GÜNÜMÜZDE DEVRİM SORUNU – Mehmet YILMAZER

 

Düşünce ve Davranışta Yol, Sayı 4, Temmuz 2003

Giriş

YDD öncesinde devrim sorunu tartışıldığında genellikle onun hangi yolu izleyeceği konuşulurdu. Dünyada bu konuda pek çok deney yaşanmıştı. İlk iktidar örneği olması anlamında Paris Komünü’nden başlayan Ekim Devrimi ile büyük bir sıçrama yapan Devrim sorunu, daha sonraları zengin örneklerle hemen tüm 20. yüzyılı kapsadı. Bolşevik tipi halk ayaklanması, Sovyet destekli Doğu Avrupa devrimleri, Ulusal Kurtuluş Savaşları, Halk Ordusu ile uzun süreli Halk Savaşları, Latin Amerika’da ülkeleri yangın gibi saran gerilla savaşları devrimlerin izlediği farklı yollar olarak insanlığın bilincine kazanıldı. Bazı yönlerden birbirine benzeseler de, daha derine inince aslında her devrimin biricik olduğu, mutlaka çok güçlü bir şekilde kendine özgü yanları olduğu bugün daha iyi görülebiliyor.

Yukarıda özetlediğimiz devrim sorununa yaklaşım aslında kendi içinde üç büyük konak yaşamıştır. Marks-Engels dönemi “kıtada topyekûn devrim” görüşü ağırlıktaydı. İşçi ve köylü ayaklanmaları kıtayı baştanbaşa sürekli sarsmaktaydı. O dönemin mücadelesi ve örgütlenmeleri bu hedefe göre yürütüldü, ilk siyasal işçi örgütlenmesinin I. Enternasyonal biçiminde şekillenmesi de bu mantığın doğal sonucuydu. Lenin, I. Dünya Savaşı yıllarından sonra, emperyalist paylaşımın bir sonucu olarak “tek tek ülkelerde” devrimin mümkün olduğu öngörüsünde bulundu. Sorun “devrimin tutunmasında”ydı. Başka devrimlerle desteklenmedikçe tek ülkede işçi iktidarı olanaksızdı. Ancak pratik olaylarca tarih başka türlü yazıldı: hem tek ülkede devrim gerçekleşti, hem de iktidarda kalabildi. Sosyalist sistemin doğuşundan sonra ise artık bu konu devrim sorununun can alıcı noktası olmaktan çıktı. Tek tek ülkelerde devrim mümkündü, öte yandan Sosyalist sistemin varlığı bu devrimlerin tutunma şansını büyük ölçüde arttırıyordu.

Fakat 20. yüzyıl başladığı gibi bitmedi. Yüzyılın sonunda sosyalist sistem çöktü. YDD derinleşerek sürüyor. Günümüzde devrim sorunu sadece onun olanakları ve hangi yolu izleyeceği açısından değil, tüm yönleriyle gündeme girdi. Hatta bu konunun alanı “artık devrimlerin mümkün olmadığı” noktasına kadar genişledi. Devrimleri ayaklanmalardan ayıran en temel özellik onun iktidar ufku ve yaşattığı sınıflar alt-üstlüğüdür. Bugün iktidar ufku olmayan mücadeleler ve hatta ayaklanmalar yaşanıyor. Devrim sözcüğü eskisi gibi büyülü bir çekim gücüne artık sahip değil. Günümüz dünyasında, hem güç dengeleri açısından devrim bir düş gibi görülebiliyor; hem de Marksizm’in yerini alma gücüne sahip olmasa da, günümüz düşüncesinde önemli bir yer tutan postmodernizm geleceği kurmanın boşuna olduğunu vurgulayıp duruyor.

Kapitalizmin yerkürenin en ücra köşelerine kadar yayıldığı, ABD’nin dünya egemenliği kurmaya çalıştığı günümüzde devrim imkânı gerçekten sadece bir düşe mi dönüştü? Kapitalizmin gücü ve üstelik hala devam eden fırtınalı gelişim çizgisi devrim sorununu gerçekten ortadan kaldırıyor mu? Öte yandan, insanlığın büyük kurtuluş hedefleri bir çöküşe uğradığına göre postmodernizmin hiç mi haklı yanı yoktur?

Dünyaya baktığımızda pek çok ülkede, hatta hemen hemen tüm üçüncü dünya ülkelerinde devrim için gerekli ünlü “objektif koşullar” oluşmasına rağmen “sübjektif koşullar” acınacak ölçüde cılızdır. Bu tablo eski güzel günlere göre inanılmaz gibidir. Böyle bir ortamda devrimci örgütlerin adeta mantar gibi yerden bitmesi gerekiyor. Ancak dünyada böyle bir dalga henüz görülmüyor. Objektif gerçeklerle sübjektif bilincin bu kopuşması ne anlama geliyor?

