Demokratik Devrim ve Proletarya İktidarı – Barış DOĞANAY

Yol, Sayı 3, Aralık 1991

(Toplumsal Kurtuluş’a Yanıt)

12 Eylül yenilgisi, olumlu dersler çıkarılmış ya da gerici sonuçlara varılmış olsun, devrimci siyasetler açısından uyarıcı etkiler yarattı. Yenilginin şiddet devrimci güçleri yenilgiye yol açan koşulların bilince çıkartılmasına zorlamıştır. Ancak bu zorlama, mücadelenin stratejik sorunlarına geri düzeyde ve yüzeysel biçimde yaklaşan küçük burjuva devrimciliğinin çeşitli kesimlerini taktik ve örgütsel planda işlenen hatalardan öteye devrim sorununun yeniden ele alınmasına yöneltti.

Bundan dolayı hayıflanmak yersizdir. Tam tersine, yenilgi koşulları, küçükburjuva devrimciliğinin teorik temellerindeki zayıflığı açığa çıkarmıştır. Toplumsal muhalefet cephesinde işçi sınıfı hareketinin öne çıkışı, küçükburjuva devrimciliğinin eski yönelişlerini zorlarken, dünya sosyalizminin yaşadığı hızlı çöküntü de, teorik ikameciliğin yaşam alanını yok etti veya olağanüstü daralttı.

Sonuçları itibariyle birbiriyle çakışan bu üç yönlü etki, burjuva sosyalizmini gerçek bir ideolojik-politik çöküntüye uğratmıştır. Devrimci saflarda ise, köklü bir sancı yaşanıyor.

Devrim sorunu da içinde olmak üzere temel kavramların tartışmaya açılması, bir yenilenme zorunluluğundan kaynaklandığı ölçüde olumlu-geliştirici özellik taşımaktadır. Ancak, yenilginin doğurduğu moralsizlik ve darlaşma, devrimci mücadelenin temel değerlerinin aşınmasını hızlandırmış, sosyalist sistemde yaşanan alt-üstlükler de bu ortamı dışarıdan beslemiştir hala da besliyor. O yüzden, temel kavramlar üzerindeki tartışmalar, devrimci şekil ve yöntemlerden kolayca uzaklaşabilmektedir. Kuşku götürmez bir zorunluluktan kaynaklanan yenilenme arayışları, tutarlı ve sistemli bir tarz kazanamadığı ölçüde sağa-sola savruluşları yoğunlaştırıyor. Bu savruluşlar, teorik temellerindeki zayıflığı sekter ve bağnaz karşı koyuşlarla gizlemeye çalışan devrimci eğilimlere görünürde bir haklılık sağladığı gibi, panikçi ve inkarcı tutumlar da, teorik-pratik yenilenme ihtiyacının olumlu görüntüsü ardına sığınabiliyor.

Olumlu ve olumsuz etkilerin birbirine karıştığı böyle bir ortamda, TİP’in 70’li yıllardaki hızlı eriyişi içinde burjuva sosyalizminden kopan Gelenek ve Toplumsal Kurtuluş çevreleri, önceleri aydın ve eski sendikacı kadrolar tarafından savunulan “sosyalist devrim” tezleriyle, mücadeleyle yeni tanışan genç aydınların, arayış içindeki eski devrimci kadroların ve siyasi grupların teorik ilgilerini çekebildi. Emek dergisinin ve TDKP’den ayrılan Ekim grubunun “sosyalist devrim” tezlerine yönelişiyle, 60’lı yıllarda kapanmış olan tartışmalar, bu kez başka koşullarda ve değişik özellikler kazanarak bir ölçüde yeniden gündeme geldi.

Dergimizde her iki eğilimin yeni yönelişlerinin taşıdığı politik anlam ayrı makalelerde ele alınarak, genel çizgileri içinde “sosyalist devrim” tezlerinin eleştirisi yapılmıştı. Daha önce Yalçın Küçük’ün Türkiye Üzerine Tezler’ine yönelik eleştirilerimize yanıt vermeyen Toplumsal Kurtuluş dergisi, Haziran-Temmuz (1991) tarihli 44-45. sayısında S. Dönmez imzasını taşıyan M. Yılmazer’in Demokratik Devrimi ve Program Sorunları başlıklı bir yazı yayınladı. Yazıda TDKP ve Ekim eleştirimizde dile getirdiğimiz görüşlerden hareketle devrim ve program sorunlarına ilişkin kavrayışımıza yönelik bir eleştiri yapılıyor. Biz de bu yazımızda Toplumsal Kurtuluş eleştirilerine yanıt vererek, demokratik devrim kavrayışımızı detaylandırmaya çalışacağız.

S. Dönmez, yazısının girişinde “Kıvılcımlı’nın mirası”na ve bu mirasın dergimiz tarafından “nasıl” devralındığına değinerek, kendi görüşlerini açıklamaya girişiyor. “Geçerken” Kıvılcımlı’nın mirası üzerine Y. Küçük’ün Aydın Üzerine Tezler’ine anıştırma yapılarak verilen “akıllar”a burada değinmeyeceğiz. Ama doğal olarak, demokratik devrim kavrayışımızın açıklanması, Kıvılcımlı’nın mirası üzerine bir savunmayı içinde taşıyacak, bu mirası “nasıl” devraldığımızı ortaya koyacaktır.

S. Dönmez, “Kıvılcımlıda en bilimsel saptamalar bile sanki popülist bir üslupla sunulmak zorundadır, sonuçta finans-kapital de ‘bir avuç parababası’ olarak sunulur” diyor. Hemen ardından da finans-kapital saptamasının stratejik içeriğine ilişkin şunlar söyleniyor:

“…demokratik devrimciliğin, devrim güçlerini, proletaryanın müttefiklerini olabildiğince genişletme (bazen ‘milli burjuvazi’ye dek) ve devrimin hedefini alabildiğine daraltma ‘bir avuç’ parababasına ya da ‘işbirlikçi’ tekelci burjuvaziye ve toprak ağalarına ya da ‘komprador’ burjuvazi ve toprak ağalarına dek arayışının izlerini görüyoruz. Bu aynı zamanda kendi gücüne ve devrimci sınıfa güvensizliğin ifadesidir.”

Yazar, burada Yılmazer’in de küçük burjuva devrimciliğine yönelik “benzer bir eleştiri” yaptığını, Kıvılcımlı’nın MDD eleştirisinin “bazı önemli doğruları” içerdiğini belirtmesine rağmen, MDD ve ondan türeyim küçük burjuva eğilimlerle aramızdaki belirgin sınır çizgilerinin üzerinden birkaç cümleyle kolayca atlayıveriyor:

“Ancak işçi sınıfının öncülüğünü vurgulamak yetmez, sosyalizmin güncelliğini de savunmak, işçi sınıfını birtakım ‘demokratik’ müttefiklerinin programının kararlı savunuculuğu misyonundan kurtarmak gerekir.”

Türkiye’de kapitalist gelişmenin sancılı birikimi içinde çözümlenmek bir yana, ağırlığını gittikçe daha çok duyuran “demokratik” sorunların öne çıktığını savunmak, işçi sınıfına “birtakım demokratik müttefiklerinin programının kararlı savunuculuğumu yüklemek mi sayılmalıdır? Devrimin ana vuruş yönünü finans-kapital egemenliğine yöneltmek, “proletaryanın müttefiklerini olabildiğince genişletmek” ve “devrimin hedeflerini alabildiğine daraltmak” mıdır?

Proletaryanın, üretici güçlerin gelişimini sosyalizmin inşasına yöneltmek için çözmek zorunda bulunduğu demokratik sorunları hafife alarak düzen-içi reformlara indirgeyen, iktidar işçi sınıfı tarafından ele geçirildiğinde kapitalizmin hala çözemediği sorunlar varsa onları ela “geçerken” çözmeyi va’zeden bir mantıktan başka türlü açıklamalar beklenemezdi. Geniş halk yığınları için çözüm bekleyen ve devrimin ana kaldıraçlarını oluşturan “demokratik” sorunların çözümlenmesine öncülük etmek, proletaryanın görevi değilse, kimin görevi olacaktır? “Demokratik” sorunların çözümünü öne çıkarmak “birtakım müttefiklerin programına özgü bir kavrayış biçimini ifade ediyorsa, (ki bu müttefikler bize atfen “milli burjuvaziye dek genişletiliyor) proletarya, iktidarı nasıl ele geçirecektir? Sosyalizmi savunarak denilecek. Tanrı aşkına birilerinin ortaya çıkıp sosyalizmin nasıl savunulacağını bize göstermesi gerekir.

Eğer sosyalizmi savunmak, kurtuluşun sosyalizmde olduğunu tekrarlayıp durmak, yakıcı toplumsal problemlerin çözümünün ancak proletaryanın iktidarı altında mümkün olabileceğini belirtmekle kalmaksa, hiç kuşku yok, “sosyalist devrim”ci baylarımız propaganda düzeyinde yıllardır bir adım öteye gidemeyen “devrimci-demokratlar”ımız yanında yaya kalacaklardır. Eğer, anti-kapitalist hedefler, verili gelişme koşullarında somut uygulamalar olarak ifade edilemiyor, (yoksa “geçiş” programlarının anlamı nedir?) bugünkü mücadele içinde ayırdedici taktik dayanaklara kavuşturulamıyorsa, proletarya iktidarı ve sosyalist kuruluş üzerine soyut genellemelerden öteye gidilememiş olacaktır. Nitekim, gerçek durum tam da budur. “Sosyalist devrim”cilerimiz, gündelik mücadeleye girdiklerinde, “demokratik” görevleri içlerine sindiremedikleri için istikrarlı bir pratik çizgide derinleşemeseler de, bu görevlerle yüz yüze gelmekten kaçınamamakta, ya -sosyalist devrimde yoksul köylülüğü yanına alan proletaryanın tecrit etmek zorunda bulunduğu- küçük burjuvazinin siyasi temsilcileriyle ittifak yapmak zorunda kalmakta, ya da kendilerini devrimci günlük faaliyetin dışında bulmaktadırlar. Yoksa, “sosyalizmin güncelliği”ni savunanlar, günlük pratikte bir “reform” hareketi olacak mı varlık kazanmaktadır?

Anti-kapitalist hedefler, sınıf hareketinin öznel koşullarını bir yana koysak bile, kapitalist gelişme ve sınıf ilişkilerinin mevcut konumlanışı içinde doğrudan ve somut uygulama biçimleri olarak ifade edilememektedir. O zaman sosyalist propaganda, kaba kapitalizm karşıtlığına indirgenmiş oluyor. Anti-kapitalizm, kapitalizm karşıtlığıysa, bir Dev-Sol’cu ya da TİKKO’cunun bunda S. Dönmez’den daha az samimi olduğunu hiç kimse söyleyemez. Eğer, anti-kapitalist sloganlar sosyalist idealleri benimseyen kadrolar yetiştirmekten öteye, yığınların günlük mücadelelerine bu doğrultuda taktik yön kazandırmakta somut muhtevasını bulmaktaysa, yığın hareketini düzen-dışı alana çekmeye yönelik devrimci taktiklerin doğrudan anti-kapitalist biçimler taşıdığını hiç kimse söyleyemez. Bunu ancak bir çırpıda bütün burjuvaziyi egemen hale getirerek iddia edebilirsiniz. O zaman da, gerçekliği ve onun içinde kendi konumlanışlarını nasıl tanımlarlarsa tanımlasınlar, bu düzenin politik düşmanlarının eylemi, nesnel olarak anti-kapitalist özellik taşıyor demektir.

