YILMAZER HALUK GERGER’LE TARTIŞIYOR: YENİ DÜNYA DÜZENİ’NDE TÜRKİYE

Düşünce ve Davranışta Yol, Sayı 4, Temmuz 2003

Yılmazer: Önceki söyleşimizde Yeni Dünya Düzeni’ni detaylı bir şekilde açıklamıştınız. Bu söyleşimizde Yeni Dünya Düzeni içinde Türkiye’nin konumunu ve küreselleşme sürecinden nasıl etkilendiğini irdeleyelim. 1980 sonrası yılları ve özellikle ‘90 sonrasını kapsayan bu süreç gerçekten Cumhuriyet’in ekonomi-politikalarında oldukça radikal değişimlere yol açtı. Bu değişimlerin özelliklerini daha iyi ortaya koyabilmek için, isterseniz biraz gerilere gidelim. 1950’ler sonrası Türkiye’nin NATO’ya girişiyle başlayan yolculuk bugün IMF direktiflerinin harfiyen uygulanma noktasına kadar gelmiştir. Bu gidişle sanki tek parti dönemi arasında bir zıtlık varmış gibi görünür. İki dünya savaşı arası süreçten başlarsak… 1923’ler sonrası nasıl bir düzen kuruldu? Bugün terkedildiği iddia edilen şu ünlü “devletçilik” neydi? Devletçilik bir alın yazısı mıydı? Öte yandan devletçiliği nasıl yorumlamalıyız? Biliyorsunuz, devrimci hareket içinde -1960’lardaki tartışmaları kastediyorum- tek parti dönemine neredeyse devrimci misyonlar yüklendi. Bu anlayışa bağlı olarak devletçilik de adeta “ilericilik” olarak görüldü. Cumhuriyetle birlikte uluslararası arenaya adım atıldığında Türkiye’deki düzenin temel özellikleri nelerdi?

Gerger: Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dönem ekonomisini ve dolayısıyla da düzenini, temel kavram ve ilkelerini belirleyen, Lozan Antlaşması’nın getirdiği kısıtlamalar/sınırlamalar çerçevesi içinde, 1923 İzmir İktisat Kongresi olmuştur. Bu dönemde egemen olan görüşler, yabancı sermayeye, kapitülasyon niteliği taşımamak kaydıyla, olabildiğine açıklık, tarımda pazar ekonomisinin geliştirilmesi, minimum korumacılıkla dış ticarette serbestlik gibi “liberal” ilkeler etrafında oluşmuş tezlerden ibarettir. Bu düzen, aslında, Osmanlı’nın Meşrutiyet döneminden, yani İttihatçıların “milli burjuvazi” yaratma stratejilerinden bir kopuş içermemektedir. “Milli” bir ekonominin yaratılması, iktidara yakın ve devlet içinde yuvalanmış odaklara, devlet tekeli çerçevesinde imtiyazlar tanınması, kapitalizmin ve yerli burjuvazinin geliştirilmesi biçiminde ortaya çıkmıştır. İktisat Kongresi’nde de görüldüğü gibi, esas olarak İstanbul’da yoğunlaşmış ticaret burjuvazisi ile piyasaya yönlendirilmek istenen toprak sahiplerinin egemen olduğu bir gelişme söz konusudur ve bunlara bürokrasiyi de eklemek gerekmektedir. Bürokratların burjuvalaşarak, devlet fideliğinde yetiştirilen burjuvazinin de bu niteliğiyle bürokratlaşarak doğduğu bir sınıfsal yapı oluşmaktadır ülkede. Bu dönem iktisadına özellikle İş Bankası’nın ve çeşitli anonim şirketlerin kurulması damgasını vurmuştur. Büyük hissedarı Mustafa Kemal olan İş Bankası’nın fonları, yerli ve yabancı sermaye ile üst düzey bürokratların ilgi alanı olmuştu. Banka’nın kredilerinden yararlanmak isteyen yerli sermayedarlarla Türkiye’de yatırım planlayan yabancılar bürokratları da aralarına alarak tam bir çıkar ve yolsuzluk birliği kurdular bu dönemde.

1923 yılında kurulan Türkiye İthalat ve İhracat Anonim Şirketi’nin gazetelere verdiği bir ilan dönemin sömürü işbirliğinin ve iktidara yakın olanların burjuvalaşma sürecinin güzel bir örneğini göstermektedir: “Şirketimizin kurucuları içerisinde 115 değil, daha fazla mebus vardır… Hissedarlarımızın büyük bir kısmı kahraman ordumuzun binbaşı ya da daha yüksek rütbeli subaylarından ibarettir.”

“Türk liberalizmi”nin tarihi, “Her mahallede bir milyoner yaratacağız” sözünü söyleyen Menderes ile başlatılır, ama bu hiç de böyle değildir ve aslında Menderes, Mustafa Kemal’in izinden gitmektedir. Örneğin, yine 1923 yılında Mustafa Kemal bir sohbetinde şunları söylemektedir: “Kaç milyonerimiz var? Hiç. Binaenaleyh, biraz şansı olanlara da düşman olacak değiliz. Bilakis memleketimizde birçok milyonerlerin, hatta milyarderlerin yetişmesine çalışacağız.” Paşa, aynı yıl, “dış düşmana gösterdiğimiz birliği ve aldığımız tedbirleri iç düşmana karşı daha şiddetle ve daha dikkatle göstermeliyiz” diyecekti. Bir yıl sonra, politik ve sosyal tabloyu da, İkinci Meclis’in Anayasa Komisyonu’nun şu raporu tamamlamaktadır: “Devletimiz milli bir devlettir. Çok milletli bir devlet değildir. Devlet Türk’ten başka millet tanımaz… Ancak Türk camisidir ki bütün uruku (ırkları) bir arada toplamak kabiliyetine sahiptir.” Tabii bunun doğal sonucu da çok geçmeden gelecektir ve 1930 yılında Adalet Bakanı Mahmut Esat, “Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır” diyecektir. Takrir-i Sükûn ile de sadece Kürtlerin değil, sendikaların, komünistlerin, genel olarak da emeğin nasıl bir şiddetle bastırıldığını hepimiz biliyoruz.

