KEMALİZM NEDİR?

Çağdaş Yol, Sayı 2, Temmuz 1987

Kemalizm 1960 sonrası iki ayrı döneminde iki ayrı yönden tartışma gündemine geldi. 1965’lerde özellikle gençlik hareketi içinde konu ol­du. “Amerikan emperyalizmine karşı” yeni bir kurtuluş savaşı özleyen gençlik, ilk Kurtuluş Savaşı’nın öncü kadrolarına ve parolalarına ilgi duydu. Kemalizm nasıl bir sınıf ve düşünce te­meline dayanmıştı? Genç beyinler bu sorunla uzun uzun ilgilendiler. Yıllar 12 Eylül’e aktıkça bu konudaki yanılgılar, sığ değerlendirmeler belli ölçülerde aşılabildi.

12 Eylül’le birlikte bu sefer tam zıddı bir yön­de, egemen zümreler içinde, tartışma konusu ol­masa da, yeni yorumlara uğratıldı. 12 Eylül’de küçük çaplı bir meydan muharebesiydi. Ancak bu sefer “düşman” dışarıdan değildi. Fakat yi­ne aynı ideoloji: Kemalizm, 12 Eylül güdücülerinin bayrağı oldu.

Kemalizmin Doğuşu ve Dayandığı Sınıf Temeli

M. Kemal kendisi kişi olarak Çanakkale savaş­larında öne çıkmış, sivrilmiştir. Kemalizm’in do­ğuşunu ise Erzurum ve Sivas Kongreleriyle baş­latmak hatalı olmaz. O Kongrelerde Kurtuluş Savaşı’nın temel yönelişleri belirlenmiş, örgütlen­meler derlenip toparlanmıştır.

M. Kemal İstanbul’da “hükümet” çevresindeki entrikalardan umudu kestikten sonra Anadolu’ya geçtiğinde oradaki örgütlenmeleri şöyle anlatır: “Durumun korkunçluğu ve ağırlığı karşısında, her yerde, her bölgede birtakım kişilerce kurtu­luş yollan düşünülmeye başlanmıştır. Bu düşün­ceyle girişilen çalışmalar, bir takım örgütler do­ğurdu. Örneğin Edirne ve yöresinde Trakya Paşaeli adlı bir dernek vardı. Doğuda, Erzurum’­da ve Elazığ’da genel merkezi İstanbul’da olmak üzere Vilayeti Şarkiye Müdafaa-i Hukuku Milliye Cemiyeti kurulmuştu. Trabzon’da Muhafaza-i Hukuk adlı bir dernek bulunduğu gibi, İs­tanbul’da da Trabzon ve Havalisi Ademi Mer­keziyet Cemiyeti vardı. Bu dernek … Of ilçesi ile Rize yöresinde şubeler açmışlardı.” {Nutuk, M.Kemal)

Hemen anlaşılacağı gibi örgütlenmeler henüz mahalli veya bölgeseldir. Birbiriyle sağlam iliş­kisi yoktur. Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun son anlarını yaşadığını ve kabuk değiştirme­ye başladığını bu yöresel “dernekleşmeler” göstermektedir. Ama burjuvazimiz olağanüstü cı­lız ve kişiliksiz olduğundan örgütlenmeleri de he­nüz dağınık ve hedefsizdir. Derneklerin belirlen­miş ve ufku geniş amaçları yoktur.

M. Kemal düşünülen yolları şöyle özetliyor:

“Birincisi, İngiltere’nin koruyuculuğunu is­temek,

“İkincisi, Amerika’nın güdümünü istemek, “Bu iki türlü karara varmış olanlar, Osmanlı Devleti’nin bir bütün olarak kalmasını düşünen­lerdir. Osmanlı ülkesinin ayrı ayrı devletler ara­sında paylaşılmasından ise, bu ülkeyi bütün ola­rak (tek) bir devletin kanadı altında bulundur­mayı yeğleyenlerdir.

“Üçüncü karar, bölgesel kurtuluş yollarıy­la ilgilidir. Örneğin: bazı bölgeler, kendilerinin Osmanlı Devleti’nden koparılacağı görüşüne kar­şı ondan ayrılmamak yollarına başvuruyor. Bazı bölgeler de, Osmanlı Devletinin ortadan kaldırılacağına, Osmanlı ülkesinin paylaşılacağına olup bitti gözüyle bakarak kendi başlarını kur­tarmaya çalışıyorlar.” (Nutuk, M. Kemal)

Osmanlılıktan kopuşamayanlar bir bağımsız yol da düşünememektedir. Bu tesadüf değil, çö­ken bir düzenin ancak köleleşerek yaşayabileceği(!) gerçeğinin en tabii sonucudur. “Bölgesel kurtuluş yolları” da ayrı bir sonuca varmamaktaydı. Örneğim Trakya-Paşaeli Cemiyeti böl­gesel kurtuluşu için “İngiltere’nin, olmazsa Fran­sa’nın yardımını sağlama”yı düşünmekteydi.

Netice olarak bütün bu yolların temelindeki gerçek: Osmanlı Devleti’nin ömrünü tüketti­ğini kavrayamamaktı.

M. Kemal bu çözüm yollarının hepsini redde­der.

“Baylar, ben bu kararların hiç birini yerinde bulmadım. Çünkü bu kararların dayandığı bü­tün gerekçe ve mantıklar çürüktü, temelsizdi. Gerçekte, içinde bulunduğumuz o günlerde, Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tüken­mişti… Osmanlı Devleti onun bağımsızlığı padi­şah, halife, hükümet, bunların hepsi içeriğini yi­tirmiş bir takım anlamsız sözlerdi.

“Baylar, bu durum karşısında bir tek ka­rar vardı. O da ulusal egemenliğe dayalı bağımsız-koşulsuz (ve kesin) olarak bağımsız ye­ni Türk Devleti kurmak.

“Öyleyse, ya bağımsızlık ya ölüm!

“İşte gerçek kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktı.” (Nutuk, M. Kemal)

Çok açıktır ki bu sonuca varabilmek için “Osmanlı Devletinden umudu kesmek, artık onun ömrünü doldurduğunu kavramak gerekliydi.

M. Kemal bu yolda ilk elden neler yapmıştır?

“Şimdi baylar, ilk iş olmak üzere bütün orduy­la ilişki kurmak gerekli idi.” Sonra,

“…bütün yurtta ulusal örgütler kurulması ge­rektiğini bir genelge ile bütün komutanlara ve sivil örgütlerin baş yöneticilerine bildirdim.” (Nu­tuk, M. Kemal)

Dikkat edilirse ilk iş, en örgütlü kesim olan Or­du ile hedef birliği yapmaktır. Ardından yine or­du başlarının marifeti ve yukardan “genelge” ile “ulusal örgütler”in kurulması atılan ikinci önemli adımdır.

Bu örgütlenmelerin merkezileştirilmesi, tek ve kesin bir amaca yöneltilebilmesi için Erzu­rum ve Sivas Kongreleri yaşanmıştır. Samsun’a yola çıktığında henüz Padişah’ın Ordu Müfetti­şi olan M. Kemal Erzurum Kongresi’nin örgüt­lendiği sırada Ordu’dan ayrılmak, yani Padişaha karşı açık bir tutum takınmak zorunda kal­mıştır. Yani mücadele yükseldikçe saflar netleşmektedir.

Erzurum Kongresi “Doğu illeri adına” toplan­mış ve bir bakıma Anadolu adına toplanan Si­vas Kongresinin hazırlayıcısı olmuştur. Sivas Kongresi “bağımsızlık” parolası altında, aynı za­manda dağınık örgütlenmeleri “Anadolu ve Ru­meli Müdafaai Hukuk Cemiyeti” olarak merke­zileştir m iştir. Şimdi bizlere aksi düşünülemezmiş gibi gelmesine rağmen, Sivas Kongresinde sa­dece bağımsızlık parolası tartışılmadı. “Amerikan mandası” tezi özellikle İstanbul delegeleri tara­fından uzun uzun savunuldu. Sonunda bin bir tereddüt ve çekimserlikten sonra manda tezini savunanlar geri adım attılar.

Sivas Kongresi henüz İstanbul hükümetiyle bağlarını koparmamıştı. Mücadele henüz o se­viyeye gelmemişti Ama her geçen gün İstan­bul hükümetiyle ilgili umutlar sönmekteydi. Ni­hayet Sivas Kongresi’nden yedi ay sonra, İstan­bul’un işgali ve İstanbul’daki meclisin işgal kuv­vetleri tarafından dağıtılması olaylarından hare­ketle Ankara’da “olağanüstü yetkili” bir mecli­sin toplanması kararı alınır ve bunun üzerine TBMM Ankara’da toplanır. Bu olayla artık çif­te hükümet iyice açığa çıkmıştır. Birisi emperyalizmin kölesi, çöken Osmanlı hanedanlığının hükümeti, diğeri de buna karşı yeni doğan Türk milletinin bağımsız hükümeti.

Şimdi tarih suyunun üstünde görünenlerde olayları içten içe belirlendiren Kurtuluş Savaşı’nın güdücülerinin sınıf yapısına geçelim. 1920’de toplanan ilk meclisin yapısı bize bu konuda; çok bir fikir verecektir.

