatif bir iktidarlaşma yaklaşımı benimsenebilir. Foucoultcu iktidar okumasının toplumsal hareketlerin bilincinde yarattığı temel zafiyet noktası budur.
Oysa 2000’li yıllardaki tüm mücadeleler bütün görkemlerine rağmen aslında iktidar olmadan iktidarı almak tezlerinin, demokrasinin sosyalizmi ikame değerlendirmelerinin yanlışlığını da göstermiştir. Devlet iktidarını almayan hiçbir toplumsal hareket herhangi bir kalıcı mevzi elde edememektedir. Büyük kabarışlardan geri çekilme sonrasında kum taneleri kalmaktadır ancak.

Devletlerde somutlaşan iktidarları alacak organlara da bu iktidarı topluma yayarak çözecek ve devleti sönümlendirecek mekanizmalara da ihtiyacımız var. Ancak devleti sönümlendirecek mekanizmaların iktidarı alacak mekanizmaları ikame etmesini ummanın da gerçekçi olmadığı anlaşılmaktadır. Bir aygıtın halkın doğrudan demokrasisini mümkün kılması onu iktidarı ele geçirme için ideal bir araç haline getirmez. Eski kabilelerde savaş ve barış durumunda farklı şeflerin bulunmasının meşruluğu gibi sosyalizm teorisi açısından da bu iki işlevin farklılığı görülmeli ve meşru kabul edilmelidir. Buradaki büyük zorluklardan bir tanesi de hiçbir devrimden gerçek anlamda katılımcı bir demokrasi üretilememiş olmasıdır. Devletler sönümlememiş, proletarya diktatörlükleri işçi sınıfı için de bir diktatörlük olmaya devam etmiştir. Kimileri işçi sınıfının kimi yaşamsal kazanımlarını siyaseten iktidarsızlığını örtecek bir açıklama olarak kullanmaya çalışıyorlar. “Reel sosyalizmler… Nihai hedefleri ‘devletin kuruyup gitmesi’ idi. Zıt doğrultulara savruldular. İşçi sınıfı iktidarları oluşturabildiler mi? Tartışmalıdır. Ama, emekçi toplumları inşa ettiler.” (Korkut Boratav, Reel Sosyalizmler Kıymetlerini Bilelim, Hatırlayalım) Sınıfın iş güvencesi, temel barınma hakkı güvencesi, parasız eğitim ve sağlık gibi hakları onun siyaseten hiçbir role sahip olamayışını ancak isyan etmeyerek-edemeyerek bir tür pasif rıza ürettiğini görmemizi engellememelidir.

Sosyalizmde Sivil Toplum-Siyasal Toplum-Devlet Mekaniği

Marx ve Lenin’deki tüm açık vurgulara rağmen sosyalizm neden devletle özdeşleşmiştir? Sosyalist devletler neden sivil toplumu tamamen pasifize edici bir rol oynamışlardır? Sivil toplumun devlet karşısında güçsüzleşmesinin devletin sönümlenmesini engelleyen olgu olduğu çok açıktır. Toplumsal yaşamın kendisi ortak yürütülmesi gereken görevleri sınıflı toplumda olduğu gibi sınıfsız toplumda da üretmeye devam edecektir. Bu ortak işlerin yürütülmesi konusunda sivil toplum örgütlenerek tamamen denetimindeki siyasal toplum eliyle devletin boşluğunu dolduramazsa devlet yok olmaz. Hatta giderek kendisini çıkarları toplumdan farklı bir zümre olarak da örgütleyebilir. Bu anlamıyla diktatörlük gerçekten de toplumun kendisine doğru yönelebilir. Toplumu örgütsüzleştiren, temel bir çerçeve dışında sivil toplumun devletten özerk alanının oluşmasını bir güvenlik sorunu olarak algılayan bir devletin denetimi altında sönümlenme gerçekleşmez. Hiçbir devrimden demokrasi çıkmamış olması tam da bu süreçle alakalıdır. Devrimin güvence altına alınması ile toplumun kendi öz örgütlülüğü ile devleti sönümlendirecek adımlar atması arasındaki çelişki nasıl aşılacaktır? Güvence meselesi konusunda da ham hayallere kapılacak bir durum yoktur. Allende ve Şili örneği ortadadır. Egemenlerin iktidarlarını tehdit eden toplumsal hareketlere neler yapabileceklerini tarihin kanlı sayfalarından çok iyi biliyoruz. Fakat güvenlik kaygılarının sivil toplumu boğması da nitelikli bir sosyalist demokrasinin gelişmesini imkansız hale getirmektedir.

