“KAPİTALİZMDEN SOSYALİZME GEÇİŞ ÇAĞI”NA NE OLDU? – Mehmet YILMAZER

 

Yol, Sayı 4, Ocak 1993

Giriş ya da Tarihi Yeniden Yazmak

Yaşanmış, ölü tarih Sosyalizmin çöküşüyle canlandı, yeniden yazılıyor. Gelişimin her büyük dönüş noktasında, İnsanlık, yeni bir geleceğe hazırlanırken, tarih öne çıkar ve yeniden yazılır.

Tarih, uygarlıkla birlikte, insanlığın yerleşik tarım toplumu basamağına tırmanmasıyla başlar. Bu sıfır noktasından gerisi “yazısız” tarih ya da “Tarih öncesi”dir. İnsanlık kendi tarihini yazabilmek için göçerlikten yerleşikliğe ulaşmayı bekledi. O tarihten bugüne insanlığın toplumsal gelişimi her önemli altüstlük konağında, yeniden yazıldı. Yaşanan günden geleceğe, tarihle hesaplaşılmadan sıçranamadığı için, insanlığın gelişimi boyunca tarih de her seferinde yeni bir yaklaşımla defalarca yazılacaktır.

Kent medeniyetlerinin kendi kısa ömürleriyle ilgili yazılı tarihi, her seferinde, barbar akınlarıyla kesintiye uğradı. Tarih bir dönem için durdu, hatta geriledi; sonra yeniden geleceğe doğru hız aldı. Avrupa orta çağı, insanlığın yeni bir gelişim konağı oldu. Tarih, tek tanrılı dinlerin merceğinden ve saray kültürünün süzgecinden geçerek yeniden yazıldı.

Aydınlanma Çağı, insan bilincinde öncesiyle kıyaslanmayacak ölçüde bir sıçramaydı. Tarihin aktörleri arasına, geri dönülmez biçimde “toplumu” yerleştirdi. Çok geçmeden “toplumun” içinden burjuvazinin önüne, tarih sahnesine işçi sınıfı çıkıp ve 1917 Rus devrimiyle birlikte devlet olarak tarihe giriş yapınca; o güne kadar yazılmış tüm tarihler altüst oldu, yeniden “kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı” olarak yazılmaya başlandı.

Günümüzde bu “çağ”, Sosyalizmin çöküşüyle kapanmış görünüyor. Öyleyse tarih bir kere daha yazılacak! Yaşanmış, olup bitmiş olayların değiştirilmesi söz konusu olmayacağına göre tarihin yeniden yazılması olayların çarpıtılması değil, ulaşılan yeni bilinç birikiminden, adeta gelişmiş teknikli yeni bir araçla laboratuvara girer gibi, insanlığın geçmişine bir kere daha bakmak olacaktır. Bulunulan noktasının yüksekliği değişmiştir, eldeki araçlar daha gelişkindir, dolayısıyla dün bulanık görünen kimi noktalar netleşecek, buna rağmen bazı alanlar hala karanlık kalmaya devam edecektir.

İnsanlık, tarihini, üç ayrı yönden yeniden yazmaya başladı bile… Sosyalist ülkelerde Lenin heykelleri idam edilirken; Latin Amerika’da “uygarlık taşıyıcısı” Kolomb’un kişiliğinde beş yüzyıllık talan ve sömürü lanetleniyor, Panço Villa’nın, Zapata’nın resimlerini taşıyan yığınlar Kolomb heykellerini yıkamasalar bile, taşa tutuyor. Bu birbirine taban tabana zıt iki dev akıntının ortasında, Kapitalist anayurtlarda “liberal demokrasilerin zaferi için şenlikler yapılıyor. Tarihin yaşadığımız momenti, sanki geçmişiyle alay etmektedir. İnsanlık yaşamından sömürünün kaldırılması için, kanteri dökülerek kurulan sosyalist ülkeler, adeta bilinç körlüğüne uğramışçasına, histerik bir coşkuyla sömürünün pençesine koşuyorlar.

1848 devrimleri yenildiğinde Herzen, Avrupa’yı gerileme dönemi Roma’sına benzetmişti. “Avrupa sosyalistlerini, Romalıların koğuşturduğu ilk Hristiyanlara ve Slavları Roma imparatorluğunu yıkacak ve tarihe kendi katkılarını yaparlarken, aynı zamanda Roma’dan devralınmış Hıristiyanlığın bayraktarlığını üstlenecek barbar kabilelerle karşılaştırıyordu.”1

Slavlar, Roma’yı (Avrupa’da kapitalizmi) yıkamadılar, ancak insanlığın önünde Sosyalizmin bayrağını taşıdılar. Yetmiş yıl sonra ise, ellerinde kapitalizm bayrağı, barbar akınları gibi değil, açgözlü dağınık çeteler gibi Avrupa’nın vitrinlerine koştular.

Avrupa’nın vitrinlerine koşarak Slav halklarının kendilerini aşağılamalarına karşılık; Latin Amerika insanı yüzyıllardır kendini aşağılayan Batı sömürgeciliğini lanetliyor. Eğer Latin halklarının bu tepkisi 500.yıl öfkesi olarak kalmazsa; sosyalist ülke insanlarının saptıkları çıkmaz yolda ayılmaları için çok uzun yıllar gerekmezse, birbirine zıt iki anaforun etkisiyle, dünyada her türlü eski kalıp sorgulanıp, yıkılacaktır.

Sosyalist ülkelerdeki restorasyon, halkların itildiği bu büyük yanılgı, acılı pratiğiyle bu ülkelerde şimdiye kadar düşülen yanılgıları en iyi biçimde sergileyecek, böylece, bu ülkelerin tarihi yeniden yazılacaktır. Tarih, “mantıklı” yollar izlemiyor. Sovyetlerde Stalin’in tanrılaştırtması da; kırk yıl sonra histerik bir biçimde aşağılanması da soğuk mantık açısından “akıldışı” kalır. Tarihi yapan geniş insan topluluklarının kolektif bilinci böyle “akıl dışı” zikzaklı yollar izliyor.

Dünyamızda kırk yıldır geçerli olan dengelerin yarattığı bilinçlenme günümüzde köklü bir altüstlüğe uğruyor, Yaşanan bu zikzak, insanlığın geleceğini yeni koşullara taşıyacak bilinç yükselmesini yaratacaktır. Sadece aydınların düşüncesinde değil, geniş insan kitleleri için bir yükseliştir söz konusu olan.

Yeni koşullarda tarihi nasıl yazacağız?

Bu konuda, son yılların en gözde tezi “Avrupa merkezli tarih anlayışından kurtulmak”tır.2 Emperyalizmin egemenliğine düşünce planında bu karşı çıkışı bir devrimci tepki olarak anlayabiliriz. Ancak insanlık tarihi sırf tepkilerle yazılamıyor. “Kuzeyli bakış açılarından kopan devrimci bir tarih bilincinin yaratılması” ne demektir?

Tarihi, insanlığı ileriye götüren toplumlar, sınıflar, ülkeler yazıyor.

Mezopotamya’da Irak, Mısır’da Nil uygarlığı, ardından Hint ve Çin medeniyetleri insanlık tarihinin hareket noktaları iken, İngiltere adasında barbarlar daha tarih öncesindeydiler. 1917’ye kadar ise, kapitalist anayurtlar tarih yazıcısıydı. Antik Tarih’te Batı’nın barbarları Doğu’nun masalsı zenginliği ile büyülü iken, kapitalizm yıllarında Doğu halkları, Batı’nın fırtınalı gelişiminin içine çekildiler.

1917’de Sovyetler, insanlık tarihine parlak bir ivme verince, tarih yazımında “Batı”nın tekeli kırıldı.

Sosyalizmin çöküşüyle birlikte ise, Batı tekeline geri mi dönülüyor? Şüphesiz böyle bir eğilim var. Fakat daha önemlisi tarih anlayışında ortaya çıkan köklü değişimlerdir. Tarihin bir yönü var mıdır? İnsanlık hep ileriye mi gidiyor? Eğer bugün Amerikan yerlileri ve üçüncü dünya halkları kapitalizme bayrak açıyorsa, ileriyi kim temsil etmektedir? Daha da öteye gidilirse, teknik yenilikler doğayı öldürüyorsa bir gelişme sayılabilir mi?

Çok daha gerilere gitmeyelim, 19. yy’da kapitalist ülkeler tarafından geri ülkelerin talanı tepki görmek şöyle dursun, ilerleme olarak kabul ediliyor, “tanrısız vahşilere” Isa ile birlikte kapitalizmin metalarını da götürmek gidilebilecek tek doğru yol olarak kabul ediliyordu. Sosyalist düşüncelerin şekillenmesi ve yükselen mücadeleyle bu yaklaşımlar kendini yeni koşullara uydurmak zorunda kaldı. Artık, kapitalizm öncesi toplum biçimlerinin ve halkların kendi gelenekçil yapılarının ilerleme adına zorlanması reddediliyor. Avrupa, yani kapitalizmin değerleri, model olmaktan çıkıyor.

Aslında, sorun dünyadaki eşitsiz gelişmede, buradan kaynaklanan ileri ve geri ülkeler ya da halklar arası ilişkinin nasıl olması gerektiğinde düğümlenmektedir. Bu noktada soruyu biraz daha açık soralım: geri halklar ve ülkeler açısından gelecek, ileri olan nedir ve hangi yollarla bu geleceği yakalayabilirler?

19. yy’da bu sorunun cevabı çok açıktı. Kapitalist Batı varılması gereken hedefti. 20. yy’la birlikte yollar çatallandı. Hedeflerin arasına güçlü bir şekilde Sosyalizm de girdi. Günümüzde ise, hedefler ve seçilecek yol bulanıktır. Yaşanan deneyler, eski yolları yıpratmış, çekiciliğini azaltmıştır. Tam bu noktada, “Avrupa merkezli tarih anlayışından kopuşma” tezleri öne sürülürken, aynı zamanda doğrudan ilerleme” kavramı sorguya çekilmeye başlanmıştır.

Dünün “tartışılmaz” kavramları bugün sorguya çekiliyorsa, kapsadıkları alanlarda köklü değişimler olmalıdır. Bu değişiklikleri başlıca iki ana noktada toplayabiliriz. İlki, insanlığın son birkaç yüzyılda yaşadığı gelişimin hızı öylesine baş döndürücüdür ki, bu hıza karşı epeydir bir direnç oluşmaktadır. İkincisi, bugüne kadar izlenen yollardan Sosyalizm çökmüş görünüyor, kapitalizm ise tüm dünya ölçüsünde ele alındığında önemli tıkanmalarla yüz yüzedir. İnsanlığın yürüdüğü iki büyük yolun erozyona uğraması, gelişimin kaynaklarını ve yönünü sorgulamaya götürmüştür.

Son yüzyılda, insanlığın doğadan mal edinme imkanlarını yükselten teknik gelişim ve buna uygun sosyal örgütlenme ilerlemenin en temel kriteri olmuştur.

Tarihin yeniden yazılmak zorunda olduğu günümüzde, gelişim kriterinin değişme sancıları mı yaşanıyor?

Bu soruya cevap verebilmek için önce hangi tarihsel dönemin kapandığını tespit etmeliyiz.

Sosyalizmin çökmesiyle hangi dönem kapanmıştır? Ve bu çöküşle sosyalizm, insanlık tarihinin yaşanmış sayfalarında mı kalacaktır?

Dönemi, sosyalist ülkelerdeki “kadife devrimler” kapattı. O nedenle, bu sözde devrimlerin düşünce yapısı kapanan dönemle ilgili ipuçları vermelidir.

“1989 devriminin en karakteristik özelliği geleceğe yönelik bir tek düşünce ortaya koymamasındadır.”3

1989 olaylarına bakışta hemen tüm Avrupa solu yaşananları geçmiş büyük devrimlerle -1789, 1848, 1917- gibi karşılaştırınca, onda, geleceğe yönelik üretilmiş hiç bir değer bulamadıkları için hayal kırıklığına uğradılar. Oysa yaşananlara devrim olarak değil, bir karşı devrim yada daha uygunu restorasyon olarak bakılırsa, ortada geleceğe yönelik yeni bir düşüncenin olmaması hiç şaşırtıcı değildir.