Bize yeniden “eşitsiz gelişim yasası”ndan ve çözüm bekleyen “demokratik” sorunların varlığının ya da aynı anlama gelmek üzere toplumsal geriliklerin, iktidarın proletarya tarafından ele geçirilişine engel oluşturmadığından söz edilecek. Devrim sorununun her şeyden önce bir “iktidar sorunu” olduğu vurgulanacak. Bizim “demokratik görevler çözümlenmeden toplumun sosyalist temelde örgütlenmesinin mümkün olamayacağı” yolundaki görüşümüz, “devrimi salt nesnel bir süreç olarak gören” “mekanik determinist yaklaşım” sözleriyle karşılanacak. ,

Toplumsal yapının nesnel gerilikleri, her zaman proletarya iktidarını imkansız kılmayabilir, ama her halükarda onun sınırlarını belirler. Dolayısıyla, sosyalist devrim programı, yalnızca proletaryanın siyasal iktidar yapısını tanımlamaktan öteye, doğrudan sosyalist iktisadi uygulamaların tanımlanışını içermek durumundadır. Eğer, proletarya iktidarının sosyalizmi inşa etmek için öncelikle (isterseniz “geçerken”) “demokratik” sorunları ele alması gerekiyor derseniz, demokratik devrim süreçlerinin işin içine karıştığını itiraf etmek zorunda kalırsınız. Bugüne dek yaşanan olaylar, iradi müdahalelerin nesnel gerçekliğin elverdiği sınırları zorlayabildiğim, ama onu aşamadığını göstermiştir. Nesnel gerçeklik, canlı kitle tepkileriyle size kendisini duyuracak, atabileceğiniz adımların sınırlarını gösterecektir.

Böyle bir durumda, devrimin siyasal niteliğiyle, sosyal kapsamı arasında bir çelişkiden (ya da “eşitsizlik”ten) söz etmek yersiz olmayacaktır. Bu da bize demokratik devrim ve sosyalist devrim süreçlerinin iç içe geçen tarihsel özelliklerini, siyasal anlamda ise asgari ve azami programlar arasındaki bütünlüğü gösterecektir. Proletaryanın asgari programı, kapitalizmin işçi sınıfının iktidar sopası altına alınmasından başka bir şey değildir.

Proletarya partisinin temel amacı, iktidarı ele geçirerek sosyalist toplumsal dönüşümleri gerçekleştirmektir. Siyasal iktidarın proletarya tarafından “fethi”, sosyalizmin kendisi değil, ön koşuludur. Burada karşımıza birbiriyle sıkı sıkıya bağlantılı olan, birbirini belirleyen, ama birbirinden farklı özellikler taşıyan iki sorun çıkmaktadır. Birincisi, proletaryanın iktidara nasıl geleceğidir. İkincisi ise, sosyalist dönüşümleri nasıl gerçekleştireceğidir. Birinci süreç, iktidara gidiş yollarını; ikinci süreç, iktidara gelindiğinde ilk elden yapılması amaçlanan işlerin planını ifade etmektedir. Bu iki sorunun teorik çözümü, hiçbir soyut formüle sığdırılamayan canlı gerçekliklerin tanımlanmasıyla mümkün olabilecektir. Burada tek hareket noktamızsa, nesnel gelişmenin verili koşullarıdır.

Proletaryanın iktidara yürüyüşü, varolan sınıfların karşılıklı durum ve çıkarları içinde somut bir anlam kazanabilir. Bu da son duruşmada iki şeye, üretici güçlerin mevcut gelişme düzeyine ve bu gelişimin aldığı özel somut biçimlere dayanır. İktidara gelindiğinde sosyalist hedefler doğrultusunda ilk anda neler yapılabileceğine ilişkin genel planlar ise, gene verili gelişme düzeyinin çözümlenmesinden çıkartılabilecektir.

Türkiye’de nesnel olarak bir proletarya iktidarının imkansızlığını ileri sürmek, üretici güçlerin gelişim düzeyini olduğundan çok geri görmek demektir. Hatta ülkemizin, bugüne dek sosyalist inşa deneyimlerini yaşayan ülkelerin devrim öncesi durumlarından daha ileri bir gelişkinlik düzeyine sahip olduğu da rahatlıkla söylenebilir. Burada asıl sorun, proletaryayı sosyalizme nasıl hazırlayacağımız ve cephede savaşan güçleri nasıl düzenleyeceğimizdir.

Lenin, “devrimlerin devrimciler tarafından yapılmadığını, olgunlaşmış krizlerden ve büyük sınıfsal kopuşmalardan çıkageldiğini” belirtirdi. Koca Marx da, ondan çok önce “devrimlerin, hatta devrime katılan sınıfların iradelerinden de bağımsız olduğunu” söyledi. Toplumsal Kurtuluş yazarları, bizi gene “mekanik determinist yaklaşım”la suçlayabilir. Ne yapabiliriz, elimizden başkası gelemiyor.

Kuşkusuz Lenin’in sözleri, devrimci önderliğin sübjektif-iradi rolünü ortadan kaldırmıyor, yalnızca bu rolün çerçevesini tanımlıyor. Devrimler, devrimcilerin istedikleri anda, onların niyet ve özlemlerine göre gerçekleşmezler. Devrimcilerin rolü, sınıf savaşının siyasi organizasyonunu sağlamaktır. Devrim sürecini hızlandırmak ve onu önceden hazırlanmış bir plana göre yönetmektir. Ancak bu planın gerçekleşmesi, savaşan toplumsal güçlerin karşılıklı ilişkilerine göre belirlenecektir. Bu ilişkilerin sınıf savaşının hangi aşamasında, hangi somut-pratik biçimleri alabileceğini önceden kesin olarak bilemeyiz. Ama sınıfların mevcut sosyal yapı içindeki durum ve çıkarlarını çözümleyerek, onların devrim ortamında oynayacakları rolün genel çerçevesini önceden bilebiliriz. Bu noktada, dünyada yaşanan deneyler bize ışık tutacaktır.

Keza, somut bir devrim anında, devrime katılan sınıflar, kendi çıkarları doğrultusunda çok bilinçli ve kararlı davranışlar gösterse bile, devrimin yaratacağı sonuçlar, herhangi bir sınıfın istekleri tarafından değil, sınıflar arasındaki değişebilir güç dengeleri tarafından belirlenecektir. Burada irade, dengelerin düzenlenmesindeki bilinçli çaba olarak kendini ortaya koyar.

Sosyalist devrimi güncelleştiren anlayışlar ister istemez proletarya öncülerinin iradesini ekonomik gelişme ve sosyal sınıf determinizminin üstüne çıkartmaya zorlanıyorlar. Buna teorik dayanak kazandırmak için “alt-yapı ve üst-yapı ilişkileri arasında eşitsiz gelişme” üzerine yapılan vurguların belirleyici hal alması, Marksizmin genel kavramlarını zorlayan bir kaçınılmazlığa ulaşıyor. “Sosyalist devrim”i kararlıca öne çıkaranların aynı kavramlar üzerine tartışmasız bir uzlaşma sağlıyor olmaları da bu açıdan tesadüf sayılmamalıdır. Teoride, sınıf mücadelesinde küçük burjuvazi ve “köylülüğün” proletarya saflarına kadar uzanan geniş etkisi üzerinden kolayca atlayarak proletarya diktatörlüğü üzerine “irade” buyuranlar, pratikte, küçük burjuvazinin, devrimci demokrasinin tartışmasız yaygınlığında ifadesini bulan “irade”sine karşı sosyalizm niyaz eden iradesiz akademisyenlere dönüşüyor. Ya da, küçükburjuvaziyle devrimci tutum üzerinde ittifaka zorunlu kalmak kaçınılmaz oluyor. 12 Eylül sonrası “sosyalist devrim”cilerinin bu çelişkiyi hali hazırda çözümleyemedikleri ortadadır. Yoksa “açık devrimci parti” girişimleri hangi lahana turşusuna perhizden kaynaklanıyor, açıklanması gerekir.

Devrimci İktidar – Küçük Burjuvazi

S. Dönmez, Yılmazer’in Rusya’da sosyalist devrimin ikili iktidar koşullarından çıktığı, Menşevik ve SR’lerin yönlendiriciliğinde burjuva hükümetin kuyruğuna takılan Sovyetlerin yozlaşmasıyla devrimci-demokrasinin siyasal işlevini tamamladığı, küçükburjuvazinin burjuvaziyle uzlaşması sonucunda devrimin siyasal ittifaklarında bir farklılaşmanın yaşandığı saptamalarına karşı şunları söylüyor:

“Küçük burjuvaziyle burjuvazinin uzlaşmasına gelince, bu olağan dışı değil olağan durumdur. Bizim de sosyalist devrim adımını atabilmek için küçük burjuvazinin burjuvaziyle uzlaşmasını beklememiz hiç gerekmiyor.”

Bu sözlerin anlamı, küçük burjuvaziyle bugünden bir kopuşmanın özlenmesinden başka bir şey değildir. Aynı yazıda şunlar da söyleniyor:

“Biz sosyalist devrimden sosyalistlerin iktidara gelmesini anlıyoruz. Hatta bu iktidara küçükburjuvazinin bazı temsilcileri de katılabilirler, ancak hegemonya sosyalistlerde olmalıdır. Bu anlamda sosyalist devrim saf bir proleter devrimi değildir.”

Ne tutarlı, ne berrak bir strateji! Toplumsal Kurtuluş yazarları, küçük burjuvazinin önümüzdeki bir devrimde ve onun getireceği iktidarda yerinin bulunup bulunmadığına karar vermek durumundadırlar. Sosyalist devrim adımı, proletaryanın küçük burjuvaziden koparak yoksul köylülükle ittifakına dayanır. Henüz devrimci eğilimlere sahip bulunduğu bir ortamda küçük burjuvaziden kopuşmak, devrimin gücünü zayıflatmaz mı? Küçük burjuvazi devrimci siyasal çözümler üretme yeteneğini yitirmeden, tek tek işçi önderlerinden öteye topyekün sınıf eyleminin sosyalist devrim şiarlarına yükseltilmesinin imkanı nedir? “Küçük burjuvazinin bazı temsilcileri” de iktidara “katılabilirler”se, katılıp katılmayacaklarına veya ne kadar katılacaklarına, bu katılımın koşullarına kim karar verecek? İşçi sınıfı öncüleri iktidara katılan “bazı küçük burjuva temsilcileri” ile hangi adımları, nereye kadar atacak? “Bazı temsilcileri”yle iktidara “katılabilen” küçük burjuvazi, proletaryanın hegemonyası altına nasıl alınacak?