Sınıf iktidarı aslında bir siyasi hareketin iktidarıdır. En azından şimdiye kadar yaşadığımız sınıflı toplumlar tarihinde hiçbir sınıfın doğrudan iktidarından bahsedilemez. Çünkü sınıflar siyasi yapılar değildirler, kolektif olarak bir siyasi bütün olarak hareket edemezler. Belli dönemlerde yaşam koşulları çok ortaklaşan toplumsal kesimler doğal olarak benzer siyasi programları destekleyebilirler. Ancak aynı sınıftan insanların tamamının tek bir siyasi partiyi desteklemesi de mümkün değildir. Dolayısıyla sınıflar içinde her zaman farklı siyasi eğilimler olacaktır. Bu siyasi eğilimlerin her biri ayrı bir siyasi örgüt inşa etmek zorunda değildir. Bu siyasi eğilimler zaman içerisinde dönüşümler de geçirebilirler. Niteliksel olarak tamamen farklı bir hatta da geçebilirler. Örneğin; Sosyal Demokrasi işçi sınıfının devrimci bir eğilimi iken süreç içerisinde burjuvazinin bir eğilimine dönüşmüştür. Dolayısıyla bir siyasi partinin iktidarını bir sınıfın kolektif iktidarı olarak tanımlamaya çalışmak o siyasi harekete altından kalkamayacağı bir aşırı meşruiyet yüklemektedir. Bu aşırı meşruiyet ise bu partinin iktidarını herhangi bir sınır olmaksızın uygulamasını ve halkın açık rızasını aramasının gereksiz görülmesi sonucunu doğurabilmektedir. Sınıfın iktidarını güvence altına almak için hukuksuzluğun kabulü sivil toplumun kendisini yeniden üretmesini imkansız hale getirir. Devrim anlarında bir kırılmayı zorlamak için hukuksuzluğu kabul etmek kaçınılmazdır. Hiçbir siyasi rejim sadece hukuk içinde kalınarak değiştirilemez. Çünkü hiçbir siyasi rejim sadece anayasal güvencelere sahip değildir. Siyasi rejimin temel güvencesi kendisini ayakta tutmak için harekete geçecek güçlerin fiili mücadelesidir.

Aşırı meşruiyet, bir siyasi iktidarı son kertede çürütür çünkü söz konusu iktidarın meşruiyet yaratma ihtiyacını azaltır. Hegemonya kurmak için meşruiyet arayışı bütün siyasi organizasyonların temel varoluş motivasyonunu, canlılığını sağlar. Oysa aşırı meşruiyet yaratan bir tanımla (“Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olmak”, “işçi sınıfının sömürüden kurtuluşu mücadelesini yegane öncü gücü olmak” gibi) iktidarın sınırsızlaştırılması böylesi bir arayışı gereksizleştirir. Aşırı meşruiyet sahibi bir iktidar, toplumun rızasını üretme ihtiyacını hissetmez. Burada rıza, a priori bir olgu haline gelir. Devletin üzerine oturduğu toplumsal yapının krizsel tepkileri ortaya çıkmadıkça da rıza üretme ihtiyacı hissedilmez. Bu kanalların kapalı olması toplumsal çelişkilerin yıkıcı noktalara ulaşmadan çözülebilmelerini sağlayacak olanakları ortadan kaldırır. Devlet ve toplum birbirine tamamen yabancılaşır. Bu durum çelişkisizlik hissi yaratır oysa çelişki üretimi mutlaktır. Devlet-sivil toplum ikiliğinin olduğu tüm durumlarda çelişki üretimi asla sönümlenmez. Aşırı meşruiyet durumu çelişkilerin yok edici aşamaya ulaşana kadar fark edilememesine, önemsenmemesine yol açar. Bu açıdan liberal demokrasilerin kapitalizme kazandırdığı esneklik kapitalizmin kendisini yeniden üretebilmesi için oldukça önemlidir. Liberal demokrasi kitlelerin kandırılabilmesinin, öfkelerinin boşaltılabilmesinin, toplumsal çelişkilerin önemli bir kısmının düzen açısından yıkıcı hale gelmeksizin çözülebilmesinin olanaklarını sağlar. Bu esneklik, kimi zaman düzene dönük devrimci meydan okumaların pasif devrimler aracılığıyla içerilmesini de mümkün kılar. Bu anlamda devrimlere karşı en dayanıklı rejimlerin parlamenter liberal demokrasiler olması rastlantı değildir. Çünkü devrimci durumlar ancak sivil toplum içinde ve sivil toplum ile devlet arasında ortaya çıkan çelişkilerin çözülemez bir noktaya ulaştığı momentlerde ortaya çıkarlar.

Bu anlamda devrimci kırılma yaşandıktan, ancient regime’in dönüşüme direnci kırıldıktan sonra sivil toplumun kendi öz dinamikleri ile siyasal toplumlar yaratması engellenmemelidir. İşte tam da bu momentte eğer siyasal toplumun kurumsallaşması başarılamazsa önceki devletin egemenlik sistemleri de tam olarak tasfiye edildiği için sonuç olarak proletarya diktatörlüğü kendisini dengeleyecek tüm unsurlardan mahrum kalır. Toplumdaki tek egemen güç haline dönüşen bir bürokrasi ise sivil toplum içindeki her türlü alternatif politizasyonu kendisine ezilecek düşman olarak görür. Bunu ezmek için çeşitli gerekçeler üretmekte zorlanmayacaktır.