Bu soruların yakıcılığı yeterince açıktır. Ancak cevapların teorik öngörüler olarak verilmesi için koşullar yeterince olgunlaşmış mıdır? Bir sorun, soru olarak ortaya çıkacak noktaya geldiyse, cevabın ilk tohumlarını da içinde taşır. Bugünün dünyasına baktığımızda devrim sorunu artık “düş kırıklıklarının’’ yarattığı boğucu düşünce bataklığından kopuşularak ele alınabilir. Bir yanda, YDD’nin balayı günleri tükenmiş, yeniden paylaşım çok riskli savaşlarla derinleşmektedir; öte yanda, dünya halklarının özellikle ABD’ne karşı öfkesi belirgin bir şekilde yükselmektedir. Dünya tarihine baktığımızda emperyalist paylaşım savaşları insanlık açısından büyük yıkımlar yaratsa da, devrimleri de zembereğinden boşandırmıştır. Bugün bir yeniden paylaşım yaşanıyor. 1980 öncesinin tüm dengeleri alt üst olunca, günümüze egemen olan özellik, sürekli değişim ve istikrarsızlıktır. Dünya, sanki yeni bir dengeye girmek için düzensiz salınımlar yapmaktadır. Böyle bir dünyada bir tek emperyalist merkezin, çok güçlü olsa da, “küresel egemenliği mümkün müdür?” sorusu, stratejik bir öneme sahiptir. ABD’nin dünya egemenliği çok sık ve yerli yersiz tekrarlanıp duruyor. Bu konuda yerküremizde gittikçe belirginleşen olgular ve bunların iç bağları iyi çözümlenmelidir. Ezbere cevaplar kolaydır. ABD’nin tek başına egemenliğinden ve üçüncü dünyanın tepkisi karşısında emperyalist merkezlerin sıkı bir işbirliği yapacağından hareketle, neredeyse dünya halklarına hiç bir davranış alanı bırakmayan tespitler çok sık tekrarlanıyor. Geriye kapitalist düzenler içinde “iyileştirme” mücadeleleri vermek kalıyor. Bu, gerçekten bir alın yazısı haline geldi mi? Bu soruya “evet” denirse ortaya bir stratejik duruş çıkar ve bu duruşun hedefi artık kapitalizm değildir, sadece onun kötücül yan etkileridir.

Bu görüşü bugün küçümsemek ve bir kenara atmak eskisi kadar kolay değildir. Üstelik bugün AB ve hatta ABD dilinden “demokrasi” kavramını düşürmüyor. Clinton döneminde ABD bu konuda oldukça güçlü hayaller yaratabilmişti. Bush ile bu hayallerin bir kısmı kırılıp dökülse de tamamen ortadan kalktığı söylenemez. Dünya deneylerine bakacak olursak, kapitalist egemenlerin böyle siyasal yönelişleri, kaçınılmaz bir şekilde devrimci mücadeleler üzerinde güçlü etkiler ve hatta parçalanmalar yaratmış olduğu görülebilir. Dünya devrimci sürecinde derin çöküşlerin yaşandığı günümüzde, bu tarz yönelişlerin çok daha güçlü etkilerinin olacağını söylemek hiç de abartma olmaz. Bu etkilerle mücadelenin günümüzdeki önemi çok büyüktür. Çünkü rüzgâr zaman zaman bu etkileri güçlendirecek yönde esiyor.

Kapitalizmi “iyileştirme” ve “demokrasi” hayalleriyle ilgili sorulacak temel bir soru vardır. “Neoliberal politikalar demokrasi taleplerine ne kadar cevap verebilir?” Veya “halkların özlediği demokrasiyi neoliberal kapitalist politikalar ne kadar taşıyabilir?” Demokrasilerin soyut siyasal ilkeler üzerine kurulmadığını, sınıf çıkarlarına dayandığını ve en önemlisi, demokrasilerin kaçınılmaz bir maddi temeli, yani “maliyeti” olduğunu hiçbir koşulda unutmamak gerekiyor.

Dünyada son on yılda gelişen olaylara baktığımızda neoliberal politikaların demokrasi isteklerini taşıyamayacağının bazı güçlü kanıtları ortaya çıkmıştır. 11 Eylül’le keskinleşen ABD’nin stratejik yönelişi, küreselleşme veya neoliberal politikaların 90’lı yılların başlarında ortalığı kaplayan “barışçıl ekonomik yarış” yoluyla yürümeyeceğinin en temel kanıtı olmuştur. Küreselleşme politikaları silah zoruyla, stratejik alan ve kaynakların paylaşımı uğruna bölgesel egemenlik savaşlarıyla yürüyecektir. Bu temel yönelişin içine “demokrasi” ne ölçüde girebilir? Girse bile paylaşımın bir tül perdesi olmaktan öteye gidebil mi?

Bir diğer kanıt, dünyadaki bütün olayları saymamak için, en uç noktalara tırmanan Arjantin örneğine vurgu yapmakla yetinelim. Neoliberal politikaların yıkılışının çarpıcı bir örneğidir. Arjantin’deki gelişimlerden sonra “açların demokrasisi nasıl bir şeydir?”, sorusu sorulmak zorundadır. Yoksullaşan kitleler yeni tip mücadele metotlarıyla ortalığı kaplamıştır. Öte yandan, kendi özel güvenlikli bölgelerinde oturan zenginler ise bir saldırı karşısında kurtuluşlarını garanti altına almak için helikopterle “tahliye” tatbikatları yapmaktadırlar.