Doğu Avrupa’da, şu anda yürütülen politikalara karşı ağır basan davranış umutsuzluk, kayıtsızlık ve teslimiyettir.4 Geleceğe köprü atan hiçbir devrim sonrasında yığınların ruh hali böyle olamaz. Oysa restorasyon dönemleri yeni düşünceler üretmezler. Tersine, o güne kadar üretilenleri eskinin kalıplarına yerleştirmeye çalışırlar. Böyle bir mutlak geriye dönüş tarihsel olarak mümkün olamayacağı için ortaya eskiyle yeninin garip sentezleri çıkabilir.

Doğu Avrupa’da öfkeyle “tek parti” iktidarlarına saldıran yığınların sözcüleri “yaşamımızı depolitize edelim”, “her köşe ve çatlağa sel gibi akıp dolan politikadan kurtulalım” sloganlarını yükseltmişlerdir. V. Havel “anti-politikayı” savunmuş, bunu “yalanla değil, gerçeklikle birlikte yaşamak”5 olarak tanımlamıştır. Politikayı “yalan” saymakla ondan kurtulunamayacağı için, V. Havel gibi “politikacılar” çok kısa sürede olayların akışına teslim olmuşlardır.

Politika düşmanlığı ile yapılan “kadife devrimler”den sonra, geniş yığınların yürütülen politikalara karşı kayıtsızlığı ve gelecekten umutsuzluğu yaşananların doğasına çok uygun düşmektedir.

Politika düşmanlığının köklerinin sosyalist iktidarlar döneminde atıldığı bir gerçekliktir. Doğruların yavan ve hatta ikiyüzlüce tekrarı, düşünce esnekliğinden korku, kaba kalıplara sarılış, yığınlarda politikaya karşı yaratılmak istenen ilginin tam tersini yaratmıştır. Toplum bilincinde birbirinden kopuk iki düzey oluşmuştur: birisi, Parti ve devletin güdümündeki politik literatür; diğeri ise, halkın günlük yaşam gerçekliğinden doğan sözlü “anti politik” literatürdür. “Batı demokrasileri” bu iki düzeyi usta ve incelikli yöntemlerle, basın-yayın ve başka pek çok çeşitli yollarla birleştirebildikleri için düzen açısından tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir kopuşmayı şimdiye kadar engelleyebilmişlerdir.

Doğu Avrupa’da politika düşmanlığıyla yürütülen büyük politik hareketler çok kısa sürelerde ilk yürütücülerinin ellerinden kaymış, gerçek gerici politikacıların ellerine geçmiştir. “Anti-politaka”, eski sosyalist rejimlerin ağır hatalarına bir tepki olsa da geniş yığınların bilinçlerini körleştirmekten, onları kararsız kalabalıklar haline getirmekten başka bir sonuca varmamıştır.

1989 devrilişinin en karakteristik yanı, büyük altüstlükler yaratmasına rağmen geleceğe yönelik hiçbir yeni değer ve düşünce üretememiş olmasıdır. Aslında tek başına bu olgu, olayların derinliklerindeki anlamı açıklamaya yetmektedir. Eğer 1989 olayları bir düşünce ortaya atmışsa, o da, “günümüz gerçekliğinin tarihi ve toplumsal herhangi bir kapsamlı şemaya göre kavramlaştırılmasının imkansız olduğu post-modern anlayış”tır.6

Postmodernizm ayrı bir yazı konusu olabilir. Küçümsendiğinden çok fazla etkili olduğu açıktır. Garip gelebilecek yan, batı modernizmini yaşamayan Sosyalist ülkelerin 1989 yıkılışında, postmodernizmin ortaya çıkmasıdır. Postmodernizmin en temel itirazı, “evrensel kurtuluş ideolojileri” ne karşıdır, insanlığı evrensel olarak geleceğe taşıyacak hiçbir “mega” düşüncenin olamayacağını savunan Postmodernizmin, Doğu Avrupa’daki olaylarda da kendini ortaya koyması hiç de rastlantı değildir.

Yakın geçmişin iki büyük “kurtuluş ideolojisi”: Kapitalizm ve sosyalizmin başarısızlıklarının yarattığı düş kırıklığı zemininde filiz veren bu bataklık çiçeği, tıpkı bataklıklar kadar durgunlaşmış ve yorulmuş kafalarda yankı bulabilmektedir. Günümüz dünyasını değerlendirirken kafaların en kolay saptığı çıkmaz yol, kapitalizm ve sosyalizmin yaşanan sonuçlarından kalkarak, kendini ve toplumu geleceğe yükseltme idealinden vazgeçmek, güne teslim olmaktır. Sosyalizmi yıkılışa götüren olaylar dünyanın önüne yeni bir ufuk açacak ivme yaratmamış, olayların bütün dalgaları şimdilik dünyadaki egemen düzen tarafından emilmiş, yok edilmiştir. Bu dalgaların, egemen dünya düzeninin derinliklerinde kaçınılmaz etkiler yarattığı çok açıktır, fakat bu etkileri derinliklerden yüzeye, canlı döğüş alanlarına, Doğu Avrupa olaylarının parolaları hiçbir zaman çekemez.

1989 restorasyonunun ortaya koyduğu düşüncelerden, hangi tarihsel dönemin kapandığına dair açık ipuçları yakalamak zordur. Yeni değerler yaratmayan, yaratılmış değerlerin sinik bir inkarıyla yetinen “kadife devrimler”, kendileri ancak bir dönemi kapatan, yeni bir başlangıca çıkış noktası olamayan yıkılışlar olarak kaldılar. Yeni bir dönemi başlatmaya ne ufukları ne de enerjileri yetmedi. Olayları başlatan lider ve örgütlenmelerin çoğu hızla dağıldı ve tarih sahnesinden silindi. 1989 sadece yıktı, yeniyi inşa edemedi. Aslında böyle bir yönelişi de yoktu.

Bütün bunlar insanlığın gelişim süreci açısından ne anlama gelebilir? Tüm “evrensel kurtuluş ideolojileri”nin reddi; bu inkarın girdiği kılıklar önemli değildir, hatta kendini “devrim hemen şimdi” gibi parlak sloganlarla bile örtebilir; güne, yaşanan ana teslim olmanın bu göz boyayıcı parlak çığlıkları özünde önemli bir gerçekliği açığa vurmaktadır.

İnsanlık, kapitalizm ve sosyalizmin fırtınalı yarışından yorgun düşmüştür. Bu yorgunluk kendini daha çok kapitalist anayurtlar ve sosyalist ülkeler aydınlarında ortaya koymakta ve dalga dalga üçüncü dünyaya yayılmaktadır. Eğer olaylara, yalnızca 1989 olaylarının öne çıkan düşüncelerinden yaklaşırsak kaçınılmaz şekilde bir tek sonuca varılır: Sosyalizm yere düştüğüne göre, güne teslim olmak kapitalizme teslim olmak demektir.

Dolayısıyla sosyalizmin yıkılışıyla hangi tarihsel dönemin kapandığı sorusuna sırf 1989 olaylarının kendi parolalarından hareketle aydınlık bir cevap verebilmek mümkün değildir. Çünkü olayların kendisi çürümüş eskiye mistik bir dokunuş, V. Havel’in deyimiyle “güçsüzlüğün gücü”nün açığa çıkmasıdır.

Bu Slav nihilizminin ardından, yıkılış sonrası, yeni döneme yön vermeye çalışan gerçek güçler saflaşmaya başlamıştır. Gerek kapitalist dünyada, gerekse eski sosyalist ülkelerde yeni güçler dizilişi süreci yaşanıyor. Tüm dünya topyekün bir değişim içinde! Dağılmış demir tozlarının mıknatıs yaklaştırıldıkça uğradığı diziliş gibi, bütün dünyada, temel gelişim doğrultuları, güçleri yeniden bir sıralanışa uğratıyor. Bu yeni sıralanışın özelliklerine gelmeden kapanan dönemin karakterini tanımlamaya çalışalım.

Kapanan dönemi “1945-1989 savaş sonrası dönemin sonu olarak mı, ya da 1917-1989 komünist dönemin sonu”, ya da tamamen ayrı bir bakış açısından hareketle “1789-1989 Fransız Devrim çağının bir kapanışı olarak mı”7 değerlendireceğiz?

Olaylara, 1945-1989 “Soğuk savaş döneminin sonu” olarak yaklaşmak yaşananların özüne inememek olurdu. Soğuk savaşın kendisi daha temelde var olan yapısal çatışmaların üzerinde şekillenen bir mücadele biçimiydi. Soğuk savaşın sona erdiğini tespit etmek yetmez, konuyu mantık sonuçlarına vardırmak gerekecektir. Soğuk savaşın nedeni olan sistemlerin 1989 sonrası durumuna baktığımızda Sosyalist Sistemde açık bir çöküş, restorasyon yaşanmaktadır. Olaya bu noktadan yaklaşıldığında “en mantıklı” olan “1917-1989 Komünist dönemin” kapandığı sonucuna varmaktır. Bu noktada iki soru çatallanır: Komünizm tümüyle tarih mi olmuştur; yoksa komünizmin yaşanan bir dönemi, kendisini yeni bir komünist gelişmeye bırakarak mı kapanmaktadır?

Sorunun ilk bölümüne evet demek, kapitalizmi ebedileştirmek olurdu. Yaşanan Sosyalizm deneyinin tüm olumsuzluklarına rağmen bugün insanlık, kapitalizmin karşısında sosyalizmin parolalarına sarılmaktan başka yol bulamıyor. Bu bir kısır döngü değil sarmal yükseliştir. Sosyalizmin parolalarının bir bölümünü kapitalizmin üstlenmesi bunun en açık kanıtıdır. Batının “refah devletleri” bunu yaptılar. Şimdi ise, Batının üçüncü dünya karşısındaki konumu, ne klasik sömürgecilik ne de yakın geçmişin yeni sömürgecilik dönemlerindeki gibi olamaz. Eskinin bu anlamda bir tekrarı kapitalizmin kısa yoldan sonu olabilir. Başka yollara sapılmak zorundadır. Kapitalizm, böyle her yeni yola çıkışında karşısında da sosyalizmin daha gelişkin mücadele ve parolalarını ortaya çıkarmadan edemeyecektir.

Kapananın, sosyalizmin bir dönemi olduğunu İleri sürmek geriye kalan “en akılcı” sonuçtur. Fakat onun temel özelliklerini ortaya koymadan ve yaklaşan yeni dönem için bazı ipuçları belirlemeden böyle bir tespit yapmanın da pek bir anlamı yoktur. Tespitler, Sosyalizme inancın verdiği bir inada dönüşürse, kısır inatla sadece geçmiş kabaca tekrarlanır durulur, yeni yakalanamaz.

Soruna yaklaşırken, sosyalizmin bir döneminin yıkılışının hangi özlem ve istekleri canlandırdığına cevap vermek zorundayız.

“Bolşevikler 1917 ile 1789’u gömdüklerini düşündüler. Şimdi çağımızın sonunda tam tersinin gerçekleştiğini görüyoruz. 1789’un uğruna gömülen 1917’dir.”8

1989 sözde “devrimleri”, gerçekten, tamamıyla aynısı olmasa da parola ve özlemleriyle 1789’un sanki yeniden dile gelişi olmuştur. Mezarlıktan gelen bu çağrılar, eski sosyalist ülke insanlarını geleceğe taşıyabilir miydi? 1789′ un ruhunun hala böyle bir gücü olabilir miydi?

Çok geçmeden böyle bir geriye dönüşün imkansız olduğu ortaya çıkmış; 1789’a çağrı yapan yığınlarda tam bir hayal kırıklığı egemen olmuştur.

Bu sonuçlara rağmen iki yüzyıl sonra, sosyalizm çökerken, Avrupa’nın doğusunun üzerinde 1789’un ruhunun gezinmesi önemlidir. Başı kesildikçe yerine yenileri çıkıp yeniden saldırganlaşan bir canavarla mı yüz yüzeyiz?

“Komünizmin çöküşünün gerçek anlamı egemen ideoloji olarak liberalizmin nihai çöküşünde yatmaktadır”9 Wallerstein, komünizmin çöküşüyle liberalizmin çöküşünü özdeşleştirmektedir. Çünkü Fransız devrimi sonrasında, liberalizmin egemen ideoloji haline geldiği ve hem muhafazakarların hem de sosyalistlerin liberalleştiği iddiasındadır.10

Böyle bir belirleme 70 yıldır yaşanan süreçte, Bolşevizm’in (1917’nin) zamanla liberalizm içinde eridiği anlamına gelir. Bu mantığıyla Wallerstein’in, 1989 restorasyonunun “ideolojik” zemininden pek farkı kalmamaktadır. Onlar pratik eylemleriyle 1789’a çağrı yaptılar. Wallerstein, bunu teorik “eylemiyle yıllardır yapa gelmektedir.