  1. Dönem (1920-1923) Milletvekillerinin meslek gruplarına göre sayıları şöyledir:

 

Hukuk 13
İdare 23
Asker 15
Eğitim 5
Sağlık ve Teknik İşleri 5
Basın 2
Tarım 6
Ticaret 13
Din 17
Atatürk Devrimi Sosyolojisi, Kurt Steinhaus s.111

Bu rakamları şöyle tasnif edebiliriz. Bir yanda oldukça fazla sayıda bizim gelenekçil yapımızdan gelen “Devlet Sınıfları” vardır. Yani Ordu, İdare, Eğitim, Hukuk diye isimlendirilen bu gruplar bizim Seyfiyye (Kılıçlılar, Ordu) ve İlmiyye’ye denk düşer. Toplamı 56’dır. Öte yandan sinik egemen zümreler. Türkiye halkının rızkın elinde tutan, ekonomiye egemen tarım (toprak ağaları), ticaret (tefeci-bezirganlar) ve din (onların ideologları) erbabı. Toplamı 36’dır. Bir de az çok modern burjuva aydınlan diyebilece­ğimiz sağlık, teknik işler ve basın mensuplar vardır. Hepsi ancak 7 kişidir. Öyleyse Kurtuluş Savaşı’nın Meclis’teki güdücülerinin % 56’sı “Devlet sınıflarımızdan”, % 36’sı egemen tefeci-bezirgan veya eşraf, ayan takımından ve % 7’si de modern burjuva aydınıdır. Bu yapı Kurtuluş Savaşı’nı güdenlerin sınıf karakterini; yani Kemalizm’in sınıf yapısını oldukça açık şe­kilde ortaya koymaktadır.

Meclis, hem emperyalizme hem de Hilafe­te, Osmanlılığa karşı bayrak açmıştı. Ama kendi yapısı, bu savaşı nereye kadar götürebileceğini adeta ilk gününden ilan ediyordu. “Devlet Sı­nıfları” Osmanlılığın ruhu idi; eşraf ve ayan da Osmanlılığın maddesi. Böyle bir meclis için­den çıktığı yapıya karşı ne kadar radikal, kök­tenci davranabilirdi?

“Devlet Sınıfları” Dirlik düzeninden beri en az 500 yıllık gelenek ile güdülüyorlardı. Osmanlı­lar henüz göçebe çoban iken Bursa yöresine yer­leştiklerinde çürüyüp soysuzlaşan Selçuk ve Bi­zans toprak beylerini barbar gelenekleri ile bir bir deviriverdiler. Ve o topraklarda Dirlik düzenini kurdular. Toprak “Beytülmal’i Müsliminin” ya­ni Müslümanların ortak malı idi. Dirlik sahipleri ne toprağın ne de tam anlamıyla tasarrufunun sahibi değildi. Toprak gelirinin bir kısmı ile Dirlikçi asker besler, üstü de köylünün kendisine kalırdı. Böylece iki grup insan şekillendi: Altta Reaya (güdülen köylüler), üstte güdücü kılıçlı Dirlikçiler. Osmanlı yayıldıkça devlet yapısı da gelişti. “Devlet Sınıfları” başlıca dört bölük ol­dular: Seyfiyye (Ordu), İlmiyye (Bilginler), Mül­kiye (İdareciler), Kalemiyye (Ekonomi işleri). Za­man içinde özellikle Seyfiyye ve İlmiyye canlı varlıklarını korumuş ve sürdürmüşlerdir.

Zamanla Dirlik düzeni soysuzlaştı. Devlet Sı­nıfları ile reayanın arasına tefeci-bezirganlar girdi. İmparatorluk büyüyüp devlet sınıflarının masrafı arttıkça tefeci-bezirganlara borçlanıldı. Yi­ne devlet sınıfları üstte-egemen, tefeci-bezirganlar altta görünüyorlardı. Ama bu sadece görü­nüştü. Böylece Osmanlılık Kesim Düzenine at­ladı, Devlet Sınıfları para karşılığı dirlikleri tefeci-bezirganlara devrettiler. Tefeci-bezirgan o yer­lerin vergisini devlete peşin ödüyor ve topra­ğın bütün gelirini cebe indiriyordu. Böylece Dirlik düzeninin reayası Kesim Düzeninde yerlerin esiri oldu.

İşte Dirlik düzeni gelenekli devlet sınıfları bir yanda, devletin sahibi, köylünün koruyucusu­ göründü; öte yandan halka yukardan bakıp, ister istemez tefeci-bezirganlara dayandı. Tefeci-bezirganlarsa bu geleneği altüst etmeye gönüllü ol­madılar. Ekonomi ellerinde oldukça devlet sı­nıflarının üstte görünmesine ses çıkarmadılar.

Birinci meclis işte tam da bu Osmanlı toplum yapısının adeta bir modeliydi. O nedenle Sivas Kongresinde ve daha önceleri Amerikan Man­dasının tartışılması tesadüf değildir. Bu eşraf-ayan takımının aslında “İngiliz casusluğu” veya “Amerikan Mandalığı”ndan bir şikayetleri yok­tu, Onlar için yaratıcılık ve girişim kabiliyeti is­teyen modern üretim değil, asalaklıkla elde edi­len vurguncu kazanç önemliydi. Büyük Şehir Bezirganları malın nasıl ve nerede üretildiğine değil, o malın satışından elde edeceği vurguna; Taşra Hacıağalığı ise toprakta modern üretim­den çok yoksul köylüyü faiz, kira ve yarıcılıkla sömürmeye bakar. İlk Meclisteki bir olay, hem meclisin yapısı, hem de genel anlayışı açısından aydınlatıcı bir örnektir. “1920 yılında, TBMM’nin açılışından hemen sonra, Meclis İkinci Başkanı Celalettin Arif Beyin Ereğli’de sahip olduğu kö­mür işletme ayrıcalığını İtalyanlara sattığı orta­ya çıkmıştır. Ankara hükümetinin İtalya ile sa­vaş halinde olduğu bir sırada İtalyanlar Ereğli’­ye gelmiş, havzayı işletmek istemiştir. Olay Mec­liste uzun tartışmalara yol açmış, sonunda, Mus­tafa Kemal Paşa’nın yönettiği bir oturumda, sa­tış işlemi olağan bir ticaret işi sayılmış, Celalet­tin Arif Bey aklanmıştır” (Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları, İTİA Mezun­ları Derneği).

Evet, bezirgan için “bağımsızlık savaşı” ayrı, “kömür imtiyazının satışı” ayrı konudur. Ve Mec­lis bu satışı “aklamakla” daha Kurtuluş Savaşı­nın başında “bağımsızlık” parolasını lekelemiş ol­muyor mu? İşte Kurtuluş Savaşı böylesine kay­pak ve “satış”tan öteye ufku olmayan bir sos­yal sınıf temeline dayanmıştır.

Batıda derebeyliği, modern burjuvazi, üretim gücüne dayanarak tasfiye etti. Bizde modern burjuva sınıfı yok denecek kadar az, kişiliksiz ve zayıftı. 7000 yıldır büyüyüp, irileşen hep anti­ka tefeci-bezirgan sermaye idi. Onun da en be­lirgin özelliği üretimden kopukluğuydu. Dev­let sınıfları; yani Ordu ve İlmiyye, batıda modern burjuvazinin rolüne davrandı. Ama Kılıç ve ki­tap üretimin yerini tutamazdı. O nedenle devlet sınıfları yüzlerce yıllık alın yazıları ile bir kere da­ha karşılaştılar. Ne tefeci-bezirgân kökenli eşraf ve ayanla edebiliyorlardı, ne de onlarsız olabili­yorlardı. İşte Kemalizm bu dramın adıdır. O, “çağdaş uygarlığa” özenmiş, ama eşraf ve aya­na dayanmadan edememiştir. Bu açmazın en sancılı sentezi ise, tarihe Kemalizm olarak geç­miştir.

M. Kemal, bu binlerce yıllık geleneğe dayanan tefeci-bezirganlığın gücünü Kurtuluş Savaşı’na başlarken şöyle tespit ediyor: “Burada, pek önemli olan bir noktayı da belirtmeli ve açıkla­malıyım. Ulus ve Ordu, Padişah ve Halifenin hayınlığından haberi olmadığı gibi, o makama ve makamda bulunana karşı yüzyılların kökleştir­diği din ve gelenek bağlarıyla içten bağlı ve uy­sal. Ulus ve Ordu, kurtuluş yolu düşünürken, kuşaktan kuşağa geçen bu alışkanlık dolayısıy­la kendinden önce yüce halifeliğin ve padişah-‘ lığın kurtuluşunu ve dokunulmazlığını düşünü­yor. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamını kavramaya yetenekli değil… Bu inanca ay­kırı görüş ve düşüncelerini açığa vuracakların vay haline! Hemen dinsiz, vatansız, hayın, istenmez olur.” (Nutuk, M. Kemal)

M. Kemal konuyu tersine koymaktadır. Me­sele halkın “kurtuluşunun anlamını kavramaya yetenekli” olmayışında değil, halktaki bütün gi­rişim, yetenek ve yaratıcılığı binlerce yıl baskı al­tında tutan tefeci-bezirgan zulmünün, gücünün kırılmasındadır. İşte bu binlerce yıllık yapıya karşı açık ve cepheden bir savaş verilmedikçe halkın enerjisi açığa çıkamaz. Ve “uysal” görünür. M. Kemal halkın “uysallığından yakınırken, as­lında, kıramadığı tefeci-bezirganlığın gücünü dile getirmiş olmaktadır.

İşte Kemalizm, emperyalizmin Osmanlılığı paylaşımı şartlarında bütün Anadolu burjuvazi­sinin sosyal eğilimi olarak Erzurum ve Sivas Kongrelerinde doğmuş, dayandığı burjuvazinin antika ve kaypak özellikleriyle kah çatışarak, kah uzlaşarak şekillenmiştir. Buna en güzel örnek Halkçılık programıdır, emperyalist saldırıların yoğunlaştığı günlerde Eylül 1920’de M. Kemal Meclis’e Halkçılık Programını sunmuştur. Programın girişi ve parolası şeyledir:

“Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, ha­yat ve istiklalini kurtarmayı yegane maksadı ve gaye bildiği halkı, emperyalizm ve kapitalizm ta­hakküm ve zulmünden tahlis ederek idare ve ha­kimiyetinin hakiki sahibi kılmakla gayesine va­sıl olacağı itikadındadır.” (Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları, İTİA Mezun­ları Derneği)

Fakat Halkçılık Programının uygulanması “za­ferden sonraya” bırakılmış ve bir daha da ağıza alınmamıştır. Veya emperyalizme karşı Kurtu­luş Savaşı verilmekle “kapitalizmin tahakküm ve zulmünden” de kurtulunduğu sanılmıştır. Elbette böyle bir sanı ancak politikada saflık olur. Halk­çılık programı bilinçlice, burjuvazinin sosyal iç­güdüsüyle uyutulmuştur.