1929 Büyük Bunalımı’ndan sonra ve liberal ekonominin dibe vurmasıyla, Türkiye’de dönemin genel gidişatına uygun olarak, “devletçilik” diye adlandırılan uygulamalara geçildi. Bu da, hiç kuşkusuz, devlet eliyle burjuvazi yetiştirmenin ve kapitalizmi geliştirmenin “birikim modeli”ydi. Burada bir sanayileşme atılımı görülüyor, ama bir başka temel de gözden kaçırılıyor. Tek parti diktatörlüğü ve faşizan uygulamalarla gelişen bu yeni “kapitalist birikim” sürecinde asıl yük tarım ile işçi sınıfına bindirilmiştir. Yeni dönemde en karlı çıkanlar ise, devlet ihalelerinden nemalananlar, müteahhitler, sanayiciler, içe dönük tüccarlar olmuştur. Bürokrasi de, görece ayrıcalıklı konumunu sürdürmüştür.

Burada “milli birlik ve beraberlik” ve “sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış millet” vardır artık. Örnek ise, Hitler Almanyası’dır. Dönemin ideologlarından Kadrocu Burhan Asaf bunu şöyle belirtiyor: “Sınıf tezadına en ziyade mevzu olan Almanya, memleket olarak istiklalini ve şahsiyetini kaybedince ve memleket olarak milli kurtuluş görüşünün içine girince sınıf tezadını bir kalemde tasfiye etmiştir.”

Sonuçta da, geç kalmış, gerici, birikimsiz burjuvazinin ve onun hamisi ve aygıtı devletin Türkiye kapitalizmi ortaya çıkmıştır bu süreç sonunda ideolojisiyle, devlet kurumlarıyla, ekonomisi, siyaseti, hukuku ve egemen/yönetici sınıflarıyla Türkiye kapitalizmi. İşte kökenleri sözünü ettiğimiz dönemde bulunan, o dönemin iktidarınca emekçilerin kanı, canı, alın teri üzerinde zorla yaratılan bu düzeni ve burjuvazisini en güzel Hikmet Kıvılcımlı anlatıyor: “Sermaye… gerek kendi milletinin, gerekse başka milletlerin çalışanlarınca biriktirilmiş küçük ve dağınık mülkceğizleri sahiplerinden ekonomik veya politik zorla aşırarak gasp etmiştir. Yalnız bu gasp ediş Batı’da; anayurdunu hızlı bir ilerlemeyle büyük sanayileşme ve bayındırlık yaratışına yüceltmiş ve kendi milleti içinde hayat standardını nispi de olsa yükseltmiş olmak gibi tarihsel bir görev başarma haklılığı ile muazzeretlenebilmiştir. Türkiye özel sermayesinin; dışarıda yabancı toplumları talan edip anayurda başkalarının varlığını aktarıp yaşama şansı, kökten yok olmak şöyle dursun, Batı etkisi altına düştüğü ölçüde, kendi varlarını ve zenginliklerini kendisinden çok usta ve üstün yabancı sermayeye kaptırdığı için tam tersine orantılıdır. İçerde kendi milletinin küçük üretmenlerince sahiden alın teriyle biriktirilmiş küçük mülkleri ekspropriye etmeye gelince, iki ucu tutulmaz bir değnekle karşılaşılır: a) Batı’nın 500 yılda yaptığı küçük mülk sahipleri katliamını 5, hatta 50 yılda yapmak kılıçtan geçirilecek halkı ayaklandırabilir, b) Bütün o kılıçtan geçen küçük üretmenlerin sermayesi elinde biriken aşırılmış mülkceğizleri yığınından aslan payının, yabancı sermaye adlı kurt boğazına kaydığı düşünülürse, milletçe duyulacak öfke ve dayanç on kat, yüz katken, bin kata çıkar… İşte o tarihsel ve sosyal nedenlerle özel sermayemiz, yahut kapitalizmimiz, cin olmadan insan çarpmaya kalkışmış bir mostra oldu. Modern olmadan (daha doğrusu 19. Yüzyıl Batı sanayiinin prosper kalkınmasını hiç bir zaman yaratamadan) ultramodern oldu (yani tekelci finans-kapital emrine girdi). Böylece tarihsel görev yokluğu ve ulus önünde haklı çıkma yokluğu kapitalizmimizi yüzük taşı gibi göze batar etmiş; kendi sosyal sınıfını bile inkar edip ezen ultramodern tekelci finans-kapitalistlerin sayıca ve kalitece düşüklükleri, aşağılık kompleksini andıran en ters tepkilere yöneltmiş oldu: a) Bir yandan kendi milletine karşı insan hakkı tanımaz bir keskin yırtıcılık kazandı; b) Öte yandan, ulus önündeki zaafını telafi etmek için, uluslararası yabancı finans-kapitale kul köle olmak zorunda kaldı.”

Konuştuğumuz dönemin hal-i pür melali ve gelip geleceği yer budur işte…

Yılmazer: Bu girişten sonra Türkiye’nin uluslararası konumundaki değişim açısından sanırım 1950’li yıllar ilk önemli dönüm noktasıdır. Artık dünya “iki kampa” ayrılmıştır. Türkiye Sovyetlerin “yumuşak karnındadır”. Buradan NATO’ya giriş macerası başlıyor. Aynı zamanda iç politikada “çok partili” dönem diye adlandırılan sürece giriliyor. Bu gelişim o günlerde de sol içinde sanırım “demokrasi” illüzyonlarını oldukça canlandırmış. Ekonomik olarak “dış ticarette liberalleşme” ve devlet sektörünün daraltılması için ilk önemli özelleştirmelere başlanıyor. Veya DP’nin programında bunlar vardır. Bu oldukça köklü değişimlerin özelliklerini ve Cumhuriyet tarihinde ne anlama geldiklerini açıklar mısınız?