1989’un, 1789’la başlayan “liberalizm” damgalı “Aydınlanma çağının” sonunu getirdiğini iddia etmek ne anlama gelebilir? 1989, birbirine zıt iki şeyi “başarmıştır”: Hem 1789’un (liberalizm) ruhunu canlandırmış, aynı zamanda liberalizmin kendisini değil ama hayalini öldürmüştür.

Devlet ve Parti tekeline karşı yükseltilen sloganlarla, 1789’da feodal tekele karşı yükseltilen sloganların benzerliği ve bu seviyede 1789’un ruhunun yeniden canlanması şaşırtıcı değildir. Bununla birlikte, 1989 çıkışından sonra 1789’un yolunu izleyemezdi. Özgürlüğün, “bırakın yapsınlar”la eş anlamda olduğu dünya ile günümüz dünyasının benzer neredeyse hiçbir yanı yoktu, ilk şamatalı günlerin bitiminde, “1789 uğruna” “1917’yi gömen” 1989 restorasyonlarının, 1789 ruhunu da daha filizlenmeden gömdüğü anlaşıldı.

Bu ilk göze çarpan gerçekliklerden biraz daha derine inilirse, 1989’la kapanan dönemi 1789’dan ya da 1917’den başlatmanın yeterince açıklayıcı olamadığı görülecektir.

1789 modern kapitalist gelişmenin önemli bir hız alma noktasıdır. Bu başlangıç noktası kapitalizmin çöktüğü bir bitiş noktasıyla birlikte anılabilir. Bu tarih, uzun yıllar 1917 olarak kabul edilmişti. Fakat 1989’un 1789 devrimiyle, bir kapanış noktası olması anlamında bir bağlantısı olamaz. Kapitalizmin ideolojilerinden biri olarak liberalizm ise, tekelci kapitalizmin başlamasıyla birlikte ölmüştür. Bu gerçeklikten dolayı, 1989 restorasyonları liberalizmin ruhunu başlarının üzerinde görür görmez, onu hemen gözden yitiriverdiler. 1989, olsa olsa liberalizmin bir kere canlanamayacağının kanıtı olmuştur.

1989 yıkılışını, 1917 ile bağlamak sosyalizmi, onun iktidar olduğu yıllarla sınırlamak olur. Hiç şüphesiz iktidarsız bir sosyalizmle avunmak işimiz değildir. Büyük yıkılıştan sonra, Sosyalizmin, insanlığın önünde bir adım olduğu gerçekliğinden hızla uzaklaşılıp, onu bir “ütopya”ya “yükseltmek” moda oldu. Ulaşılabilecek bir hedef olmaktan çıkarıldı, düşlenebilecek bir hayale dönüştürüldü.

Yaşadığımız günler, her belirtinin kanıtladığı gibi insanlık tarihinde çok önemli bir dönüş, belki de yeni bir çağ dönümü anlamında kapsamlı bir değişimdir.

Toplumsal devrimler tarihi yeni bir döneme giriyor. 1848’lerle başlayan, ilk kez 1871’de açık iktidar denemesine girişen, işçi sınıfının çağrılı olduğu devrimlerin birinci dönemi 1989’da kapanmıştır.

Proletarya Devrimlerinin Kapanan İlk Döneminin Özelliği

İçine girilen yeni dönemin özelliklerini hiç değilse en kaba hatlarıyla ortaya çıkarabilmek için kapanan dönemin özelliklerine, yaşanan son olayların seviyesinden bir kere daha bakmak gereklidir.

1848’li yıllar, işçi sınıfının bağımsız siyasi eylemleriyle tarih sahnesine çıktığı ilk yıllardır. Önceleri de patronlara karşı işçilerin mücadelesi olmuştur. Hatta mücadelesinin bu ilk döneminde, işçi sınıfı, oldukça sekterdir; bir grev kırıcısı o dönemlerde kolaylıkla öldürülebiliyordu.

Sınıf olarak bağımsız siyasi taleplerle mücadeleye girmek, sınıflar savaşında yeni bir döneme denk düşüyor; savaşın seviyesinde bir yükseliş anlamına geliyordu. Dağınık, hatta bazen kişisel seviyelerde kalan ekonomik mücadelelerden, sınıf güçlerinin bir araya getirildiği ekonomik olmaktan çok siyasi hedeflere yöneldiği yeni bir savaş başlıyordu. İşçi sınıfının tarihinde bu dönem, mücadelenin bağımsız siyasi hedeflere yükselmesi, hemen hemen üç yüz yılı almıştır. Özellik olarak kapitalizmin manüfaktür dönemini kapsar. Fabrikalar dönemiyle birlikte işçi sınıfının mücadelesinde kesin ve açık bir karakter değişikliği olmuştur.

İşçi sınıfının, bağımsız siyasi hedefleriyle kendini öne çıkarmasıyla birlikte, sınıflar mücadelesi tarihinde diğer önemli bir değişim yaşanmış, burjuvazi kendi devrimini mantık sonuçlarına vardırmada ürkekleşmiş, radikalliğini yitirmiştir. Alman burjuva devriminde, daha sonra Rusya’da kapitalizmin gelişimi sırasında bu gerçeklik kendini ilk kez en açık biçimiyle kanıtlamıştır. Bu tarihlerden sonra, dünyadaki hemen hiçbir ülkede, kapitalizmin gelişimi, burjuvazinin kararlı ve radikal öncülüğünde olmamıştır.

Bu tespitlerden sonra, ilk proleter devrimlerinin temel, ortak özelliklerine gelebiliriz. 1871 Paris komünü, 1905-1917 Rus devrimi, 1918 Alman, 1930 İtalyan, 1936 İspanya devrimlerindeki temel özellikler nelerdir?

Proletarya devrimleri kapitalizmin son gelişim noktasına varmasından değil, tam tersine kendinden önceki üretim biçimleriyle henüz yoğun boğuşmanın sürdüğü süreçlerde patlamıştır. 1917 Ekim dışındakiler başarılı olamamıştır.

İkinci, benzer ya da ortak özellik, proletarya devrimleri genellikle bir restorasyon dönemi sonunda patlak vermiştir. Başka türlü söylersek proletaryanın öne çıktığı devrimler, restorasyonların geri gitme sınırını belirlemiştir. Restorasyon yıllarında eskiye doğru koyan düzene, yeniden ileriye doğru bir hız vermişlerdir. 1848, 1871 Fransız devrimleri, Bourbon ve II. İmparatorluk yıllarından sonra patlamıştır. 1917 Şubat Devrimi 1906’dan sonra Stolipin’in Çarlığı restore etme çabalarıyla hazırlanmıştır; 1918 Alman devrimini, uzun Bismark yılları biriktirmiştir. Burjuvazinin, kapitalizm öncesi güçlerle uzlaştığı ve onlarının kayıplarının giderilmeye çalışıldığı yıllar olan restorasyonlar, Kıta Avrupa’sında proletaryanın öne çıktığı devrimleri hazırlamıştır.

Üçüncü özellik, devrimlerin yaşandığı yıllarda kırlar henüz temizlenmemiştir. Bunu en iyi yapan İngiltere ve Amerika, proletaryanın atılım yaptığı devrimlerle yüz yüze gelmemiştir.

Dördüncü özellik, tüm söylenenlerin bir mantık sonucudur. Söz konusu süreçlerde burjuvazi henüz yeterince iktidar değildir.

Son olarak yaşanan süreçlerde, henüz sınıflar kopuşması tamamlanmamıştır. Eski sınıflar (büyük toprak sahipleri ve geniş köylülük) kendilerini Yeni düzene yadırgı bulurken; yeni sınıflar (burjuvazi ve proletarya) eskiler üzerinde sosyal düzen anlamında açık ve kesin üstünlük kurabilmiş değillerdir.

Sınıflar kopuşmasından kastımız, eski düzen içinde gelişirken, devrimler ve restorasyonlar biçimindeki iniş çıkışlarıyla, kapitalist üretim biçiminin önceki bağlarından kopararak, yeni modern sınıfları şekillendirmesidir. Bu şekilleniş, söz konusu ülkede kapitalizmin gelişim hızına, gücüne ve ülkeye özgü orijinalliğine bağlıdır.

Sınıflar kopuşması sürecinin iki ana özelliğine değinmeliyiz, ilki, bu dönemde hem şekillenen hem de tarih sahnesinden silinen sınıflar genellikle radikal davranışlar içindedirler. Bu geçiş sürecine damgasını vuran özellik radikalizmdir. Bu özellik, genellikle tarihsel geçiş süreçlerine Özgüdür. Yapılanmalar, dengeler, sınıf ve tabakaların birbiriyle ilişkileri ve konumları değişim içindedir. Radikalizmi yaratan zemin, henüz yeni dengeler oluşmadığı için sınıfların birbirlerinin gücünü yeterince kavramamış olması; taleplerini ilk kez dile getirdikleri için bunlara büyük bir coşku ile sarılmaları; eskinin yıkıldığı bir dönemde geleceğe doğru kaçınılmaz bir tutkunun genel ruh hali olmaktadır. Diğer temel özellik, kopuşma sürecinde sınıfların siyasi taleplerinin henüz birbirinden aydınlık biçimde farklılaşmamış olmasıdır. Eskiyi temsil edenler ile yeniyi yakalamaya adaylar arasında oldukça kalın çizgiler olmasına rağmen, konumuz olan yeni modern sınıfların taleplerinde henüz bir iç içelik, kesişme alanları vardır. Proletaryanın siyasi programında Demokratik Devrim olarak yer alan talepler, özünde küçük burjuvazi ve hatta orta burjuvazinin bazı bölüklerinin talepleriyle üst üste düşmektedir. Sınıflar kopuşması sürecinin radikalizmi proletaryanın öne çıkmasında bir kolaylık olurken; siyasi taleplerdeki kesişme alanları, onun bağımsız politikasının inşasında ve erozyona uğramayan sağlam bir mücadele hatta oluşturulmasında zorluk yaratmaktadır.

Proletarya devrimlerinin kapanan birinci döneminin özelliklerini bu söylenenlerden sonra iki başlık altında toplayabiliriz.

Bu devrimler, kapitalizmin önceki üretim biçimlerini tasfiye süreçlerinde; sınıflar kopuşmasının yaşandığı ortamlarda patlak vermiştir.

Bu tespitten çıkan mantık sonuçlarının irdelenmesine geçmeden, belirlemenin 1917 sonrası yaşanan devrimler karşısındaki durumuna değinmeliyiz.

1917’de Bolşevikler’in iktidara gelişiyle ilk başarılı örneğini dünyanın gözü önüne sergileyen proletarya devrimleri, aynı zamanda kendi tarihsel süreci içinde bir dönemi de kapatmıştır. Daha sonraki devrimler, (halk devrimleri) ve “ulusal kurtuluş savaşları” olarak nitelenmişlerdir. Sorun basit bir isim değişikliği değildir. Bu devrimlerden “halk devrimlerinde” tümü doğu Avrupa’da yaşanır, proletarya daha geri konumdadır. “Ulusal kurtuluş savaşlarının” büyük bir bölümünde ise köylülük fiilen öndedir. Bu devrimlerin de, o ülkelerde kapitalizmin, önceki üretim biçimlerini tasfiye sürecinde patladığı çok açıktır. Daha da öteye, özellikle ulusal kurtuluş savaşı verilen ülkelerde sınıflar kopuşması diğerlerine göre çok daha geri seviyelerdedir.

Kapitalizmin İlk gelişme sürecinde patlak veren devrimler dönemi kapanmıştır.

Bu dönem kıta Avrupa’sında 1940’lara kadar uzanmış, dünyanın diğer geri alanlarında ise 1970’lerin ortalarına kadar sürmüştür.

Kapitalist anayurtlarda 1900’lerde başlayan, işçi sınıfını aristokratlaştırma ve sınıflar kopuşmasından düzenden kopuşmaya varışını engelleme uygulamaları 1940’lar sonrası kalıcı görünen sonuçlar vermeye başlamıştır. Aslında ilk uygulamaların önemli sonucu II. Enternasyonal’in çöküşü olmuş, fakat Rus devriminin dalgası Avrupa’da geride kalan tüm enerjiyi ayağa kaldırabilmiştir. Bu büyük devrimci dalga faşizmle ezilebilmiştir. Faşizmle hem ezilen hem de ufku sosyalizmden burjuva demokrasisine daraltılan işçi sınıfı daha sonra “refah devletleri” ile düzene köklü bir biçimde kazanılmıştır.