Kemalizm’i sınıf dayanağından kopararak ve özellikle de sırf Kurtuluş Savaşı kahramanlığı ola­rak algıladığımızda, onun ideolojik yapısı bize aşı­rı eklektik ve çelişmeli, anlamsız gelecektir. Oy­sa sınıf temeli ve tarihi süreci içinde ele aldığı­mızda kendi iç tutarlılığı hemen görülecektir.

Kurtuluş Savaşı neyi başarmıştır? Emperya­lizmin açık tahakkümünü kırmış ve onun liman şehirlerinde acentalığını yapan ecnebi Komprador Burjuvaziyi tasfiye etmiştir. Örnek olarak İzmir’in 1880’de nüfusunun %50’si Rum, an­cak %30’u Türk’tür. Ve 1840-1880 yılları ara­sında ticaret %300 artmıştı. “İzmir kentinin hin­terlandında suni gübre ve tarım makinaları itha­latı da Rumların işiydi” (Atatürk Devrimi Sos­yolojisi, K. Steinhaus). Kurtuluş Savaşıyla birlikte Rumlardan boşalan iş alanlarını Türk tüccarları doldurmuştur. Hatta Ermeni katliamının derin­liğinde yatan gerçeklik budur. Kurtuluş Savaşı­nın yaptığı en köklü değişim budur. Bu ise Os­manlı toplum yapısının kısırlığını kıracak radikal bir reform değil, Türk burjuvazisinin kendi ege­menliğini kurarken attığı en ilkel adımlardan bi­ridir.

Cumhuriyet Dönemi Reformları ve Kemalizm

Kemalizm’in başarabildiği Komprador Burju­vazinin tasfiye edilmesidir, dedik. Olayı daha de­rinlemesine inceleyerek ne anlama geldiğini açık­lamaya çalışalım.

Tarih kitaplarında Cumhuriyet döneminde ya­pılan bazı “devrimler”den bahsedilir. “Şapka devrimi”, “dil devrimi”, “harf devrimi” gibi. Bi­zim konumuz bunlar değildir. Bunların hiç biri Türkiye’yi “çağdaş uygarlık” seviyesine vardıramazdı. Olsa olsa görünüşte böyle izlenim uyan­dırabilirdi. Bizi ilgilendiren, özellikle M. Kemal’­in ekonomi politikasıdır. 1923 sonrasının olay­larla izahına geçmeden önce, M. Kemal’in Osmanlı İmparatorluğu’nun içinden doğan Türki­ye Cumhuriyeti’nin temel sorunları hakkındaki düşüncelerinin cumhuriyetin şekillenmesinde önemli etkileri olmuştur.

M. Kemal’in Türkiye’ye Bakışı:

7 Şubat 1923’de Balıkesir’de Paşa Camii min­berinden M. Kemal şunları söylüyor:

“Bu milletin siyasi fırkalardan çok canı yan­mıştır. Şunu arzedeyim ki, başka memleketler­de fırkalar behemahal iktisadi maksatlar üzeri­ne teessüs etmiş ve etmektedir. Çünkü o mem­leketlerde muhtelif sınıflar vardır. Bir sınıfın men­faatim muhafaza için teşekkül eden siyasi bir fır­kaya mukabil diğer sınıfın menfaatini muhafaza maksadiyle başka bir fırka teşekkül eder. Bu pek tabiidir. Güya bizim memleketimizde de ayrı ayrı sınıflar varmış gibi teşebbüs eden fırkalar yüzün­den şahit olduğumuz neticeler malumdur. Hal­buki Halk Fırkası dediğimiz zaman, bunun için bir kısım değil, bütün millet dahildir.” (Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorun, İTİA Mez. Der.)

İşte Kurtuluş Savaşı liderinin temel bakışı bu­dur. Ve bu görüş 1946’lara kadar zorlanmıştır. Ama gerçekler inatçıdır. M. Kemal de İ. İnönü de olsa üstlerini örtmeye gücü yetemezdi.

M. Kemal İttihat-Terakki döneminin soysuzla­şan parti çekişmelerinden Türkiye’nin sınıf ya­pısını kavrayıp aydınlatmak yerine, tersine bu gerçekleri külleyici dersler çıkartmıştır. Önce M. Kemal, 500 yıllık geleneğe sahip Devlet Sı­nıflarından Kılıçlıların içinden birisidir. O gele­nekte güden Devlet sınıfları ile güdülen halk var­dır. Aynı kavrayış tarzını ister istemez Seyfiyye’den (ordu) M. Kemal de sürdürmektedir. İkinci olarak ona sınıfları inkar ettiren, sınıfların olma­ması değil, modern sınıflar savaşının henüz cılız olmasıdır. Başka memleketlerde de bizde de he­men hiç bir parti (işçi sınıfının partisi hariç) ben şu sınıfın çıkarlarını savunuyorum dememiştir. Hep halkın veya milletin bütününün çıkarlarını savunduklarını iddia etmişlerdir. Bizde politika­nın Batıdakinden farklı olarak ikide bir soysuz­laşmasının nedeni sınıfsız olduğumuzdan değil, tersine en az 7000 yıldır sınıflı olmamızdan, ama modern kapitalist üretime sıçrayamayıp, antika bezirgan, ekonomisi içinde taşlaşmamızdandır.

M. Kemal konuşmasına şöyle devam eder:

“Biliyorsunuz ki memleketimiz çiftçi memle­ketidir, o halde milletimizin azim ekseriyeti de çiftçidir. Bu böyle olunca buna karşı büyük ara­zi sahipleri hatıra gelir. Bizde büyük araziye kaç kişi maliktir? Bu arazinin miktarı nedir? Tetkik edilirse görülür ki memleketimizin vüsatine na­zaran hiç kimse büyük araziye malik değildir. Bi­naenaleyh bu arazi sahipleri de himaye edile­cek insanlardır.” (Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları, İTİA Mezunlar Derneği)

Biraz “tetkik edilirse görülür” ki Türkiye, Os­manlılığın son Kesim düzeninden çıkmadır. Ya­ni o toplum şartlarının içinden doğmuştur. Ke­sim Düzeni ise, toprağın peşin vergi karşılığı “ke­simcilere devredildiği, dolayısıyla “kesimci”lerin de toprak beylerine kılık değiştirdiği bir dü­zendir. Osmanlılığın Kanuni Sultan Süleyman döneminde iyice bozulmaya başlayan Dirlik Dü­zeni, ardından kesim düzenini, kesim düzeni de toprak beylerini yaratmıştır. Dolayısıyla bizde “çiftçi”nin karşısında “büyük arazi sahibi”ni gör­memek tarihi, somut günlük gerçekleri inkar et­mek olur. Üstelik “bu arazi sahiplerini de “hi­maye edilecek insanlar” arasında saymak, öze­nilen “çağdaş uygarlığa” varmayı bir hayale döndürür. Çünkü batı kapitalizmi toprak beyleriyle hesaplaşabildiği oranda modern üretimini muazzam boyutlara vardırabilmiştir.

M. Kemal’in bu anlayışının mantık sonucu ise, hiçbir zaman toprak reformunu gerçekleştirememek olmuştur. 50 yıldır yılan hikayesine dönen toprak reformu ta ilk meclislerden itibaren uyu­tulmuştur. Ve her ortaya çıktığı zaman Meclis adeta muharebe alanına dönmüş, büyük gürül­tülerden sonra reform yeniden uykuya yatırıl­mıştır.

M. Kemal 1923 Şubat’ında Türkiye’nin toprak sorununa ancak bu kadar değebilmişti. Sonra Cumhuriyet döneminde denemesiyle “büyük toprak mülkiyetinin”, yani antika toprak ağalı­ğının üretimi nasıl kısırlaştırdığını yaşamış, gör­müştür. Ve ölümünden bir yıl evvel Kasım 1937’deki Meclis açış konuşmasında şunları söy­lemektedir: “Bir defa memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemli olanı ise, bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın hiçbir se­bep ve suretle bölünemez bir mahiyet alması bü­yük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri arazi genişliği, arazinin bulunduğu memleket böl­gelerinin nüfus kesafetine ve toprak verim de­recesine göre sınırlandırmak lazımdır.” (Atatürk’­ün Ekonomi Politikası, M. Aysan)

Bu söylenenler İ937’lerde Türkiye’de toprak­sız köylü ve artı kendi toprağı ile geçinemeyen yoksul köylü ve bunların karşısında büyük çiftlik sahiplerinin olduğunun itirafıdır. Ve M. Kemal, 1923’de “çiftçiye” “karşı” görmediği toprak ağa­larının topraklarını “sınırlamak”tan söz etmek­tedir.

Elbette bizde 1923’den beri hiçbir zaman top­rak reformu gerçekleşememiş, yani kırlarda de­rebeyi artıklarının etkinliği kırılamamıştır. Tersi­ne onlar da egemen zümre içinde yer almış ve modern kapitalist gelişimin önünde daima engel olmuştur.

M. Kemal’in 1923’te ve 1937’de söyledikleri Devlet sınıfı gelenekli ordu gençliği olan Kur­tuluş Savaşı kadroları, bir yandan bütün Ana­dolu’nun alın yazısını avucuna almış bu “eşraf” “ayan” takımına dayanmış, bir yandan da on­ların kaypaklığına ve soysuzluğuna güvenememiştir. Kah sarıklı kelleler devrilmiş, kah onlar­la uzlaşılmıştır. Toprak beylerine (ayan) karşı tutum da aynı tezatlı yapının bir tekraradır.