On yılı aşkın sosyalizme karşı kazanılan zaferin sarhoşluğu ve sallanan “demokrasi”, “insan hakları” bayrakları ile olmadık düşler yaratan küreselleşme, diğer bütün olayları bir kenara itsek bile, 11 Eylül’de ikiz kulelerin yıkılışı ve Arjantin’de yaşanan ayaklanmalar ile çok önemli bir dönüm noktasına gelip dayanmıştır. Bu dönüm noktasında yeniden paylaşımdaki zorun rolü örtülerinden sıyrılıyor ve küreselleşmenin üçüncü dünya için korkunç bir yoksullaşma olduğu en kör gözlere bile batar hale geliyor. Bu gerçekliklerden dolayı, neoliberal politikaların demokrasiyi taşıyamayacağını söylemek bir abartı olmaz. Sadece üçüncü dünya ülkelerinde değil, kapitalist merkezlerde de demokrasinin ve sosyal hakların her gün budandığını biliyoruz. 11 Eylül sonrası kapitalist merkezlerin gündemine “özgürlük mü? güvenlik mi?” sorusu yıldırım hızıyla girmiştir. Bush yönetimi tercihini “güvenlik”ten yana yaptı ve bizlerin çok iyi tanıdığı 12 Eylül askeri yönetiminin yasalarına benzer yasalar kongreden hızla geçirildi. Bugün, Amerika’da, orta çaplı bir insan avı sessiz sedasız sürmektedir. ClA’in önünde “iki bin teröristin” listesi vardır ve ABD Başkanı bunların infazı için yetki vermiştir. Bizde yaşanan “sokak infazlarını” andıran, herhangi bir hukuk tanımayan bu yönelişler, gittikçe uluslararası ilişkilerde orman kanunlarını egemen kılmaktadır. Böyle bir dünyada devrim sorununa nasıl yaklaşmak gerekir?

Toplumsal Devrimler Tarihine Kısa Bir Bakış

Bugünden geriye bakınca devrimler tarihinde bazı detaylara yeni bir bakış açısıyla yaklaşmak gerektiği ortaya çıkıyor. Antik tarihte pek çok altüstlüğe neden olan barbar akınları, dünyanın “uygarlaşmasıyla” son bulmuş, böylece “toplumsal devrimler” sürecine girilmiştir. Burjuvazi toplumsal devrimlerin ilk aktörüdür. Burjuvaziyle birlikte insan bilinci din kabuğunu parçalamış, siyasal çıkar bilincini edinmiştir. Bu da hemen bir devrim hamlesiyle olmamış, burjuva devrimlerinin İngiltere’de 17. yüzyılın ortasında başlamasından sonra Fransız Devrimi’ne kadar geçen, yüzyılı aşkın zamanı kapsamıştır. Toplumsal devrimler insan düşüncesinde yeni kapılar açarken, seviyesi ve kavrayışı yükselen insan bilinci de yeni toplumsal hedeflere yöneliyor, böylece toplumların gidişi tanrı eliyle düzenlenen alın yazısı olmaktan çıkıyor, insan eliyle yönlendirilen bir tarih yazılmaya başlıyordu.

Konumuz açısından proletarya devrimlerinin doğuşu ve gelişimine bugünün dünyasından bir kez daha bakmak gerekiyor. Proletaryanın devrimci mücadelesinin tarih sahnesine çıkması ve Rus devrimiyle iktidar olmasıyla birlikte, 20. yüzyıl boyunca başlıca üç tip devrimden söz etmek mümkündür. Birincisi, proletaryanın öncülüğünde gerçekleşen devrimlerdir. Bunların başında Paris Komünü ve Ekim Devrimi gelir, ayrıca Avrupa’daki (Almanya, İtalya ve Fransa’da) proletarya öncülüğünde yaşanan başarısız devrimler de aynı çerçevede ele alınabilir. İkincisi, Avrupa’da faşizme karşı “Halk cepheleri”nin öncülüğünde verilen mücadelelerdir. Doğu Avrupa’daki devrimler de bu zeminde değerlendirilebilir. Üçüncüsü, sömürgeciliğe karşı yükselen ulusal kurtuluş savaşlarıdır. Bunların bazıları sosyalizmin hedeflemiş, bazıları sadece anti-emperyalist sınırlarda kalmıştır.

Marx-Engels dönemi Avrupa’sındaki, Lenin Rusya’sındaki ve iki dünya savaşı arasında Avrupa’da yaşanan başarısız devrimlere baktığımızda iki temel özellik göze batmaktadır. Bu devrimler, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişip tıkanması sonucu değil, tam tersine kapitalist gelişimin ikide bir kendinden önceki üretim biçimi olan feodal güçlere çarparak tıkanması sonucunda patlak vermiştir. Proletaryanın barikatlara çıktığı Alman, Fransız ve Rus devrimlerinin temel özelliği budur. İkinci temel özellik ise, proletaryayı öne çıkartan devrim dalgaları burjuva devrimlerinin restorasyon süreçlerinde birikmiştir. Burjuva devrimlerinin soluğu kesilip, derebeylik çeşitli biçimlerde yeni gidişi frenlemeye başlayınca, proletarya ve köylülüğün öne çıktığı devrimler yaşanmıştır. Bu devrimler sürecinde proletarya, sadece, kapitalizmin geç ama en hızlı geliştiği Rusya’da iktidarı alabilmiştir.

Avrupa’daki başarısız proletarya devrimlerinin doğrudan sonucu ise, faşizmdir. Kapitalizm, kendi mezarını kazan güçlerden ancak faşizm yolu ile kurtulabilmiştir. Bu dönem, burjuvazinin en güçlülerinin mutlak egemenlik dönemi ve devlet zoruyla sermaye birikiminin yapıldığı, proletaryanın ise köle seviyesine düşürüldüğü bir süreçtir. Kapitalizm, feodalizme karşı sesini yükseltirken bayraklaştırdığı “özgürlük” ve “demokrasi”nin sadece kendi sınıfı için geçerli olduğunu bu süreçte en yalın bir şekilde ortaya koymuştur. Bu ülkelerde devrim, bu süreçten sonra burjuva demokrasisini hedefleyen zemine gerilemiştir. “Halk cephelerimle yürütülen mücadeleler tarih sahnesine çıkmıştır. Faşizmi alt eden ancak, burjuvazinin sınıf egemenliğine son vermeyen bir dizi devrim yaşanmıştır.