Olaylara Toplumsal Kurtuluş bürosundan bakılınca, her şey proletaryanın siyasal iradesi altında toplanabilir. Ama bunun için önce bu iradenin açığa çıkarılması, geliştirilmesi, bağımsızlaştırılması ve dayatılması gerekir. Bir an için kendinizi devrim içinde düşünün baylar, orada çeneler değil, silahlar konuşacak.

Sözü edilen “bazı temsilciler”, proletaryanın siyasal hareketine katılan küçük burjuvalar değil, bir toplumsal kategori olarak küçük burjuvazinin siyasi sözcüleri ise, iktidara onlar sizin izninizle değil, kendi güçlerini dayatarak gelirler. Bu güçle, iktidarı kendi taleplerini uygulamaya zorlarlar ve sizin iradenizin sınırlarını çizerler. Herhalde iktidara “katılabilen” silahlı küçük burjuvazi, tarihin akışı öyle gerektirdiği için kendisini proletaryanın nasılsa zuhur eden sosyalist iradesine teslim etmeyecek.

“Bazı” “devrimci-demokrat”lar, size teorik olarak gayet yerinde sorular sorabilirler. Olur a, komünistler Rusya’da iki kez tekrarlandığı gibi devrime hazırlıksız yakalanabilirler.” İktidarı yıkmakla iktidara gelmek, her zaman aynı şeyler değildir; iktidarın yıkılmasına pratik öncülük eden proletarya, Rusya’da olduğu gibi, yakın zamanda İran’da olduğu gibi, sırf kendi siyasal yetersizlikleri yüzünden iktidarı “gönüllüce” burjuvaziye teslim edebilir.” İşçi sınıfının devrimci eylemini ardına alan Dev-Yolcu-Dev-Solcu “küçük burjuva temsilcileri”, iktidarda çoğunluğu sağlayabilir” ve onlar, kitlelerin devrimci özlemlerini dizginlemeye çalışan veya karşı cephede yer alan burjuvaziyle illa ki uzlaşmayabilirler.” Hatta kitleleri harekete geçirmekten ürken reformcu burjuvazinin “bazı temsilcileri”, iktidara katılabilir.” SHP’yi, DSP’yi geçelim; o günlerde bu rolleri oynayacak “sosyalist” Sadun Arenler, M. Ali Aybar’lar, Halil Berktay’lar bulunabilir”; burjuvazi yeri geldiğinde kimi destekleyeceğini bilir. Devrimci hareket o günlerde de Perinçek gibi Mirabeaular yaratabilir.” O zaman Toplumsal Kurtuluş’un devrim reçetesi bütünüyle suya düşecektir.

“Günü ve saati” geldiğinde, hiçbir sınıf, proletarya bile devrim için komünistleri beklemeyecek. Kendimizi abartmayalım; komünistlerin görevi, proletaryayı devrime hazırlamak ve hangi koşul altında olursa olsun, sınıfın devrimci eylemine bilinçli yön kazandırmaktır. O halde, “günü ve saati” illa ki örneğin Toplumsal Kurtuluş yazarları tarafından belirlenen bir devrimden değil de, önümüzdeki devrimden söz edebiliyoruz. Bu devrim, “olgunlaşmış bir kriz”den “çıkıp gelebilir”. (Türkiye’de yeniden yaşanma imkanı kalmamışsa da yaşanmış şeylerdir; proletarya bir sabah aniden bir devrimle yüz yüze kala”bilir.”)

Önümüzdeki devrimde (dünya ve bölge şartlarında ani dalgalanmaların da etkisiyle. Türkiye şimdiden tahmin edilemeyecek bir devrimci kargaşaya sürüklene”bilir.”) yukarıda sayılanlar imkan dahilinde midir? O halde, proletarya bütün bu imkanlar içinde kendi iktidarının imkanını nasıl gerçekleştirecek? Proletaryayı sosyalizme nasıl hazırlayacağız? Küçük burjuvaziyi, hatta yarı-proleterleri (yarı-küçük burjuva oldukları unutulmamalıdır, siyasal tutumlarında bize yakın yarıları yerme öbür yarıları etkili olabilir) işçi sınıfının hegemonyası altına nasıl alacağız?

İktidara geldiğimiz sabah metayı kaldıracağımız vaadiyle mi? Camilerin hoparlörlerini sökeceğimiz vaadiyle mi? “İş, ekmek, özgürlük” vaadiyle mi, yoksa yığınların on yıllardır haykırageldikleri, bu düzene sığdırılamayan “demokratik” talepleri yerine, kollektivizasyon vaatlerini öne çıkararak mı? Eğer doğrudan kollektivizasyona girişmeyecekseniz, sosyalist uygulama nerde kalacak ve bu durumda “bir sosyal demokrat partinin ya da reformist bir işçi partisinin programı olabilecek uygulamalar, bir sosyalist iktidara nasıl yakıştırılacak?

Yoksul köylü toprak işgal etmiş, küçük köylü Fatsa’da barikata çıkmış, Akhisar’da tefeci bürolarına saldırmış, bütün emekçiler demokrasi feryadı ediyor; Toplumsal Kurtuluş yazarları ise, Türkiye devriminin ana dinamiklerini oluşturan bu halk istemlerini hem “demokratik reformlar için mücadele eden legal bir parti”ye transfer ediyor, hem de sonraya kalanları “geçerken” çözmeyi va’zediyor. Bu mantıkla işçi sınıfı sosyalizme hazırlanamaz, ancak devrim ve iktidar dinamiklerinin yanından “geçilir.” Proletarya, yoksul köylülüğün toprak istemini çözmeyi ciddi ve kapsamlı biçimde önüne koymazsa, onu kendi öncülüğü altında bir ittifaka nasıl yöneltecektir? Yoksul köylülüğün tepkileri nasıl açığa çıkartılıp harekete geçirilecektir? Hem toprak talebini düzen-içi reform talebi sayacaksınız, hem topraksız az topraklı köylüyle ittifak kurarak sosyalist devrim yapacaksınız. Nasıl becerebildiğiniz belli olmayan bu devrimden sonra, eğer yoksul köylüler sizi sıkıştırırsa, “geçerken” bir miktar toprağı da dağıtacaksınız. O zamana dek söyleyeceğiniz devrimci söz nedir? Sosyalizm tek kurtuluş yoludur, o da proletarya iktidarından geçer. Ne parlak politika, ne yüksek irade! Hiçbir sınıf üzerinde lafla hegemonya kurulamaz. Tarihin sınıfları ortadan kaldırmaya çağırdığı işçi sınıfı bile kuru sloganlarla sosyalistleştirilemez.

Öyleyse proletarya iktidarı nereden doğacak?

Tekeller ve Proletarya İktidarı

İşçi sınıfı, sosyalizmi kurabilmek için her şeyden önce siyasal iktidarı ele geçirmek zorundadır. O halde, devrimci stratejinin temel sorunu, egemen sınıf yapısını doğruca tanımlamaktan geçiyor. “Sosyalist devrim”cilerle öncelikle anlaşamadığımız konu burada ortaya çıkıyor. Siyasi iktidarı elinde bulunduran güç, Türkiye’nin bütün iktisadi ve sosyal yapısını belirleyen finans-kapital midir, yoksa -tekeller egemenliği kabul edilse de- kapitalizmin egemenliği, “bütün burjuvazinin egemenliği”ni zorunlu kılar mı?

Soyut teorik formüllerden öteye geçilmek isteniyorsa, toplumsal-iktisadi yapıdaki canlı ilişki-çelişkilerden hareket etmek zorundayız. Genel olarak tekeller egemenliği, burjuva sınıf içinden sivrilen küçük bir azınlığın iktisadi ve sosyal ilişkileri denetim altına almasından başka bir şey değildir. Demek ki, tekeller, burjuvazinin bankalar ve büyük şirketler tapınağına yükselemeyen kesimlerini egemenlik alanından püskürterek denetimini kuruyor. Bu durum, burjuva sınıf içinde artı-değer sömürüsünün paylaşımı ve kapitalizmin nasıl yürütüleceği konusunda, bir yandan emek-sermaye çelişkisinin, öbür yandan eski toplum kalıntılarının kapitalist gelişimi sancılandıran etkilerinin ve bunlar ortasında burjuva sınıf içindeki çelişkilerin belirlediği bir çatışma ve uzlaşmalar platformu yaratmaktadır.

Düşman sınıf içindeki çelişki ve çatışmalardan proletarya lehine ve onun bağımsız’ sınıf çıkarları zemininde yararlanmak, siyasi mücadelenin gereğidir. Ustaca hazırlanmış bir strateji, sınıflar ortamındaki canlı çelişkileri çözümleyip dostlarını ve bu dostlarla temel hedefler doğrultusunda atılabilecek adımları tanımlayarak kendi savaş düzenini belirlediği kadar, kapitalist düşmanın savaş koşullarına da müdahale etmek zorundadır. Tekeller ve tekel-dışı burjuvalar arasındaki çelişkileri gözardı ederek düzleştirmek, egemen sınıf yapısını bulanıklaştırmak, tekelleri, en büyük ve en tehlikeli düşmanı bütün burjuva sınıf içinde eritip gizlemek sonucunu doğuracaktır. Bu sonuç, aynı zamanda tekeller egemenliğinin ve onun derebey kalıntılarıyla iç içe geçen bize özgü yapısının, küçük burjuvazi ve köylülük üstünde yarattığı yakıcı problemleri de gözlerden uzaklaştırır. Dahası, sosyalist devrim hedefleri açısından düşünüldüğünde, emek-sermaye çelişkisinin zembereğini, sınıf savaşının bu ana-sürükleyici halkasını genel mekanizma içinde önemsizleştirerek, proletaryanın siyasi mücadelesine doğrudan zararlar verir.

Devrimin vuruş yönünü doğrudan doğruya “bütün burjuvaziye çevirmek, bu anlamda devrimin hedeflerini genişletmek, düşman cephesini güçlendirmeyi şimdiden göze almayı, buna karşılık proletaryayı bugünkü müttefiklerinden soyutlayarak devrim cephesini daraltmayı öneren tehlikeli bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım, yalnızca bir devrim anında değil, proletaryanın günlük mücadelesinde de zararlı sonuçlar doğuracaktır.

“Sosyalist devrim” savunucuları, tekellerle diğer burjuva kesimler arasında organik bağlar bulunduğunu, tekel-dışı burjuvazinin bağımsız bir davranış alanına sahip olmadığını belirterek, anti-kapitalist hedeflerin güncelleştirilmesine dayanak bulmaya çalışıyorlar. S. Dönmez, Yılmazer’in “fakat tekel-dışı burjuvazi, bin bir bağla finans-kapitale bağlıdır” sözlerini, demokratik devrim kavrayışımızda bir çelişki duymaktadır.