Fakat sonuç önemlidir. Kılıcı elde tutan ye üst­te görünen Kurtuluş Savaşı’nın devlet sınıfı ge­lenekli kadroları, bu ortaçağ artığı tefeci-bezirgan kökenli eşraf ve ayanın toprağımızdaki kökleri­ni sökememiştir. Her fırtınada yerlere yatan bu olağanüstü esnek antika sermaye, fırtına geçtikten sonra yavaş yavaş başını kaldırmış ve yeni şartlara adapte olup, kendi vurgununu sürekli kılmıştır.

M. Kemal’in Paşa Camii minberinden yaptığı konuşmayı değerlendirmeye devam edelim:

“Sonra sanat sahipleriyle kasabalarda’ ticaret’ eden küçük tüccarlar gelir. Bittabi bunların men­faatlerini hal ve atilerini temin ve muhafaza et­mek mecburiyetindeyiz. Çiftçilerin karşısında ol­duğunu farzettiğimiz büyük arazi sahipleri gibi bu ticaret erbabının karşısında da büyük sermaye sahipleri insanlar yoktur. Kaç milyonerimiz var? Hiç… binaenaleyh biraz parası olanlara da düş­man olacak değiliz. Bilakis memleketimizde bir­çok milyonerlerin, hatta milyarderlerin yetişme­sine çalışacağız. (Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları, İTİA Mezunları Derneği)

Yazının ileriki bölümünde “büyük sermaye sa­hibi”, “milyarder”lerin nasıl yetiştirildiğini göre­ceğiz. Burada önemlice göze batırmak istediğimiz milyarder yetiştirme felsefesidir. Ve hem mil­yarder yetiştirip, hem de halkçı olunamaz. Bu­rada M. Kemal bizde “sınıflar yok”, “Halk Fırka­sına… bütün millet dahildir” demesine rağmen yavaş yavaş sivrilen Anadolu burjuvazisinin adı­na konuştuğunu itiraf etmektedir.

Konuşmasını “amele” ve “münevverler”i de değerlendirerek, şöyle tamamlar:

“Sonra amele gelir. Bugün memleketimizde fabrika, imalathane ve saire gibi müessesat çok mahduttur. Mevcut amelemizin, miktarı yirmi bi­ni geçmez. Halbuki memleketi yükseltmek için çok fabrikalara muhtacız; bunun için de amele lazımdır. Binaenaleyh tarlada çalışan çiftçilerden farklı olmayan ameleyi de himaye ve siyanet et­mek icab eder.

“Bundan sonra da münevverler ve ulema de­nilen zevat gelir. Bu münevverler ve ulema kendi kendilerine toplanıp halka düşman olabilir mi? Bunlara tereddüp eden vazife, halkın içine gi­rerek onları irşat etmek, yükseltmek ve onlara terakki ve temeddüne yol göstermektir.

“İşte ben milletimizi böyle görüyorum. Bina­enaleyh muhtelif meslekler erbabının menfaat­leri yekdiğeriyle imtizaç (kaynaşma, uyum b.n) halinde olduğundan onları sınıflara ayırmak im­kanı yoktur ve umumi heyetiyle hepsi halktan ibarettir.” (Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları, İTİ A Mezunlar Derneği)

Bahsi geçen yıl 1923’dür. M. Kemal amele­nin “yirmi bini geçme”diğini söylüyor. Elimizde tam 1923 yılı için yapılmış bir sayım yok. Ama daha 1915’de sırf sanayi işçisi 16.309’dur. 1927 yılında ise yine sırf sanayi işçisi 238.000 kişidir. Buradan 1923 yıllarında “amele”nin en az 100.000’in üzerinde olduğunu tahmin etmek zor değildir. Bu yapılan basit bir rakam hatası de­ğil, sınıfları gömme mantığının en tabii bir so­nucudur.

Yine M. Kemal “amele’yi “tarlada çalışan çift­çilerden farklı” görmüyor. Çok açıktır ki “tarla­daki çiftçi” ancak mülksüzleştiğinde, tarlasını, üretim araçlarını kaybettiğinde işçileşir. Ve dir­lik düzeninin dirlikçilerinin reayayı himaye etti­ği gibi M. Kemal de “amele’ye başkasını layık gö­remez; “Ameleyi himaye etmek icab eder” der. Himaye edecek olan kim? Sınıflar arasında bir çatışma görmeyen devletçi M. Kemal Paşa.

Oysa işçi kendi örgütlenmesiyle kendini en iyi bir biçimde koruyup, güçlendirebilir. Hem eko­nomik, hem sosyal durumunu düzeltir ve hatta kendi iktidarı yolunda yürüyebilir. Ama böylesine, bizim paşalarımız katlanamaz. Ne demek­tir işçinin, çiftçinin kendi haklarını kendisinin ko­ruması! Ortada bir hak varsa, korunması gere­kiyorsa onu da devletçi paşalarımız yapacaktır. Kullara sadece himaye edilmek düşer. İşte bu nedenle işçi sınıfının ve halkın en küçük bağım­sız örgütlenmeleri en şiddetli biçimde ezilmiştir.

M. Kemal değerlendirmesinde belki de en doğru teşhisi “münevver ve ulema denilen ze­vat” için yapar. Çünkü kendisi hem ordudan­dır (yani kılıçlıdır) ama az-çok da aydın-münevverdir. Ve en çok münevverlerle içli dış­lı olmuştur. Ve “münevverlerin “kendi kendi­lerine toplanıp” bir şey olamayacaklarını görmüş­tür. Ancak halkın içine girdiklerinde işe yaraya­bileceklerini söylemektedir. Sınıfları inkar etse de pratik deneyiyle aydınların bir sınıfa dayan­madan hiç olduklarını sezmiştir. Ve kendisi de Anadolu burjuvazisine dayanmıştır. Ve Kemalizm’i antika-modern karışımı eşraf-ayan denen Anadolu burjuvazisi yaratmıştır. Anadolu ve Ru­meli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti de bu sınıfa dayanmıştır. Sivas Kongresiyle son şeklini alan ve Kurtuluş Savaşı’nı politik olarak güden bu “cemiyet”tir. Sonra Halk Fırkası’na dönüşmüştür.

Netice olarak değerlendirmesinin sonucunu “muhtelif meslekler erbabının menfaatleri yek di­ğeriyle imtizaç halinde olduğundan onları sınıf­lara ayırmak imkanı yoktur ve umumi heyetiy­le hepsi halktan ibarettir” şeklinde bağlayan M. Kemal 1946’lara kadar süren Tek Parti dik­tatörlüğünü kurmadan edemezdi.

Kalkınma Yolunda Hedef: Ziraat

“Hakiki bir bütçe tesisi, vergilerin/islahı, her nevi israfata (savurganlığa) karşı daima teyak­kuz (uyanıklık) ve mümanaat (karşı gelme) ka­rarındayız. Memleketimizin kesbi servet etmesi (servet kazanması) yolunu her şeyden evvel ziraatle ve sanayi-i ziraiyede arıyoruz.” (Atatürk Ekonomi Politikası, M. Saydan)

M. Kemal Mart 1924 tarihli TBMM’nin açış ko­nuşmasında böyle diyordu. Kasım 1937 Meclis açış konuşmasında aynı şeyleri tekrarlıyor: “Milli ekonominin temeli ziraattır. Bunun içindir ki zi­raatta kalkınmaya büyük önem vermekteyiz.” (Atatürk’ün Ekonomi Politikası, M. Aysan)

Emperyalistlerin işgaline son verilip, ülke eko­nomisine yön vermek söz konusu olunca M. Ke­mal’in görüşleri açık ve nettir; “Milli ekonomi­nin temeli ziraattir.”

M. Kemal’in neden böyle bir düşünceye var­dığını sormaya gerek yoktur. Anadolu burjuva­zisinin sosyal eğilimi olarak başka türlü düşüne­mezdi. Türkiye’de ne bir sanayi ne de girişken sanayici vardı, daha doğrusu yok denecek ka­dar azdı. Ve antika bezirgan ekonomi en küçük sanayi girişimini emperyalizmle iç içe, o güne ka­dar habire boğazlamakla yaşamıştı. İşte bu 7000 yıllık, köklü bezirgan ekonomiye karşı ağır sa­nayi parolasıyla ayak diremek devrimlerin en ulusu olurdu. Ama Anadolu eşraf ve ayanına dayanan Kemalizm bunu yapamazdı.

Türk burjuvazisinin böyle bir yol tutmaması­nın iki nedeni vardır: Birincisi iç sebepler: Biz­de antika tefeci-bezirgan sermaye ta Sümerlerden beri gelişip azgınlaşmış, sanayi sermayesini boğmuştur. Osmanlılığın son günlerinde kapi­tülasyonların sağladığı imkanlarla yabancı tekelci sermaye ile bizim bezirganlarımız fiyat indirimleri ile doğmakta olan cılız sanayi girişimlerini batır­mış, boğmuştur. Burjuvalarımız antika kökenli, üretimden kopuk, alıp satan vurguncu bezirgan­lardır.

Buna, iki örnek vermekle yetinelim. Birisi 1922’lerden, “54 Millet Vekili, 37 tüccarın, yüksek memur ve subayların İzmir’in kurtuluşundan 10 gün sonra (19.9.1922) kurdukları Türkiye Milli İthalat ve İhracat AŞ, bir İngiliz şirketiyle 15.6.1923’de imtiyaz kokan bir antlaşma yap­tı. O derecede ki ABD imtiyazdır diye buna iti­raz etti.” (Atatürk Döneminin Ekonomik ve Top­lumsal Sorunları, İTİA Men. Der.)