Gerger: II. Dünya Savaşı yılları büyük bir yokluk, yoksulluk ve yolsuzluk dönemidir Türkiye’de. Tabii bu durumun faturasını yoksul yığınlar öderken, bir yandan rüşvetçi bürokrasi, öte yandan da karaborsacı işbirliğiyle savaşın kıtlık ve yoksunluklarından yararlanan bir işbirlikçi odağı ortaya çıkmıştır. Ekonomik açıdan iyice palazlanan burjuvazi, aynı zamanda, bürokrasinin tek parti rejiminin halkta yarattığı öfkeyi politik iktidarı ele geçirmede kullanma yolunu seçmiştir. Savaş sonrasında kapitalist dünyanın yeni patronu ABD’nin bağımlı liberal ekonomiyi her yerde egemen kılma çabalarının rüzgarını da arkasına alan bu sınıf artık iktidara yürümenin koşullarına kavuşmuş oldu. CHP’nin tek parti iktidarı da, aslında, hem liberal ekonomiyi geliştirme, hem egemenler arası politik iktidarın paylaşılmasında sadece onlara açık çok partili düzeni yerleştirme hem de ABD’ye bağlanma bakımlarından elinden gelen çabayı gösterdi ama o denli yıpranmıştı ki, iktidarı, burjuvazinin kendi içinden çıkma has örgütü Demokrat Parti’ye kaptırmaktan kurtulamadı.

Kapitalist dünyada yükselen güç ABD idi. ABD, Sovyetler Birliği somutunda komünizme ve mazlum uluslardaki ulusalcı sosyal devrimlere karşı büyük bir saldırı başlattı. Türkiye’de de artık politik iktidarı da ele geçirmiş yükselen burjuva sınıfı vardı ve o da kendisine bir hami arıyordu; hem çok yönlü birikimsizliğini kapatacak hem de “uluslararası iç savaş” olarak algıladığı Soğuk Savaş’ta sığınılacak bir efendiye kapılanmak sevdasındaydı. İşte bu iki yükselen güç Soğuk Savaş’ın çatışma ortamında buluştular. ABD, kendisine genel olarak Soğuk Savaş’ta ve özel olarak da Ortadoğu’da jandarmalık yapacak bir güç arıyordu ve bunun karşılığında hem para, hem politik destek hem de silahlı yardım vadediyordu. Sığınacak efendi arayan Türk burjuvası da, bu fırsattan istifade jeopolitiğini pazarlayarak kan parası karşılığında emperyalizme kapılanıyordu. Bu dönemde, şiddet Türkiye’nin dış politikasının ve ekonomik kalkınma programının yapısal bir unsuruna dönüştü. Ortaya çıkan modele göre, Türkiye Amerikan emperyalizmine boğaz tokluğuna fedailik yapacaktı. Türkiye’nin sattığı meta, jeopolitiğiydi. Jeopolitik ise, stratejik öneme göre değerleniyordu. Çatışma, gerginlik, silahlanma gibi gelişmelerle stratejik konum önem kazanıyor, buna bağlı olarak da Türkiye’nin pazarladığı jeopolitiğin değeri alıcı ABD ve Batı nezdinde artıyordu. Böylece de Türkiye rejimi ABD’den daha çok “yardım,” hibe, borç, kredi alabiliyordu. Barış, işbirliği, uyum dönemlerindeyse, stratejik önem azalıyor, bu da jeopolitiğin getirisini düşürüyordu, kredilerde ve yardımlarda azalma oluyordu. Bu durumda Türk egemenleri şiddetten medet uman, bundan para kazanan duruma gelmişlerdi. Bunun için de tehdidin abartılması, Doğu ile Batı arasındaki ilişkilerin gerginleşmesi ve genel kriz ortamı onlar için bir kar ve kazanç kapısı oluyordu. Model basitti: Dış düşman Sovyetler Birliği idi. Onun doğrudan uzantısı iç düşman olarak da komünistler vardı. Yoksa da icat ediliyorlardı. Böylece iç düşman kavramı, hem bir yandan içerde bir “korku”, disiplin, baskı, ideolojik saldırı manivelası olarak kullanılıyor hem de ABD’den para sızdırmanın şantaj aracı oluyordu. Bu nedenle de arada iflas bayrağı çekilip de krediye ihtiyaç duyulunca içerde “komünist tevkifatları” tezgahlanıyor ya da Sovyet umacısı ve Ortadoğu’da komünist tehlikesi abartılıyordu. Bu açıdan Soğuk Savaş egemenler için bir tür “altın yumurtlayan tavuk” işlevi görüyordu. Tabii bu ideolojik saldırı ve ortaya çıkan ulusal savunma kültü ve bunun aygıtı ulusal güvenlik devleti, ülke içinde büyük yozlaşma, fikri yoksullaşma, demagojik siyaset ve ağır ideolojik saldırının çürümesini, baskı ve şiddet demokrasisini yaratıyordu. Tabii bu arada devletin bütün kurumlan da bu Soğuk Savaş demokrasisinin gerekleri ve emperyalist jandarmalık uyarınca yeniden Amerikan modeline göre yapılandırılıyordu. Bu arada Türkiye daha 1946’da IMF’ye üye oluyor ve ilk kredi beklentisiyle de liranın değerini %116 düşürüyordu. Artık hikaye biliniyor: Truman Doktrini, ikili anlaşmalar, Kore’ye asker gönderilmesi, NATO’ya Ortadoğu’da da tetikçilik yapılacağı koşuluyla giriş, üsler, silahlar, Tan Matbaası’nın yakılması, 6-7 Eylül olayları…

DP’nin ilk yılları ABD’nin önerileri ve Dünya Bankası’nın doğrudan denetimi altında liberalizm çılgınlığıyla geçti. Sonunda da büyük iflas geldi. Sonrası malum; gittikçe bataklığa saplanan DP’nin çöküşüne giden sarsıntılı yıllar, burjuvazi içindeki politik gerginliğin tırmanması ve askeri darbe…

Yılmazer: 27 Mayıs pek çok yanıyla tartışıldı. Ancak Menderes’in devletçiliğe oldukça hızlı ve belki de pervasızca saldırısının aynı zamanda bir rövanşı değil midir? 27 Mayıs sonrası dönemin hangi yönleri vurgulanmalıdır? Bu arada Türkiye siyasetine uzun yıllar damgasını vuran Demirel’in neyi temsil ettiğini de sanırım açıklamakta fayda var.