Proletarya diktatörlüğünün eski rejimi tasfiyesi bir zorunluluktur. Fakat buradan sürdürülebilir bir rejim ortaya çıkabilmesi için sivil toplumun kendisinden bir siyasal toplum üretebilmesi de zorunluluktur. Böylesi bir siyasal toplumun oluşması ve giderek devletin işlevlerini dönüştürerek üstlenmesi, bürokrasinin işlevlerinin önemli seviyede üreten insanların kolektifi tarafından yerine getirilmesi sosyalist demokrasinin oluşması için bir zorunluluktur. “Toplumun tüm üyelerinin ya da hiç olmazsa büyük bir çoğunluğun devleti kendi başlarına yönetmeyi öğrendikleri bu işi bizzat kendi ellerine aldıkları, önemini artık yitirmiş olan kapitalist azınlık, kapitalist alışkanlıklarını koruma niyetinde olan asilzadeler ve kapitalist tarafından iliklerine dek bozulmuş işçiler üzerinde belli bir denetim örgütledikleri andan itibaren şu ya da bu tür bir hükümet için duyulan gereksinim yok olmaya başlar.” (Lenin, Devlet ve Devrim) Sivil toplum kendi bağrından devleti, devletteki siyasi partiyi dengeleyecek, geriletecek ve gerekirse dönüştürecek bir siyasal toplum çıkaramıyorsa bürokratik yozlaşma kaçınılmazdır. Bürokratik yozlaşmanın temel gerekçesi bu anlamda devletin tek yönlü günahları olarak görülmemelidir. Sivil toplum bu anlamda örgütlü bir siyasal toplum inşasını gerçekleştiremezse teori ne olursa olsun bürokratikleşme kaçınılmazdır. Örneğin; Venezülla’da devletin tüm çabalarına rağmen hem devleti denetim altında tutacak hem de burjuvazinin topyekün tasfiyesini zorlayacak bir siyasal toplum ortaya çıkamamaktadır. İşyerlerinin denetimini üstlenen, devletteki bürokratik kireçlenmeleri denetim altında düzelten bir siyasal toplumsal canlılığa ihtiyaç bulunmaktadır.

Bu anlamıyla hiçbir siyasi partinin iktidarı ele geçirmesi gerçek bir sosyalist demokrasinin güvencesi olamaz. Üreten insanların belli kırılma noktaları dışında sivil toplumdan siyasal topluma geçmedikleri bilinen bir gerçektir. Özgürlüğün neredeyse havada solunacak kadar somut bir yaşamsallık kazandığı momentler hariç işçiler gündelik hayatın dehlizlerinde salınırlar. Özellikle çalışma koşullarının ağırlığı bunun en önemli gerekçesidir. Uzun saatler ve yüksek efor sarfedilerek çalışılan bir toplumda işçi sınıfının, emekçilerin siyasal toplum içinde yer alması ve devleti dengeleyecek özyönetim araçları yaratması mümkün değildir. Dolayısıyla “iş”in kapitalist tanımı değişmedikçe sivil toplumdan siyasal toplum oluşması da önemli oranda engellenecektir. İşçi sınıfının tüm öbeklerinin işten önemli oranda özgürleşmesi bu açıdan hayatidir. Oysa üretici güçleri hızla geliştirmeyi bir tür takıntı haline getiren, sosyalizmi bir tür hızlı kalkınma yöntemi olarak tanımlayan, oluşan kümülatif artı değerin önemli bir kısmını işçi sınıfının yaşam koşullarını acilen rahatlatacak harcamalar yerine sabit sermaye yatırımlarına yönlendiren 20. yüzyıl sosyalizmi bu açıdan sağlıklı bir deneyim yaratamamıştır. Ortaya çıkan siyasi yabancılaşma ise bir süre sonra Schumpeterci anlamda bir çalışma toplumunun ortaya çıkmasını da engellemiş, üretim altyapısı da giderek aşınmış, var olan siyasi dengelerin hassaslığı gözetilerek de ortaya çıkan iktisadi irrasyonaliteye müdahale de bulunulamamıştır.

Burjuva Demokrasisi ve Pasif Devrim Dinamiği

Ezilenlerin siyasal toplumunun devrimi gerçekleştiremeyip buna rağmen egemenlik sistemini tavizlere zorlaması, ezilenlerinin hareketinin devlet içinde mevziler kazanmasına yol açar. Egemenlik sistemi öz niteliklerini kaybetmeden dönüşür, bu dönüşümü gerçekleştirirken de kendisine tehdit teşkil eden siyasal toplumu da kapsayarak onu da dönüştürür. Avrupa işçi sınıfının özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında devlet içinde kazandığı mevzilerin devrimci özün tamamen kaybına yol açtığı açıktır. Sermaye ilişkisi öz olarak korunarak, iktisat ile siyaset arasında çizilen kalın duvarlar görece aşılarak, sosyal devlet uygulamalarıyla üretim araçlarının özel mülkiyetine dokunulmaksızın kümülatif artı değerin belirli bir kısmı kamulaştırılarak işçi sınıfının devrimci tehditi savuşturulmuş, yaşanan demokratikleşme ile de rejimin meşruiyeti daha da gelişmiştir. Buna karşılık iktidar ilişkileri Foucoultcu anlamda toplumu bir örümcek ağı gibi sarmış, sivil toplum ve birey panoptikon benzeri bir yapı içerisine hapsedilmiştir. Daha sonra gerçekleşen neoliberal karşı devrim bu hapsediliş sayesinde mümkün olabilmiş, iktisat ile siyaset arasındaki finans kapital açısından hayati duvar yeniden tahkim edilmiştir. Postmodern teoriler ise aslında siyasal toplumu çözücü sonuçlar yaratmış, siyasal toplumu çözerek yeniden sivil toplum içine dökmüştür. Bu oluşan sersemleme hala büyük oranda devam etse de Seattle İsyanı sonrasında yaşanan gelişmelerle Batı açısından da büyük oranda aşılmış görünmektedir.