İzmir’in kurtuluşunun üzerinden 10 gün geç­meden devlet sınıfları (milletvekilleri+yüksek memur +subaylar) ve tüccarlar üretime yöne­lik bir işletme değil, “İthalat ve İhracat AŞ” ku­ruyorlar. Yani alıp satacak ve yine yabancı acen­teliğine devam edecekler. Ve yine aradan bir yıl geçmeden adı “milli” olmasına rağmen bu şir­ket ABD’ni kızdıracak denli bir imtiyazla İngilte­re’nin acentalığına yazılıyor. İkinci örnek 1945 yılında yapılan bir gözlem. “Özellikle üretim ala­nındaki elverişsiz koşullar Türk burjuvazisinin dağıtım alanına yönelmesine yol açıyordu. Doğu Anadolu’nun sosyo-ekonomik açıdan geri kal­mış bölgelerinde, ticaret ve endüstri sermaye­leri arasındaki uyuşmazlığı, 1945 yılında Elazığ’­da yapılmış olan bir araştırma çok güzel yansı­tır: “Kalburüstü tabaka denebilecek 5571 kişi içinde 5057 tüccar ve yalnız üç tane fabrikatör bulunmaktaydı.” (Atatürk Devrimi Sosyolojisi, K. Steinhaus) Demek kalkınma yoluna çıkalı 20 yıl olmasına rağmen burjuvazimizin yapısında bir değişim olmamıştır.

Tek Parti diktatörlüğünden çıkıldığında bir de­ğişiklik olmuş mudur? “1950’de 1,4 milyon ser­mayeli 3 şirket ve anonim şirket bulunurken, 1954’de sermayeleri 167 milyonu bulan 56 şir­ket kurulmuştu. Bu sermayeler üretim alanına değil, daha çok taşınmaz mallara, ticarete ve ula­şıma yatırılmıştı. Özel tasarrufun %70’inin ta­şınmaz mallara yatırılması şaşırtıcı bir durum de­ğildir. Devlet müdahalesinin bulunmadığı bu alanda aşırı kâr sağlamak mümkündü. Örne­ğin, İstanbul’da kiralar 1950 ile 1959 yılları ara­sında eski seviyelerinin 17 katma çıkmış, arsa fiyatları her yıl % 50 oranında bir artış göstermiş­tir…

“Türk burjuvazisi, üretime dönük olmayan bir sınıf karakterini korumuştur.

“Özel sermayenin dağıtım ve spekülasyon alanlarında yoğunlaşması, üretime dönük faa­liyetlerini engellemiştir.” (Atatürk Devrimi Sos­yolojisi, K. Steinhaus)

Bir yabancı yazarın uzaktan gözlemleri bile çı­ban gibi büyük gerçekliğimizin üzerine değme­den edemiyor. Modern üretime ilgi duymayan bezirgan burjuvalarımızın egemen olduğu bir top­lumda nasıl bir yöneliş olabilirdi? Onlar yıllardan beri topraktaki köylünün ve küçük zanaatçıların ürettiklerini satarak vurgunlarını yapmışlar­dır. Nasıl ve ne üretildiğinden çok, nerede, ka­ça satılacağı onların temel problemleridir. İşte \ yüzyılların alışkanlığı: toprağın esiri köylünün yi­ne tefeci-bezirganlarca yolunması için Cumhu­riyetin liderleri iki halkaya asılmışlardır: “ziraat” ve “nakliyat”. Tek parti döneminin ziraate ila­ve meşhur demiryolları politikası vardı. DP dö­nemi ise ziraat parolasını sürdürdü, ama demir­yolları yerine karayolları politikasına önem verdi. İyi ya yol yapmasa mı idiler, denebilir. Ya­pılsın elbette. Ama nerede ağır sanayi üretimi? Bu olmadan yol döşediğimizde yüzlerce yıl ön ce katırlarla yaptığımız bezirganlığı şimdi tren ve­ya TIR’la yapmış oluruz. Ama daima modern üretim merkezlerine yüzde yüz bağımlı kalırız.

İşte Kemalizm’in “ziraat” ve “nakliyat” paro­laları bezirgan ekonomi yapısının söze vuran po­litikasından başka bir şey değildir. Ve sonuçta yüzlerce yıllık geriliğimizin aşılması, değil, sadece çağımıza uygun kılık değiştirmesinden başka bir şey değildir.

Demek liderin “dahiyane görüşleri” sadece içinden çıktığı ekonomik yapının tabii yöneliş­lerinin dile getirilmesinden öteye değildir. Batı “uygarlığı” “şapka”dan sanayi temeline bile in­dirilememiştir. Bezirgan ekonomi üstüne ne ku­rulmuşsa soysuzlaşmış, batak hale gelmiştir. De­mek Kemalizm eşraf ayan takımına karşı radikal-köktenci bir modern burjuva hareketi bile değil; onları kazıyıp, atacak gerçek bir sanayi devrimine yönelmek yerine, “ziraat ve nakliyat” parolaları ile onlarla uzlaşan antika-modern-karması bir burjuva eğilimidir. Ve daima bezirgan aşılı olarak kalmıştır.

Sanayi yolunu tutamayışımızı ikinci sebebi; dış sebeptir. Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’nı ver­diği yıllarda dünyada kapitalizm tekelci hege­monyasını kurmuştu. Bütün dünya pazarı batı­nın tekelindeydi. Ve geri ülkeleri kendi pazarı haline getirmekten başka bir amacı yoktu. Türk burjuvazisi bu dünya devine siyasi anlamda kur­tuluş savaşıyla bayrak açmıştı ama iş ekonomiye gelince değişiyordu. Lozan görüşmeleri sürer­ken İzmir İktisat Kongresi’nin toplanması anlam­lıdır. Kongreye karşı “yabancı basında” uyarılar çıkmış ve bunlar üzerine zamanın iktisat vekili basma şöyle bir açıklama yapmıştır: “Bazı ecnebi ve ezcümle, Yunan gazete ve ajansları Kongre aleyhine propaganda yapıyor ve bizim ecnebi sermayesine düşman olduğumuzu iddia ediyor­lar. Bunlar külliyen yalan ve iftiradır.

“Chester projesiyle memlekete 400 milyon ­ liralık bir ecnebi sermayesi girecektir. Milletimizin hukukuna ve memleketimizin kavaninine ri­ayetkar herhangi bir ecnebi sermayesine katiyen düşman olmadığımıza bundan daha kuvvetli bürhan olabilir mi?” (İzmir İktisat Kongresi,  G. Ökçün)

İktisat vekili yabancı sermayeye düşman olmadığımızı, yapılan bir proje anlaşmasıyla dünyaya ispatlamaya çalışıyor.

Elbette yabancı sermayeye kuru kuruya düşmanlık bir anlam taşımaz. Fakat 1923 sonrası Cumhuriyetin ilk on yılının deneyi göstermiştir ki emperyalist yabancı sermaye koşulsuz gel­memektedir. Nitekim o yıllar sadece Sovyetler Birliği’nin kredisi gerçekleşmiş ve Nazilli, Kayserili Basma Fabrikaları kurulmuştur. Emperyalist yabancı sermaye Türkiye’yi hep sanayileşme rotasından uzaklaştırmak istemiştir. Ve bundan kopamayan Kemalist Burjuvazi yabancı sermayenin akıl hocalığına her zaman açık ol­muştur. Batı ise kendine rakip yetiştirmek yeri­ne basit bir iş bölümü önermektedir: Kendileri makine yapacaktır, biz de ziraat. Bunu uzaktan kollayan Türk burjuvazisi batının bu dileklerine her zaman kulak kabartmış, onunla rezonansa gelmiştir.

Sanayi İçin Tutulan Yol: Karma Ekonomi

Kemalizm’in hedefi olan “ziraat ve zirai sanayi”ye hangi yollardan varılacaktır?

“Bir de hususi menfaatler en nihayet, rekabete istinat eder. Halbuki yalnız bununla iktisadi nizam tesis olunamaz. Bu zanda bulunanlar kendilerini bir serap karşısında aldatılmaya terkedenlerdir.

“Fertler, şirketler, devlet teşkilatına nazaran zayıftırlar. Serbest rekabetin, içtimai mahzurları da vardır; zayıflarla kuvvetlileri müsabakada karşı çarşıya bırakmak gibi… ve nihayet fertler bazı büyük müşterek menfaatleri tatmine muktedir olamazlar.

“Herhalde devletin siyasi ve fikri hususlarda olduğu gibi, bazı iktisadi işlerde de nazımlığı, prensip olarak kabul etmek caiz görülmelidir.

“Prensip olarak devlet ferdin yerine kaim olmamalıdır. Fakat ferdin inkişafı için umumi şart­ları göz önünde bulundurmalıdır. Bir de ferdin şahsi faaliyeti, iktisadi terakkinin esas menbaı ola­rak kalmalıdır. Fertlerin inkişafına mani olma­mak, onların her noktai nazardan olduğu gibi, bilhassa iktisadi sahadaki hürriyet ve teşebbüs­leri önünde devlet kendi faaliyeti ile bir mani vü­cuda getirmemek, demokrasi prensibinin en mü­him esasıdır” (Atatürk Ekonomi Politikası, M. Ay­san)

Bu uzun alıntıdan üç temel düşünce çıkar:

1-Ferdi teşebbüsler cılızdırlar,

2-Bizde rekabet mahzurludur,

3-Özel faaliyet ekonomik ilerlemenin esas kaynağı olarak kalmalıdır, buna mani olmaya­cak şekilde devlet ekonomik faaliyet gösterme­lidir.

Rekabetin “mahzurlu” görüldüğü ve özel te­şebbüsün “esas” alındığı bir yönelişte, devletin ekonomideki görevi özel tekeller yaratmak ve bunları besleyip büyütmek olabilir.