Bu dönem kapitalist anayurtlarda günümüze kadar gelmiştir.

Geri ülkelerde, Kapitalizmin gelişim seviyesine bağlı olarak devrimler patlak vermiş; bazılarında kaçınılmazca köylü ağırlıklı devrimler başarıya ulaşmıştır. Diğerlerinde, sınıflar kopuşması yıllarında devrimci gelişimler yaşanmış, bu dönem kapanınca devrimci atılımlar yavaşlamış ve yeni arayışlara yönelmişlerdir. 50’li -60’lı yıllar ulusal kurtuluş ve halk savaşları yıllarıdır; özellikle 60’lı yıllar Latin Amerika’da devrimci kabarış yılları olmuştur. Bu gelişim dalgası 1975’lerde yavaşlamış, 1970’lerin sonlarında iyice durulmuştur.

Bu tespitlerden sonra bazı sorular kaçınılmazca mantık sınırlarını zorlamaktadır.

Sosyalizm, Marksizm’in temel tezlerine göre kapitalist üretimin kendini tüketmesinden sonraki bir gelişim basamağı olması gerekirken, neden kapitalizmin henüz kendinden önceki üretim biçimleriyle boğuştuğu bir tarihsel süreçte insanlık gelişiminin gündemine girmiştir?

Marksizm mi öngörüsünde yanılmıştır? Ya da insanlığın gelişim tarihine bu “erken” giren toplum biçimi sosyalizm değil midir?

Emperyalizm savunucuları ve Marksizm’in dönekleri bu sorulara büyük bir iştahla sosyalizmin öldüğü yollu cevaplar vereceklerdir. Onların bu cevaplar hiç değilse kapitalizmin krizine pembe bir örtü olabilirse, bu histerik propagandalarının amacına ulaştığı söylenebilir. “Sosyalizmi öldürmek” tek başına kapitalizmi ayakta tutmaya yetmiyor.

Soruya nasıl yaklaşmalıyız? Kapitalizm yönünden baktığımızda hangi ülkede burjuvazi, eski üretim biçimlerinin tasfiye edilmesinde yeterince güçlü değilse veya gücünü ortaya koyamadıysa hemen proletarya ve halk yığınları “sosyalizm” parolalarıyla tarihin akışının önüne sıçramışlardır. Pek çok ülkede de burjuvazinin yapamadığı “temizliği” sosyalist veya sosyalizme yönelmiş iktidarlar yapmıştır. Ülkeyi büyük bir hızla, kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinden temizlemişlerdir. Burada, kapitalist üretim biçiminin kendinden önceki üretim biçimleri karşısındaki gücü ortaya çıkmaktadır. Kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin yüzyılların alışkanlık ve katılığını taşıdığı ülkelerde, kapitalist üretim güçleri “erken” bir tükenişe uğradığı için, bu paradoks, gelişimin önüne sosyalizm güçlerini çekmiştir. Böyle bir tarihsel momentte, sosyalizm güçleri yeterince örgütlü ise, kapitalist iktidarlar “erken” devrilişe uğramış, güçlü değillerse, kendi vuruşlarıyla kapitalizmin yolunu açmışlardır.

Kapitalist üretim biçimi kendinden önceki üretim biçimini tasfiye etmekte zorlandığı zaman, gelişim devresine sosyalist güçlerin girmesi, tarihin Kapitalizmden Sosyalizme doğru aktığının en güzel kanıtıdır. Ancak yine tarih göstermiştir ki, kapitalist üretim kendi gücünü tüketmediyse, sosyalizm iktidara gelse bile kapitalizmin üretim, dağıtım, paylaşım yöntemlerinden tümüyle kopuşamamakta, onları bir çırpıda açamamaktadır.

Sosyalizmin “erken” gelmesinden çok, göreli bir bakış açısından bazı ülkelerde kapitalizmin erken tükenişe girmesinden söz etmek mümkündür. Kapitalizm öncesi yapıların daha katı olduğu ve tarihi özgül koşullardan dolayı kapitalist gelişmenin daha hızlı akışa zorlandığı ülkelerde, sosyalizm, bu iki üretim biçiminin çatışma kıvılcımlarının arasından öne çıkmıştır. Kapitalizme her geç giren ülke hızlı koşmak zorunda kalmış, böyle hızlı adımlar bazı ülkelerde kapitalist üretim güçlerinin erken tükenişini, erken tüketmiş ise sosyalizm güçlerinin mücadele ortamına “erken” çıkışına sebep olmuştur.

19 yy’daki Marksizm’den bugünleri öngörmesi beklenemezdi. Sosyalizmin “erken” gelişimine üç yönden cevap verilebilir. Marks-Engels kendi çağlarında kapitalizmin ölümünü umdular, dolayısıyla sosyalizme yönelen hiçbir devrimi “erken” bulmadılar. Sosyalizm sorununa bugünden bakınca, kapitalizmin 1800’lerdeki gelişimiyle 1970’lerdeki gelişiminin kıyaslanmasından hareketle, 19. yy kapitalizmine onun ilk gelişim dönemi diyebiliyoruz. Oysa Marks-Engels, 1910’lar sonrası Lenin ve Komüntern, kapitalizmin sonunu göreceklerine inandılar. Bu anlamda, Marksizm yanılmıştır. Ancak böyle yanılgılara düşülmeden sınıflar savaşı yürütülemez. Bu hatalarını hem Marks-Engels, hem de Lenin, koşulların ilk değişim işaretleriyle birlikte aşmışlardır. İkinci yaklaşım, sınıflar savaşı ile ekonomik gidişi gelişim ile sınıflar savaşının şiddeti her zaman doğru orantılı değildir. Sınıflar savaşında taktikler ve ileriye yönelik fırsatların değerlendirilmesi doğrudan ekonomi barometresinden hareketle yapılmaz. Bu yaklaşım siyasi mücadeleyi ekonomik gidişin kar-zarar bilançosu gibi basit bir uzantısı olarak görmeye varır. Ekonomik gelişim açısından “erken” olan, siyasi mücadele açısından yeterince olgun olabilir. Siyaset, ekonomik gelişimin koşullarını ele geçirebilir. Bismark Almanyası, Kemalizm koşullarında kapitalizmin gelişmesi böyle tanımlanabileceği gibi; 1917 Bolşevik iktidarı da Sosyalizmin geliştirilmesi açısından böyledir. “Erken” olmayı yaratan derinlerdeki etken, üretici güçlerin gelişmesinin önünün tıkanmasıdır. Tıkanmanın yaşandığı bir momentte onun “erken” olduğundan söz etmenin bir anlamı da yoktur. O anda sorun gelişimin tıkanışının nasıl açılacağında toplanır. Bu yaklaşım açısından baktığımızda, Sosyalizmin 19. yy’ın ikinci yarısından itibaren insanlığın gündemine girmesini “erken” olarak görmek mümkün değildir. Bugünden geçmişe bakınca ise, görüş açıları ister istemez değişmektedir. Olayları akışkan süreçler ve kendi koşullarında gerçekleşen olgular olarak kavramayınca, önümüze bir açmaz çıkar ya Marksizm yanılmıştır; ya da “erken” yıllarda ortaya çıkan toplum biçimi sosyalizm değildir, demek zorunda kalırız. Oysa onlar, “erken” tıkanan kapitalizmin tarih sahnesine çektiği, kendi koşullarına denk düşen sosyalist toplumlardır. Üçüncü yaklaşım, bugünün gelişmelerini de kavramlaştırarak tüm sürece baktığımızda; kapitalizmden sosyalizme geçişin, yollardaki kilometre rakamlarının değişimi gibi sürekli ve tek gidişli olmadığı; daha çok dalgalı ve akıntılı bir denizde ilerleyiş gibi inip çıkan, sağa ve sola savrulan bir gidiş olduğu ortaya çıkmıştır.

Bu noktada, tarihe bakmak gereklidir. Antik çağdan, Avrupa ortaçağına geçişte pek çok ortaçağlar yaşanmıştır.

“Roma uygarlığı ile Modern uygarlık arasındaki ORTAÇAĞ’a tıpkı tıpkısına pek benzer örnekler bütün kadim medeniyetler arasında görülmüştür. Sümer uygarlığı ile Akad uygarlığı arasında, Babil uygarlığı ile Asur uygarlığı arasında, Asur’la Etiler, Medlerle Persler, Perslerle Grekler, Greklerle Romalılar vb. arasında hep öyle bir sıra pek çok başka ORTAÇAĞ’lar patlak vermiştir.

“Demek Antika Tarihte ‘şehirlerin köylere üstün’ geldiği iki medeniyet arasında boyuna ‘köylerin şehirlere üstün geldiği’ zamanlar, Ortaçağlar girmiştir. Onun için, klasik ortaçağ terimi yerinde özellikle ‘Avrupa Ortaçağı’ deyimini geçirmek yerine olur… Modern ortaçağın eski ortaçağlardan tek farkı, derebeylikten tekrar geriye dönüp yeniden köle efendi medeniyeti yerine, ileriye gidip işçi sermaye medeniyetine kapı açmasından ibarettir.”11

Tarih sahnesine, Kent medeniyetlerini yıkarak girecek Barbar kalmayınca, Roma’yı yıkan Cermenlerle Avrupa Ortaçağı son modern Ortaçağ başlamış, insanlık bu noktadan sonra, 4 bin yıldır tekrarlandığı gibi yeniden kent medeniyetlerine dönmemiş, Kapitalizme geçmiştir. Antik Tarihten insanlığın çıkışı adeta sonsuz git-gellerle mümkün olmuştur.

Avrupa Ortaçağından kapitalizme geçişte de, düz bir yol izlenmemiş, ticaretin ve para dolaşımının artışı kendiliğinden kapitalizmi getirmemiştir. Hatta 15. yy’ın sonunda Elbin’in doğusunda “ikinci sertlik” dönemi yaşanmıştır. Nüfusun nispeten yoğun, toprağın kıt olduğu alanlarda feodal yapı aşınırken, toprağın bol nüfusun kıt olduğu alanlarda ise, ticaretin yoğunlaşmasıyla birlikte serflik yeniden canlanmış, Danimarka, Balkanlar, Baltık, Rusya, Bolonya, Macaristan ve Bohemya’da adeta ortaçağ dirilişe uğramıştır.12

Bu tersine dönüşlere belki en çarpıcı örnek Kapitalist Amerika’nın güneyinde köleciliğin yeniden yaşanmasıdır. Tarımda tekniğin henüz geri, insanın kıt ve ticari tarımın gelişkin olduğu koşullarda Kuzey Amerika’nın güneyinde yoğun bir kölecilik yaşanmıştır. Latin Amerika’da 1900’lardan günümüze kadar aynı olgu defalarca yaşanmıştır.

Bu hatırlatmalar basit analojilerle tarih açıklaması yapmak için değildir. 1917 sonrası gelişimler, özellikle 1945 sonrası dengeler, insanlığa bilinen bazı gerçekleri unutturdu. Tarihin sarmal gidişine, NEP uygulamaları, 1950 Doğu Alman, 1956 Macaristan, 1968’de Çekoslavak, Sovyetlerde Krusçev olayı vb. örnekler olmasına rağmen emperyalizm-sosyalizm dengesiyle sınırlandırılmış düşünceler, bu geriye dönüşlere derin, hak ettikleri anlamı veremedi. Dünün olaylara yaklaşımdaki sınırlılığı, bugün kendini sınırsız spekülasyonlara kaçarak “aşmaya” çalışıyor.

Bir başka soruya geçelim: Kapitalizmin ilk gelişim dönemi devrimleri esas olarak 1975’lerde kapandığına göre 1989 çöküşünün bu kapanışta yeri nedir?

1989’a kadar genel olarak sosyalizm iki türlü gelişim yolu izledi. Biri kapitalizmin sınırları içinde kaldı; diğeri bu sınırları aştı, kendi gelişim yolunu yarattı, ilkine örnekler, başarıya ulaşmamış işçi ve halk devrimleridir. 19. ve 20 yy. Avrupası’ndaki devrimlerden 1950’ler sonrası üçüncü dünya ülkelerindeki devrimlere kadar uzanan bu süreçte yaşanan ayaklanmalar, devrimler son tahlilde kapitalizmin gelişim yollarını açmışlardır. İkincisi, iktidar olan sosyalizmdir. Bu ülkelerde sosyalizm, kendi gelişim yollarını yaratmıştır. Bu yoldaki deneyler, o günlerin dünyasında bilinmedik, yepyeni yönelişlerdi.