Bu anlamda sermaye ilişkisini ısrarlı biçimde imha etmeyi hedeflemeyen ya da devlet ile sivil toplum arasındaki konjonktürel temel çelişkiye dayanmayan tüm siyasal toplumlar burjuva egemenlik ilişkisinin içine rahatlıkla emilebilirler. Bu emilme hem egemenlik rejimini yenileyerek hem de ölümcül bir düşmanı imha ederek devletin meşruiyetini güçlendirir.

Sosyalizmin böylesi bir esneklik gösteremeyişi öncelikle ortaya çıkan aşırı meşruiyet durumuyla ve sonrasında da bunun yarattığı bürokratik yabancılaşma ile izah edilebilir. Sosyalizm içerisinde devlet sivil toplumdan türeyen siyasal toplumları kendisine tamamen rakip olarak görür. Kendisini sınıfın iktidarı ile özdeşleştirdiği için kendi dışındaki tüm siyasal toplumları sınıf dışı olarak kodlar, düşmanlaştırır, kendisine nüfuz edebilecek güce ulaşmadan böylesi siyasal toplumları yok eder. Bunun tam aksi bir iradi zorlamayı Çin’deki Kültür Devrimi’nin yarattığı belirtilmelidir. Bu anlamıyla Mao, ortaya çıkan deneyimin sonuçları ne olursa olsun bürokratikleşmeyi ölümcül bir sorun olarak algılama noktasında diğer tüm ideoloji de üreten devrim öncülerinden ayrışır. Fakat yine de Çin’de de farklı bir tablo ortaya çıkmamıştır. Sadece ÇKP, komünist parti anlayışını uygulanan politikalar setini sonsuzlaştırarak mantık sınırlarına zorlamıştır. Klasik bir komünist partinin yönettiği bir kapitalist toplum gerçeği ancak böyle ortaya çıkmıştır. Komünist parti yönetimi bu haliyle devrimci özünden tamamen kopuşup bir idare tekniği haline dönüşmüştür. Kültür Devrimi’nde siyasal toplum ile devlet-partinin karşı karşıya gelmesinden bir sentez ortaya çıkmamasının temel sebebi ise sivil toplumdaki çelişkilerin doğal seyrinde siyasal toplumlar yaratmayıp bunun yerine siyasal toplumun ortaya çıkmasını ve programının esas olarak parti içindeki fraksiyonlar çekişmesini tetiklemesidir. Ancak yine de devlet-partinin siyasal toplum tarafından dengelenmesi adına böylesi bir girişim Çin’deki deneyimi gerçek anlamda ayrıksı kılıyor.