Gerger: Devlet bürokrasisinin ağırlık taşıdığı eski burjuva koalisyonu, 1950 seçimlerinde doğrudan burjuvazinin yönetim hamlesi karşısında yenilgiye uğramıştı ama bu iktidarın 1957’den sonra yoksulluk, yokluk, karaborsa ve giderek de tam bir iflasla sonuçlanması ve artık ABD’nin de Alman yardımıyla da olsa, “dipsiz kuyu”ya jandarmalık bahşişleri atmaktan yorulması ve desteğini çekmesiyle ona yeni bir hamle yapma fırsatı doğmuştu. Artan enflasyonun da altında ezilen bürokrasi, silahlı unsuru ordu aracılığıyla kılıcını atmıştı 27 Mayıs’ta.

Bu dönemin bir kaç özelliği var. Birincisi, liberalizmle flörtün acı sonuçları karşısında, hem ekonominin döviz sorununu aşmak, hem toplumsal baskıları ve bürokrasinin taleplerini karşılamak hem de yerli girişimciyi ayağa kaldırmak üzere birikim modelinde değişiklik yapılıyordu. Bu “ithal ikameci” modele göre, piyasa planlamacılığı çerçevesinde ve korumacı duvarlar ardında kimi sanayiler geliştirilecek, böylece bu alanlardaki ithalat azaltılacak, biriktirilen dövizle de “kalkınma hamlesi” sürdürülecekti.

Tabii yerli malların tüketimi için tüketiciye ihtiyaç vardı. Bu arada siyaset sahnesine üstelik örgütlü bir biçimde çıkmış olan işçi sınıfının da, toplu sözleşme düzeniyle geliri artırılacak, Türkiye’nin ürettiği buzdolapları, fırınlar, tüketim malları böylece iç pazarını yaratmış olacaktı. Sınıfın enerjisi de düzen tarafından emilebilecek, tehlikeli mecralara akması önlenebilecekti.

Bu arada, ülkede görece özgür bir ortam da ortaya çıkmıştı. 1961 Anayasası, gençlerin, aydınların işçi sınıfı ile birlikte politik hayata katılmaları, sosyalist düşünce ile toplumun tanışması, TİP’in kurulması gibi iç gelişmelerle, ulusal kurtuluş savaşlarının başarıya ulaşıp mazlum dünyada yeni devletlerin kurulması, bağımsızlık ve ekonomik gelişme gibi olguların tüm dünyada tartışılıyor olması, içerde toplumsal muhalefeti doğuruyor ve biçimlendiriyordu.

Bu durumda, Amerikan emperyalizmine bağımlılık, NATO üyeliği, Ortadoğu sorunları da tartışma konusu oluyor, Soğuk Savaş’ın azgelişmiş burjuva demokrasisinin sınırları zorlanıyordu. Yeni birikim modeli, bir yandan örgütlü işçi sınıfını geliştiriyor, onun ideolojisini yayıyor, buna bağlı olarak toplumda yeni dinamik güçlerle birlikte yeni talep ve beklentiler ortaya çıkıyordu. Tabii buna egemenlerin kendi oyun arenası olarak gördükleri çok partili düzen de tepki veriyordu. Çelişkiler de böyle keskinleşiyordu. Örneğin, geri ve bağımlı burjuvazinin siyaset alanındaki temsilcisi Demirel, bir yandan toplumsal muhalefetin zorlamasıyla ABD bağımlılığını hiç olmazsa görünürde sınırlamak için ikili anlaşmaları gözden geçiriyor, üslerin kullanımına kısıtlamalar getirmek durumunda kalıyor ama aynı zamanda bunun sonucu olarak Amerikan yardımlarında da azalmayla karşılaşıyordu. Sanayileşmeye hız vermeye çalışıyor, ama bu arada ara ve yatırım mallarının zorunlu ithalatının artmasıyla yine döviz darboğazıyla yüz yüze geliyordu. İhracatın durgunlaşması, dış borcu azdırıyordu. Bu arada, zaten korumacı düzenlere nüfuz etmek için geliştirilmiş çokuluslu şirketlerin tekeli ve kar transferleri de ekonomiyi boğuyordu. Böyle olunca yönetimler bir yandan sendikalı işçilerin toplu sözleşmelerdeki baskısı ve iç tüketimin canlı tutulması zorunluluğu ile sermayenin tepkileri arasında kalıyordu. Sanayileşme siyasetinin doğal sonucu olan işçi sınıfının büyümesi, güçlenmesi ve örgütlenmesiyle kentleşmenin, modernitenin, toplumsal gelişmenin karşısında bütün bunların kaçınılmaz politik ve ideolojik etkileri de egemenleri zorluyordu. İşçi sınıfı onların politikalarının sonucu olarak gelişiyor, ama bunun doğal politik sonucunun önüne engeller konuyordu. Örneğin, Türk Ceza Yasası’ndaki 141 ve 142. maddelerle kapitalist gelişmenin getirdiği komünist örgütlenme talepleri yasaklanıyordu. Bütün bu çelişkilerse, büyük toplumsal patlamalara neden oluyordu.

Bir yandan birikimsiz yerli sermayenin, bir yandan bağımlı devlet aygıtının, öte yandan da uluslararası sermayenin ve emperyalist devlet ve kurumların baskıları düzeni kendi cenderesi içinde tutarken, bağımlı ve çarpık kapitalizmin sınırlarını zorlayan toplumsal muhalefetin baskıları da egemenleri sıkıştırıyordu. Enflasyon, devalüasyon ve borç sarmalı ise, yapısal sorunlar olarak hükümlerini icra ediyordu elbette. Egemenler ve emperyalist müttefikleri, çareyi militarizmi iki düzlemde geliştirmede buldular. Bir yandan devlet aygıtı, öte yandan da sivil faşist örgütlenme, emeğin, demokratik muhalefetin ve genel olarak toplumsal özlem ve taleplerin üzerine bütün acımasızlıklarıyla salındılar. Amerikan destekli 12 Mart, iç savaşa düzenin ön militer tepkisi oldu…

Yılmazer: 12 Eylül hem devrimci hareket hem de Türk Devleti’nin siyasal tarihinde çok önemli bir dönüm noktası… Bu süreci hazırlayan koşullara ve dönemsel anlamına bir kez daha değinmek gerekli sanırım