Tekeller egemenliği altında kapitalist ilişkiler derinleştikçe tekel-dışı burjuvazinin bağımsız iktisadi hareket alanı daralmakta, giderek yok olmaktadır. Hatta ağır ağır çözülen küçük meta üretimini tekeller egemenliğine bağlayan bağlar da gittikçe daha çok doğrudan biçimim kazanarak güçlenmektedir. Ama “orta burjuvazi”yi tekellere bağımlı hale getiren, tekellerin dayattığı işbölümü mekanizmaları çoğalıp genişledikçe, burjuvazinin alt katları üzerindeki iktisadi baskı ve yıkım da artmaktadır. Tekel-dışı burjuvaziyi muhalefete iten de zaten bu bağımlılık ilişkilerinin güçlenmesidir. Ama bu muhalefet, proletarya ve devrim korkusuyla inmelidir. Tekel-dışı burjuvazinin hiçbir zaman gerçek, bütünsel bir zemine oturmamış “bağımsız” politik davranış alanını daraltan proletarya ve devrim korkusu, finans-kapitale onların politik istemlerini kendi güdümü içinde eritme avantajını sağlamaktadır. Hali hazırda bu erimenin burjuva politikacılığında yarattığı sancılar dinmiş değildir ve finans-kapitalin düzeni yenileme çabaları üzerinde eskisinden daha farklı biçimler taşıyan yeni burjuva politik oluşumların doğamayacağına kimse güvence veremez. Böylesi oluşumların adayları bir süredir ortaya çıkıyor da.

Avrupa’da tekellere karşı mücadele, doğrudan anti-kapitalist nitelikler taşıyor veya orta tabakalarla tekeller arasındaki zaman zaman su yüzüne vuran çelişkilerin yarattığı kısmi gündelik gerilimler, düzenin güçlü iktisadi temelleri üzerinde nispeten kolayca çözümleniyor. Hu yüzden orta tabakaların anti-faşist cephelerde tutarsız müttefikler olarak yer aldığı 30’lu yıllar, iktisaden ve politik olarak çok geride kalmıştır. (O günlerin şartlarında halk cephelerinin anti-tekel programları öne çıkarmış olmaları değil, ondan geri adımlar atarak demokrasi uğruna burjuvaların kuyruğuna takılmaları eleştirilmelidir.) Batı’da güçlü teknik gelişmeler, üretimin ara süreçlerini de modernize ederek doğrudan tekelci örgütlenme ağına sokmuş, ya da yan üretim dalları uluslararası şirketlerin güdümünde geri ülkelere kaydırılmıştır. Orta tabakalar sanayi malları üretiminden kovulmuş, genel olarak tarım, hizmet ve dağıtım alanlarında yığılmıştır. Hemen bütün hizmet ve dağıtım ağı muazzam örgütlenme zinciriyle kontrol altına alınmıştır. Orta tabakaların ve hatta işçilerin tasarruf ve birikimleri, yaygın hisse senedi satışları, kredi kartı vb. uygulamalarıyla finans-kapital arabasına bağlanmıştır. Tarımda ve hizmet alanlarında küçük işletmelerin üretim gücü, geri ülkelerin sırtından sağlanan modernizasyonla son derece geliştirilmiştir. Ekonomik ilişkileri derinliğine kavrayan bu sıkı sıkıya merkezileşme, gündelik toplumsal yaşamda da soluk borularını kesmiş, işçi sınıfının tepkileri bile finans-kapitalin güdümü altına sokulmuştur. Uluslararası sömürüyü daraltacak olan dünya devrim süreci kapitalist anayurtlarda devrim olanakları yarattığında, aynı merkezi yapı uzun süreli müdahalelere gerek kalmaksızın neredeyse kendiliğinden sosyalist özellikler kazanabilecektir.

Türkiye finans-kapitali de bu yönde adımlar atmaya zorlanıyor. Ama aynı doğrultudaki girişimlerin uluslararası sömürünün etkilerini içerde ne ölçüde derinleştireceğini, işçi sınıfı ve yoksul yığınları ne şiddetli bir cenderede sıkıştıracağını şimdiden kestirmek zor olmasa gerektir. Doğal olarak bu süreç, orta tabakaları erittiği, kırdaki çözülmeyi derinleştirdiği ölçüde, sınıf mücadelesinde yeni kazanımlara dönüşecektir. Demokratik devrimden burjuvaziyle ittifakı değil, burjuvazinin denetim altına alınmasını amaçlayan proletarya sosyalistleri, bundan gocunamazlar. Tersine, mali sermaye ilişkilerinin derinleşmesi, ne ölçüde sancılı sonuçlar yaratırsa yaratsın, devrimin gücünü ve etkisini derinleştirerek sınırlarını genişletecektir.

Batı’da tekellere vurulacak her darbe, kapitalizmin köklerini sarsıcı etkiler yaratır. Ama küçük ve orta işletmeciliğin yaygınlığını hala koruduğu ülkemizde, kapitalizmin geçmişin maddi-manevi tortularıyla kaynaşan bağımlı tekelci yapısı ile kapitalizmin özgün gelişim mantığı arasındaki fark, gündelik hayatın birçok alanında kendisini duyurmaktadır. Proletarya öncülüğünde bir demokratik devrimle, modern üretici güçlerin (burada insan üretici güçlerini de birlikte sayıyoruz) gelişimi üzerindeki cendereler kırılarak, anti-kapitalist potansiyeller hızla özgürleştirilebilir. İşçi sınıfı böyle bir çözümü göze alamadığı sürece, halk istemlerinin düzenin yapısını zorlayacak potansiyelleri açığa çıkarılamadığı ve bu istemlere devrimci biçimler kazandırılamadığı sürece, aynı sonuçlara kitleler için daha ezici, yıkıcı, çürütücü yollardan varılabileceği unutulmamalıdır. Bu durumda, halk istemlerinin düzen-içi zorlamaları, batakçı kapitalizme toplum ölçüsünde sancılı bir yenilenme aşısına dönüştürülecektir. “Demokratik görev”lerin devrimci bir çözümünü hafife almak, ister istemez kapitalist sınıfın zeminindeki bir çözüme doğru itilmeye yol açacaktır. O zaman görürsünüz, finans-kapitalle ittifak zeminindeki tekel-dışı burjuvazinin politik rolünü.

Sınıf savaşının ana vuruş yönünü tekellere çevirmek, “sosyalist devrim”cilerimize iki açıdan sakıncalı görünüyor. Devrim stratejisinin halk yığınlarıyla finans-kapital arasındaki çelişkiler üzerine kurulması emek-sermaye çelişkisini bu karmaşık çelişkiler yumağı içinde gözden kaçırmak ve proletarya istemlerini genel halk istemleri içinde eritmek sayılıyor. Burada undialectic Maocu çelişki anlayışı ve sun’i denge tezlerine anıştırmalar yapılıyor. Diğer yandan, tekellere karşı mücadelenin öne çıkarılması, devrimin müttefiklerini “milli burjuvazi”ye kadar genişleten, buna karşılık devrimin hedeflerini daraltarak anti-kapitalist amaçlardan uzaklaştıran bir yaklaşım olarak görülüyor. Burada da, salt “demokratik halk devrimi”ne karşı duyulan önyargıyla proleter devrim kavrayışımız, küçük burjuva sosyalizminin kapitalizmin ufkunu aşamayan devrim anlayışına indirgeniyor. Hatta Avrupa komünist partilerinin sonuçta reformcu bir çizgiye sürüklenmelerine yol açan hatalarına dar ve tek yanlı göndermelerde bulunuluyor.

Sınıflar mücadelesinin ana yönünü finans-kapital ve halk yığınları diasındaki çelişkilerde görmek, emek sermaye çelişkisini gizlemek midir veya bu, sosyalist amaçları gözden kaçırmak mı sayılmalı?

Doğal olarak, finans-kapital egemenliği, emek-sermaye çelişkisinin varolan koşullar içindeki en gelişkin düzeyini ve bu çelişkinin en sivri kutbunu ifade eder. Nitekim gündelik mücadelenin seyri içinden bakıldığında bile, sınıflar savaşının kalbinin, proletaryanın ileri kesimlerinin yoğunlaştığı santralize olmuş büyük işletmelerde attığı görülebilir. Bu durum, bize sınıfın eylem ve örgütlenme yeteneklerinin en yüksek ve en etkili hareket alanları olması dolayısıyla anti-kapitalist çözümlerin zembereğinin de nerede işlediğini gösteriyor.

Ancak, hepsi bu değil. İşçi sınıfının yarısından çoğu ise, sayısı yüzbinleri bulan küçük ve orta işletmelere dağılmış durumdadır. Kapitalizmin daha geri gelişme düzeyini temsil eden işletmelerde emek- sermaye çelişkisi de daha geri üretim koşulları içinde ve çoğu kez şehirlere taşınmış olan geleneksel ataerkil bağlarla bir dereceye kadar karışarak kendisini gösteriyor. Bu geri üretim alanlarına dağılmış, daha ağır şartlar altında çalışan işçiler, hatta devrimci mücadeleye daha kolay ses vermelerine ve daha militan tepkiler gösterebilmelerine rağmen, en basit sendikal örgütlenmelere bile sahip olamadıklarından, sınıf mücadelesinde proletaryanın ana gövdesiyle düzenli ve organik bağlantılar sağlama olanağından uzak bulunuyorlar.

Kapitalizmin embriyon aşamasını temsil eden yaygın küçük meta üretimi ise, modern ilişkilerle geleneksel yapıların birbirine karıştığı bir geçiş dönemini yansıtıyor. Yeni proleterler üreten bu en geri alanlar aynı zamanda tefecilik ve ortakçılığın baskısına maruz kalıyor.

İşte size kapitalist gelişmenin üç evresi. Proletaryayı farklı gelişme düzeyleri içinde zümrelere bölen, emek-sermaye çelişkisinin farklı görünüşleri. Kapitalizmin Prusya tipi gelişimi, yukarıdan aşağıya doğru inildikçe derece derece artan, karmaşıklaşan etkilere, birbirine geçişen girift çatışmalara yol açmıştır, hala da açabiliyor. Tekelci yapının burada ela alamayacağımız özel gelişme biçimleri, bir yandan emek-sermaye çelişkisinin gelişimini yükseltir, olgunlaştırırken; öbür yandan zıt yönlü etkilerle modern çelişkilerin gelişip olgunlaşma imkanlarını daraltan ve bir bütün olarak modern çelişkilerin gelişim hızını kesen, yavaşlatan, etki gücünü azaltan, özgürleşme imkanlarını köstekleyen sonuçlar da yaratıyor. Bütün toplumsal sancı ve gerilimlerimize yol açan, sosyalleşme düzeyi yükseldikçe kendisini daha şiddetli biçimde duyuran ana etken, aynı mekanizmanın bütünlüğünden çıkan bu iki zıt yönlü etkidir. Pişmiş aş gibi önümüze sürülen emek-sermaye çelişkisi bu karmaşık bağlantılar içinde kavrandığında, sosyalist mücadelenin üzerinde devineceği yaşam alanları aydınlığa kavuşturulmuş olur.

Finans-kapital egemenliğinin mevcut yapısı, uzun süreli refah ve rahatlama dönemlerine izin vermeden, Batı’da kapitalizmin çoktan aştığı hastalıkları kambur gibi sırtımıza yükleyerek varlığını koruyabiliyor. Müzmin bunalım ortamında bu yükler, gittikçe ağırlaşan dayanılmaz bir şiddetle kendisini duyuruyor. İktisadi ve sosyal bunalımların etkisi, aşağıya doğru yayılan çelişkiler yumağını harekete geçiriyor. Tekellerin artan soygun ve baskısı, halk sınıf ve tabakalarını tepkiler göstermeye itiyor.