Batının kıran kırana rekabeti; hem kapitalist­lerin birbiriyle, hem topyekün kapitalistlerin işçi sınıfı ile rekabeti sanayiin, tekniğin gelişmesinin zembereği olmuştur. En yaratıcı buluşlar; işçiyi daha fazla sömürebilip, rakiplerini ezebilmek gü­düsüne dayanır. Gerçek budur. Fakat bir kez te­keller doğunca kapitalizmin bu yaratıcılığı da sön­müştür. Nasıl olsa pazar birkaç on firmanın te­kelindedir. İşte bu noktada yaratıcılığın yerini spekülasyon alır.

Bizde kapitalizm M. Kemal’in dediği gibi cılız­dı. Fakat sermaye yok değildi. Prekapitalist-antika sermayeydi. Bu sermayeye devlet des­teği ile tekel olma şansı verilirse ondan ne yara­tıcılık beklenebilirdi? Nitekim bütün Cumhuriyet tarihi bu vurgunların acı hikâyeleri ile doludur.

Tek tek olayları sıralamak ciltlere sığmaz, dev­letin özel sektörü desteklemesini Doç. Dr. Em­re Kongar şöyle özetliyor: “Devlet kuruluşları bi­rincil olarak, temel sanayi dallarını kurarak, bu dallara dayalı, yan sanayilerin özel girişimciler tarafından geliştirilmelerine yol açmıştır. İkinci olarak, devlet, bir takım alanlarda yüksek kâr oranları saptayarak öncü görevini yaptığı bu alanlarda özel girişimcilerin yatırımlar yapmalarını sağlamıştır. Üçüncü olarak, devlet işletme­lerinde üretilen malların, doğrudan tüketiciye ak­tarılması yerine, araya özel kişilerden ya da fir­malardan oluşan aracılar sokularak, ticaret ser­mayesinin gelişmesine yardımcı olunmuştur. Dördüncü olarak, devlet personel eğitiminde ve sağlanmasında özel girişime yardımcı olmuştur. Yurtdışı burslarla eğitilen uzmanlar, bir süre ka­mu iktisadi teşebbüslerinde çalıştıktan sonra, ye­terli deneyi kazanınca özel girişime atlamışlar­dır. Beşinci ve son bir destek, devlet işletmele­rinin ihaleler yoluyla, özel girişimcileri destekle­mektedir.” (Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları. İTİA Men. Der)

Şimdi de 1923 Sonrası Kemalizm’in ekono­mideki pratiğine ana olaylarla göz atalım, Böylece söylenenler çok daha açık olarak gözler önüne serilecektir. Nasıl milyonerler yetiştirildi­ği görülecektir.

İzmir İktisat Kongresi ve İş Bankası’nın Kuruluşu

Erzurum ve Sivas Kongreleri Kurtuluş Savaşı’nın temel politikasını belirlemiştir. İzmir İktisat Kongresi’nde Kurtuluş sonrası ekonomik inşa­nın genel politikası konusunda ilk taslak düşün­celerdir, denebilir. Kongrenin buyurucu bir fonk­siyonu yoktur, “istişaridir”. Bu, Konumuz açısın­dan önemli değildir. Orada belirlenen düşünce­lerin Türkiye’nin o zamanki ekonomik durumun­dan doğduğu inkâr edilmez bir gerçektir.

Kongre özellikle “Nafia meselesi, Bankalar, Şirketler, Amelenin vaziyeti, Gümrük sistemi görüşülmek” üzere gündemlenmiştir. Kongre­de Osmanlı toplum düzenine karşı radikal hiç­bir karar alınmamıştır. Kararların muhtevası iyi­leştirme seviyesindedir. Ve yüzlerce karar alın­mış, yani akla gelen her şey söylenmeye çalışıl­mış, fakat doğru dürüst hiçbir şey söylenememiştir.

Kongrenin en önemli problemi “kredi mesele­si” olmuştur. İktisat Vekaletince teşekkül edilen “Heyet-i Faale”nin kongre için hazırladığı rapo­run ilk cümlesi bu konuyla ilgilidir. “Türkiye’deki iktisadi teşebbüslerin garpte görülen mebzuliyet ve vüs’atle çoğalmaması sebeplerinden en mü­himini Türkiye’de kredi teşkilatının pek gayrı mütakamil bir şekilde olmasında görüyoruz.” (İzmir İktisat Kongresi, G. Ökçün)

Ve raporun bu bölümü şöyle bağlanır: “Ban­kalar şirket halinde teessüs ettikleri takdirde ha­reket ve faaliyetleri daha emin ve menfaatleri da­ha şamil olacaktır ki bilhassa bu gibi banka şir­ketlerinin teessüsleri son derece elzem ve şayan-ı tavsiyedir.” (İzmir İktisat Kongresi, G. Ökçün)

Aynı raporda “istihsalin tanzimi” için en son şu sonuca varılmaktadır:

“1. Sanayiin birçok sahalarında ferdiyetten topluluğa ve birliğe doğru gitmeliyiz. Bu ki, ‘sa­nayi kooperatiflerinin’, ‘sanayi kredi müesseselerinin’, ‘sanayi gayesiyle teşekkül edecek ano­nim şirketlerin’ teessüsleri ile mümkündür.

“2. Devlet kendisinin kuvvetli bir unsur-u ik­tisadi olduğunu nazar-ı dikkata alarak yalnız fert­lerin teşebbüsleri ile dahi kooperatif ve yahut anonim şirketler ile boşa çıkaralamayan büyük sanayi iktisatlarında irşad ve iştirak ile halka yol göstermelidir.

“Bugünkü manasıyla yalnız idare ve siyaset devleti olarak değil, belki iktisat devleti olarak Türkiye’mizin sanayi sahasında mühim vazife­leri vardır.” (İzmir İktisat Kongresi, G. Ökçün)

Bütün bu söylenenler 50 yıldır yürünen yo­lun ilk taslak düşünceleridir.

“Rekabetin mahzurlu” görüldüğü toprakları­mızda, devletin “iktisadi” desteğinde bankalar­la kaynaşan anonim şirketlerin kurulması, işte Türkiye’nin 50 yıldır debelenmesinin sırrı bu yol­dadır. O günden bu güne gelinen nokta açıktır. Türkiye piyasasına 10-20 holding ve 4 banka egemendir. İktisat Kongresinin yolundan ancak böyle yürünebilirdi.

Olayların gelişimine kısaca göz atarsak; İkti­sat Kongresinden hemen bir yıl sonra M. Kemal’­in öncülüğünde İş Bankası kurulmuştur. “26 Ağustos 1924’te 1 milyon TL, sermaye ile ku­rulan bankanın başlangıçta sermayesi Atatürk ta­rafından taahhüt edildiği ve ilk %25 sermaye ödemesinin Atatürk tarafından yapıldığı anlaşıl­maktadır. İlk sermaye ödemesi olan 250.000 TL’sini Atatürk Kurtuluş Savaşı’nda Hint Müslümanlarından gelen ve tutarı çeşitli kaynaklar­dan 500-600 bin TL olarak belirtilen paradan ödediği kaydedilmektedir. Bundan sonra Ata­türk’ün emriyle devlet memurları maaşlarından 10 TL aylık kesintilerle çok sayıda devlet me­muru İş Bankası sermayesine katılmaya özendirilmiştir.” (Atatürk’ün Ekonomi Politikası, M. Aysan)

Ve banka kurulduktan hemen sonra kömür ve demir işlerine el atmıştır. Şimdi artık hepi­mizin bildiği gibi hangi taşı kaldırsanız altından İş Bankası çıkar.

İş Bankası’nın gelişimi ilginçtir.

1924’te iki şube 29 memur ile kurulan banka 10 yıl sonra 1934’te 49 şube, 671 memura sa­hiptir. Yani şube sayısı bakımından %2450, me­mur sayısı bakımından %2313 artış olmuştur.

Mevduat bakımından 1924’te 96 kişi para ya­tırmış, 1934’te bu rakam 57.191’e varmıştır. %59.573 artış.

Bilanço yekünü 3 milyon küsür iken 1934’te 88 milyon 474 bin lira olmuştur. Yani %2442 artış olmuştur.

İşte ülkenin ekonomisine egemen olacak te­kelci bir kuruluş, dünyada hiçbir bankaya na­sip olmayan böyle bir gelişimle doğmuştur.

İş Bankası’yla birlikte Ankara’da bir salgın baş­lamıştır. Daha doğrusu var olan salgın İş Bankası çevresinde kümelenmiştir. “İlk aferizm (çıkarcı özel iş) fesadı, Ankara’da iş takibine gelenleri ha­raca kesmekle başlamıştır… Bir gün milli savun­manın bir eksiltmesine katılan iki rakip firmadan ikisinin de temsilcisinin aynı milletvekili olduğu görülmüştür… İş Bankası’nın bir neyi politika­cılar bankası olarak kurulmuş olması, Cumhu­riyet tarihi için pek acıklı bir aferizm salgınının başlangıcı olmuştur.” (Falih Rıfkı, Çankaya) Bu pek acıklı aferizm çıkarcı özel iş salgınının se­bebi İş Bankası’nın “politikacılar bankası” olması değildir, tersine devlet sınırları ile eşraf-ayan ta­kımının Kurtuluş Savaşı’ndaki rolleri böyle bir banka doğurmadan edemezdi.

Yine o yıllarda Ankara kuruluyordu. Şehir bir plan dahilinde imar edilecekti. Ama ne oldu? “Birçok arsalar spekülasyoncuların eline geçmiş­ti.” “Ankara’da nüfus ticaretinin ilk kaynağı, me­selâ Cebeci’de ucuz bir arsa almak ve Maarif Ve­kili’ne konservatuvarı orada yapmaya karar ver­direrek arsasını ona satmaktı.”