Özyönetimler ve Sosyalist Demokrasi

Siyasal toplumun, sivil toplumun içindeki çelişkilerden doğal olarak türeyerek devleti dengeleyecek bir pozisyonu ortaya çıkarabilmesi sosyalist demokrasinin yegane güvencesi olacaksa tam da burada özyönetimlerin sosyalizmin kuruluşu açısından oynayabileceği hayati rol ortaya çıkmaktadır. Toplumun tüm kesimlerinin düzenin temel parametrelerinin devlet tarafından güvence altına alınması kaydıyla (ki bir sosyalist toplumda bu temel parametrenin ancak sömürüyü mümkün kılacak, sermaye ilişkisini yeniden üretecek tüm taleplerin engellenmesi olacağı açıktır) örgütlenerek kendi yaşamlarının koşulları üzerinde mutlak söz sahibi olmalarının sağlanması sosyalist demokrasinin ihtiyaç duyduğu dengeleyici rolü mümkün kılacaktır. Özyönetimler öncelikle devletin mutlak iktidarını sınırlayacak, daha sonra da öncelikle yerel ölçekte devletin temel işlevlerini üstlenerek iktidarın sönümlenmesinin önünü açacaktır. Toplumun öz örgütlerinin inşası ve güçlenmesi devletin sönümlenmesinin yegane koşuludur. Temel parametreleri benimsediği oranda farklı siyasi anlayışların örgütlenmesi, kendi programlarına destek üretmek için özyönetimler içinde ve dışında politika yapmaları sosyalist devletin güvencesi altında olacaktır. Kapitalist devletin temel dokunulmaz hücresi nasıl sermaye ilişkisinin yeniden üretilmesi ise sosyalist devletin temel hücresi de sermaye ilişkisinin restore edilmesini engellemektir. Devlet dışındaki siyasal toplumun onun dışındaki tüm toplumu doldurması, politik düşüncelerin eşitliği ve özgürlüğü geliştirmesi yönünde siyaset üretmesi toplumsal canlılığın en büyük güvencesi olacaktır. 20. yüzyıl sosyalizminin en büyük yanlışlarından biri pozitivist bilimselciliğinden kaynaklı epistemolojik kırılmasıydı. Mutlak doğrunun bilinebileceği ve bunun da partinin tekelinde olduğu önyargısı toplumsal yaşamı boğmuştu. Bunun da ötesinde çelişkisizlik takıntısının, toplumun tüm öbeklerinin ancak bu doğrunun yanında durdukları oranda siyasal toplumda kendilerine yer bulabilmelerinin de yapının giderek köhneleşmesine yol açtığı açıktır. Çelişkisizlik durumu sınıflar ortadan kalksa bile ulaşılabilir bir nokta değildir. Sivil toplum hayatı bu çelişkileri mutlaka bir biçimde üretir. Bu çelişkiler zaten toplumsal yapı için bir sorun değil tam tersine onun ilerlemesinin ve “daha doğru”ya ulaşmasının temel yakıtıdır. Marx, diyalektik materyalist bakışın sadece kapitalizm koşullarında geçerli olabileceğini hiçbir yerde söylemedi.
Sivil toplum içinde ortaya çıkan çelişkilerin olgunlaşması, politik talepler haline dönüşmesi ve bu taleplerin sosyalist devlete nüfuz etmesi her zaman çatışmasız bir biçimde gerçekleşmeyecektir. Ancak devletin, temel parametreleri ortadan kaldırmayı hedeflemeyen talepleri zorla bastırması asla kabul edilemez. Fakat bu dengenin oluşması asla sadece hukuki yöntemlerle sağlanamaz. Devlet her zaman kendi olanaklarını kullanarak bu hukukun dışına çıkabilecektir. Devleti hukuk içinde davranmaya ikna edecek tek etken sivil toplumun siyasal toplumda cisimleşen örgütlü gücüdür. Bu devletin sosyalist olması bu gerçeği değiştirmez. Sosyalist devletin de siyasal toplum tarafından dengelenmeye ihtiyacı vardır. Sadece hukuki anlamda değil ama gerçek politik güçler anlamında görece homojen bir güç dağılımı gerçekleşmeden o toplumda demokratik bir yapı ortaya çıkmayacaktır.
Bu anlamıyla bütün tarihsel deneyimlere rağmen Marksizm, devlet karşıtlığı anlamında Anarşizm’den daha geride değildir. “Epistemolojik kopuş avcısı” Althusser işin bu kısmını pek vurgulamaz ama proletarya diktatörlüğü nezdinde devletin sosyalizm uygulamalarında sivil toplumun önüne geçmesi belki de en önemli Hegelci sapmadır. Hegel’in insanın yarattığı en mükemmel aygıt olarak gördüğü devlet, sosyalizmin inşasının tüm yükünü sivil topluma rağmen üstlenmeye kalkınca ortaya yaratılan tüm değerlere rağmen son kertede bürokratik bir çürüme çıkmıştır.
Peki sermaye ilişkisinin ortadan kaldırıldığı proletarya diktatörlüğü koşullarında devletin sönümlenmesini mümkün kılacak örgütlenme biçimleri olarak öne çıkardığımız özyönetim örgütlenmeleri sermaye ilişkisi ortadan kaldırılmadan nasıl bir rol oynayabilir? Sermaye ilişkisi koşullarında devleti dengeleyen, böylece liberal demokrasinin alanını görece geliştiren bir rol oynayabilir mi? Demokrasinin geliştirilmesi noktasında özyönetimler ne derece katkı sunabilir?