Sosyalist sistem kurulduktan sonra, kapitalizm bir yanda sosyalizm tehdidi, diğer yanda kendi hatalarından çıkarttığı dersler ile yeni bir sürece, “refah toplumları” sürecine girmiştir. Kapitalizm, bu süreçte teknik ve sosyal olarak ileriye doğru hızlı adımlar attıkça adeta proletarya devrimleri gelişmiş kapitalizmin gündeminden çıkmıştır.

Ulusal kurtuluş savaşlarına gelirsek, bu ülkeler kapitalizmin doğrudan sömürgesi konumundaydı ve buralarda kapitalizm çok az gelişmişti. Bu ülkelerdeki devrimci mücadele, özellikle sömürgeciliğe karşı “halk savaşları” olarak yaşandı. Dünya devrimine büyük bir güç ve moral verdi. Ancak kapitalizmin bile çok geri olduğu bu ülkelerden modern sosyalizmin gelişimi için çarpıcı örnekler beklemek neredeyse mümkün değildi. Bu alanda, emperyalizm, yenilgiler alıp, klasik sömürgecilikten yeni sömürgeciliğe evrimleştikçe, ulusal kurtuluş savaşları sönümlendi ve 70’li yılların ortalarında duruldu. Dünyanın ikide bir parlayan ateşli gündemi olmaktan çıktılar.

80’li yılların sonlarında sosyalizmin yıkılışı ışığında devrimler tarihine baktığımızda şu temel özellikler ortaya çıkmaktadır:

İlki, proletarya ve halk devrimleri kapitalist üretim sisteminin sırf kendi iç çelişkilerinden çıkagelmemiş, daha çok kapitalizm öncesi feodal toplum yapısının kapitalist gelişme karşısında ortaya koyduğu dirençlerin yarattığı çelişkilerden patlak vermiştir. Bugünün dünyasından bakarak konuşursak, bir bakıma proletarya ve hatta bazen köylülük, çeşitli tarihsel koşulların bir araya gelişiyle, güçsüz ve cılız burjuvaların üstlenemediği rolü üstlenerek, kapitalist gelişimin önündeki engelleri temizlemiştir.

İkincisi, insanlığın gelişme çizgisinin sürekli yükselen bir doğru gibi olmadığı, git-gellerle dolu olduğu, sosyalizmin yıkılışı ile bir kez daha kanıtlanmıştır. Antik tarih, sanki yedi bin yıllık kısır döngüdür. Kent medeniyetleri gelişip olgunlaştıkça barbar akınlarıyla yakılıp yıkılmış, bir bakıma geriye sürüklenmiştir. Ancak öte yandan, barbarlar medeniyetle tanıştıkça insanlığın gelişimi daha da hızlanmıştır. Avrupa ortaçağı bin yıllık kış uykusuna benzer. Oysa kapitalizm insanlık tarihinde fırtınalı bir gelişimin kapısını açmıştır. Ancak, o da, başlangıçta restorasyonlarla frenlenmiştir. Devrim toplumun sıçramalı bir gelişimidir. Ancak bu sıçramalı gelişim kaçınılmaz toplumsal sürtünmeler ve dirençler yaratır. Bunlar sonunda restorasyonlar olarak gelişimin karşısına dikilir.

Sosyalizm, kapitalist merkezlere göre “geri” olan ülkelerde gerçekleşti ve tüm dünyada, kapitalizmden de hızlı bir gelişim yarattı. Kapitalizmin yüz elli yılda yaptığını, sosyalizm elli yılda gerçekleştirdi. Bu hız, hem bu ülkelerde hem de genel olarak kapitalist dünyada, büyük dirençler biriktirdi. Sonunda sistem çöktü. Ancak bugün daha açık olarak görülüyor, eski sosyalist ülkelerde kapitalist restorasyon çok sancılı ilerliyor. Yaşadığımız günleri sadece “kapitalizmin zaferi” gözüyle görmek, tarihsel gidişin yalnızca bir yönüne bakmak olur. Oysa kapitalist restorasyonlar, aynı zamanda, kapitalist sistemin tarihsel geçiciliğinin de kanıtıdır.

Üçüncü olarak, emperyalist klasik sömürgeciliğe insanlığın cevabı ulusal kurtuluş savaşları biçiminde oldu. Bu süreç, ister istemez kapitalizmin maddi temeline yönelmekten çok onun doğrudan işgalci sömürgeciliğine darbe vurdu. Ardından gelen yeni sömürgecilik ve son on beş yılın küreselleşme politikaları artık tepkiyi ulusal seviyeden çıkartıp doğrudan kapitalist sisteme yönelmesi için maddi zemini döşemektedir.