“Sabit olmuştur ki, (Yunan ordularını denize döken) Mustafa Kemal, ŞAPKA ve LATİN HARFLERİ inkılaplarını başarabilecek kadar bir kuvvetli idare kurmuş, fakat bir şehir planını uy­gulayabilecek kuvvette bir idare kuramamıştır. “Hırsızlar ve geriler olmasaydı” (Falih Rıfkı, Çan­kaya) .

Demek “şapka” ve “harf inkılapları”nın de­ğeri bir “şehir planı” kadar olamıyor. Neden? Çünkü ne şapka ne de harf en sonunda bizim vurguncu tefeci-bezirganlarımıza dokunmaz, ama bir şehirde spekülasyonunun yolunu kes­meye kalkarsanız karşınıza “politikacılar banka­sı” olan İş Bankası bile çıkabilir. Falih Rıfkı “ah! hırsızlar ve geriler olmasa” diyor. Oysa, o “hır­sızlar ve geriler” denilen “toplumumuzda Babil çağı kalıntılarının, Tefeci-Bezirganların Batı finans-kapitali ile kaynaşmasından doğmuş, bi­zim bize benzeyen Özel Sermayeci sosyal sınıfımızdır” (Dr. Hikmet Kıvılcımlı)

M. Kemal’in bu sosyal sınıfımıza karşı tavrı Fa­lih Rıfkı’nın özlediği gibi midir?

Tersine, İş Bankası’nın gelişimiyle birlikte po­litika kiremitliğinde de bazı değişiklikler olmuş­tur. Önce İş Bankası Müdürü olan Celal Bay ar, bankanın başından ülkenin iktisat işlerinin başı­na geçmiş, İktisat Vekili olmuştur. “İsmet Paşa, İktisat Vekilleri ile Atatürk arasında ikinci hatta kimi zaman etkisiz plana düşer. Nitekim, …selüloz-kâğıt fabrikasının kuruluşu sırasında, Celal Bayar’ın lideri olduğu İş Bankası grubunun mü­dahalesi sonunda, Atatürk, İsmet Paşa’nın İkti­sat Vekili Mustafa Şerefi sofrasında azarlar ve istifaya zorlar. Mustafa Şerefin yerine iktisat ve­kili olan kişi Celal Bayar’dır.” (Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları, İTİA Mezun­ları Derneği) Aradan birkaç yıl geçtikten sonra bir gece geç vakitlere kadar Çankaya’da İsmet İnönü Köşkü ile Florya Köşkü arasında karşılıklı tartışma geçti… (sofrada Atatürk bir ar­kadaşına bakarak) ‘oldu bitti’ dedi. İnönü izin alacak. Celal Bayar vekildir.” Böylece İş Bankası Müdürü Celal, Baş Vekil Celal Bayar olur. Bu değişimler DP patlamasının alttan alta kaynamasıdır. Artık devletçilik kalıpları İş Bankası’nda kümelenen finans-kapitale dar gelmektedir.

İşte 1950 sonrası devletçiliğin taşa tutulmasını M. Kemal kendi eliyle böyle hazırlamıştır. Elbette devletçiliğimizin finans-kapitalle ilişkisi bir nöbet devri gibi sakin ve tek düze değildir. Devlet­çiğimiz Babil artığı özel sermayemizin kişiliksizliğinin ve beceriksizliğinin bir sonucu, onu hem vesayeti altına alıp, besleyip büyütmüş, hem de kaypaklığına fren olmaya çalışmıştır. İşte bu çe­lişkili yapı sık sık devletçiliğimizle, yetiştirmesi finans-kapital arasında çatışmalara yol açmıştır. İrileşen finans-kapital devletçilik vesayetini çat­latmaya gitmiş, devletçilik ise beslemesi finans-kapitalin bu tavrını hem her zaman küçümse­miş, hem de kendini savunmak zorunda kalmış­tır.

Fakat unutulmamalıdır ki bu çatışmalar hep en son tahlilde ülkemizde finans-kapital ege­menliğinin kökleşmesi sonucunu doğurmuştur.

1923’lerde Balıkesir’de Paşa Camii minberin­de milyonerler yetiştirmeye özenen M. Kemal, İş Bankası ile bu yolda en önemli adımı atmıştır. Ve sonuç; bir avuç tekelci finans-kapitalistin ül­ke ekonomisine egemen olmasıdır.

İş Bankası’ndaki gelişim böyledir. Öte yandan altta “memleketin efendisi” köylü ne alemdedir?

1-Kur farkı ve fiyat oyunuyla köylünün yoksullaştırılması: 1923-1929 yılları Lozan An­laşması gereği “Döviz kontrolü yoktur, kambi­yo işlemleri serbesttir. Ancak, kur dalgalanma­sını belirli sınırlar içinde tutacak kambiyo meka­nizması da yoktur. İhracatın %80’den fazlasının tarımsal ürünlerden oluşması, kambiyo kurun­da, büyük mevsimlik dalgalanmalar yaratmak­tadır. İhracat mevsiminin yoğunlaştığı Ağustos-Ocak sonu döneminde artan döviz arzı, TL’nin Sterlin kurunu yükseltir; TL değerlenir; … köylü eline geçen TL azalır. Oysa ithalat bütün yıl de­vam ettiği için, ihracat mevsiminin kapanması­nı izleyen aylarda, TL’nin Sterlin kuru düşer; TL değer kaybeder; köylü ve halk, ithal mallarını daha pahalı kullanır. 1923-1929 döneminde mevsimlik dalgalanma oranı ortalama %16’ya varan bu kur, büyük spekülatif kazançların da kaynağıdır; iç mübadelelerini köylü-tarım aley­hine işleten bir mekanizmadır.” (Atatürk Döne­minin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları, İTİA Mezunları Derneği) Özetle köylü sattığı mallar­dan elde ettiği para ile ihtiyacını karşılamak is­tediğinde mevsimlik kur farkı dolayısıyla her 100 lirada 16 lira (ortalama) kayba uğramaktadır. Köylünün kaybını kazanca çeviren ise mamul malların üretim ve ithalatını tekelinde tutan finans-kapitalden başkası değildir.

2-Vergi yoluyla köylünün yoksullaştırılma­sı: “Hayvan başına kuruş olarak tahsil edilen bu vergi, hayvanların fiyatları veya hayvansal ürün­lerin hatlarından bağımsızdı; vergi 1929’da da tekrar arttırılmıştı. Bu ürünlerin fiyatları yarıya dü­şerken verginin aynı kalması, gelir üzerinden ödenen verginin ağırlaşması demekti. Aynı şe­kilde kazanç vergisi kısmen beyan edilen gelir üzerinden alındığı için nakdi gelirdeki düşüşü izleyebilse de, kısmen maddi karinelere göre alın­dığı için izleyemiyordu.

“Kg/krş esasına göre tahsil edilen ve yaygın kullanımı olan tüketim mallarından (şeker, pet­rol, kahve, çay, pirinç, baharat, margarin, kib­rit, sabun gibi) alınan dolaylı vergiler için de aynı olgu geçerliydi: Gelir düşerken, gelir üzerin­ken vergi yükü ağırlaşıyordu.

“Devletin, özellikle tüketim vergileri, gümrük vergisi ve inhisarlar yoluyla sağladığı varidatın payı yükseldi, 1927-8’de bütçe varidatının %35’ini… 1931-2’de %52’yi, 1934-5’de %47’yi oluşturdu.” (Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları, İTİA Mezunları Derneği)

İşte memleketin “efendisi” köylünün Tek Parti dönemindeki durumu budur.

Şimdi yeniden Paşa Camii’nin minberine dönelim. Ve İş Bankası çevresinde para oyunu, ticaret vurgunu ile yetişen milyarderlerimiz ile “amelelerin, esnaf ve köylünün” çıkarları “imti­zaç” (uyum) içindedir dendiğinde, bunun bir tek anlamı olduğu açık değil midir? Sınıfsızlık edebiyatı ile bu vurgunu halkın gözlerinden gizlemek!

Yabancı Sermaye ve Kemalizm

Gene çok kısa çizgilerle Kemalizm’in yabancı sermayeye karşı tutumuna göz atalım. İçerde Osmanlı artığı toprak beyleri ve tefeci-bezirganlara karşı köklü bir savaş açamayan, tersine onları bankalarda kaynaştırıp bir avuç tekelci finans-kapital yaratan Kemalizm, iliklerine kadar te­kelci Batı yabancı sermayesine karşı ne yaptı?

1923 İzmir İktisat Kongresi’nde İktisat Vekili­nin yabancı sermayeye düşman olunmadığını ispatlamak için gösterdiği Chester anlaşmasının muhtevası, Kemalizm’in bu konudaki bakış açısını yeterince açıklığa kavuşturmaktadır.

“Hükümetin Amiral Chester’in başını çektiği bir Amerikan sermaye grubuyla yaptığı iki ayrı­calık anlaşmasını Meclis 1923 yılında onaylamış­tır. Birinci anlaşma, Türkiye’nin doğuşuna ve Musul-Kerkük’e uzanan, bir ucu bir Karadeniz öteki ucu bir Akdeniz limanına bağlanacak olan 4400 km’lik demiryolu ve iki liman yapımı karşılığında, hatlar, limanlar ve demiryolu güzerga­hının iki tarafında kalan 40 km’lik bir şerit için­de, petrol dahil her türlü yeraltı kaynağının iş­letmesini 99 yıl için Amerikan grubuna bırakı­yordu. İkinci anlaşma ise, Türkiye tarım makinaları ve gereçleri ithalatının Amerikan grubu­nun tekeline verilmesiyle ilgiliydi” (Atatürk Dö­neminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları, İTİA Mezunları Derneği) Fakat Musul-Kerkük bölgesi Türkiye sınırları dışında kalınca anlaşma gerçekleşmemiştir.