Kuşkusuz, halk sınıf ve tabakaları, finans-kapitale karşı tepkilerini sosyal yapı ortamı içindeki kendi durum ve çıkarlarına uygun davranış biçimleriyle ortaya koyacaklardır. Bu durum, değişik sınıf ve tabakalar arasında tekellere karşı -bilinçli, bilinçsiz- tepkiler zemininde ittifak ve dayanışma arayışlarına yol açıyor. Sosyal güçlerin birbirleri üzerindeki siyasi ve coşkusal-pratik etkileri, bu eksende gerçekleşiyor. Toplumsal güçler bu eksen üzerinde kendi varlık koşullarının bilincine vararak, durumlarına ve çıkarlarına uygun düşen istemler ileri sürüyorlar. Aynı egemenliğe yönelen bu istemler, birbiriyle bağlantılı ve hatta önceleri birbiriyle karışan özellikler taşıyor. Bu istemler doğrultusunda mücadele ilerledikçe, savaşan güçler birbirlerine ilişkin deneyimler kazandıkça, istemlerin ifadesindeki farklılıklar, zıtlaşmalar, bunların elde edilmesindeki mücadele yönelişleri arasındaki değişiklik, bağımsızlaşma-ayrışma yönünde sonuçlar doğuruyor. Sınıfların mücadele içindeki yerleri, kendi konumlarından kaynaklanan rolleri berraklık kazanıyor.

İktisadi bunalım, finans-kapitali sermaye birikimini yoğunlaştırmaya iter, irili-ufaklı kapitalistleri de. O zaman, yalnızca proletarya üzerindeki soygun ve baskı yoğunlaşmakla kalmaz, küçük burjuvazi ve tekel-dışı burjuvalardan da değer aktarımı yoğunlaşır. Banka ve şirketlerin baskısı altında ezilen küçük ve orta işletmeler, ancak kendi işçileri üzerindeki sömürü koşullarının vahşetini arttırarak dayanma imkanı bulabilirler.

Doğal olarak, işçi sınıfı, iktisadi mücadelede tekelci ya da tekel- dışı burjuva ayrımı gütmez; artı-değer sömürüsüne, kapitalistlere karşı direnir. Ancak bu, anti-kapitalist veya anti-tekelci mücadele değildir, bütün olarak sistemi hedef almaz. Ama işçilerin iktisadi tepkileri politik boyutlar kazandıkça, sınıf hareketi tekellerin politik egemenliğine doğru yönelir. Mevcut iktisadi düzenle politik iktidar arasındaki bağlantıları görmeye başlayan işçiler, ezici bir çoğunlukla finans-kapital partilerini desteklemezler. Onları “işveren partileri” sayarlar. Oysa burjuva reform talepleriyle ortaya çıkan partiler, en geniş destekçilerini işçiler arasında buluyor. Çünkü işçi sınıfının mevcut siyasal egemenliği ortadan kaldırmayı gerektirmeyen gündelik çıkarları, kendi ifadesini burjuva reform programlarında buluyor. İşçiler her gün işyerlerinde boğazlaştıkları kapitalistlerin siyasi çıkarlarını sandıkta verdikleri oylarla destekliyorlar. Bu partilerin işveren partisi değil, “halk partisi” olduğunu düşünüyorlar. Tekellerin uygulamaları karşısında muhalefete yönelerek işçi sınıfının desteğine başvurmak zorunda kalan burjuva reform partileriyse, sınıf kendi grev ve direniş yöntemleriyle aynı politik nitelikteki istemlerini belirtmeye başlayınca hop oturup, hop kalkıyor.

Türkiye işçi sınıfının talepleri, “iş-ekmek-demokrasi” sloganıyla ifade edilebilir. Sanayileşme-sosyal refah-siyasi özgürlük. Bu taleplerin hiçbiri doğrudan anti-kapitalist özellikler taşımaz. Önceleri düzen- içi yollarla ve düzen partilerinden beklenen bu talepler, uzun deneme-yanılmalardan edinilen deneyimle, düzenin kendisine doğru yönelmeye başlar. Ancak bu mücadele sürecinde proletarya, kendi taleplerinin tatmin edici bir uygulanışının mevcut düzen sınırları içinde gerçekleştirilemeyeceğini kavrayarak devrimci arayışlara yönelir. Tekeller düzenine onun yarattığı gündelik sonuçlardan kalkarak yönelen bu mücadele içinde, tekellere karşı köklü çözümleri göze alamayan burjuva eğilimlerden kopuşup kendi demokratik çıkarlarını burjuvazinin demokrasi kavrayış ve yöntemlerinden ayırır.

Biz, yığınlara hoşnutsuzluk ve talepler empoze edemeyiz. Hoşnutsuzluklar nesnel çelişkilerin keskinleşmesinden doğarak şiddetlenir. Her sınıfı, kendi gündelik varoluşu içinde duyduğu en yakıcı problemlerin çözümüne yönelik talepler ileri sürecek ve uzun deneyimlerin sonucunda bu talepleri gerçekleştirmek için harekete geçecektir. Bizim görevimiz, süreci hızlandırmak, tepkileri açığa çıkararak organize etmek, kendiliğinden tepkileri bilinçli politik hedeflere yöneltmek, kitlesel taleplere en aşırı, devrimci biçimler kazandırmak, bu taleplerin birbiriyle ve proletaryanın tarihi çıkarlarıyla bağlantısını kurmaktır. İşçi sınıfının sosyalistleştirilmesi ve politik davranış planında dışındaki sınıflardan kopuşarak toplumu kendi bağımsız çıkarları zemininde örgütlemeye yöneltilmesi için dayanılacak başka hiçbir yol ve yöntem yoktur.

Proletarya, devrimcileşme basamağı olarak anlam taşıyan gündelik demokrasi mücadelesi içinde, burjuvaziden kopuşabilir, kopuşmalıdır. Bu kopuşma yaşanmaksızın proletaryanın bir devrime kalkışabilmesi imkansız bulunuyor. Ancak devrimin sosyalizme doğru ilerleyişi, mevcut tekeller düzeninin ortadan kaldırılmasında çıkarı olan küçükburjuvaziden topyekün kopuşmadan mümkün değildir. Sınıfların karşılıklı durum ve çıkarları arasındaki ilişkiler, devrimimizin önüne bir aşamalar sorununu ister istemez çıkarıyor. Proletarya, küçük burjuvazinin devrimciliğini tüketmeden, sosyalist devrim adımını istese de atamayacaktır. Bu sorun esas olarak devrimin ilerleyen süreçlerinin sorunudur.

Kaldı ki, bir programatik sorun olarak dile getirilemese bile küçük- burjuva devrimciliğinin proletarya safları içinde yaygın etkilere kavuşabilmesi, proletaryanın siyasi hamlıklarından öteye, sınıf savaşının içinde bulunduğumuz tarihsel basamağına özgü bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Kırda tefeci-bezirgan sermayeye dayanan finans-kapital egemenliği, modern sınıflar yapısı içinde ağır ve sancılı bir yoldan çözülen küçükburjuvaziyi devrimci siyasal tepkilere yöneltmektedir. Proletarya sosyalizmi, işçi sınıfı iktidarının imkanlarını gerçekleştirmek için küçükburjuvazinin devrimci eğilimleriyle ittifak yapmak zorundadır.

Ama pratikte sorun daha da öteye taşıyor. Küçük burjuvazinin devrimci siyasetleriyle tarihin kendisine yüklediği devrimci rol arasındaki farklılığı, sınıf mücadelesinin bütün süreçleri içinde topyekün kavrayamayan proletarya, varolan tarihsel aşamada devrimci çözümler üretebilen küçükburjuva eğilimlerin ardında örgütlenebilmektedir. Proletarya içinde kapitalizmin geriliklerinden kaynaklanan zümresel farklılıkların derinliği, küçükburjuvazi ve proletaryanın çeşitli zümreleri arasındaki geçiş kanalları üzerinde gittikçe daha modern bir özellik kazanma doğrultusundaki sancılı akışkanlık, buna uygun bir nesnel temeli de hazır bulundurmaktadır.

Küçükburjuvazinin devrimci çözümlere yatkınlığını reddeden veya bu yatkınlığı basit gündelik tepkilere daraltarak hafife alan “sosyalist devrimcilerimiz, bize Çarlığın yıkılışına pratik öncülük yapan proletaryanın neden Menşeviklerin siyasal etkisi altında kaldıklarını açıklamalılar. Bolşeviklerin Şubat günlerinden Temmuz’a Sovyetler içinde proletaryanın geri zümrelerine dayanan bir azınlık olarak kalmaları, Nisan’a dek sosyalist devrimin savunulmasında “geç kalmaksan mı kaynaklanmıştır?

Küçükburjuva siyasetlerinin devrimci bir konum taşıyabildikleri ölçüde işçi sınıfının devrimcileşmesine katkıda bulundukları, ülkemizde yaşanan deneyimden de çıkartılabilecek bir gerçektir ve bu olumlu bir anlam ifade etmektedir. İşçi sınıfının toplumsal canlılığı, devrimci güçleri kendisine çekiyor. Ama bu sürecin derinliğinde işleyen gerçek, işçi sınıfının toplumsal yeteneklerini ortaya koyabildiği ölçüde küçükburjuvazinin talep ve özlemlerini kendi pratik eylemine bağlayabildiğidir. Küçükburjuva devrimciliğinin sınıfa yönelişi, sınıf içindeki devrimci konumu, proletarya talepleriyle küçükburjuvazinin talepleri arasında mevcut sınıf yapısını zorlayan bir örtüşme bulunmasından kaynaklanmaktadır. Bu durum, küçük burjuvaziyi proletarya ile ittifaka yöneltiyor, böyle bir ittifaka cezbediyor. İşçi sınıfı ise bu ittifakı reddetmediği gibi, küçük burjuvazinin desteğini arıyor, ona ihtiyaç duyuyor. Devrimciler arasında cereyan eden yönelişler, gündelik biçimleriyle olmasa bile genel bir tarihsel dönem içinde, küçükburjuvazi ve proletarya arasındaki kendiliğinden pratik ittifak arayışından beslenmektedir. Günümüzün bütün toplumsal tepkileri, bize böyle bir ittifakın varlığını duyuruyor. Siyasal açıdan sorun, bu ittifakın nasıl bilinçli, örgütlü ve devrimci bir seviyeye yükseltileceğinde yatmaktadır.