Sonuç olarak, yaşanan proletarya devrimleri dönemine baktığımızda bunların kapitalizmin bir gelişme aşamasına denk düştüğünü bugün daha açık bir şekilde görebiliyoruz. Bu aşamanın başlıca özelliklerini şöyle sıralayabiliriz. İlk temel özellik, Kapitalizm henüz toprakta ve sosyal yaşamda derebeylik düzeninin ilişkilerini temizleyememiştir. Bu ilişkilerin tasfiye olduğu veya zaten hiç olmadığı İngiltere ve Amerika’da, kıta Avrupa’sındaki gibi proletarya devrimleri yaşanmamıştır. Kapitalizmin gelişiminin restorasyonlarla ikide bir geriye çekiştirildiği ülkelerde proletarya ve köylülüğün aktör olduğu devrimler yaşanmıştır, ikinci özellik, kapitalizmin manüfaktür -küçük atölyeler- döneminden fabrikalar dönemine geçildiği yıllardır. Kapitalist üretim sistemi içinde yeni bir üretim biçimine geçilmektedir. Dev fabrikalar, kırdan yoğun bir nüfus çözülmesi ve işçilerin büyük kentlerde yığılışının yaşandığı yıllardır. Adeta devrimin motor gücü işçiler bir cephe savaşı için yığınak yapmaktadır. Üçüncü özellik, kırlarda köylülüğün henüz “temizlenmemiş” olmasıdır. Kapitalizmin yarattığı değişimin gücü ve derebeyliğin tutuculuğunun arasındaki gerilim, köylülük içinde de devrimci enerjiler açığa çıkartmıştır.

Kapitalizmin bu dönemi özellikle II. Dünya Savaşı sonrası süreçte giderek sona ermiştir. Kapitalizm öncesi ilişkiler tamamen tasfiye olmuş; fabrika üretim biçimi yerini yavaş yavaş “üretim adacıkları” denen biçime bırakıyor. Köylülük ise hala var olmasına rağmen artık tamamen modern kapitalist ilişkiler içindedir.

Öte yandan, sömürge ülkelerde yaşanan ulusal kurtuluş savaşları dönemi de kapanmıştır. Bu ülkelerde uluslaşma ve kapitalist gelişmenin yaşanmaya başlamasıyla eski sömürge ilişkileri artık tümüyle karakter değiştirmiştir. Geri de olsa kapitalist üretim biçimi baskın hale gelmiştir. Bu gerçeklikler, proletarya devrimlerinin kapitalizm öncesi üretim ve sosyal ilişkilerin tasfiyesiyle yüz yüze gelmesini ve bu anlamda belli ölçülerde “bozulması” sonucu doğurmuştur. İnsanlık, henüz, sırf kapitalizmin kendi iç çelişkilerinden kaynaklanan devrimler dönemini yaşamamıştır. YDD ve küreselleşme ile dünya bu yönde ilerliyor. Artık kapitalizm, dünya ölçüsünde egemen bir sistemdir. Kapitalist merkezlerde feodal üretim biçimi ve toplumsal ilişkileri çoktan tarih olmuştur. Üçüncü dünyanın ise önemli bir bölümünde tümüyle tasfiye olmasa da, ağırlığını yitirmiştir.

Bu noktadan geleceğe baktığımızda eğer yeni bir devrimler dönemi açılacaksa, bu devrimler artık dünyanın her bölgesinde kapitalizmi hedefleyecektir. Kapitalist anayurtlarda, eğer devrimler patlarsa, bu devrimlerin hedefi yeterince açık olacaktır. Açık olmayan bir devrim şansının olup olmadığıdır. Üçüncü dünya ülkelerinde ise, artık ulusal kurtuluş savaşları dönemi kapanmıştır, gelecekte “sosyal kurtuluş” devrimleri yaşanacaktır. Burada da sorun, bu cehennem bölgelerinde devrimlerin olup olmayacağından çok, gerçekleşecek devrimlerin tutunup tutunamayacaklarındadır. Hatta dünyanın bugünkü koşullarında tutunamama şansları daha fazla görünüyor. Bunların irdelenmesini yazının ileriki bölümlerine bırakarak, bir dönem yaşanan proletarya devrimleri ve ulusal kurtuluş savaşlarının tarihsel koşullarıyla birlikte kapandığını vurgulamalıyız. Yeni bir açılış nasıl ve ne zaman gerçekleşecektir?

Kapitalizmin Çelişkileri ve Tıkanma Noktaları

Kapitalizmin bugünkü çelişkilerine gelmeden kapanan dönemin özelliklerine bir kez daha değinmek gerekiyor. Proletarya devrimlerinin Avrupa’nın batısından doğusuna estiği dönemde, kapitalizm, henüz kendinden önceki üretim yapısını tam anlamıyla tasfiye etmemişti. Çoktandır Kıta Avrupası’nda ve diğer kapitalist merkezlerde feodal üretim ve toplum biçimi tarih olmuştur. Bu iki sistemin çatışmasından ortaya çıkan bir gerilim artık yoktur. Uzun zamandır kapitalist merkezlerde sırf kapitalist sistemin kendine özgü çelişkileri yaşanmaktadır.