Gerger: 1970’li yıllar hem dünyada, hem Türkiye’de görüntüleri ve ardındaki sinsi, uğursuz gelişmelerle anımsanmalı. Batı-Doğu, ABD-Sovyet çatışmasında bu yıllarda sanki bir tür siper savaşları hakim olmaya başlamıştı. Genel görüntü, ABD’nin gerilemekte olduğu, Sovyetlerin de mevziler kazandığı yönündeydi, ama bir bakıma iki taraf da siperlerde, nükleer silahların dehşet dengesi içinde çakılıp kalmış gibiydiler. Afrika’da örneğin Sovyetler mevziler kazanırken, Şili’de, Yunanistan’da ABD mevzilerinin restorasyonunu sağlıyordu, fakat bunlar genel durumu etkilemiyordu. Bu görüntünün ardındaysa, Sovyetlerin statükoya mahkum bir biçimde iradesini yitirmesi söz konusuydu. Bir başka ifadeyle, yapay ilerleme görüntüsüne karşın Sovyetler Birliği, statüko siperlerinden çıkma niyet ve yeteneğini yitirmişti. 1960’larda Sovyetleri pasifizm ve uzlaşma ile suçlayan Çin de artık görüntüdeki Sovyet kazanımlarına karşı ABD ile birlikte mevzilenmişti. Buna karşılık, özel olarak ABD, genel olarak da Batı, yani beynelmilel sermaye ve emperyalizm, büyük bir saldırı öncesinin sessiz ve derinden hazırlığı içindeydi. İngiltere’de Thatcher, ABD’de de Reagan ile gelen ve Sovyetlerin ortadan kalkmasıyla sonuçlanan büyük saldırının hazırlıkları söz konusuydu 70’lerin perde arkasında. Hazırlık 70’lerde, ilk yıpratıcı salvolar 80’lerde, yıkıcı darbeler ise 90’larda gelecekti.

Benzer bir durum Türkiye’de de yaşanmaktaydı. 1970’ler rejimin iflas noktasına geldiği, burjuvazinin yükselen toplumsal muhalefet karşısında iç savaş mevzilerine çekildiği bir görüntü sergiliyordu. Türkiye bir uluslararası parya durumundaydı, müflis rejim için “yardım” şapkaları açılıyor, Batılı devletlerin her biri bu dilenci mendiline bir şeyler atarak rejimi ayakta tutuyorlardı. Enflasyon-devalüasyon-borç sarmalında tam bir kaos yaşanmaktaydı. Bu arada rejim sokaktaki faşist çeteler ve kitlesel kırımlarla sarsılan kargaşa ortamında değerler hegemonyasını yitirmiş, umarsızlığının korkularına yenilmiş ve bitkisel yaşama girmişti adeta. İktidarlar, koalisyonlar aynı zamanda sermayenin sivil temsilcilerinin iflasını getiriyor, devletin zor aygıtları ve elbette Silahlı Kuvvetler için geleceğin iktidar alanları görüntünün ardında açılıyordu. Emperyalizmin de bu arka planda baş aktör olduğu kuşkusuzdu. Bu arada “sol” da, iktidar yürüyüşünde değildi; bunun için gerekli araçlara hiç sahip olmadı. Burjuvazi, elindeki devlet gücünün zor aygıtlarını ve emperyalist efendilerinin uğursuz desteklerini büyük saldırısına hazırlarken, “sol” faşist çetelere karşı sokak savaşlarının siperlerinde çakılıp kalmıştı.

Burjuvazi ve emperyalizm, kılıçlarını 12 Eylül’de çektiler ve büyük saldırılarını başlattılar. Türkiye kapitalizmi, bir yandan dikensiz gül bahçesi yaratmak, bir yandan da dünya kapitalizmiyle farklı bir organik eklemlenme provasına acımasız bir şiddet dalgasıyla başladı. Bu kez, düzen, her on yılda bir askeri darbelerle etrafı temizleme ve meydanı yeniden sermayenin politik temsilcilerine bırakmaktansa, artık, militarizmi kalıcı yapacak, darbe düzenini kurumlaştıracak bir yeniden yapılanmaya girişti.

Silah zoruyla girişilen yeni birikim sürecinin ardından, Türkiye kapitalizminin zora dayalı ve yoksullardan zenginlere muazzam bir servet transferiyle oluşan birikimini kalıcılaştırıp ekonomi mecrasına dökmeyi, dünya kapitalizmiyle eklemlenmeyi ve emperyalizmle zedelenmiş bağları onarmayı üstlenecek Özal iktidarı başlatıldı. Yeni çapulcu liberalizm, silahların gölgesinde, serbest ticaretten özelleştirmeye, 1950’lerde yarım kalmış rüyayı yeniden canlandırmaya soyundu. Bu arada dünya çapında da IMF’nin ve Dünya Bankası’nın “yeniden yapılandırma” programı ve Friedmancı politikalarla mazlum dünyadan emperyalist metropollere tarihin yazmadığı bir servet transferi gerçekleştiriliyordu. Türkiye’dekiyle eşzamanlı bu saldırının kökenleri işte 70’lerdeki görüntünün ardındaki özde gizliydi…

Yılmazer: 12 Eylül’ün bir aktörü de Özal ve liberalizm miydi?

Gerger: Özal liberalizmi de sonunda, Menderes’inki gibi iflas etti. Azgelişmiş bir kapitalizmin kendi ayakları üzerinde durabilmesinin koşullarının çoktan yitirildiği bir tarihsel zaman aralığında bir de korumacı duvarlarını yıkan, serbest ticaret, sermayenin denetimsiz dolaşımı, politik ve zihni bağımlılık zincirlerinin dayatılması ve siyasette faşizan, ekonomide liberal stratejiler dolayımıyla emperyalizme eklemlenen, dolayısıyla da küresel finans-kapitalin spekülasyon dünyasında serseri mayın gibi dolaşan bir ülkenin bağımsız ve sürdürülebilir bir biçimde ayakta kalması elbette düşünülemezdi. Bir avuç işbirlikçi rantiyeci spekülatörle onların bürokraside, medyada, akademiyada ve siyasetteki tetikçilerinden oluşan bir çetenin milyonları kalıcı yoksulluğa, yoksunluğa, geriliğe, militarist-şovenist tutsaklığa, moral çöküntüye ve yozlaşmaya mahkum ettiği bir şiddet ve çürüme düzeni kuruldu sonunda. Milli Güvenlik Kurulu’nun denetiminde, IMF’nin güdümünde, vurguncuların emrinde kıyıcı bir çürümeydi söz konusu olan. Bütün bu süreçte, sermayenin siyasetteki temsilcilerine, sivil politikacılara düşense, düzenin halkla ilişkilerini ve günlük işlerini yürütmekti.