Doğal olarak, küçükburjuva devrimciliğinin sınıf hareketi içinde yer alışı, bir yanıyla onun proletarya sosyalizmine yakınlaşmasına zemin hazırlayan, olumlu, ama öte yandan işçi sınıfına küçükburjuva Çıkarlarını ve siyasal davranış biçimlerini empoze eden, olumsuz ve gerilimli sonuçlar yaratacaktır. Bu gerçeklik, komünistleri, işçi hareketinin devrimcileştirilmesi, işçi sınıfı eyleminin pratik bütünlüğünün sağlanması için küçükburjuva devrimciliğiyle ittifaka zorlamaktadır. Siz istemeseniz de. Yoksa, devrimci demokrasinin lideri Çetin Uygur veya Aynur Karaaslan gibi devrimci sendikal liderler, hangi gerçekliği simgeliyorlar ve siz neden onlarla bir yakınlaşma gereğini duymaktasınız? “Sosyalist devrim”ci irade nerde?

Ancak her ittifak, bir farklılığın kabulüne dayanır ve bir çatışmayı, hegemonya kavgasını kendi içinde barındırır. Belli bir tarihsel aşamada proletarya talepleriyle küçükburjuvazinin talepleri arasında varolan örtüşme üzerinde gerçekleşen “devrimci demokrasi”nin sınıfa yönelişi, işçi sınıfı eylemini küçükburjuvazinin devrimci siyasal hegemonyası altına almayı amaçlar. Bu örtüşme zemini üstünde yer alan devrimci demokrasi-proletarya sosyalizmi ittifakı (sınıfların siyasal ittifakı onların siyasal temsilcileriyle yürütülür) proletarya üzerinde küçük burjuva etki ve hegemonyasına karşı mücadeleyi, küçükburjuva tepkilerini proletaryanın siyasal hegemonyası altına almak için mücadeleyi dışlayamaz. Tam tersine, bu mücadele için en etkili ve en verimli siyasal koşulları hazırlar.

Burada, Rusya’da devrim sürecine biraz değinmeliyiz.

Çarlığı yıkan işçi sınıfının talebi, “ekmek-barış-özgürlük”tü. Ancak, Sovyetler içinde örgütlenmiş ama bilinçli siyasal hedeflere sahip olamayan proletarya, emperyalist emellere sahip ve toprak beyliğiyle uzlaşma eğiliminde olan burjuvaziye iktidarı “gönüllüce” teslim etti. Sovyetler’in genel desteğinden cesaret alan burjuva hükümet, demokratik devrimin ilerletilmesini talep eden kitleleri yumuşatamayınca, Sovyetlerle hükümet arasındaki ilişkiler gerginleşti. ‘İkili iktidar” ilişkisine yol açan durum budur. Bir yanda halk istemlerini yumuşatarak devrimi durdurmaya çalışan burjuvazinin köklü siyasi temellere dayanmayan hükümeti; öbür yanda, demokratik devrimin derinleştirilmesini arzulayan işçiler ve köylülerin doğrudan eylemine dayanan, devrimin gücünü ve otoritesini temsil eden Sovyetler’in yerel iktidarı.

Burada, devrimin sosyalist iktidar basamağına sıçramasına yol açan gelişme, küçükburjuvazinin siyasal temsilcileri olarak Menşevik ve SR’lerin burjuvaziyle uzlaşmasıydı. Bu uzlaşma, devrimi soysuzlaştırmaya girişen burjuvazi karşısında, devrimi ilerletmeyi arzulayan işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün küçük burjuvaziden politik kopuşmasını sağlamıştır.

Gerçekte, işçi sınıfı ve yoksul köylü kitleleri arasında yaygın etkilere sahip bulunan küçükburjuva sosyalizmi, aynı sloganlarla devrime katılmıştı ve küçükburjuva partilerle Bolşeviklerin programı arasında çok derin farklılıklar yoktu. Hatta bizdeki küçükburjuva devrimcilerinden daha ileri talepleri benimseyen SR’lerin tarım programı, Bolşevik programının hemen hemen aynısıydı. Öyleyse, Çarlık koşullarında büyük baskılara göğüs geren küçükburjuva sosyalizmini devrim sürecinde kararsızlaştıran, burjuvaziyle uzlaşmaya yönelten şey neydi? Devrimin iktidara yükselttiği burjuvazi ile devrimin ilerletilmesine yönelik kitle istemlerinin zıtlaşması.

Eğer burjuvazi, devrimci talepleri yumuşak biçimde ve işçi-köylü ittifakını bozabilecek ölçüde gerçekleştirmeye cesaret edebilseydi, Rus devrimi bambaşka bir yön izleyecekti. Ama Lenin, hiçbir zaman burjuvaziden bu cesareti beklemedi, beklenemezdi. Bu noktada, demokratik devrimin ilerletilmesindeki ana sorun, burjuva hükümetin yıkılması, burjuvazinin siyasal denetim altına alınmasıydı. Kelimenin bu anlamıyla, devrimin demokratik süreçleriyle anti-kapitalist süreçleri iç içe geçmiştir.

Siyasal ufku kapitalizmin sosyal çerçevesini aşamayan küçükburjuva sosyalizmi, Çarlığın yıkılışıyla doğrudan doğruya karşı karşıya gelen proletarya ve burjuvazi arasında devrimci siyasal çözümler üretme yeteneğini yitirmiştir. Bunun sonucunda burjuvaziyle bütün politik cephelerde savaşarak kendi taleplerini gerçekleştirme kararlılığını gösteremeyen küçükburjuva devrimciliğinin programını da Bolşevik hükümeti gerçekleştirmiş oldu. Yakıcı demokratik sorunların çözümünü arzulayan küçükburjuva kitlelerse, tek kararlı güç olarak ayakta kalan Bolşeviklerin hükümetini tanıyordu. Bu desteğin anlamı şudur: “Devrim diğer siyasal güçleri yıprattı ve en yakıcı istemlerimizi ancak siz çözebilirsiniz, biz de burjuvaziyle aranızdaki kavgada tarafsız kalacağız.” Bu yüzden, sırf bu yüzden, özel mülkiyeti ortadan kaldırsın diye değil, köylülük, nüfusun 49’da birini oluşturan işçi sınılma, Sovyet yönetiminde bir işçi oyunu beş köylü oyuna eşit gören –“antidemokratik”- bir karar üstünlüğünü kabul edebilmiştir. Ama aynı köylülük, içerden ve dışardan abluka altına alınan proletarya iktidarı kendisinden iktisadi fedakarlıklar beklediğinde, buna isyanla karşılık verdi. Köylülük direnci, proletarya iktidarının sınırlarını çiziyordu. Lenin’in tepkisi NEP oldu.

Demek ki, proletarya devrime anti-kapitalist taleplerle girmedi, ama devrimin şiddeti, küçük burjuva devrimciliğini hızla yıpratıp, proletarya bilincinde on yıllar boyunca sağlanamayacak muazzam bir sıçrama yarattı. Küçük burjuva siyasetlerinin böyle hızlı bir yıpranışı ve bunun sonuçlarını ustaca değerlendiren Bolşevizm’in politik atılganlığı olmasaydı, devrimin geniş potansiyelleri, üç ayda Lenin’in ardında yığılmayacaktı.

Gelelim ikinci soruna. Devrimin ana hedefini finans-kapitale çevirmek, devrim uygulamalarını daraltıp, bizi anti-kapitalist hedeflerden uzaklaştırır ve önümüze burjuvaziyle ittifakı çıkarır mı?

Biz, hiçbir yerde öncülüğüne talip olduğumuz devrimin hedefi finans-kapitalin tasfiyesiyle sınırlıdır demedik ve demokratik devrimle sosyalizm arasına aşılmaz Çin Setleri çekmedik. Tam tersine, bizim proleter devrim kavrayışımız açısından, finans-kapitalin tasfiyesi devrimci uygulamaların hareket noktası olarak anlam taşır. Finans-kapital egemenliği bütün kurumlarıyla tasfiye edilmeden, devrimin daha geniş alanlara yayılabilmesi olanaksızdır. Proletaryanın sosyalist hedefleri açısından bakıldığında, devrimin asgari sınırı, finans-kapitalin tasfiyesidir. Biz iktidara geldiğimizde, mümkün olan en kısa süre içinde, bütün bankaları, büyük şirketleri, büyük arazileri, madenleri, ulaşım ve haberleşme ağını millileştireceğiz. Bu durum, bize, kapitalist ilişkilerin denetimi imkanını verecektir.

Ancak, millileştirme uygulamalarının kapsamının ilk anda ne ölçüde genişleyebileceği ve bunun ne kadar hızla gerçekleştirilebileceği, tamamen -önceden hiçbir kestirimde bulunamayacağımız- devrimin şiddetiyle ilgilidir. Burada bütün sorun, proletaryanın iktidardaki gücüne ve devrimci küçük burjuvaziyi ne ölçüde yanına çekerek, burjuvaziyi tecrit edebileceğine bağlıdır. (Devrimin dış koşullarını bir yana bırakırsak.)

Önümüzdeki devrimin siyasal karakteri tespit edilirken, soruna öncelikle mevcut sınıflar yapısının özellikleri açısından bakılmalıdır. Proletarya, sosyalizmi kurmak yolundaki ilk adımını, finans-kapital egemenliğini tasfiye ederek atacak. Bu yolda işçi sınıfı, tekellerin tasfiyesinden çıkarı olan güçleri yanına çekmek, onların çıkarlarının bir devrimle çözümlenebileceğini ısrarla ortaya koymak ve devrimci çözümlerin sosyalist inşa doğrultusunda örgütlenmesini sağlamak zorundadır.

Küçük burjuvazinin çıkarlarının çözümü, tekellerin tasfiyesindedir. Ya da tekeller çok daha uzun süreli ve sancılı bir yoldan küçük ilintimi tasfiye ederek veya üretim yapısı içindeki yerini önemsizleştirerek, sınıf savaşını daha yüksek bir tarihsel aşamaya tırmandıracak. Bir devrimle toplumsal gelişim sancıları ılımlandırılamadığı sürece, bata-çıka da olsa gidiş bu yönde olacaktır.

Proletarya, küçükburjuvazinin bu gerçeği kendiliğinden kavramasını mı bekleyecek, yoksa onları mevcut düzene bağlayan ütopyalara karşı sürekli uyarması mı gerekecek? Hiç kuşkusuz İkincisi. İşçi sınıfı, devrimci eylemiyle küçük burjuva tepkilerini düzen-dışı bir konuma yöneltmek, toplumsal tepki ve hoşnutsuzlukları kendi öncülüğünde harekete geçirmek zorundadır. Günümüzün toplumsal olayları, buna uygun bir temelin varolduğunu ortaya koymaktadır. Bu yapılamadığı sürece, toplumsal gelişmenin sancılı ilerleyişine katlanmak, düzenin saldırıları karşısında yalnızlaşmak kaçınılmazdır.