İktisat vekilinin övündüğü anlaşma budur. Ve bu anlaşmayla, “tam bağımsızlık” parolası bağ­daşamaz. Veya parola sadece sözde kalır. İşte daha Î923’lerde kendi öz gücüne güvenemeyen Babil kökenli burjuvazimiz, ülkeyi ekono­mik olarak Amerikan tekellerine bağlayacak an­laşmalara girmekten çekinmemiştir. Elbette ki mesele sadece bu kadarla kalamazdı. Yabancı tekelci sermayeye rezonans duyan bir asalak antika sermayeye sahip olmamız, bu ilişkileri da­ha yükseltmeden edemezdi.

“1924 tarihli bir kararname ile yabancıların be­lediye sınırları içinde taşınmaz edinmelerini sı­nırlayan hukuk engelleri kaldırılmıştır. 1925 yı­lında, Osmanlı İmparatorluğu’ndan devlet sanayi işletmelerinin özel anonim şirketlere satılması için çıkartılan kanunda, yabancıların şirket sermaye­lerinin % 49’una kadar pay sahibi olmasına izin verilmiştir.” (Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları, İTİA Mezunlar Derneği)

Bu tedbirlerin pratik sonucu olarak bir yabancı sermaye akımı olmuştur. “Bir takım iyi araştırıl­mamış sanılanlarla yazılıp söylenenlerin aksine 1920’ler Türkiye’si Türkiye için önemli sayılabi­lecek bir yabancı sermaye akımına tanık olmuştur. İktisat Meclisi hesaplarına göre, yeni yabancı yatırımlar 1926 yılında 6.5 milyon TL, 1927’de 5.3 milyon TL, 1928’de 8.0 milyon TL, 1929 yılında 12.0 milyon TL’ye çıkmıştır… 1923-1930 arasında kurulan anonim şirketlerin top­lam sermayesinin %43’ü yabancı sermaye ka­tılımlı şirketlere aittir. Bu karma şirketlerde ise sermayenin %75’i yabancıların elindedir… Şir­ketler, TBMM’nin bazı önemli üyeleri ve Atatürk’ün bazı önemli arkadaşlarını kurucu pay sa­hibi ya da yönetim kurulu üyesi yapmış. Cum­huriyetin siyasal karar çevreleriyle organik bağlar kurmuştur.” (Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları, İTİA Mezunlar Derneği)

Özetlersek; “1924’te yabancı sermayenin de­netlediği 94 şirkette (7 demiryolu, 6 maden, 23 banka, 11 belediyeye ait imtiyazlı şirket, 12 sinai ve 35 ticari işletme) yatırılmış sermaye tuta­rı 63.4 milyon sterlin, yani o dönemdeki kur üze­rinden, yaklaşık 500 milyon TL’dir. Bu rakam­lar çok büyük bir ekonomik gücü (cari fiyatlarla milli gelirin yaklaşık üçte biri veya ithalatın iki katı) ifade eder. 1929’a kadar, şirketlerin sayısı 114’e çıkmış, ek olarak 30 milyon TL gelmiştir.” (Ata­türk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorun­ları, İTİA Mezunlar Derneği)

Demek Kurtuluş Savaşı emperyalizmin açık iş­galini peri püskürtürken esas maddi ­ gücüne do­kunamamış, hatta şirketler camiasında; Millet Meclisi üyeleri, “Atatürk’ün önemli arkadaşları” ile yabancı finans-kapitalin temsilcileri kaynaş­mıştır.

Bir yanılgıyı ortadan kaldırabilmek için, 1930’lardan sonra yapılan “millileştirmeler”e değin­meliyiz. Bu millileştirmelerle yabancı sermaye tasfiye mi edilmiştir? “Aslında 1938’e kadarki 20 satın alma işleminin sadece 2’si, Ereğli havzasındaki kömür ve Ergani’deki bakır yataklarıyla ilgili yabancı şirketler, Etibank’ın kuruluşu sıra­sında satın alınmıştır.” “Bütün millileştirme işlem­lerinin toplam satın alma bedeli açısından en önemli olanı… demiryol, liman (ve kent hiz­metleri, telefon şirketleri vb.) satın alınmalarıyla ilgilidir… Satın alınan bu şirketlerin 1930’ların özel ekonomik koşullarında zarara geçtiği, kilo­metre garantisi nedeniyle hükümetin zarar eden demiryol şirketlerine tazminat ödemeye başla­dığı, yabancı şirket sahiplerinin bu satışlarda ade­ta gönüllü davrandıkları dikkatten kaçırılmama­lıdır.” (Atatürk Döneminin Ekonomik ve Top­lumsal Sorunları, İTİA Mezunlar Derneği)

İşte 1919’da Erzurum Kongresi’nde açılan Kurtuluş Savaşı bayrağı, ardından gelen yıllar da iktisadi kurtuluş savaşıyla taçlandırılamamıştır. Ve zaten ‘Kemalist burjuvazi bu işi yapamazdı da, neticede Tek Parti dönemi, bankalarda ve şirketlerde: Millet Meclisi üyelerinin, eşraf ve ayandan en irilerinin ve yabancı sermaye tem­silcilerinin kaynaştırılıp finans-kapitalin; yani bütün ekonomiyi üretim ve üleşimi tekelinde tu­tan bir avuç parababasının yaratıldığı, dönemin adı olmuştur. Ve 1938 yılları bu birikimin ya­vaş yavaş kıpırdanıp, kendini besleyen devlet­çilik kabuklarını çatlattığı yıllardır.

Mevcut ekonomi temeli yerli finans-kapitalin uluslararası finans-kapitalle bağlarını 1938’lerden yeni bir aşamaya vardırmıştır. “1938 kre­disini 1939 ve 1940 yıllarında İngiltere’den çok daha büyük ölçekli borç alınması izlemiştir… Bu­rada vurgulanması gereken nokta 1938 borcu­nun Türkiye’nin yeniden düzenli bir şekilde dış borçlanmaya gitmesinin başlangıcı sayılabilecek önemde olmasıdır.” (Atatürk Döneminin Eko­nomik ve Toplumsa! Sorunları, İTİA Mezunlar Derneği) Böyle bir gelişimi Atatürk’ün ölümü­ne bağlamaya heves edenler çıkacaktır, ama bu gerçekleri gölgeleyemez bile. Her şey, 1923-lerden beri izlenen yolun kaçınılmaz sonuçlarıdır.

Nitekim bizde finans-kapital irileştikçe borç­lanmamız da artmaya başlamıştır. Bunun 1938 yıllarına rastlaması İş Bankası’nın (Tekelci finans-kapitalin) ekonomideki hegemonyasını kurabilmesiyle ilgilidir. Demek ekonomi tabanın­da finans-kapital geliştikçe uluslararası finans-kapitalle göbek bağlarını borçlanmayla güçlen­dirirken, siyasette de İş Bankası müdürü Baş­vekilliğe sıçramaktadır. Ve bu iki gelişim de 1935 sonrasına denk düşer.

Sonuç

İşte Kemalizm’in ekonomi-politikası banka ve şirketlerde kaynaşmış bir avuç para babası ya­ratmaktan başka bir sonuca varmamıştır. Paşa Camii minberinde dile getirilen anlayışla zaten başka bir sonuca varılabilir miydi?

1946’lar sonrası gelişim, öncesinin temelleri üzerinde olmuştur. DP patlaması ve AP, Kemalizm’in inkarı gibi görüldü ve gösterildi. Kema­lizm laiklik ya da benzeri “devrimler” olarak ta­nıtıldığı için böyle bir görüntünün doğması bir bakıma kaçınılmazdı. Oysa DP’ler, AP’ler, bel­ki laikliğe fazla aldırış etmediler, ama İzmir İkti­sat Kongresi’yle açılan yoldan yürüdüler. İş Bankası’nın yanına, yeni finans merkezlerini kat­tılar. Finans-kapitalin ağına, bütün kır bezirgan­larını bayiler ağı ile bağladılar. Yabancı serma­yeye topraklarımız daha dizginsizce açıldı. Gü­lü seven dikenine katlanırdı. Mademki büyük gayretlerle finans-kapital gülünü topraklarımız­da yeşertmiştik, uluslararası finans-kapital dike­nine de katlanacaktır. Ortada kapitalizmin man­tığı açısından bir “çarpıklık” yoktu.

Kemalizm, “çağdaş batıyı” özleyen devlet sı­nıflarının, bu yolu antika kökenli tefeci-bezirgan sermayeyle yürümeleri zorunluluğunun yarattığı antika-modern karması pragmatik burjuva ide­olojisidir. Finans-kapitalin yaratılışı günlerinde, sermaye birikiminin en ilkel yollarla yapıldığı yıl­larda, daima geriyi özlemiş yaygın tefeci-bezirgan sermayeye karşı laiklik parolasıyla Tek Partinin kılıcı yetebilirdi. Ancak soygun arttıkça, geniş yı­ğınların hoşnutsuzluğu yükselince özellikle kır­larda Kemalizm propagandası yetemezdi. Ge­niş köylü yığınlarına cennet vadeden gelenek­sel ideoloji, finans-kapitalin egemenliğini sür­dürebilmesi için gerekliydi. 12 Eylül bu gerçek­liği çok iyi kavramıştır.

Kuruluş günlerinde, laiklik Osmanlılığı özle­yen antika sermayeye karşı bir duvardı. İşçi sı­nıfı hareketinin ve halkın tepkisinin önemli bo­yutlara ulaştığı günümüzde, din sömürüsü finans-kapital iktidarının yaşaması için, halk ha­reketine karşı örülmeye çalışılan bir duvar olmuştur. Kemalizm’in bu evrimi onun alın yazısıdır. 12 Eylül, bu evrimin en göze batan tarihsel ör­neği oldu.