“1930’larda kapitalizm çökerken Sovyetler gelişiyordu. Geçmişe bakıldığında liberal ve tutucu politikacıların Moskova’ya öğrenmeye gitmeleri şaşırtıcı görünür. O zamanlar ‘plan’ gürültü kopartan bir kelimeydi.”13

Sosyalizm, birinci devrimler dönemi kapanırken kapitalist üretim biçiminin sınırlarını önemli ölçülerde aşmasına rağmen, mevcut dengede kapitalizme bir üstünlük kuramayınca çöktü. Sosyalizm çökmeseydi, ikinci devrimler dönemini başlatabilirdi. Ya da ikinci devrimler dönemi herhangi bir biçimde açılsaydı sosyalizm çökmeyebilirdi. Bu nedenle, 1975’ler sonrası sosyalizm açısından, öncesinden farklı özellikler taşıyan bir sınav dönemiydi.

1975’lere kadar gelen dönem esas olarak bir gelişim dönemiydi. Sosyalizm bu dönemde kapitalizmin “eşitlik, özgürlük” gibi parolalarının sahteliğini ortaya koydu. Krizlerle ve faşizmle lanetli kapitalizm, kısmen savunmaya çekilirken, Sosyalizm halk devrim’ Tini ve ulusal kurtuluş savaşları bayraklarını taşıyarak yaygınlaştı. Yaygınlaşma teoride ve uygulamada sığlıklar getirdi. Dünya devrimi parolasını ikide bir öne sürenler Sovyetleri kendi ulusal sınırları içine kapanmakla suçlamayı pek severler. Gerçeklik tersinden vuruyor. Sovyetler, dünya devriminin yayılma kanallarından kendi gücü yettiği oranda akarak, devrime kalkışan ülkelerle buluşmuştur. Sorun devrimlerin tutundurulmasında ve derinleştirilmesinde başlamıştır. Kaba kalan, kaba olduğu için toplumun günlük yaşam davranışları İçinde henüz sindirilenlermiş sosyalizm uygulamaları, derinleşme sorunuyla yüz yüze geldiğinde çöküş yaşandı.

Sosyalizm gelişim yıllarından bir tıkanma noktasına doğru yaklaşırken aslında pek çok belirti vermişti. Batı proletaryası “barışçıl geçiş” tezleriyle kapitalist düzenle kaynaşınca, geleneksel komünist partiler toplantısını bile 1975 sonrası yapmak imkansızlaştı. Üçüncü dünya ülkeleri için öne sürülen “kapitalist olmayan yol” görüşü ise bu ülkelerde devlet eliyle kapitalizmin geliştirilmesinden başka sonuca varmadı. Çin’in “üç dünya teorisi” ise üçüncü dünya ülkelerini sosyalizmden kopartan, daha da öteye, emperyalizmin bir kanadıyla uzlaşmaya kadar götüren sonuçlar yarattı.

Gorbaçov’un Perostroykası’yla birlikte ise, “iki sistemin birleşmesi” tezleriyle sosyalizm, pratikteki düşünce evriminin son durağına gelmiş oldu. Bugünden baktığımızda “barışçıl geçişle” başlayıp “sistemlerin birleşmesi” tezine varan görüşlerin birbirini izlemesinin hiç de rastlantı olmadığı açıkça görülmektedir. Bu kapitalizmle barışma adımlarının nedeni, 1960’lar sonrası emperyalizmin yavaş yavaş sosyalizme kaptırdığı mevzileri zorlamaya başlamasında yatar.

Sosyalizm, 1985’lerde kendi iç gelişiminin zorlamasıyla bireysel yaşamın tatmin edilmesine yönelince, bu alanda çok üstün olan gelişmiş ülkeler kapitalizmi tarafından hızla alt edildi. Sosyalist ülke insanı yaşadığı yılların deneyiyle toplumsal kurtuluştan umudunu kesmiş, bunun bir yalan olduğuna inanmıştır. Böyle bir zeminle, kişisel yaşamın iyileştirilmesi politikası birleşince ortaya çok güçlü bir bireysel kurtuluş eğilimi çıkmıştır. Bu eğilim, Sosyalist ülkelerin bir ucundan diğerine, “toplumsal” her türlü değeri yıkan bir fırtına gibi esmiştir.

1989 yıkılışı, toplumsal devrimlerin yeni dönemine eski kalitesiyle Sosyalizmin yol gösteremeyeceğini kanıtladı. Daha da öteye giderek “toplumsal kurtuluş” ideolojisine büyük bir darbe vurarak bireyciliği öne çıkarttı. 1989, 1848’lerde başlayan proleter devrimleri döneminin bir devamını değil, 1975’lerde başlayan durgunlaşmanın ardından gelen bir geri çekilmeyi temsil eder.

Sosyalizm, dünyada egemen bir düzen seviyesine yükselmeden restorasyona uğrayınca kapitalizmin gelişmesine yol açmaktan başka bir sonuca varmış görünmüyor. Elbette ki, yaşanan olaylara sırf sonuçtan hareketle böyle tek yanlı bir yaklaşım sürecin birikmekte olan diğer yanını gözden yitirmeye yol açmaktadır.

1989 çöküşüyle birlikte, kapitalizmden sosyalizme giden yolun sürekli bir eğimle yükselen bir çizgi olmaktan çıkıp, kırılmalara uğramasıyla, yeni dönemin eşiğinde çok çelişkili yönelişlerin aynı dünya ortamında birbirini etkilemesiyle durum basit olmaktan çıkmış, karmaşık bir yapı kazanmıştır. Bu kompleksliği içinden yeni dönemin bazı özelliklerini göze batırmaya çalışalım.

İkinci Dönem Proletarya Devrimlerine Kapı Açacak Dönemin Özellikleri

Öyle bir dönemden geçiyoruz ki, tarih ilerliyor mu sorusundan kaçınmak mümkün olmuyor. Tek tek ülkelerdeki bazı istisnalar hariç insanlık bir çözülme, gerileme sürecine girmiştir. Eskinin her türlü değeri günümüz olaylarının akışında değersizleşmiştir, buna rağmen henüz yeni değerler inşa edilememiştir. Dönem her özelliğiyle bir geçiş özelliği taşımaktadır. Çözülüş ve gerileme içinden yeni bir geleceğe sıçranacaktır.

Ancak böyle dönemler kendine özgü umutsuz düşünceler üretmeden edemezler.

“İki bin yıl önce Yunan ve Çin politika felsefecileri benzer sonuçlara varmışlardı. İnançlarına göre insanlığın geleceği için bir çıkış noktası yoktu, fakat kaçınılmaz rezil sosyal koşullar altında kendini disipline etme (Stoics, Konfiçyüs) arayışı ile kişicil mutluluk (Epikürcüler) sağlanabilirdi.”14

Benzer düşünceler İngiltere’de restorasyon yıllarında (1660’lar) 17. yy büyük politika felsefecisi Hobbes ve Spinoza tarafından dile getirilmiştir. Aydınlanma Çağı bu “dogmatik şüpheci pesimizmi” sorguladı, insanlığa aydınlık bir kapı açtı. Fransız devrimi sonrasında Bourbon restorasyon yıllarında benzer şüphecilik geri gelmeden edemedi.15

Günümüzde ise, son yılların gözde postmodernizmi “kurtuluş ideolojileri”nin dogmatik yönlerini sorgulamasıyla olumlu bir yan taşıyormuş gibi görünse de, kendisi dünyayı dönüştürme uğraşından yorgun düşmenin sözde felsefesidir. Postmodernizmde “bir zihinsel ve maddi dönüşüm süreci, birdenbire birbirine akmayan birbirine dönüşmeyen, sadece yan yana duran öğeler halinde parçalar halinde çökeliyor.”16 Geleceği arayan, akan bir düşünce değildir, yorgun, “çöken” bir düşüncedir.

Her şeyi sorgulama adı altında “şüphecilik”, bilincin inanca, inancın eyleme geçmesini felce uğratan bir düşünce kanseri olarak günümüzde de felsefe akımlarının gözdesi olmuştur.

Yaşadığımız geçiş döneminin genel özelliğine değindikten sonra, bu genelin kendini özelleştirdiği tipik yönlere değinmeliyiz.

a) Gorbaçov’un son yıllarında ortaya attığı, “devletler arası ilişkilerin ideolojilerden arındırılması” görüşü, Sosyalizmin çöküşünden sonra “ideolojilerin sonu” çığlıklarının yükselmesine neden olmuştur. Dönemin en tipik olgusu budur. Gelecek günler “ideolojilerin çarpışma tarihi” olmayacaktır.17 Bu düşüncelerin, iki sistemin yarattığı dengenin aniden çöküşünün bir yansıması olduğu çok açıktır. Yaygınlık alanı da küçümsenmeyecek ölçüde geniştir. Kapitalist anayurtlar ve eski Sosyalist ülkeler bu yansımanın ana merkezleri durumundadır; üçüncü dünya ülkeleri için aynı şey geçerli olmasa da, bu ülkelerde de yenilgi yılları uzadıkça benzer düşünceler şekillenmektedir.

“İdeolojilerin sonu” çığlıklarının maddi temelinin biraz daha derinlerine gidelim. İdeolojiler, kötü dogmalar olarak görülüp küçültülmeye çalışılıyor; oysa onlar insanlığın büyük dönüm momentlerinde ortaya çıkmışlardır. “Onların beyinlerinin ürünleri olan bu tasarımlar, ulaştıkları yüksekliklerden insanları egemenlikleri altına alacak kadar yücelmelerdir. Yaratıcılar kendi öz yaratıklarının önünde korkuyla eğilmişlerdir.”18

Çözülme ve yıkılışı yaşayan günümüz insanları, İdeolojileri, “ulaştıkları yüksekliklerden” yere indirmekle yetinmiyor, yerin yedi kat dibine gömmeyi özlüyor. Bugüne kadar başından böyle pek çok macera geçen İdeoloji canavarı, bir başka kılıkta yeniden dirilivermektedir. Toplumsallaşmış insan bilinci olan İdeolojiler de toplumlarla birlikte yaşar ve ölürler, ama yok olmazlar. Onların ömrü genellikle tekil insan topluluklarından daha uzundur. Kendisi daha sonra tutuculaşıp katılaşsa da her ideoloji doğusunda bir toplumsal değişime denk düşer. İdeoloji, değişime hamile olan toplumun bilinç ve inanç bebeğidir.

Günümüzde ideolojilerin sonunu ilan etmek, mevcut insanlık konumunu ebedileştirmekten başka bir anlama gelmez. Günümüzde ideolojilerin sonunu savunanlar ya yaşadığı konumdan hoşnut; ya da insanlığı yeni bir geleceğe taşıyacak bir değişimden tümüyle umudunu kesmiş olmalıdır.

Kendinden hoşnut olanlar kapitalist ana yurtlardaki orta tabakalardır. Umutsuzlar ise, yenilgi şokuyla bilinç körleşmesine uğramış eski sosyalist ve geri kapitalist ülke insanlarının bir kesimidir.

Emperyalizm, sosyalizm çökmeden hemen önce “insan haklan” savunusuna soyunmuştur. Gorbaçov’da ölmeden önce, sınıflar mücadelesinin yerine “insanlık çıkarlarını” geçirmişti. Öyle anlaşılıyor ki, kapitalizm sosyalizm çatışmasının sona ermesiyle bu iki ideoloji buharlaşıp giderken yerini “insan haklarına” bırakmıştır. Fransız devriminden iki yüzyıl sonra, parola yine aynıdır. “İnsanlık bildirgesi”ni gönderine çeken kapitalizm, iki yüzyıl sonra yeniden aynı parolaya dönüyorsa hiç kimse bu “insancıllığı” alkışlarla karşılamamalıdır.

İlk insanlık bildirgeleri, kapitalizmin ana yurtlarda gelişimin önünde engel olan eski feodal kuralların ve kısıtlamaların aşılması anlamına geldi; hiçbir zaman kapitalizmin insancıllığı anlamına gelmedi. Tam tersine en korkunç sömürge talanları bu bayrak taşınarak yapıldı. Bu iki yüzyıllık iki yüzlükten sonra yeniden aynı parola kime ve neye karşı yükseliyor?