Öte yandan, işçi sınıfının kitlesel olarak mücadele sahnesine girmesi, sendikal örgütlenmelerden siyasal örgütlenmelere kadar kendini bir sınıf olarak yapılandırması, kapitalist üretim biçiminin ilk gününden başlamamış, tersine oldukça uzun yıllar sonra gerçekleşmiştir. Manüfaktür dönemi kapitalizminde sınıf mücadelesi henüz “sınıf mücadelesi” adını alacak seviyede değildir. “Sanayi Devrimi”yle başlayan fabrikalaşma sınıf mücadelesinin de gelişmesinin, yeni bir karakter kazanmasının tarihi momentidir, işçi sınıfı bütün gövdesiyle mücadele sahnesine çıkarken, aynı zamanda insanlık tarihinde de sınıflar mücadelesi ilk kez bu ölçüde aydınlık, tüm yanıltıcı örtülerinden soyunmuş olarak yaşanıyordu. Fabrika dönemi, üretim biçimi olarak, bant sistemini diğer adıyla fordizmi yaratmıştır. İşçinin üretimdeki yeri tam anlamıyla belli kas hareketlerine indirgenmiştir. Tümüyle makinenin bir uzantısına dönüşmüştür. Oysa özellikle son çeyrek yüzyıldır yaşanan süreçte bu yapılanma hızla değişmektedir, işçi sınıfının üretim alanlarında ve oturma mekanlarında kitlesel yoğunlaşması hızla değişikliğe uğramaktadır. Fabrikalar küçülmekte, “üretim adacıkları” ile yeni bir üretim sistemine geçilmekte, sınıfın üretimdeki yeri sırf kas hareketleri olmaktan belli ölçüde çıkmakta, “çalışanın düşünce ve yaratıcılığı” da üretime katılmaktadır. Bu durum sınıf içinde yapısal bir parçalanmaya yol açmaktadır. Sınıfın üretimi örgütleyici gücü artarken, topyekûn davranış yeteneği zayıflamaktadır.

Sınıflar mücadelesi tarihine bugünden baktığımızda bir gerçeklik daha ortaya çıkmaktadır. Hemen her ülkede, kapitalist üretimin yarattığı sınıfların ilk ortaya çıkışları, keskin mücadele ve ayaklanma dönemleriyle yaşanmıştır. Sınıflar, adeta karşılıklı güçlerini sonuna kadar denedikleri bir dönem yaşamışlardır. Bu süreçte, devrimlerle işçi sınıfı iktidarı kurulan ülkelerde tarih yepyeni düzlemde akmaya başlamıştır. Ancak mücadeleler iktidar değişimleriyle sonuçlanmadıysa, ardından sınıflar mücadelesi için yeni bir dönem açılmıştır. Bu dönemde, artık sınıflar, birbirlerinin karşısında güçlerini tanıyan, sınıfsal bir tasfiye gerçekleşmeyecekse, karşılıklı varoluşun yeni biçimlerini yoklayan bir konumdadırlar. Avrupa’daki adıyla, “tarihsel uzlaşma”lar, böyle keskin sınıf mücadelesi yıllarından sonra gelmiştir. Bu süreç, ileri veya geri hemen her kapitalist ülkede yaşanmıştır. Bu durum bir rastlantı değil, sınıfların mücadele sürecinin adeta bir basamağıdır. Sınıfların ilk doğuş ve kopuşma yılları radikalizmle, keskin mücadelelerle temsil edilirken; uzun mücadele yıllarında bir tasfiye gerçekleşmemiş, hala karşılıklı sınıfsal varoluş yaşanıyorsa, mücadele kaçınılmaz bir şekilde yeni bir aşamaya girmektedir. Bu aşama, sanki güçlerin birbirini daha iyi tanımasından sonra bir soluk alma sürecidir. Kıta Avrupa’sında 950’lerle birlikte, uzun mücadele yılları, devrimler, savaşlar ve faşizm yaşandıktan sonra-böyle bir dönem başlamıştır.

Kapitalist üretim tekniklerinde 1970’lerle başlayan yeni süreç “tarihsel uzlaşma” dönemine nasıl etkilerde bulunmuştur? İlk etkileri, sınıfta yarattığı yapısal parçalanmalarla bu süreci derinleştiren yönde olmuştur. Bir başka deyişle sınıf mücadelesini radikalleştiren bir etki yaratmamış, tam tersine “elveda proletarya” söylemlerini güçlendirmiştir. Bu gidişe Sosyalist sistemin yıkılışı da eklenince, bu sürecin günümüzde de derinleşerek devam ettiğini söylemek zorundayız.

Tablo böylesine köklü değişimlere uğradığına göre, mücadelenin de aynı ölçüde köklü değişimlere uğraması kaçınılmazdır. İşçi sınıfı mücadelesinin 19. yüzyılın başlarında kendini ortaya koyduğu koşullar bir tarihsel dönemi kapsamış, bu dönem, “proletarya devrimleri çağı” adını almıştır. Bu koşullardaki değişim, özellikle II. Dünya Savaşı sonrası hızlanmış, 70’li yılların ortalarından itibaren bu değişim yeni bir nitelik kazanmış, 80’li yılların sonunda sosyalizmin yıkılışıyla bu dönem, tarihi ve fiili olarak kapanmıştır.

Bugün kapitalist dünyaya baktığımızda hiç de yıkılacak gibi görünmüyor. Hele teknik gelişimin büyüsüne kendinizi kaptırırsanız kapitalizm sanki yeni bir gelişim ivmesi kazanmıştır. Buna ilave ABD’nin “süper güç” konumuna yükselmesi “devrim”, “ayaklanma” sözcüklerini sanki anlamsız kılmaya yetiyor. Elbette bu sadece görünümdür. Ancak dünyada hemen ilk elden göze çarpan bir başka gerçeklik daha vardır. Bu gerçeklik kapitalizmin durumunun kavranmasında iyi bir yol göstericidir.