Diğer yandan, işçi sınıfı, küçük burjuvazi ve köylülük tepkilerinin önünü açamadığı takdirde, bu tepkilerin düzen içinde eritilebileceğini, devrimci mücadelenin sancılarının yoğunlaşacağını bilmelidir. Küçük burjuvazinin kararsızlığı proletaryanın iktidar mücadelesini yenilgiyle karşı karşıya getirir. Veya küçükburjuvaziyi devrime yönelten öznel koşullar, işçi sınıfının siyasal müdahaleleri dışında gerçekleşir ki, bu durumda, devrim sürecine az-çok bağımsız tavırla katılan küçükburjuvazinin, işçi sınıfı ve burjuvazi arasında aktif bir siyasal denge unsuru olarak devrimin sosyalizme akışındaki direncinin büyük bir politik güç kazanacağı unutulmamalıdır. Küçük burjuvazinin işçi sınıfı hegemonyası altına alınması, devrimci çözümlerin proletarya çıkarları zemininde örgütlenmesi ve devrimin kesintisiz biçimde sosyalizme ilerletilebilmesi için başka hiçbir yol yoktur. Küçükburjuva ve köylülük tepkileri karşısında duyarsız kalındığı ölçüde, proletaryanın burjuvazi karşısında yalnızlığa İtileceği akıldan çıkarılmamalıdır. Bugünden küçükburjuva ve köylülük çıkarlarına proleter çözümler önerilmeden, onların tepkilerine öncülük yapılmadan, küçük burjuvazi nasıl işçi sınıfının hegemonyası altına alınabilir? Bir paradoks gibi görünse de, proletarya diktatörlüğüne ilişkin temelsiz hayaller gören “sosyalist devrim”cilerimiz, küçük burjuvazinin gücünü ve istemlerini hafife aldıkları sürece onun işçi sınıfının bağımsız bir iktidar ortağı olarak kendisini dayatmasını da göze almak durumundadırlar.

İşçi sınıfı açısından sorun, siyasi iktidarın küçük burjuvaziyle paylaşıp paylaşılmamasına daraltılamaz. Komünistler, devrime proletaryanın bağımsız sınıf çıkarları ve hedefleri açısından yaklaşırlar.

Burada ana sorun, sosyalizme gidişte ilk adımın tekellerin tasfiyesi olduğunu kavramaktır. Bu gerçeklik, işçi sınıfının karşısına, tekellerin tasfiyesinden çıkarı bulunan güçlerle, yarı-proleterler ve küçük burjuvaziyle ittifakı çıkarmaktadır. Siyasal ufku tekellerin sınırlandırılması amacını aşamayan tekeldışı burjuvazi, devrimci bir müttefik değil, tecrit edilmesi gereken güçtür, işçi sınıfı, tekellerin tasfiyesinden çıkarı sosyal güçleri ne kadar kararlıca devrime bağlayabilirse, sınıf düşmanları arasındaki ittifak zeminine o ölçüde müdahale edebilme imkanını kazanmış olacaktır. Burada ise amaç, devrimin vuruş gücünü yoğunlaştırabilmek için düşman cephesinin zayıflatılması, kapitalist sınıf içindeki çelişkilere egemen tekellerin yalnızlaştırılması yönünde müdahale edilmesidir.

Tekel-dışı burjuvazinin tecridi, proleter devrim stratejisinin en geri taktik seviyesidir. Bu taktikle işçi sınıfı, küçükburjuvazinin onu burjuvaziye bağlayan gerici ve ütopik eğilimlerini denetim altına alarak, devrimin ve devrim içinde kendi sınıf hegemonyasının başarı şansını yükseltebilir. Ancak, burjuvazinin bir bütün olarak tasfiyesini amaçlayan komünistler, orta tabakalara tarafsız tutum niyaz edecek değiller. Devrime giden süreçler, burjuvaziyi bir bütün olarak devrimin karşısına çıkarabilir. Bu durum, devrimin şiddetini yoğunlaştırarak, proletaryanın bilinç ve örgütlülük koşullarını, dolayısıyla devrimin siyasal niteliğini daha ileri bir basamağa zorlayacaktır. Açıkçası, burada tayin edici olan, proletaryanın bağımsız siyasal gücü, yani partisiyle arasındaki bağın gelişkinlik düzeyi olduğu kadar, küçük burjuvazinin tutumudur da. Her halükarda proletarya, yarı-proleterler ve küçük burjuvazinin istemlerine sahip çıkamadığı ölçüde, somut iktidar imkanlarının daraldığını görecektir. Yoksa biz, ittifak güçlerini “milli burjuvaziye dek genişleten küçükburjuva devrimciliğini boşuna uyarıyor değiliz. Küçük burjuva sosyalizminin ittifaklar cephesini genişleten bu tutumu, devrimci süreçlerde proletarya aleyhine bir kararsızlaşmanın bugünden kendini gösteren ipuçlarını ortaya koymaktadır.

Burjuvazi, küçük burjuvaziyi proletaryaya karşı, proletarya ise burjuvaziye karşı kendi yanına çekmeye çalışacak. Burjuvazi, bu amaçla, küçük burjuvazinin onu kapitalizme bağlayan gerici ve ütopik eğilimlerini uyarmaya çalışacak. Buna karşılık, proletaryanın yapması gereken de, vurguyu küçük burjuvazinin devrimci çıkarlarına yöneltmektir. Tekel-dışı burjuvazinin küçük burjuvaziyle ittifakı, devrimin tekellerin tasfiyesinden daha geri bir uzlaşma seviyesinde boğulması gibi işçi sınıfının arzu etmeyeceği sonuçları kendi içinde taşır. Proletarya çıkarları açısından devrimin asgari sınırı, tekellerin tasfiyesidir ve biz, devrim anında proletaryanın gücü ne olursa olsun, daha geri bir çözüme asla razı olmayacağız. İşte bu noktada, demokratik halk devrimi kavrayışının asıl vurgusu, devrimin ittifaklar temeli üzerinde yoğunlaşmaktadır. Proletarya bugünün sınıfsal koşullarında siyasi iktidar imkanını, yarı-proleterler ve küçük burjuvaziyi yanına çekerek gerçekleştirebilir. Bu ittifaka bir devrim içindeki somut düzeyi, bugünden kestirilemeyecek birçok faktöre bağlıdır.

Küçük burjuvazinin dışarıdan destekleyeceği bir proletarya iktidarı mı, küçük burjuvazinin içeriden destekleyeceği bir proletarya iktidarı mı?

Küçük burjuvazi iktidarda yer alırsa, hangi güçlerle, ne kadar yer alacak, iktidar içinde proletarya ile ilişkisinin siyasal niteliği ne olacak? Bu, proletarya stratejisinin ancak somut devrim şartları içinde ve kendi somut güçlerine dayanarak çözümleyebileceği taktik bir sorundur. Önceden yapılacak her belirleme, proletarya öncülerinin manevra yeteneğini belirli bir durum içine hapseden sınırlandırıcı bir nitelik taşır.

Kuşkusuz, proletarya partisinin kendi programını bütün derinliği ve kapsamıyla uygulayabilmesi için yegane imkan, (diğer koşullar bir yana) komünistlerin tek başına iktidarıdır. Ama bu, şimdilik iyi niyetli bir istekten öteye geçemez ve bu isteklerin gerçekleştirilebilmesi yalnızca ve yalnızca somut güçler dengesine bağlıdır. Proletarya partisi, her dönemde güçler dengesini kendi hedeflerine göre belirleme yönünde bir taktik tutum izler. Biz, kitlelerden bizi tek başımıza iktidara getirmelerini isteyeceğiz, ama baylar, bunun şimdiden gösterilebilecek tek bir güvencesi var mıdır?

Devrime katılan her güç, kendi çıkarlarını gerçekleştirmek ve güvence altına almak için iktidara gelmek isteyecek veya kendi gücü ölçüsünde iktidar üstünde etkili olmaya çalışacaktır. İşçi sınıfı, küçük burjuvazinin istemlerine öncülük etmeden, yönetme “ayrıcalığını” nasıl elde edecek? Bu öncülük olmadan küçük burjuvazinin sizin partinizi desteklemesini nasıl bekleyeceksiniz? Kendisi için yönetme hakkını tanımayan bir iktidar programını hangi sınıf destekler?

Baylar, nüansları kaçırmayın. Bir hakkın varlığı ayrı şey, onun gerçekleşmesi ayrı şeydir. Devrimci güçler, yönetme haklarını devrim içindeki varlıklarından alırlar. Ama bu hakkın gerçekleşmesi tamamen onların gücüne bağlıdır. Biz bugünden bu hakkı tanıyarak, küçük burjuvazinin desteğini kazanabiliriz.

Denecek ki, “önceden belirlenmiş müttefiklerin itiraz etmeyeceği bir program” anlayışına göre söylenen sözler bunlar, iş, bu kadarı ile kalsaydı, Toplumsal Kurtuluş yazarı haklı olabilirdi. Burada, şu soru ortaya atılmalıdır: işçi sınıfının demokratik devrim programı, bir uzlaşma programı mıdır? Kesinlikle hayır. İşçi sınıfının asgari programı, küçük burjuva istemlerinin proletarya çıkarlarına göre örgütlenmesini esas alır. Asgari program, küçük burjuvazinin istemlerine cevap verir, ama burada merkeze oturan, proletaryanın sosyalist çıkarlarıdır. Buna ileride değineceğiz.

Demokratik devrim programımız, proletarya iktidarının temellerini belirler. Bir proletarya iktidarının asgari çerçevesini çizer. Ancak, biz, ister tek başımıza iktidara gelelim, isterse devrimin gelişimi, önümüze küçük burjuvaziyle iktidar ortaklığını çıkarsın, iktidardaki proletaryanın sosyalizm yönünde atacağı ilk adımlar, programımızda belirtilmiştir. İktidardaki pozisyonumuz ne olursa olsun, biz bundan daha azına razı değiliz. Programımızda küçük burjuvazinin ufkunu sosyalizme zorlayan iktisadi ve sosyal dönüşümleri sonuna dek gerçekleştirmek için mücadele edeceğiz.

Demek ki, programımız, küçük burjuvaziyle iktidar ortaklığı gibi dar bir mantık çerçevesine oturmuyor. Programımızdaki uygulamaların temel mantığı, sosyalizmin kuruluşunun tekellerin tasfiyesiyle başlayan bir süreç olduğudur. Ancak, komünistlerin tek başına iktidarı altında da olsa, tekellerin tasfiyesi, doğrudan doğruya anti-kapitalist bir nitelik taşımaz. Anti-kapitalist uygulamaların zeminini güçlendirir ve işçi sınıfını kollektivizasyona hazırlayarak sosyalizmin dinamiklerini harekete geçirir. Bu yüzden programımız, kapitalizmi proletarya denetimi altına alarak, toplumu kollektivizasyona hazırlayan uygulama biçimleriyle bir tür NEP dönemi programıdır.

Proletaryanın asgari programı, komünistlerin tek başına iktidarını, ya da iktidardaki küçük burjuvazi üzerinde proletarya hegemonyasını dışlamaz. Tersine, proletaryanın bilinçlenme örgütlenme ve savaşım yeteneğini özgürleştiren uygulamalarıyla bunun zeminini ortaya koyar. Bu isteğin gerçekleşmesi sosyalist devrimse, programımız sosyalist devrime kapalı değildir. Ama programımızda ifadesini bulan uygulama biçimleri doğrudan doğruya sosyalizm de değildir. Deyim yerindeyse, programımız bir “geçiş programıdır.