Tabii böyle bir cendere içinde, yoksul milyonların bilinçsiz, edilgen, ruhsuz da olsa sınıfsal nefreti, spontan ve derinden muhalefeti, kabuğuna çekilmiş direnci, Türkiye kapitalizmini bütünüyle toplumsal dinamizmden yoksun, tabansız, ürkütücü bir yalnızlıkla malul çürümeye itti. Kürt Savaşı’yla birlikte, bu çürümeye, korku ve şiddet eklendi, çürümenin boyutları lime lime bir yitişe dönüştü. Egemenlik sistemi, emperyalist himayeye muhtaç bir müflislik içinde, zora, militarist-şovenist zehire, militer gücün ve güvenlik aygıtlarının bastırmasına, işkenceye, gözaltında kayıplara, faili meçhul cinayetlere, yargısız infazlara, zehirli medya yalanlarına, ideolojik saldırıya, kaba dönek ajitasyonuna, aydın ihanetine, resmi ideoloji propagandisti üniversite sistemine, borç batağına, spekülatif kumarhane ekonomisine, menfaat çetelerine dayalı şiddetle örülmüş bir girdaba teslim oldu. Bu arada, “sol” dahil, toplum, farklı yollardan giderek aynı yerde, düzenin yeniden üretilmesinde ve şiddette buluşan iki ideolojik saldırı etkisinin cenderesi içinde sıkıştı. Bunlar, rüzgarını dışardan ve küreselleşmeden alan liberalizm ile kaynağını içerde, kozmopolitizme ve Kürt Savaşı’na tepkilerde bulan seçkinci-militarist-şoven-devletçi Kemalizm idi…

Yılmazer: Günümüze gelirsek Derviş’in Özal’ın bıraktığı yerden, üstelik çok daha köklü yönelişlerle devam ettiğini söyleyebilir miyiz? DSP-ANAP-MHP koalisyonu sırasında ekonomide pek çok “düzenleme” yapıldı. Bunların özü neydi?

Gerger: Büyük iflas, siyaset alanında, Erbakan savrulması ve 28 Şubat istikrarsızlığı sonunda, düzenin büyük uzlaşmasını getirdi; rejim bütün yumurtalarını tek iktidar sepetine koymak zorunda kaldı. Bunun sonucu olarak da, “sol Kemalist” DSP, “Türkçü” MHP ve “liberal” ANAP iktidarda, eklektik DYP de ana muhalefette konumlandılar. Tabii yeni iktidar yapılanması da Genelkurmay ve Milli Güvenlik Kurulu şemsiyesi altında gerçekleşti. Yeni iktidar, gece gündüz, IMF direktiflerini yerine getirmek için zorlu bir mesaiye girdi hatırlarsan, Meclis sabahlara kadar çalışıyor, mezarda emeklilik, özelleştirme, tahkim gibi konularda IMF programının gereklerini sadakatle yerine getirmeye çabalıyordu. Yine de rejimin iflası ve Kürt Sorunu’ndaki sıkışmışlığı o boyutlardaydı ki, sırf bu nedenle, 50’lerdeki gibi tetikçi roller biçtiği rejimi kurtarmak için ABD’nin doğrudan devreye girerek Öcalan’ı Kenya’dan kaçırıp Türkiye’ye teslim etmesinin getirdiği psikolojik üstünlük bile kısa sürdü. Şubat ve Kasım krizleri ise, bir kez daha, Türkiye kapitalizminin iflas etmesine ve yeni bir dış “yardım” batağında çırpınmasına yol açtı.

Bu kez ABD doğrudan duruma el koydu ve Derviş geldi. Derviş’in “sol” bir misyonla siyaset sahnesine çıkması ise, Türkiye’deki düzen solunun içine düştüğü çukurun, sağın tükenişinin, emperyalizmin “üçüncü yol” umarsızlığının ve “devrimci sosyalizm”in önündeki ufkun genişliğinin görkemli göstergesiydi aslında…

Yılmazer: Bu noktada, AB sürecine de değinsek… Bazı toplumsal kesimlerde oldukça büyük umutlar yaratan “AB reform yasalarının çıkması ile başlayan sürecin toz duman arasından gerçek yüzüne bakarsak neler görürüz? Görebildiğim kadarıyla AB süreci zaman zaman düş kırıklıkları yaratsa da genel olarak iki hayali körüklüyor. “Zenginleşme” ve “demokratikleşme”! Keşke bunlar olsa! Şu konuyu böyle olmadık noktalara savrulmadan yerli yerine koymaya çalışsak neler söylenebilir?

Gerger: Yoksulluk ve anti-demokratizm cenderesi Türkiye’de her kesimi etkiliyor kuşkusuz. Burjuvazi, elbette, kıramadığı yoksulluktan ürküyor, politik iktidardaki umarsızlıktan bunalıyor, dünya ekonomisine eklemlenme çabalarında bunların engelini hissediyor, hamisiz geleceğini karanlık görüyor, bir emperyalist bloka kapılanmanın kurtuluşunu arıyor. ABD de kendisine bunu öneriyor. Geniş emekçi kesimler, demokratik hakları ve ekonomik varoluşlarına karşı girişilen saldırı karşısında her çareye sığınmak zorunluluğunu duyuyorlar. Kürtler de kendi cephelerinden militarist cepheye karşı barış özlemiyle çare arıyorlar, işte AB üyeliği bütün bu beklentilere yanıt veren bir maymuncuk olarak ortaya çıkıyor.