İnsan hakları parolası, emperyalizmin geri ülkeleri, yeni sömürgecilik basamağından sonra ki sömürme biçiminin adıdır, insanlık adına bu ülkeler, batı standartlarına uydurularak, kapitalizmin dünya ölçüsündeki bütünleşmesinde yeni bir adım atılacaktır. Demek “ideolojilerin sonu” geri kapitalist ülkelerin sömürüsünde yeni bir başlangıç olmaktadır.

b) Yaşadığımız geçiş döneminin diğer önemli özelliği, eski sosyalist ülkelerde patlak veren milliyetçiliktir. Sosyalizmin “yüce enternasyonalist” ruhunu bir çırpıda yok eden milliyetçi kabarış, bu tarihe geri dönüş nelerden kaynaklanmaktadır?

İlk bayrağı açan ülkeler, ekonomik olarak diğerlerine göre iyi konumda olan ülkeler oldu. Baltık cumhuriyetleri ve Yugoslavya Federasyonunda Sloven ve Hırvatlar böyledir. Batı ile erken buluşma umutları, bu çekim gücü milliyetçiliğin perdesini yeniden açtı. Daha geri olanlar açısından durum oldukça farklıdır. Sovyetlerin güney doğusundaki ve kısmen Yugoslavya’nın güneyindeki ülkelerde uluslaşma süreci sosyalizmle birlikte başlamış ve olgunlaşmıştır. Bu gelişme yıllarında sosyalizm, canlanan ulus bilincini aşamamıştır. Bu gerçekliği bugün açıkça görebiliyoruz. Sosyalizmle birlikte aşiret topluluklarından ulusa dönüşen toplumlar ayrılık bayrağını açmakta fazla istekli olmadılar. “Ortak kurtuluş” ideali çökünce kaçınılmazca kendini kurtarma güdüsü öne çıkmıştır.

İdeolojilerin çöküşünün altından milliyetçilik mi dirilmiştir? Buna geçici bir süre için evet demek zorunludur. Sosyalist ülkelerde yaşanan bu olgu, aynı şiddetle olmasa da, gelişmiş kapitalist ülkelerde de yaşanmaktadır. İtalya’nın güneyi ile kuzeyi asındaki gerilim gittikçe artmaktadır. İngiltere’de İskoçların bağımsızlığını savunan parti güçlenmiştir. Kanada’da Quebeck “bağımsızlık” istemektedir. Amerika’da farklı ulus köklerinden gelen topluluklar arası gerilim, tarihinde görülmemiş noktalara yükselmektedir. Tüm bu ülkelerde ortaya çıkan ulusal gerilimlerin kendi özgül, tarihi nedenleri olmakla birlikte bugünkü özgül nedeni, kapitalizmin genel bunalımının derinleşmesinde yatmaktadır.

İnsanlığı, ne bugünkü bunalımdan çıkaracak, ne de daha gelişkin toplum biçimlerine yükseltecek ideoloji milliyetçilik olamaz. Milliyetçiliğin tarih müzesinden çıkıp, insanlığın gündemine girmesi onun gücünden değil, mevcut düzenlerin zayıflamasındandır.

c) Geçiş döneminin diğer önemli özelliği, dünya seviyesinde işçi hareketinin durumunda kendini göstermektedir. Kapitalist merkezlerde, 1960’lardan başlayarak işçi hareketi düzenin sınırları içine çekilmiştir. Üçüncü dünyada, düzenin sınırları içine tam bir çekilme değilse bile, radikalizmden uzaklaşma, 1970’lerin sonlarına doğru bir gerçeklik haline gelmiştir.

Bu iki gerçekliğin benzerliği tümüyle görünüşte kalmaktadır. Altta yatan temel, taban tabana zıtlık taşımaktadır. Batıda, işçi hareketini düzen içine çeken “refah toplumları” gerçekliğidir. Üçüncü dünyada ise, kısmi bir ekonomik gelişimin yanında, uzun yılları kapsayan faşist zor ve katliamlardır.

“Kökleri sanayileşme döneminde kalan işçi hareketinin tükendiği” artık çelişkilerin “sınıfsal değil toplumla birey arasında olduğu, bu nedenle kişisel özgürlüklerin daha yüksek seviyelere varmasının mümkün” olduğu iddia edilmektedir.19 Batı dünyasına “özgürce” açılan Sovyet yazarları, düşüncelerinde batılı meslektaşlarını geride bırakan hızlarla ilerlemektedirler. “Klasik işçi hareketlerinin” sanayileşme yıllarında kaldığı bir gerçekliktir. Sosyalizme varamayan bu mücadeleler işçi sınıfı açısından önemli kazanımlarla sonuçlandığı için “klasik işçi hareketleri” kapitalist merkezlerde, tükenmese bile, azalmıştır. Ancak sınıfsal çelişkilerin kalktığını iddia etmek tam bir saçmalıktır. Sınıfların konumlarında, kazandıkları mevzilerde, mücadele araçlarında önemli değişimler olmuştur. Cephelerdeki kısmi sessizlik kimseyi sınıflaşmanın kalktığı düşüncesine vardırmamalıdır.

Gelişmiş ülkelerde hizmetler sektörünün büyümesiyle sınıfın yapısındaki değişim, çelişkilerin maddi doyumlarla sindirilmesi, sınıflar savaşına yeni bir çehre kazandıracak. Ayrıca sınıflar savaşı kapitalizmin krizleri zemininden hız almaktadır. Son kırk yılın krizleri, kapitalist merkezlerdeki mücadelede bir nitelik değişimin yol açacak ölçüde derinleşmemiştir. Günümüzde, sosyalizmin yenilgisi için yapılan zafer şenlikleri tamamlanmadan kapitalist ekonomilerin bütün zaafları daha belirgin biçimde ortaya çıkmıştır. Tükendiği sanılan işçi hareketine belki bu günler yeni bir nitelik kazandırabilecektir.

Geri ülkelerde de işçi hareketleri, faşizm yıllarının baskısından çıkma sürecindedir. Tüm geri ülkeler proletaryası yeni hareketlere gebedir. Sorun, hareketlerin hedeflerinde ve ulaşabilecekleri seviyelerde düğümlenmektedir.

d) Geçiş döneminin en tipik tepkisine gelelim. Liberal demokrasinin nihai zaferini ve “tarihin sonunu” ilan eden bu yaklaşım, günümüz kapitalizminin moral durumunu yansıtması açısından önemlidir. Her türlü dengenin kayıp değişebileceği bir dönemin, “tarihin sonu” olarak ilan edilmesinin şüphesiz kendine özgü bir mantığı vardır. Yazımız açısından bizi ilgilendiren yönü, kapitalizmin, geleceğe hazırlanırken yakalamaya çalıştığı halkalardır. Bunlar, gelecek günler açısından bazı ipuçları vermektedir.

“Kendileri üzerinde daha az düşünebilenler başka çağlarda kendilerinin en iyisi olduğunu varsaymışlardır, ama biz bu sonuca, sözde liberal demokrasiden daha iyi olması gereken seçimleri izleyip durmaktan iyice yorgun düştükten sonra varmış bulunuyoruz.”20 Fukuyama, insanlığın çeşitli denemelerden sonra karar kıldığı tercihin liberal demokrasi olduğunu, bunun da “tarihin sonu” olduğunu ileri sürmektedir. Bu mantıkla dünyayı iki farklı sürece bölmekte, Kuzeyi “tarih sonrası dünya”, güneyi, gelişmekte olan ülkeleri “tarihsel dünya” olarak tanımlamaktadır. “Tarihsel dünya”nın varacağı konak, “tarih sonrası dünya”dır. Tüm dünya, tarihin son konağı olan liberal demokrasiye varacaktır.

Kapitalist merkezlerin, günümüz dünyasında böyle bir hayal kurması çok doğaldır. Dünyadan, sosyalizm dikeni sökülüp atıldıktan sonra geriye tek amaç; liberal demokrasi kalmaktadır.

Bu son durağa varıldığında ise, yepyeni bir problem ortaya çıkmaktadır. “Tarihin başındaki uşak, içgüdüsel olarak korktuğu için kanlı kavgada ölümü göze almak istemiyordu. Tarihin sonundaki son insan ise, bir dava uğruna hayatını tehlikeye atmayacak kadar akıllı.”21

Hiç bir dava uğruna hayatını tehlikeye atmayan “akıllı insan”, insanlık gelişiminin son konağı mı olacaktır? Buna Fukuyama bile inanamaz. “Liberal demokrasiler kendi kendilerini taşımaz, bağımlı oldukları topluluk yaşamı liberalizmden farklı bir kaynağa sahip olmak zorundadır.”22 Liberalizmin tek ve esas ilkesi “iyi hesaplanmış özçıkar”dır, sırf bu ilkeyle liberal demokrasiler “kendi kendilerini taşımaz”.

Bu noktada toplumu taşıyacak başka ilkeler ve farklı insan yapısı gereklidir.

“Hegel’in salt saygınlık uğruna mücadelede hayatını ortaya koymaya hazır olmasını insanın belirleyici özelliği olarak kabul etmesi modern kulaklara oldukça tuhaf gelebilir.”23 Liberal demokrasiyi son durak olarak gören Fukuyama, bu toplumu sırf “özçıkar” düşünen aklın yaşatamayacağını sezmiş, “bir dava uğruna ölmeyi bilen” insan arayışı içine girmiştir.

Bu paradoksu insanlık, gelişim tarihi içinde sürekli yaşamıştır. Bolluğun “gönül körlüğü ve aymazlık”24 yarattığını İbni Haldun göçebe ve yerleşik Arapları incelerken fark etmiştir. İslamlığın ilk yıllarında “göç” farz kılınmıştı. Bu gelenek sonraları kalkmıştır. Hatta Muhammed’in saban demiri gösterip: “Bu araç hangi topluma girmişse, onunla birlikte aşağılanmaya boyun eğme de girmiştir” dediği söylenir.25 Tarım toplumu artık sınıflı toplumdur. Ve kabilenin ortak çıkarından öne kişinin “özçıkarı” geçmeye başlar.

İnsanlığın gelişimi, sadece olumlu sonuçlar yaratmıyor, insanlık yarattığı bolluğun ve imkanların içinde çürüyebiliyor. Modern çağda çürüme ve yozlaşmayı engellemek, insanları göçe teşvik etmekle mümkün değil. Çürüme ancak “bir dava uğruna” mücadeleyi göze almakla engellenir. Hiç şüphesiz burada hangi dava uğruna sorusu sorulacaktır. Fukuyama’nın liberal “son insanı”nın “herhangi bir öğretiye inanma yeteneği ortadan kaybolmuştur.”26 O nedenle “özçıkarına” düşkün “akıllı” son insanla sırf “saygınlık uğruna mücadelede hayatını ortaya koymaya hazır” insanı “liberal demokrasi” çerçevesinde birleştirmek mümkün değildir.

İnsan ancak, kendi “özçıkarı”ndan öteye düşünebildiği zaman bir dava adamı olabilir. Kapitalizm, bugüne kadar insanlara kendilerini kurtarmalarını öğütledi, ama şimdi bu insanlarla, düzenin devasa problemlerini aşmak mümkün değildir. Kendi özel dünyasının esiri olan bu insanlar açısından, içinde yaşadıkları “düzen”in sorunları bile onlara yabancı kalmaktadır.

Emperyalizmin çok usta savunucusu Fukuyama’nın liberal demokrasinin standart insanından memnun olmaması anlamlıdır. Onun sosyalizm davasına inanan insan aramadığı çok açık… Ona “herhangi bir öğretiye” inanma yeteneği olan insan gerekli. Bu inanma yeteneği düzeni korumak için faşizm yolunda neden kullanılmasın. Liberal “özçıkarın” toplumsal davaya dönüşmesi, ancak liberal demokrasinin faşizme dönüşmesiyle mümkündür.

Tarihin sonunu liberal demokrasiyle noktalayan Fukuyama, şüphesiz açıkça faşizmi savunmuyor, günümüz dünyasında “akıllı” bir emperyalizm ideoloğu olarak savunamaz da. O zaman tarihin son durağında liberal “özçıkar” düşkünlüğünden dava adamlığına doğru bir özeniş neden?

“Bu anlamda, bizim en büyük çağrımız Amerikan başarısını bütün vatandaşlarımızla paylaşmak olmalıdır. Alt sınıfların, evsizlerin, fakirlerin, yoksulların problemlerini çözmeliyiz. Batı, eğer ona yol gösteren felsefesi evrensel bir bencilliğe dejenere olursa, bunaklaşacaktı.”27 Eski ABD Başkanlarından Nixon, liberal “özçıkar”ın nelere yol açabileceğini Fukuyama’dan daha çıplak olarak sergileyivermiştir.