Bugün dünya kapitalizminin iki yüzü vardır. Birisi, gelişmiş ülkelerde yaşanan cennet yüzü; diğeri üçüncü dünya ülkelerinde yaşanan cehennem yüzüdür, ikisi de kapitalizmdir. Artık dünyada tek tek bazı sosyalist ülkeler var, ancak bir sistem olarak sosyalizm yok! Bu cehennem ülkeler yüz elli yıldır kapitalizmi tanıyorlar. Hatta ilk tanışanlar olarak Afrika’nın güneyinde, Asya’nın güneyinde ve Latin Amerika’da, kapitalizm, tam bir sefillik olarak yaşanıyor. Bu büyük dünyasal gerçeklik kapitalizmin bir toplumsal sistem olarak gelişim kapasitesini en iyi şekilde gözler önüne sermektedir. Teknik gelişimin parıltılarıyla büyülenmeye gerek yok, hemen örtüyü kaldırıp altına baktığınızda dünyanın büyük bir bölümünün kapitalizmin yarattığı korkunç sorunlarla boğuştuğu hemen görülebilir. Kapitalizm nasıl bir ülkede belli bir sınıf lehine gelişim ise, dünya ölçüsünde de belli gelişmiş ülkeler lehine bir gelişim olarak var oluyor. Üç yüz elli yılı aşkın yaşanan kapitalizm henüz insanlığa başka örnekler sunamadı. Bundan sonra sunma imkânı var mı? Artık devrim sorununa bir yaklaşım olarak dünya kapitalist sisteminin çelişkilerine gelebiliriz.

Sistemin günümüzdeki çelişkilerini üç seviyede ele almak mümkündür, ilk seviye, kapitalist üretim biçiminin çelişkileridir. İkincisi, kapitalist merkezler arasındaki çelişkilerin durumudur. Sonuncu olarak, kapitalizmin iki yüzü arasındaki veya cennet ile cehennem arasındaki çelişkilerdir.

Kapitalist Üretim Sisteminin Çelişkileri: Kapitalizm doğarken feodalizmin başlıca iki yönüyle çatıştı. Toprak ve pazar üzerindeki feodal tekel egemenliği yeni gelişen kapitalizmi boğuyordu. Öte yandan, kapitalizmin gerek duyduğu iş gücü, yine bir mülkiyet ve egemenlik biçimi olarak toprağa bağlıydı. Hareket yeteneği yoktu. Başlıca bu noktalardan kaynaklanan çelişkiler kapitalizmin “serbest” gelişimi önünde engel oldukça devrimlerle aşıldılar. Ancak bu tarz bir soyutlama olayların sadece en genel mantığını kavramaya yardım edebilir, yoksa tek tek burjuva devrimlerinin orijinal yanlarını, hatta kabaca izledikleri yolu bile açıklamaya yetmez. Olayların özgün tarihi gelişimi incelenmedikçe bu devrimlerin özellikleri kavranamaz.

Elbette bu mantık kapitalizmin çelişkileri ve devrim olasılıklarının konu olduğu bir yerde fazlasıyla geçerlidir. Bunu gözden yitirmeden en genel soyutlamalardan işe başlayalım. Kendi varoluş biçimi toprağa dayandığı için, feodalizm, yeryüzünde fethedilecek toprak kalmadıkça kendi içine kapandı ve krize girdi. Üretim, topraktan öteye derinleşmek zorundaydı.

Kapitalizm her şeyin metalaştırılmasıyla karakterize olur. Dünün tüm moral değerleri dâhil bugün neredeyse metalaşmamış bir şey bulmak çok zordur. Ancak bu sürecin toprak sınırı gibi bir sonu yoktur. Öyleyse kapitalizm tükenişin eşiğine nasıl gelecek?

Önce ezbere bildiklerimizden başlayalım.

Kapitalizmde üretimin sürekli toplumsallaşmasına karşılık paylaşımın özel mülkiyet temelinde kalması onun temel çelişkisidir. Bu gelişimin doğal sonucu olarak ortaya çıkan ve sistemin son yüz elli yıldır egemenlik ilişkisinin tanımlandığı tekelci mülkiyet, gelişimin veya daha açık deyimiyle üretici güçlerin gelişimin önünde engel olmaya başlar. Kapitalist pazar ilişkileri ise ekonomik krizleri tetikleyen bir mekanizma olarak çalışır. Üretimi provoke ettiği kadar, sonunda fazla üretimlerle devasa toplumsal israflara yol açar.

Buna karşılık öte yandan, kapitalist üretimde gelişimin zembereği başlıca kapitalistler arası rekabetten ve kapitalistlerle işçiler arasındaki sınıf savaşından (rekabetten) hız alır. Bu ikili rekabetin var olduğu koşullarda “gelişim” de var olmaya devam edecektir. Tekellerin varlığı veya sınıf uzlaşmalarının varlığı gelişimin yolunu tümüyle tıkamıyor. Ayrıca insanlığın “bilimsel teknik devrim” aşamasına tırmandığı günden beri gelişimin yeni bir zembereğinden daha söz edebiliriz. Bilimsel gelişim dâhilerin buluşlarıyla sınırlı olmaktan çıktığından beri, üretimle ilişkisi ve pazarda yeni bir ürün olarak metaya dönüşmesi arasındaki zaman aralığı çok kısaldığı için, kendi ürettiği güçle çalışan düzenekler gibi, teknik gelişimi sürekli körüklemektedir.

Bu temellerin içinden çıkıp gelen, kapitalist gelişimin özellikle son yarım yüzyılında güncelleşen çelişkilerine artık gelebiliriz.