Tabii görünür gelecekte Türkiye’nin AB’ye üye olmasının söz konusu olmadığı gerçeğini bir yana bırakarak bir çözümleme yapmak belki de boşuna zaman harcamak olur, ama bu tartışmayı yok saymak da mümkün değil. Bu arada, Türkiye’nin özünde Avrupalı olmadığı gerçeğini de bir yana bırakmak gerekiyor bir an için. Ayrıca burada bir moral tercih sorunu da söz konusu; Türkiye’nin AB’ye üye olmaya çalışması, yani bu eşitsizlikler dünyasında kapağı ayrıcalıklı sömürücel safına atıp kendini kurtarma çabaları, bir haliyle, bir işçinin lotoda, totoda vurgun vurup han hamam, fabrika sahipliğiyle yan yatıp beleş yaşama ham hayalinin manevi düşkünlüğünü çağrıştırıyor.

En iyi niyetlerle ve yukarıdaki itirazları bir yana bırakarak bakarsak, Türkiye’de üç beklenti söz konusu AB üyeliğinden. Ekonomik kalkınma, demokratikleşme ve (Kürt Sorunu’nda) barış. Buna karşılık AB, Türkiye’ye üç şey dayatıyor. Birincisi, yeniden yapılanma. Bu, esas olarak IMF programı. Bunun nasıl ekonomik kalkınma ve refah getireceği ve bir de bu refahtan yoksul emekçi yığınlara kırıntı düşüp düşmeyeceği, AB yanlılarınca yanıtlanmalı, ama bu yapılamıyor. Üstelik, bu programın, toplumsal muhalefetin kaçınılmaz tepkilerinin bastırılmasında ve genel yoksullaşmanın çerçevesinde demokratikleşmeye engel olup olmayacağı da sorulmalı.

İkinci olarak, AB, Türkiye’ye, yine aynen ABD gibi, Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Ortadoğu’da militer görevler yüklüyor. Bunun getireceği silahlanma yükünün kalkınmaya, militarist örgütlenmenin daha da genişlemesi ve kültürünün daha da yaygınlaşmasıyla demokratikleşmeye nasıl ivme kazandıracağı sorgulanmamalı mı? Yoksa bu durumda kalkınma ve demokratikleşme daha büyük yaralar almış olmaz mı?

Üçüncü olarak, AB ile Türkiye’nin ilişkilerinin, nesnel olarak, eşitsiz mübadeleden başlayarak bin bir çeşit yapısal eşitsizliklerle örülmüş olduğu gerçeğinin üstü atlanabilir mi? Borç verenle alanın, sanayileşmiş olanla geridekinin, zenginle yoksulun, güçsüzle güçlünün ilişkilerinde sömürüden, ezmeden azade bir ilişki, karşılıklı eşitlik ve yarar olabilir mi? Tam da Marx’ı hatırlamanın zamanı. 1848 yılında yazdığı bir broşürde önce soruyor: “Nedir serbest ticaret? Toplumun günümüzdeki koşullarında serbest ticaret nedir?” Ve yanıtlıyor Marx: “Sermayenin serbestliğidir, özgürlüğüdür.” Ve şöyle devam ediyor: “Ücretli emeğin sermayeyle olan ilişkisini sürdürdüğünüz sürece, metaların hangi avantajlı koşullarda değiştiriliyor olmasının bir önemi yoktur ve her zaman sömüren bir sınıfla sömürülen bir başka sınıf var olacaktır. Gerçekten de, sermayenin daha avantajlı işlemesinin sanayi kapitalistleriyle ücretli emek arasındaki çelişkileri ortadan kaldıracağını düşleyen serbest ticaret yanlılarının iddialarını anlamak çok güç. Tam tersine, tek sonuç, bu iki sınıf arasındaki çelişkinin daha da belirginleşmesi olacaktır. Baylar! Kendinizi soyut serbest sözcüğüyle aldatmayın. Kimin serbestliği [özgürlüğü]? Bu bir kişinin ötekine ilişkin özgürlüğü değildir, fakat sermayenin işçiyi ezme serbestliğidir… Serbest ticaret yanlıları bir halkın bir başkası aleyhine nasıl zenginleşebileceğini anlayamıyorlarsa, bunda şaşacak bir şey yok, çünkü aynı kişiler bir ülke içinde bir sınıfın bir başkası aleyhine kendisini nasıl zenginleştirebildiğini de anlamayı reddediyorlar.”

Buradan bence şu sonuca ulaşabiliriz: AB üyeliği ya da AB ile bu uğurda girişilecek entegrasyon süreçleri, sonunda, Türkiye’nin kalkınmasında ve demokratikleşmesinde var olan iç dinamikleri de aşındıracak, hatta tahrip edecek sonuçlar yaratabilecek, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da olunabilecektir. Türkiye kapitalizminin ve onun ideologu fareli köyün kavalcılarının peşinde gidilebilecek hayırlı bir yol yoktur…

Yılmazer: AB sürecine girmişken, Türkiye dış ve iç politikalarında AB ve ABD arasındaki çekişmelerin ne gibi bir rolü vardır? ABD’nin bölgede Türkiye’ye biçmeğe çalıştığı rolle AB’nin Türkiye’yi görmek istediği zemin arasında oldukça önemli farklar var. Bu çelişki Türkiye’nin uluslararası ve bölgesel konumunda nasıl etkiler yaratıyor?

Gerger: Aslında ikisi arasında, en azından olası sonuçları itibariyle, çok fazla fark yok. Her ikisinin de temel aracı Türkiye’yi bütünüyle ötekine kaptırmamak, onun “militer” faydalarından maksimum yararlanmak. ABD, Türkiye’yi AB içinde bir “Truva Atı” olarak görmek istiyor. Şimdi yeni Doğu Avrupalı üyelere de aynısını yaptırmaya çalışıyor. Ayrıca ABD, tetikçisinin vitriniyle, iç manzarasıyla o kadar ilgili değil, hatta militarizmi asıl kendisine temel işbirlikçi seçmiş. AB, Türkiye’yi içine almak zorunda kalabileceği varsayımıyla ve aslında da süreci uzatıp tıkamak için iç manzara ve vitrin üzerinde daha çok duruyor, ama onun da dayattıkları, demin söylemeye çalıştığım gibi zaten tam ters sonuçlar yaratacak potansiyeli içeriyor. Tabii iki tarafın artık iyice su yüzüne çıkmakta olan çelişkileri de Türkiye üzerinden hayata geçiyor ve bu ilerde daha da belirginleşecek. Belki Türkiye, o ilişkilerin gerginliğine bağlı olarak, daha sert, daha net tercihler yapma durumunda kalabilecek.