“Bu problemlerin kaynaklan yalnızca ekonomik olsaydı, korkulacak fazla bir şey olmazdı. Fakat bu problemlerin kökleri daha derinlere iniyor; Amerikan toplumunun ve iç politikalarının tam yüreğine dayanıyor. Üç faktörün birbirine karışmasından kaynaklanıyor: Kendi geniş insan kaynaklarını tam anlamıyla üretici olarak mobilize etme ve eğitmede Amerika’nın görünen yeteneksizliği, özel olarak kendi geniş ırksal azınlıklarının önemli bir kısmını başarılı bir şekilde istihdam etme ve asimile etmede başarısızlık; uzun dönemli ulusal çıkarların zararına kısa dönemli dar çıkarların ulusta baskın çıkmasıyla kendini gösteren nesiller arası var olan sosyal anlaşmanın çökmesi; süreci değiştirmek için gereken çelişkili kararların alımında kişisel ve kolektif sorumluluktan kaçınma.”28

Bu uzun alıntıyı özellikle seçtik. Amerika’daki ekonomik problem, özünde insan problemidir. Dünün tek yanlı uzman eğitimi bugün işe yaramıyor; Amerika’nın girişimci potansiyelinin kaynağı kabul edilen ırklar mozaiği şimdi sosyal gerilimlerin kaynağıdır; dar çıkarlarla gününü düşünen nesiller Amerika’nın geleceğiyle ilgili değillerdir ve süreci kimse cesaretle değiştirmeye girişemiyor. Tüm bunlar Fukuyama’nın “son insan”ının marifetleridir. Bireyciliğin kutbuna varan Amerika, krizden çıkış için “kişisel ve kolektif sorumluluk”tan dem vurmak zorunda kalmaktadır.

İşte Fukuyama’nın özendiği “dava adamı” burada gereklidir. Krizden çıkış için toplumsal bir fedakarlık ve sorumluluk gereklidir. Bugüne kadar krizlerini kendi dışına ihraç edebilen Amerika, şimdi kendi içine dönmek sorununu orada, işin kalbinde çözmek zorundadır.

Yalnızca Amerika için değil, kapitalist merkezlerin pek çoğu için aynı şey geçerlidir. Fukuyama’nın dava adamlığına özenmesi aslında liberal demokrasinin bel kemiği olan kişicil bencilliğe bir eleştiridir. Kapitalizm, tümüyle kendi yaratığı olan bu insanı şimdi eleştirmek zorunda kalıyorsa, Fukuyama’nın sandığının tersine tarihin sonuna varmak şöyle dursun insanlık yeni tarihi bir basamağı çıkmaya hazırlanıyor demektir.

Burada bir noktaya özellikle vurgu yapmak gereklidir. Kapitalizmin kendi öz değerlerine bu saldırısı ilk değildir. Kapitalizm, kapitalizm olarak kalmaya devam edip “özçıkarcı” insanı eleştirerek yalnızca faşizme varmıştır. Bu konuda en küçük yanılgıya yer yoktur. Fukuyama’nın böyle bir sonuca varıp varmaması önemli değildir. Hatta onun Japon toplumuna bu anlamda sempati duyması sonucu değiştirmez. Geleneksel özellikleriyle Japon kapitalizmi kendine özgü bir yol izlemiştir. Anglo Sakson gelenekli ülkeleri, Japon toplumuna benzetme çabaları da faşizme yönelişten başka bir sonuç doğurmaz.

Kapitalist anayurtların kalbinde, “özçıkar”ın eleştirisi hiçbir sosyalistte ham umutlar yaratmamalıdır. Geçiş döneminin bu dikkatle gözlenmesi geren olgusu, hem sistemin yüreğinden bir sarsıntı yaşadığının işaretidir, hem de insanlık açısından yeni bir tehlikenin dikenli filizleridir.

Yeni Döneme Hazırlanırken Hangi Mirası Reddetmeliyiz?

“İdeolojilerin sonu” çığlıkları, patlayan milliyetçilik ve liberal demokrasinin sonsuza dek zafer kazandığı hayalleri, 1989’la koyulaşan, dünya ölçüsünde devrimin geri çekildiği restorasyon ve gericilik yıllarının öne çıkan belirtileridir.

Nasıl Kruşçev 1960’ların sonunda “yakında kapitalizmi gömeceğiz”, “1980’lerde Sovyetlerde komünizme geçilmiş olacak” dediğinde ileri gittiyse, bugünlerde kapitalizmin zaferiyle ilgili atılan her çığlık gelgeç koşulların abartılmasından öteye bir anlama sahip değildir.

Marksizm tüm gelişim tarihi içinde İkinci büyük çöküşünü yaşamaktadır. İlk büyük çöküş, uzun barışçıl yıllardan sonra ve ilk paylaşım savaşından hemen önce, “II. Enternasyonal’in iflası”yla yaşanmıştır. İkinci büyük çöküş, uzun barışçıl dengeden sonra ve yeni bir paylaşım savaşı değilse bile, tek emperyalist merkezin dağılıp yeni bir paylaşım döneminin açılmasıyla birlikte Sosyalist ülke iktidarlarının yıkılmasıyla yaşandı. Birinci büyük çöküşün hemen ardından 1917 Ekim Devrimi geldi, işçi aristokrasisinin yerlerde süründürdüğü Marksizm bayrağını, Rus proletaryası, Avrupa kapitalizminin doğu sınırına dikti.

Günümüzde bir 1917’nin kopup geleceğine dair açık işaretler yoktur. Avrupa işçi aristokrasisinin ve küçük burjuva dar kafalılıklarıyla inmeli “sosyalist” bürokrasisinin yerlerde süründürdüğü Marksizm bayrağı henüz ayağa kaldıramamıştır.

Komünist hareketin ilk çöküşünden ayağa kalkışı, pratikte bir devrimle birlikte yaşanmıştır. Böyle bir gelişim hareketin yeniden ayağa kalkması için muazzam bir avantajdı. Fakat devrimden önce atılan adım unutulduğunda olay eksik kavranmış olur. 1910’larda başlayan bir kopuşma savaşı, en sancılı biçimde yıllarca yaşandıktan sonra, II. Enternasyonal’in geniş bataklığından dar ama sağlam bir komünist çekirdek çıkmıştır. Batı’da çöken Marksizm, doğuda yeniden doğmuştur.

Kopuşmanın kapsamı neydi? III. Enternasyonal, sınıf içindeki bölünmeyi keskinleştirdi. Proletaryanın devrimci çekirdeği işçi aristokrasisinden kopuştu. Siyasi olarak ise, “amaç hiç bir şey, günlük eylem her şeydir.” (yüzyıl öncesinin bu parolası günümüzdeki ‘devrim hemen şimdi’ parolasıyla tıpatıp aynıdır) diyen Bernstein revizyonizminden ve “süper emperyalizm” tezleriyle emperyalizme sonsuza dek barışçıl bir çehre giydirmeye çalışan Kautsky oportünizminden kesin bir kopuşmaydı.

Marksizm ikinci büyük çöküşünden nasıl çıkartılabilir?

Hazır formülasyonlar üretmek gibi sihirli bir çözüm olmadığına göre, Marksizm’in ikinci çöküşüyle birlikte insanlığın girdiği yeni dönemin ipuçlarından başlamak zorundayız.

I. Marksizm bugüne kadar kapitalizmin ilk gelişme sancılarını izlemiş, bu dönemler güçlenme yılları olmuştur. Batı’da ilk gelişim dönemi, II. Enternesyonal’le birlikte çökerken, Doğu’da kapitalizmin yeni geliştiği alanlara yayılması süreci yaşadığımız günlerde en genel ölçülerde tamamlanmıştır.

Sosyalizm, bugüne kadar geç gelen ve gelişme yeteneği sınırlı kapitalizme üstünlük kurabildi. Ancak varlığıyla kendi gelişim yolu ve hızıyla dünyada kapitalizmin gelişmesine ve hatta “Sosyalleşmesine” neden oldu. Bu konuda tek itici güç olmasa da en başta gelenlerden biriydi. Bu dönem kapanmıştır.

Sosyalizm dengesinin örttüğü kapitalizmin kendi yapısından kaynaklanan çelişkileri, önümüzdeki dönem daha saf biçimleriyle sergilenecektir.

Kapitalist merkezler, onun kendi çelişkilerinden kaynaklanan akımları alternatif yaşam gurupları, çevreciler, kadın hareketi vb. bugüne kadar yapısı içine sindirebilmişti. Grupların dar ufku, öte yandan düzenin esneme gücü bu sonucu yaratmıştır. Her gelişimin bir birikim olduğunu unutmazsak, düzenin şimdilik kendi içine sindirebildiği bu akımlar, aynı zamanda kapitalizmin kendi pervasız davranış zeminini sınırlamaktadır. Olaylar bu yönde birikiyor, günümüz krizi kapitalizmin esneme gücünü önemli ölçüde zaafa uğratıyor. Los Angeles ayaklanması ve Avrupa da faşizm dalgasının kıpırdanması bu yönde kanıtlardır. Ancak henüz olayın derinliğinden yeterince haberdar değiliz.

Üçüncü dünya kapitalizmi ise, henüz “klasik işçi hareketlerinin” zeminindedir. Bugüne kadar hedefleri anti-emperyalizmle sınırlı olan hareketler artık bu hiçbir esneklik taşımayan düzenlerin gerçek hedeflerine yöneleceklerdir.

II. Gelişmelerin açıkça gösterdiği gibi dünya ölçüsünde demokratik devrimlerin alanı daralıyor; ilk dönemin bitişinde bir diğer göze batan yön de mücadelelerde radikalizmin zayıflıyor olmasıdır.

Bunun anlamı dünya ölçüsünde yeni bir güçler dizilişinin yaşanıyor olmasıdır.

İlk büyük savaşlar verildi. Güçler birbirini daha iyi tanıdı, şimdi gündemde olan, yeni güçlerle yeni mevzilenmeler yapılmasıdır. Radikalizm ilk ve yeni olmaktan kaynak alır. “Alışılmış” mücadelelerde, değişmeyen dengelerle yürütülen savaşlarda radikal dönüşler yaşanmaz. Dünyada devrim güçleri baştan aşağıya yeniden şekillendiği için, bu birikim sürecinin sönük görüntüsü hiçbir şekilde mutlaklaştırılmamalıdır. Öte yandan, eskinin kaba tekrarını ummak da aynı ölçüde hatalı olur.

Yeni dönemde hedeflere göre eskiden olmayan mücadele biçimleri ortaya çıkacaktır. Batı’da henüz yeni örnekler daha çok barışçıldır. Ülkelerin koşulları açısından böyle olması doğaldır. Ancak böyle günlerin sınırına yaklaşıldığı unutulmamalıdır.

Üçüncü Dünya’da, 1970’lere kadar gelen kır ağırlıklı gerilla savaşları, örneğin nüfusunun yüzde 80’i artık şehirlere yığılmış Latin Amerika ülkeleri için tekrarlanamaz. Bu ülkelerde, tam bir felakete dönüşen şehirleşmenin yarattığı yığılım, büyük ölçüde tortu-lümpen çetelerin denetiminde bir yaşam sürmektedir. Bu alanlar devrimci hareket tarafından ele geçirilmelidir. “Çarpık gelişimin kalbinde devrimci alanlar, sınıf hareketine yepyeni imkanlar yaratabilir.

III. Sosyalizm, Batı’da aristokrat işçilerce deforme edilmiştir. Doğu’ya genişlediğinde köylülük tarafından bozuldu. Sosyalist ülkelerde yapılan pek çok hata bir yana, konumuz açısından öne çıkartılması gereken, yaratıcılığın kaba eşitçilik ve kolektivizmle öldürülmesidir. Uygulanan kolektivizme, modern kapitalizmin inkarından varılmamış, eski geleneklerin Sosyalizme taşınmasından ortaya çıkan bir eklektizm olmuştur.

Sanki mücadelenin ön yıllarındaki “önce herkes eşitlensin” Narodnik parolası sosyalizmin ana uygulaması olmuş, bu kabalık aşılamayınca düzenin tıkandığı noktada herkese kapitalizme doğru “start” verilmiştir. Çok kabalaştırdığımız bu olgu, sertliğin çözülme yıllarındaki köylü ufkunun ta kendisidir. Ve Sosyalizmi derin bir şekilde etkilemiştir.