Komünistler, iktidarı ele geçirmeyi tasarlasalar da, demek ki, bugün için bunun bir arzuyu belirtmekten öteye hiçbir somut ve kesin programatik dayanağı söz konusu değildir. Eğer, “sosyalist devrim”, öne çıkaran anlayışınız, küçük burjuvaziden ittifaklar planında bugünden bir kopuşu özlemekten öteye, doğrudan kollektivizasyonu hedeflemiyor veya küçük burjuvaziden kopuşa kollektivizasyon adımları ile bir programatik temel oluşturmuyor ise, kendi içinde bir tutarlılıktan da söz edilemez.

Programımız Üzerine…

Programımızda tanımlanan siyasal sistemin ana ilkeleri, Paris Komünü ve Sovyet Devrimi’nin uygulamalarından alınmıştır. Bu ilkeler, üç başlık altında toplanabilir:

1- Seçilenleri geri çağırma hakkı,

2- Halk temsilcilerinin gelirlerinin ortalama gelirden yüksek olmaması,

3- Yasama ve yürütme yetkilerinin birleştirilmesi, bu üç proleter ilke,

4- Devlet görevlerini “halk örgütleri”ne kaydırma,

5-Mahalli yönetimlere mümkün olduğunca geniş inisiyatif tanıma anlayışıyla birleştirilmiştir.

Bu ilkeler, doğrudan doğruya proletarya diktatörlüğünü ifade etmiyor. Ama onun üzerine oturduğu dayanakları belirtiyor. (Proletarya diktatörlüğü, bu ilkelerin, işçi sınıfının yönetici sınıf olarak tartışmasız üstünlüğüne dayalı bir örgütlenme biçimi kazanmasıyla kurulacaktır.) Tek başına küçük burjuvazi, böyle bir iktidar mantığını tutarlıca gerçekleştirebilme yeteneği taşıyamaz ve eğer küçük burjuvazi, bu program anlayışına eğilim gösterebiliyorsa, bu onun siyasal ufku üstündeki proleter etkisinden gelir. Proletarya ise, daha farklı bir siyasal örgütlenmeye dayanarak iktidarını yürütemez.

Programımızda yukarıdaki ilkelerin tamamlayıcı uygulanışı olarak geçen özgür sendikalar, serbest birlikler, kooperatifler vs. halk örgütlerinden küçümsenmeyle söz ediliyor. Öyleyse, bürokrasinin tasfiyesi ve sosyalizmin üzerine oturması gereken halk inisiyatifinin hası geliştirileceği üzerine öneriler sunulmalıdır. Bu tür örgütlenmelerin burjuva toplumundaki karşılıklarıyla aynı özü, aynı işlev ve yetkileri taşıyacağını mı sanıyorsunuz? Yanılıyorsunuz. Kitle denetimi ve yaratıcılığına en geniş olanakları açmayı hedefleyen program taleplerimiz eski kalelerde tavsayan sosyalizmin donuk uygulamalarından çok daha ileridir.

Sınırsız grev hakkı, geçim endeksleri, işsizlik tazminatı, vb. uygulamalar, S. Dönmez’e HEP gibi bir partinin gerçekleştirebileceği düzen-içi reformlar olarak görünüyor. Söylenecek hiçbir söz yok.

Proletarya iktidarının en somut uygulamaları konusunda böyle küçümseyici bir mantık, sosyalizmden geriye proletarya diktatörlüğü üzerine laf ebeliğinden başka hiçbir şey bırakmıyor. Bize proletarya diktatörlüğünü nasıl kuracağınızı ve bu iktidarın hangi uygulamaları, nasıl gerçekleştireceğini açıklayınız. Böyle bir açıklama yapmadığınız sürece, iktidar üstüne düşünen ve mücadele eden insanlara hafif yaklaşımla damgalı olmaktan kurtulamayacaksınız.

Burjuva partileriyle amaç ve yöntem farklılıklarını belirleyen ifade tarzı, S. Dönmez’e garip görünüyor. Anti-kapitalist bir hareketin burjuvazinin etki alanındaki kitlelere seslendiğini unutmayınız. Proletaryanın asıl muhatabı burjuvaziden başka kimdir?

Ağır sanayi ve bilimsel-teknik endüstrileri yaratma vaadimizle Erbakan’ın maskaralıkları arasında bağlantı kurulması da, herhalde bir talihsizlik sayılmalıdır. İşçi sınıfı, modern sanayiin çocuğudur. Sosyalizmin ağır sanayiden başka bir maddi temeli bulunuyor mu? Plan kontrolü altında özel girişimlere izin vermeden, yabancı sermaye ile teknik yatırım ortaklığına gitmeden sosyalist sanayiin geliştirilmesi, bizde, kendini iktidarda düşünen sosyalistler için mümkün olabilir mi? Olabiliyorsa, sosyalist ülkelerin acı sonuçlara varan deneyimi sizin için neyi ifade etmektedir ve otuz yıl sonra “NEP çukuru”na dolarak kapitalistlerle “işbirliği” çağrısı yapan Castro’yu desteklemenin alemi nedir? Gelişkin sanayi yatırımlarını hızla gerçekleştirip ekonomik ve sosyal hayatımızı yükseltmek gibi bir kaygımız bulunuyorsa, bunları hangi kaynaklarla ve hangi yöntemlerle sağlayacaksınız? Ağır endüstri gelişimi olmaksızın, kırda kollektif tarımı nasıl örgütleyeceksiniz? Küçük meta üretimi, sosyalizm önünde bir problem olarak duruyorsa, dağınık üretim ortamını nasıl kollektif uygulamalara akıtacaksınız? Tarım üretim kooperatifleri, “burjuva reformist” ya da “küçük burjuva radikal” bir uygulama sayılacaksa, köylüleri zorla mı kollektiflere dolduracaksınız? Toprak dağıtımı gericilikse eğer, işsiz sayısının milyonlara vardığı Türkiye’de topraksız köylülere nasıl düzenli iş sağlayacaksınız? Sosyalist ülkelerde aksayan kollektif çiftlik sistemi bir çırpıda çözülebilirken, kırda sosyalist üretim ilişkilerinin kurulması sorunu sizi hiç mi düşündürmüyor?

Programımıza göre sanayileşme sorunu;

1- “Ucuz devlet” uygulamalarıyla bürokratik harcamalardan yapılan tasarruflar,

2- Dış ticaretin millileştirilmesi ve iç ticaretin kooperatifler eliyle düzenlenmesinden elde edilecek fonlar,

3- Toprak dağıtımı ve kooperatif uygulamaların yaratacağı tarımsal değer artışından sağlanacak kaynaklarla çözülecektir.

İktidardaki proletarya tarımsal üretimi ucuz kredi ve teknikle desteklemeyecekse, sanayileşme için gerekli birikimi köylülerin gırtlağına basmaktan başka hangi yöntemle sağlamayı öneriyorsunuz? Hızlı sanayileşme için herhalde Gorbaçov’lara güvenilemez. Köylülüğün iktidarınıza desteğinizi yükseltmeden, kentleri nasıl besleyeceksiniz ve karne sistemiyle kuyruklara doldurduğunuz işçilerden üretim ve toplumsal yönetime yaratıcı katılımı hangi insaf duygusuyla bekleyeceksiniz?

Programımız, devrimimizin önüne toprağın millileştirilmesini koymakta ve toprak dağıtımını tapu dağıtımıyla sınırlandırmamaktadır. Açık ki, bunun başarılması, köylü talepleri üstündeki proletarya yönlendirmesiyle gerçekleşebilecektir. Toprak dağıtımı, kırda kooperatif uygulamalarla birleştirilecek, yoksul üreticiler, ucuz kredi ve teknik desteğiyle kooperatiflere cezbedilecektir. Kırda proletarya öncülüğünün teknik temelini örgütleyip yükselten ziraat kombinaları (devlet çiftlikleri) kollektivizasyon sürecinin ana halkasını oluşturacaktır. Tarım burjuvazisine karşı sınıf mücadelesini biz böyle örgütleyeceğiz. Sizin çözümünüz nedir?

Programımızda toprak sorununun çözümünü, “tarım reformu” demagojileriyle kapitalist toprak ağalığını besleyen burjuva çözümlerle kıyaslamak, devrimci hassasiyet ve politik ciddiyetin pek kolay gözden çıkarılışına örnek oluşturması bakımından üzüntü vericidir. Önerdiğimiz çözümlerin, Devrimci Yol’un eski program taslağıyla (Devrimciler Ne İçin Savaşıyor) benzerliğine gelince… Küçük burjuva demokrasisinin tipik bir örneğini oluşturan bu program taslağında, küçük üreticiler kapitalist rekabete karşı savunulup desteklenmektedir.(Bu program taslağının eleştirisi 1980 yılında yayınlanan “M. Çayan, Kesintisiz Devrim ve Üç Yönden inkarı” adlı kitapta bulunabilir) Sosyalist ufka sahip olmayan bu “demokratik” mantık, kollektivizasyonun yolunu açmak şöyle dursun, küçük mülkiyeti ve köylü gericiliğini sağlamlaştırmaktan öteye gidemez. Küçük burjuvazinin “bağımsız” taleplerinin oturduğu gerçek zemin tam da budur. işçi sınıfının asgari programı, ütopik küçük burjuva taleplerinden, kırda rekabetin tarım proleterleri ve yoksul köylülük lehine örgütlenmesiyle ayrılır. Biz, kredi teknik desteğini köylülüğün kooperatif üretim örgütlerine yönelteceğiz ve bu desteği küçük mülkiyetin sosyalizme iknasında etkin bir araç olarak kullanacağız.

Siz ne yapacaksınız? Yoksa bütün bunlar üzerine düşünmeyi iktidar günlerine mi erteliyorsunuz?

Sonuç

S. Dönmez’in ciddiye alamadığı “pasif” esnaf ve köylü desteği, maalesef İstanbul proletaryasından bile aktif destek bulamayan direnen madenci için (köylü aynı zamanda madenci olarak eylem içindeydi) altın değerindedir. Kendini bir programla bağlama cesareti göstermeden, kan-ter dökülerek hazırlanmış bir iktidar tasarımı üzerine ukalaca ahkam kesenlerin, pratik sınıf sezgisiyle dostlarını ayırdeden, davranışla ifade edilmiş en küçük çabaya değer veren proletaryanın sıcak ruhuna ne kadar yakın durabildikleri sorulabilir.

Bizim programımızda tılsımlı sözcükler, -düzen karşısında gösterilen her enerjik çabaya duyduğumuz saygı ve yakınlıkla söyleyelim- ilk iktidar sabahı “metayı kaldırmak” gibi sarhoş vaatler bulamazsınız. Biz programımızda küçük burjuva aydınının düş gücüne değil temel sorunlara yalın cevaplar bekleyen işçilerin, yoksul köylülerin kavrayış yeteneğine sesleniyoruz. Onun için, programımızda proletarya diktatörlüğü üzerine genel özetlere, sosyalist toplum üzerine boş gevezeliklere ve bir iktidar programından başka her yerde ele alınabilecek konjonktürel değerlendirmelere rastlanılamaz. Ve bizim “sosyalist devrim” cilasının gizlemeye yetmediği -pratikte CHP kuyrukçuluğuyla ifadesini bulan- TİP’in “acil” reform programıyla hiçbir yakınlığımız yoktur.