“Kapitalist Devlet’in Özgürlüğünü Sınırlamak” ve Özyönetimler

Hiç kuşku yok ki devlet ile sivil toplum arasındaki güç dengesi sermaye ilişkisinin yeniden üretimi koşullarında da mevcuttur ve siyasal toplumun ortaya çıkarabildiği direnme enerjisi oranında da değişkendir. Yani sermaye ilişkisi koşullarında devletle sivil toplum arasındaki ilişki tüm toplumlarda türdeş değildir. Marksizm olağanüstü devlet biçimleri başlığında bu konuyu belli bir çerçevede tartışır, ancak konuyu genelde devlet-sivil toplum-siyasal toplum üçgeninde değil de daha ziyade burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki ilişkiler çerçevesinde ele alır. Oysa ülkelerin siyasi rejimleri gerçekten de her ne kadar aynı ideal tipler çatısı altında anılsa bile birbirlerine göre önemli farklılıklar içerirler. Bu farklılıklar ise büyük oranda sivil toplum ile devlet arasındaki güç dengesine büyük oranda bağlıdır. “Özgürlük, toplumun üstüne yerleştirilmiş bir organizma olan devleti, topluma tamamen bağlı bir organizma biçimine sokabilmektir ve bugün bile devlet biçimleri ‘devletin özgürlüğü’nün sınırlandırılması ölçüsünde az ya da çok özgürdür, ya da değildir.” ( Alman İçi Partisi Programının Kenar Notları, Karl Marx, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi içinde, s. 40, Sol Yayınları) Devletin özgürlüğünün ne kadar sınırlandırılabileceği toplumun gücüne bağlıdır ve bu anlam da siyasi rejimin niteliğini belirler.
Kapitalist devlet kendi özü olan “sermaye ilişkisinin yeniden üretimi”nin tasfiyesine meyletmediği sürece her türlü toplumsal talebi kapsayabilir. Bu anlamda kapitalist öze temelde itirazı bulunmayan hatta itirazı bulunsa da bu itirazı maddiyata dökme şansı olmayan tüm siyasi hareketleri bir biçimde kendisine katabilir ya da birlikte yaşayabileceği bir siyasi rejimi yaratabilir. Bu anlamda finans kapitalin egemenliğinin çok farklı siyasi rejimlerle örtüşebileceği belirtilebilir. Bu anlamda özyönetimler siyasal topluma güç yansıtabildikleri oranda, devletin alanını daraltabildikleri oranda özgürleşme imkanı sunacakladır. Fakat yukarıdaki açıklamalardan da görülebileceği gibi özyönetimler kendiliklerinden devrime yol açacak örgütler olarak da görülemezler. Devrim sonuç itibariyle devrim için mücadele eden bir siyasi öznenin toplumsal çelişkileri derinleştirmesine, siyasal toplumda bu çerçevede bir hegemonya üretmesine bağlıdır. Böylesi bir hegemonya oluşturan siyasi hareket olmaksızın özyönetimler devrimci bir matrisin parçası olamaz. Özyönetimlerin nasıl bir rol oynayacağı doğrudan onları da yönseyen politik hegemonya ile ilişkilidir. Özyönetimin kendisine özcü anlamda bir devrimcilik atfetmek anlamlı değildir. Özyönetimler farklı toplumsal zümrelerin farklı ölçekteki öz örgütleri olarak katılımcı bir demokrasinin koşulu olarak anlamlıdır ancak bunlara devrimci öncüyü ikame edecek bir misyon tanımlamak gerçekçi değildir. “Sovyetler, devrimci iktidarın çekirdekleri olduklarından, onların gücü ve önemi tamamen ayaklanmanın gücüne ve başarısına bağlıdır. Bu tür kuruluşlar silahlı bir devrime yaslanmıyorlarsa ve yönetimi devirmiyorlarsa (yani geçici devrim hükümetine dönüşmezlerse) yok olmaları kaçınılmazdır.” ( Lenin, 1906 Nisan’ında RSDİP’in IV. Kongresi’ne işçi temsilcileriyle ilgili olarak sunduğu karar, akt. Oskar Anweiler, Rusya’da Sovyetler, s.124) Ekim Devrimi’nin temel sloganı olarak “Tüm İktidar Sovyetlere”nin ortaya çıkmasını sağlayan en önemli isim Lenin’in özyönetim örgütleri ile devrimci öznenin yarattığı hegemonya arasındaki ilişkiye dair vurgusu tam da bunu tanımlamaktadır. Özyönetim örgütlerinin süreklilik kazanması ve güçlenmesi aslında ilgili sınıf, zümre, etnik/dinsel/mezhepsel grup, bölgesel/territoryal iradenin bir hegemonyanın etkisi altına girmesi ile mümkün olduğu düşünülmelidir. Rusya tarihinde 1905 ve 1917’de Sovyetler işçi sınıfının özyönetim aygıtları olarak ortaya çıkmış ve tarihsel rol oynamışlardır. 1871’de yine aslında bir kentin özyönetim aygıtı olarak ortaya çıkan Komün tarihsel bir rol oynamıştır. Fakat bu özyönetim örgütlerinin rolü genel olarak bir dönemle sınırlı kalmıştır. Yakın tarihimizde Gezi Direnişi sonrasında belli bir süre etkili olan mahalle/park forumları da ayaklanmanın yarattığı politik etkiyle tetiklenmiş nüve halinde özyönetim örgütleri olarak tasavvur edilebilir. Bu kurumlar bulundukları alanlar üzerinde iktidarlaşma perspektifine kavuşamayınca kitle hareketinin de geri çekilmesi ile büyük oranda yok olmuşlardı. Bu anlamda ikili iktidar perspektifi ile hareket etmeyen ya da genel bir devrimci hegemonyanın etkisiyle bulunduğu noktadan isyanın bir parçası haline dönüşmeyen özyönetimler kapitalist devletin genel döngüsü içerisinde pasif devrim etkisi yaratacak örgütlenmelere de dönüşebilirler. Yasal mevzuatın bir parçası haline gelen ve giderek karikatürleşen Kent Konseyleri bu duruma bir örnek olarak verilebilir.