Reddedilecek mirasın üç ana yönü böylece şekillenmiş oldu:

a. Hala iş saati ve sosyal haklar mücadelesi ufkunda tıkanan Batı proletaryasının sınıf bencilliğinden, alternatif grupların ufuksuzluğundan koparak; üçüncü dünyadaki sosyal gerçekliği kucaklayabilen bir bilinçle mücadeleye yönelen sınıf hareketi yaratılmalıdır. Bu, bilinçlerde önemli bir yükselmeye denk düşer. Batı’nın düzen içi reformlarıyla yetinen hiçbir hareket gelecek vadedemez. Öte yandan, sınıf bencilliği ve üçüncü dünyanın soygunuyla “körleşmiş ve aymazlaşmış” Batı proletaryasının “gönülleri”, hiç şüphesiz sırf propagandayla çelinemez. Fakat durum umutsuz değildir. Dünya öyle küçüldü ki, Körfez savaşı, Kürtlerin büyük göçü, Yugoslav dramı, son olarak Somali gösterisi gibi açık pratik gerçekler Batı insanını kaçınılmazca bilinçlendiriyor. Bu gerçekliklere bir de Batı’ya göç dalgasını eklersek, insanlığın henüz taşan bir sel gibi olmasa da derin ve yoğun bir kımıltı içinde olduğu anlaşılır.

b. İkinci yön; sosyalizm deneyinden gelen kaba kolektivizm reddidir. Kişi yaratıcılığını öldüren, daha çok küçük burjuva dar kafalı anlayışlar sosyalizmin esneme gücünü giderek sıfıra yaklaştırmıştır. Kapitalizm, bugün “bir dava uğruna ölecek” adamlar arıyor. Sosyalizmde, böyle milyonlarca insan vardı. Kapitalizm bencilliğiyle insanları topluma karşı kayıtsızlaştırırken, sosyalizm kaba kolektivizm ve eşitlik anlayışıyla kişilikleri ezmiş, silikleştirmiştir. İlkel komünal dönem aynen tekrarlanamayacağı için sonuçta kişinin silikleşmesiyle birlikte toplum da atomize olmuştur.

c. Üçüncü yön, geri ülke devrimlerinden sosyalizme sızan deformasyonlardır. Ulusal burjuva çıkarların, sosyalizm lafzıyla örtülmesi Asya’da, Orta Doğu’da, Afrika’da yaşandı. Bu konuda açık sınırlar çizilmezse, sosyalizm hem kendi gücüyle ilgili yanılgılara düşebiliyor, hem de sosyalizm adına kapitalizm inşa edildiğinden geri ülke insanlarının gözünde iki düzen arasındaki kalın çizgi silikleşiyor.

Dünyada tarihsel dönem olarak, ulusal kurtuluş savaşları kapanmıştır. O nedenle, sosyalizme bu yönden gelecek bozulmalar eskiye oranla zayıflamıştır. Buna rağmen, dünyanın bazı geri alanlarında hala böyle gelişmeler yaşanabilir. Marksist hareketle buralardaki hareketlerin arasındaki sınır çizgisi daima net olmalıdır. Bu, ittifakları dışlamadığı gibi daha doğru zeminlerde işbirlikleri sağlayabilir.

Son olarak, toplumsal devrimlerin ikinci dönemine girilirken olaylara izini vuracak sürükleyici çelişkiye değinmeliyiz.

Kapitalizm sonrası toplumsal devrimlerin birinci döneminde, harekete geçirici güç sırf kapitalizmin çelişkileri olmaktan uzaktı. Kapitalizm öncesinin engelleri devrimleri harekete geçirici güç olarak önemli bir rol oynadı.

Yeni dönemde, bizzat yaşanan gelişimden dolayı eskinin tekrarı mümkün değildir. Artık devrimlerde kapitalist üretimin kendi yapısından kaynaklanan -eski üretim biçimleriyle çatışmasından doğan değil- çelişkiler harekete geçirici olacaktır.

Bugüne kadar ki deneylerin gösterdiği gibi üretim araçlarının tekellerde toplanması devrimler için zemin yaratmaya yetmiyor. Aşağıda, yığınlar arasındaki bencilleşmenin her türlü toplumsal davranışı felce uğratacak seviyelere derinleşmesi gerekiyor. Ancak böyle bir toplumsal çözülme, üretici güçlerin gelişmesinde aşılamaz engeller oluşturur.

Yukarıda tekellerin, aşağıda milyonlarca tek kişilerin yarattığı iki kutuplu bencilleşme, sosyal üretim önünde gerçek bir engel haline gelir.

Bu tıkanma noktasında yığınların bilincinde bireycilikten toplumsallığa bir atlama olabilir.

Fukuyama’nın “özçıkarcı” “son insanı” liberal demokrasileri artık taşıyamamaktadır.

“Hiç kimse tek başına davranarak böyle bir yapı içinde uzun süre kendini kurtaramadığından dolayı, liberalizmin kahramanı, bireyin, dağılan yapı karşısında anlamlı bir rol oynaması imkansızdır… Bu nedenle, önceleri modern dünya sisteminde bilinmez olan grup kimliğinin belli bir derece öne çıkması rastlantı değildir.”29

Liberalizmin kahramanı, “birey”, ömrünü doldururken yerini “grup”a bırakmaktadır. Konuya burada yalnızca bireyin olumsuzlanması açısından bakıyoruz. Yoksa Wallerstein’in “grup kimliği” görüşünün değerlendirilmesi konumuz içinde değildir.

Sosyal olarak kendini öne çıkaran “grup” olgusunun yanında, üretimde “kalite çemberlerinin son zamanlarda Japonlara özgü olmaktan çıkıp, tüm kapitalist dünyada ayrı bir önem kazanması rastlantı değildir.

Üretim karşısında insanın konumu zanaatçı loncasından günümüze tam bir sarmal çizmek üzeredir. Zanaatkar genellikle işinin ustası ve aşığı idi. Kapitalizmle birlikte her yeni teknik gelişimde insan, üretim sürecinde basit hareketleri tekrarlayan alet haline geldi. Önceleri insan alete egemendi, sonra makina insanı kendi uzantısı haline getirdi. Kitlesel üretim bandında en son tekniğe rağmen üretim artışı sağlanamayınca, kapitalist üretimle birlikte unutulan insan yeniden hatırlanmak zorunda kalınmıştır.

Böylece, “kalite çemberiyle birlikte kapitalist üretimde insan, yeni bir değişime uğramak üzeredir. Ürettiğiyle ilgilenen grubuyla üretim sürecini tartışıp değerlendiren yeni bir işçi sınıfı şekillenmektedir.

Bu uygulamanın kapitalist üretim içindeki sınırlılığı çok açıktır, hatta bu uygulama işçilerin sendikal örgütlenmesine karşı olarak kullanılmaktadır. Bütün bunlara rağmen, makinanın basit uzantısı olan işçi, çok sınırlı da olsa üretimde yaratıcılığı kullanmaya doğru gerçek bir adım atmaktadır.

Sınıf hareketi yeni dönemde bir kere daha tarih sahnesine girecektir. Bu sefer, sadece üretimde basit örgütlü bir kitle olarak değil; üretimi belli bir seviyede örgütlemeye yetenekli bir kitle olarak mücadele tarihinde ayrı bir dönem açacaktır.

Yazımızın başında sorduğumuz soruya dönelim: Tarihi yeniden yazarken ilerlemenin kriteri değişiyor mu? Bugüne kadar, özellikle buharlı makinaların bulunuşundan günümüze tekniğin fırtınalı gelişiminde ilerlemenin tek kriteri teknik gelişim ve ona denk düşen sosyal örgütlenme seviyesiydi. Buna bağlı olarak insanın maddi tatmini en öne çıkan amaçtı.

Kriter artık yavaş yavaş maddi ve teknik gelişimden insanın moral gelişmesine ve doyumuna doğru ilerliyor. Hiç şüphesiz böyle bir dönüş ancak maddi olarak belli bir seviyeye varmış toplumlarda mümkündür. Ve henüz kat edeceği uzun ve sancılı bir yol vardır.

Toplumsal devrimler tarihinin bir dönemi kapanırken açılan yeni dönemde kapitalizmin çelişkileri daha saf, daha katışıksız olarak kendini ortaya koyacaktır. Kapitalizmi sanki sınırsız bir gelişme ömrüne sahipmiş gibi gösteren teknik gelişim, bencilliğin zirvesine çıkarak tek tek atomlaşmış insan üretici gücünün sinik direnişi karşısında pervasız gidişinin sınırlarına yaklaşmıştır.

İnsanlık tarihinin gelecek günleri, tüketimde değil, üretimde insanın yeniden hatırlanacağı günler olacaktır.

Sonuç

Günümüz gelişmeleri I. ve II. Dünya Savaşı öncesine çok benziyor. Sadece kapitalizmin yaşanan krizi, Yugoslavya’da süren savaş açısından değil, aynı zamanda “Dünya savaşının olmayacağı” yönlü yapılan öngörüler açısından da benziyor. Bernstein, 1900’lerde uzun barış yılları vadetmişti. Kautsky, 1910’larda “ultra Emperyalizm” tezleriyle, Emperyalistler arası ilişkileri sırf ekonomik rekabetle dünyanın kalkındırılmasına indirgemişti. Savaştan sadece bir kaç ay önce, 1914’de dönemin ünlü ekonomisti Norman Angell, Avrupa’nın büyük ülkelerinin karşılıklı ekonomik bağımlılık derecesinin savaşı imkansız kıldığını ileri sürmüştü.30

Savaş öncesi, sanki savaş körlüğü yaratmaktadır. Sırf benzerliklerden kalkarak bir sonuca varmak imkansızdır. Ancak önemli üç gerçeklik göze batırılmalıdır.

Birincisi, Amerika’daki durgunluk ikinci Dünya Savaşından günümüze yaşananların en ciddisidir ve 1980’lerden beri devamlı olarak derinleşmiş ve şiddetlenmiştir.31 İkincisi, “yeni sanayileşen ülkeler ve eski Doğu bloku ülkeleri yardım, en azından pazar payı bekliyorlar. Batı bunu başaramadığı takdirde demokrasinin nimetleri üzerine nutuklar bir anlam taşımayacaktır.”32 Üçüncüsü, “eski ve yeni dünya düzenleri arasındaki temel fark, önceki dönemin anlaşmalarından zenginleşenlerin (Almanya ve Japonya kastediliyor, bn) beklenildiği gibi, yeniden oluşumun maliyetlerini paylaşacak olmalarındadır.”33 Ya paylaşamazlarsa?

Toplumsal devrimlerin ikinci dönemine, yeni paylaşım mücadelelerinin yükselişiyle birlikte giriliyor. Büyük olayların öngününde, Kautsky gibi siyasi körlüğe düşmemek için bugüne kadar alışık olduğumuz tarzda düşünmekten kurtulmalıyız.

Dünya, alışılmadık günlere ilerliyor.

Dipnotlar

1- A. Walicki, Rus Düşünce Tarihi

2- Sosyalizm, “Yeni Dünya Düzeni”, Türkiye

3- K. Kumar, The Revolutions of 1898, Theory and Society 1992

4- K. Kumar, ay.

5- K. Kumar, ay.

6- K. Kumar, ay.

7- I. Wallerstein, The Collapse of Liberalism, Socialist Register 92

8- K. Kumar, ay.

9- I. Wallerstein, ay.

10- I. Wallerstein, ay.

11- H. Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm

12- M. Dobb, Kapitalizmin Gelişmesi

13-E. Hobsbawm, Goodbye to All That, Marxism Today, Jan. 1990

14- E. Mandel, The Marxism Case For Revolution Today, Soc. Reg., 1989

15- E. Mandel, ay.

16- O. Koçak, Modernizm ve Postmodernizm, Defter 1992

17- K. Kumar, ay.

18- Marx-Engels, Alman İdeolojisi

19- L. Lisyutkina, Post-Industrialism and Post-Totali Ctarianism, Social Sciences 1992-3

20- F. Fukuyama, Tarihin Sonu

21- F. Fukuyama, ay.

22- F. Fukuyama, ay.

23- F. Fukuyama, ay.

24- İ. Haldun, Mukaddime I

25- İ. Haldun, ay.

26- F. Fukuyama, ay.

27- R. Milliband, L. Panitch, The New World Order and The Socialist Agenda, Soc. Reg., 1992

28- R. D. Hormats, The Roots of American Power, Foreign Affairs, Sum. 1991

29- I. Wallerstein, ay.

30- A. Glyn, Global but Leaderless, Soc. Reg., 92

31- R. Milliband, ay.

32- S. R. Schwenniger, World Policy Journal Sum. 92

33- J. W. Sanders, The Prospects for “Democratic Engagement”