Yılmazer: Seçimler sonrası politik tabloya baktığımızda neler söyleyebiliriz?

Gerger: Türkiye seçmeni, son seçimlerde, düzenin politik yapısını tümüyle tasfiye etti. Sadece iktidar partileri değil, ana muhalefet de baraj altında kaldı, yani o politik yapının temel kurumu olarak ortaya çıkarılan TBMM toptan tasfiye edildi. Bu, önemli bir kopuşu gösteriyor ve tabii her ani ve kapsamlı sarsıntılı kopuşun olduğu gibi aynı zamanda bir savrulmayı da beraberinde getirdi. AKP işte o savrulmanın ulaştığı adres ve sadece bu kadar.

Şöyle bir benzetme yapabilir miyiz? Dünya güneşten koptu ve büyük kopuşla savruldu uzaya. O sırada hala bir ateş topuydu. Ne var ki, sonunda, yine o savrulmuş ateş topu kabuk bağladı ve hayatta orada ortaya çıktı. Türkiye de koptu ve savruldu ve fakat hala bir yangın yeri. Ama hayat da bu yangın yerinden çıkacak. Tabii bunun koşulları var, dünya örneğinde olduğu gibi kendiliğinden olmuyor. Düzen, hep “yeni seçenekler” yaratmada esnek ve yetenekli. O anlamda deniz bitmiyor. Bir de AKP’yi deneyenler hep “yeni denenecekler” bulacaklar, daha doğrusu düzen onlara bunu hep sunacak. Üstelik biliyoruz zamanla “eskiler”in denenmişliği de unutulabiliyor ve onlar yeniden denenecek “taze seçenekler” olabiliyorlar. Dolayısıyla da, ancak örgütlü bir müdahaleyle düzenin bataklık denizi kurutulabilir, emeğin görkemli özgür denizlerine açılınabilir. AKP’nin çirkin ve fakat gerçek yüzü, foyası çabuk ortaya çıktı, boyaları çabuk döküldü. Ama bu çabukluk devrimcilere de zaman bırakmıyor, herkesin elini çabuk tutması gerekiyor.

Yılmazer: İsterseniz sohbetimizi son günlerin en önemli gelişmesi savaşla tamamlayalım. Türkiye’nin savaşa katılması konusunda ilginç bir gelişme ortaya çıktı. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Gerger: Türkiye’nin savaşa ilişkin tavrı konusunda önce şunu iyice belirlemek gerekir: Savaşa katılmada kaçan ABD, kovalayan Türkiye. Türkiye, baştan bu savaşa asli bir unsur olarak katılmak istedi. ABD’ye açıkça “senin kadar, hatta senin soktuğundan daha fazlasıyla biz de girmek istiyoruz savaşa, yani Kuzey Irak’a” dendi. ABD, pek çok nedenden dolayı bunu istemedi. Kendi lojistik destek cephe gerisinde “müttefikler”i arasında bir “savaş içinde savaş” istemedi ki, Türkiye’nin yapacağı buydu. Ayrıca hem savaş sırasında hem de sonrasındaki yapılanmada Kürtlere rol vermeyi planlarken, Türkiye “katkısı”nı da istemiyordu ABD. Ayrıca biliyorsun müflis tüccar işi, yani tetikçilik parasını yüz milyar dolardan açtı ve tabii “şark kurnazlığı” ile “müflisin açgözlü hırsı” da ters tepti. Ayrıca ABD bu işi çok kolay halledeceğine inanmış olduğu için kendisine pazarlanmak istenen “stratejik önem”e de fazla prim vermedi. Onun istediği Türkiye’den “çok katkı, az katılım” idi. Aslında Türkiye’nin bütün güç odakları, TÜSİAD’ı, Genelkurmay’ı, hükümeti, medyası, entelektüel dünyası buna da çoktan razıydı. Tezkerenin oy çokluğuna karşın üç oy geride kalması bir sapma, bir kazaydı ve bazı milletvekillerinin ileriye dönük seçmeni kandırma kurnazlığının beklenmeyen, istenmeyen sonucuydu. Nitekim hemen arkadan gerekli iki oydan çok daha fazlası ikinci oylamada tercihlerini değiştireceklerini panik içinde ilan ettiler. Erdoğan çeşitli Amerikan gazete ve dergilerine verdiği demeçlerde açıkça söylüyor “biz ABD’ye her şeyi taahhüt ettik, ama onlar istemediler” diyor. Panik içinde Dışişleri Bakanlığı, yani devlet de açıklama yaptı geçenlerde; “bu durum bizim değil, ABD’nin tercihidir” diye. Sonuç şu: Türkiye şimdilik çok istediği savaşa (Güney Kürdistan’a karşı), tetikçiliğe (Irak’a karşı) ve üçüncü cepheye (içerde toplumsal muhalefete karşı) kavuşamadı…

Önümüzdeki günlerde, ABD Ortadoğu üzerine “ölü toprağını serebilirse, bu dönem içinde, jeopolitiğinin getirisi de düşmüş olacak olan Türkiye düzeninin, ciddi ekonomik-sosyal-politik krizlerle boğuşmak zorunda kalacağını, baskı ve şiddetin artırılacağı bir gerileme dönemine gireceğini bekleyebiliriz. Daha güçlü bir ihtimal olaraksa, Ortadoğu’da ve genel olarak dünyada ABD saldırganlığı ve ona karşı ciddi karşı çıkışların ortaya çıktığı bir arka planda, Türkiye rejimi, bir yanıyla, ABD’nin bölgedeki tetikçiliğini, sıçrama tahtası üs işlevlerini, öte yandan da Amerika’nın direnişler karşısındaki çırpınışına AB ile Rusya ve Çin’den gelecek tepkilere karşı ön savunma tampon mevzii olma görevlerini üstlenebilecek, bu kez de, yazgısını ABD ile birleştirmiş bir yitişe sürüklenebilecektir.

Tabii her iki durumda da, nihai sonucu ve kurtuluşu işçi sınıfı ile onun politik/ideolojik temsilcisi devrimci sosyalistler belirleyecektir…