Kürt Özgürlük Mücadelesi ve Özyönetimler

Özyönetimlerin günümüzde yoğun olarak gündeme gelmesi özellikle Kürt Özgürlük Hareketi’nin geliştirdiği yeni paradigmada özyönetimlere dayalı demokrasinin merkezi bir hedef olarak konması ve belli oranda da bu yönde pratiklerin hayata geçirilmesidir. Özellikle Rojava’da hayata geçirilen meclisleşmelerin halkın iradeleştirilmesi noktasında önemli bir sıçrama anlamına geldiği açıktır. Yine 7 Haziran sonrası gelişen savaş sürecinde de kent merkezlerinde gençlik eksenli öz savunma örgütlenmeleri ön plana çıkmıştır. Bu durum aslında yukarıda çizilen çerçeve ile de uyumlu gözükmektedir. Bir devrimci politik öznenin hegemonyası altındaki kitleler belli oranda da öncünün yönlendirmesiyle gerçekten de bir devrimci sıçrama momentinde öz örgütlerini inşa etmektedirler. Abdullah Öcalan’ın demokrasi çerçevesi liberal demokrasinin sınırlarını aşmayı önüne hedef olarak koymuştur. Bu anlamda devletsizliği, komünaliteyi, özyönetimi ve doğrudanlığı esas almaktadır. “Demokrasilerde yönetilme yoktur. Kendini yönetme vardır. Egemenlik altına almak yoktur, kendi kendine egemen olmak vardır.” (Abdullah Öcalan, Bir Halkı Savunmak, s.124) “Demokratikleşmeyi ve demokrasiyi devletleşme hastalığından kurtarmadıkça da demokratik sisteme geçilemez.” (s.122) Abdullah Öcalan’ın demokrasiyi devletin sınırlarını daraltmak olarak düşündüğü açıktır, özyönetimler halkın kendisini iktidarlaştırarak devleti sınırlamanın/dengelemenin bir aracı haline dönüşmektedirler. Bu anlamda aslında yukarıda Lenin’in çizdiği çerçeveden oldukça farklı bir tutumla karşı karşıya bulunuyoruz. Öcalan özyönetimleri devlet iktidarını dengeleyen uzun süreli ikili iktidar aygıtları olarak değerlendirmektedir. Çünkü sunulan çerçeve genel bir demokratikleşme perspektifine sahip olsa da esas olarak ulusal sorunun çözümünde bir yöntem olarak önerilmektedir. Oysa Lenin’de Sovyetler kısa sürede son verilmesi gereken bir ikili iktidar durumunda, kendisini hızla geçici hükümete dönüştürmesi beklenen özyönetim aygıtlarıdır. “Lenin’de iktidarı ele geçirme çağrısı gerçekten de ideolojik bir ‘iktidar’ kavramına esaslı bir şekilde bağlı görünür. Lenin’de iktidar diyalektik olmayan, diyalektikleştirilemeyen doğal bir mutlaktır. Onun iktidar tanımı tekil olarak burjuva iktidar teorilerinin tanımına yakındır. İkili iktidarın ancak kısa süreli olabileceği savı, Lenin’de böyle bir iktidar kavrayışının açık bir sonucudur.” (Antonio Negri, Strateji Fabrikası Lenin Üzerine 33 Ders, s.182) Lenin’i böyle düşünmeye iten iki etken vardı. Bu etkenlerden konjonktürel olanı özellikle 1917 Şubat sonrasında Rus Devleti’nin içine düştüğü sonsuza kadar süremeyecek olan aczinin açtığı olanaklardı. Diğer yapısal etken ise RSDİP’in sermaye ilişkisinin temeline çomak sokmayı stratejinin temeli yapma çabasıydı. Sermaye ilişkisine son vermek isteyen bir siyasi hareket açısından devlet iktidarının ele geçirilmesi/yok edilmesi bir zorunluluktur çünkü burjuvazinin hiçbir devleti böylesi bir talebi kabul edemez, ancak 20. yüzyılın başında yaptığı gibi bu talebi revizyona uğratarak bir pasif devrimle kapsayabilir. Böylesi bir kapsamanın ürünü olarak da Keynesyenizm ya da İthal İkamesi gibi sınıf uzlaşmasına dayalı birikim stratejileri üretebilir. Ama sermaye ilişkisini yok etmeye dönük hiçbir hareket bu anlamda kapsanamaz ancak etkisizleştirilerek yakın tehdit olmaktan çıkarılıp tahammül edilebilir, aksi takdirde mutlaka ezilmelidir.

Oysa bunun dışındaki tüm talepler demokratikleşme ekseninde kabul edilebilir. Kabul edilebilir olması tabii ki rahatlıkla kabul edileceği anlamına da gelmez. Abdullah Öcalan’ın devletsiz bir demokrasiye bu seviyede yaptığı vurgu aslında var olan güç dengesi içerisinde Kürt Sorunu’nu özerklik temelinde çözüme kavuşturma arayışıyla doğrudan ilgilidir: “Halkın demokrasisinde özyönetim, kendini yönetme esas olduğundan eşitlik ve özgürlük de genel olur. Demek ki en kapsamlı özgürlük ve eşitlik halk demokrasilerinde, devlet ve iktidar olmayan demokrasilerde oluyor. Demokrasiler devlet inkarı değildir, ama devletlerin süs örtüsü de değildir. Devleti yıkarak demokrasi istemek bir yanılgıdır. Doğrusu, devlet- uzun bir süre sonunda sönmesi gereken devlet- ve demokrasilerin ilkeli bütünlüğünü yürütebilmektir.” (s.124) Komünist bir özne açısından sermaye ilişkisinin lağvını böylesi bir süreç ile izah edebilmek mümkün değildir. Çünkü kapitalist devletin gerçek anlamda yenilmesi mümkün olmadan sermaye ilişkisi ortadan kalkamaz. Ancak Öcalan devletin demokrasi tarafından dengelenmesinin bir ürünü olarak devletin sönümlenebileceğini öngörmektedir. Devlet Kürt halkının güçlü öz örgütlenmesi ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin devrimci mücadelesi sonucunda ulus devlet olma biçiminde revizyona gidebilir, Türklük yerine Türkiyelilik temelinde örgütlenebilir, hatta 1921 Anayasası’nda olduğu gibi yerel özerkliklere alan açabilir, bu anlamıyla Kürt sorunu açısından gerçekten sönümlenebilir, kısa vadede böyle bir gelecek görünmese de teorik olarak bu mümkündür, dünyanın farklı bölgelerinde ulusal sorunun çözümü açısından bakıldığında en azından böyle görünmektedir. Fakat tekrar vurgulamak gerekirse devletin sermaye ilişkisi açısından benzer biçimde sönümlenebilmesi bir devrim olmaksızın mümkün değildir. Bu açıdan Öcalan farklı türden mülkiyet biçimlerinin varlığını uzunca bir süre koruyabileceğini kabul etmektedir. Dolayısıyla da reddettiği demokratik modernitenin üç ayağından biri olan kapitalist modern topluma karşı Ahlaki Politik toplumu önermektedir. Sosyalizmin tarihi sermaye ilişkisini ortadan kaldırmak için özel mülkiyetin devlet mülkiyetine geçmesinin yetersiz olduğunun da bir tarihidir ancak mülkiyet ilişkilerinde bir altüstlük yaratmadan “ahlaki ve politik ilkenin azami rol oynadığı, sınıflaşmanın pek gelişme imkanı bulamadığı, dolayısıyla iktidar ve devlet aygıtlarının ya zorlarını dayatamadıkları ya da karşılıklı tanımayla bir uzlaşmanın gerçekleştiği” bir sonucun ortaya çıkabileceğine inanmıyoruz. Tam tersine mülkiyet ilişkilerine kamusallaştırma eliyle müdahele olmaksızın toplumla devlet arasındaki ilişkinin kalıcı olarak dönüştürülemeyeceğine inanıyoruz çünkü devletle toplum arsındaki çelişki esas olarak son kertede finans kapital ile geniş mülksüz yığınlar arasındaki ilişkinin politik bir tezahürüdür. Devlet ile sivil toplum arasındaki çelişki bu anlamıyla toplumun kendi içindeki bir çelişkinin dolayımlanmış halidir. Dolayısıyla devlet ve toplum arasındaki güç dengesinin demokratik bir ölçekte yeniden yapılandırılması esas olarak sermaye ilişkisinin yok edilmesine bağlıdır. Finans kapital ile ezilenlerin birbirini tanıması, bir ezme ilişkisinin ezilenler tarafından takdisi anlamına gelir ki kabul edilmesi bir komünist açısında tasavvur bile edilemez.

Finans kapital yok edilemeden hiç bir demokrasi biçimsel sınırlarından kurtulamaz. Devrim olmadan devletin sönümlenmesi, sermaye ilişkisi toplumsallaştırılamadan demokrasinin inşası ise bir komünist için hayalden ötesi değildir.

Sonuç Olarak

Kürdistan’da inşa edilen özyönetimler halklarımız açısından olağanüstü deneyimler ortaya çıkarıyor. Gençliğin direnişi bölgede sömürgeciliği kıpırdayamaz noktaya getiriyor. Fakat özyönetimler meselesini ortaya konan direnişin de ötesinde anlamlandırmak gerekiyor. 20. yüzyıl sosyalizmlerinin iktidar konusundaki ortaya koydukları zafiyet karşısında halkın doğrudan iktidar aygıtları olarak Konseylerin, Sovyetlerin, Halk Meclislerinin, Şuraların, Misyonların ortaya çıkardıkları deneyimleri geleceğimizin yeniden inşasında temel alan bir sosyalizm kurgusu geliştirmenin zorunluluğu çerçevesinde de özyönetimler önemli tartışmaları zorluyor. Halkın doğrudan iktidar aygıtlarının devrimden önce ve sonra nasıl bir rol oynayacakları üzerinde önümüzdeki dönemde daha da olgunlaşmış tartışmalar yürütmemiz gerekiyor. Bu anlamda halkın doğrudan iktidar aygıtları 21. Yüzyıl Sosyalizmi’nin ruhudur. Özellikle Ekin Wan ve Hacı Lokman Birlik şahsında bu ruhu diriltmek için Kürdistan’da bedel ödeyenlere selam olsun.