İlki, bilimsel gelişimle tekelci mülkiyet arasındaki gerilimdir. Bu çelişki ya da gerilim tekelci mülkiyetin bilimsel gelişimi engellemesi noktasından kaynaklanmıyor, tam tersine bilimsel gelişim ile ortaya çıkan, bugüne kadar insanlık tarihinde görülmedik güç kaynaklarının nasıl kullanılacağında sorun yaşanıyor. Bunların ilki atom enerjisiydi. Şimdi yapay beyin, gen teknoloji gibi alanlarda hızlı gelişimler yaşanıyor. Bu gelişmelerin ortaya çıkardığı gücün kullanımı için ise yeni bir ilişki sistemi kurulmadı, ya da mevcut mülkiyet ve egemenlik sistemi geçerliliğini korumaktadır. Yüksek teknikli silahlarla insanlığı sürekli tehdit eden tekelci kapitalizm, eline çok daha değişik güç imkânları geçerse nasıl davranacaktır? Bu sorun insanlığın gündemine girmiştir, çözümün kapitalizmin bilinen çerçevesini zorlaması kaçınılmazdır. Sonuç olarak, bilimsel teknik gelişimle tekelci kapitalist mülkiyet ilişkilerinin çatıştığı nokta “engelleme” zemininden çıkmış, muazzam güç imkânlarının nasıl kullanılacağı noktasında kilitlenmiştir. Bu aslında kapitalizmde her şeyin metalaşmasının bir sınıra dayandığının çok önemli bir dönüm noktasıdır. Bilimsel ve teknik gelişim derinleştikçe kapitalizmin fetişi: meta darbe almaya başlıyor. Bu aynı zamanda aydınlanma çağının insanlığa kazandırdığı “ilerleme” veya “gelişim” kavramlarının da yeniden tanımlanmasını zorunlu hale getirmektedir. Tüketim çılgınlığını kışkırtan “buluşlar” insanlığın genel çıkarları açısından tam bir boşa harcama, israftır. Ancak bunu insanlığın kavraması için bu çılgınlığın bir doyum noktasına gelmesi gerekiyor. Aynı zamanda bu tüketim bolluğu ile dünyanın yoksulluğunun yarattığı gerilimden üreyecek kaçınılmaz şok darbeleri de kavratıcı olacaktır.

İkincisi, teknik üretici gücün adeta fırtınalı gelişimi kapitalist üretimde önemli yeni sonuçlar yaratmaktadır. Üretim araçlarının yenilenme periyodu daralmaktadır. Bu süre on- on beş yıldan beş-sekiz yıla düşmüştür. Bunun başlıca iki sonucu vardır. Sabit sermayenin yenilenme hızındaki artış ortalama kar oranlarında bir düşme yaratır. Bunun en doğal sonucu yatırımlarda gerilemedir. Dünyadaki istatistiklere baktığımızda tam tersine “doğrudan yatırım sermayesinde” bir artış vardır. Ancak bunun yeni yatırım anlamına gelmeyip daha çok yeni bir spekülasyon yolu olan özelleştirmeleri kapsadığı anlaşılır. Yeni teknikli alanlara -informatik sanayine- geçici kar oranları yüksekliğinden dolayı öylesine fazla sermaye akışı oldu ki şimdi bu sektör tüm dünyada krizdedir. Kapitalizm kar oranlarındaki düşmeyi “sıcak para” ve “özelleştirme”lerle aşmaya çalışıyor. Öte yandan, işgücü, artan bir şekilde üretim dışına itilmekte, sonuçta ortaya “toplumsal fazla nüfus” çıkmaktadır. Bu durum artık klasik işsizlikten farklıdır. Bu durum en çarpıcı bir şekilde kapitalizmin cehennem yüzü olan üçüncü dünya ülkelerinde görülmektedir. Kapitalist anayurtlarda “toplumsal fazla” daha az olsa da çoktandır “sosyologların” gündemine tartışma konusu olarak girmiştir. Burada sorulması gereken soru açıktır. Teknik gelişim nasıl yaşadığı belli olmayan bir “toplumsal fazla” ve kaçınılmaz olarak toplumsal bir çürüme yaratıyorsa, en sonunda tarihsel gelişim tarafından sorguya çekilmeyecek midir? Kapitalizm sadece üretim açısından değil, diğer yönlerden de toplumsallaşmadıkça bu sorunu çözemez. Ancak böyle “toplumsal” bir kapitalizm nasıl bir şey olur?

Aslında dünyada sınırlı ölçüde de olsa bunun örnekleri vardır. Sosyalizm yıkıldıktan sonra kapitalizmin kendi içindeki farklı yapılar tartışma gündemine geldi. Bir yanda tam anlamıyla “bireyci” İngiltere ve Amerika’yı kapsayan “anglo-sakson kapitalizmi”, öte yanda Japonya ve Almanya’yı kapsayan “toplumsal kapitalizm” bir çekişmeye girdiler. Aslında küreselleşme politikaları Washington ve Londra kaynaklıdır ve sürekli Almanya, Fransa ve Japonya’nın kapitalist yapılanmasını kendine benzetmeye zorlamaktadır. Hatta Bush’la birlikte Amerika, Japonya’nın uzun süredir krizde olmasını da fırsat bilerek, “Japonya Uzak Doğu’nun İngiltere’si olabilir mi?” sorusunu sorarak, böyle bir düş görmeye başlamıştır. Aslında küreselleşmenin bir yanı Amerika’nın zoruyla “toplumsal kapitalizmin” tasfiye edilmesidir.

Sonuç olarak, fırtınalı teknik gelişim kapitalizmi daha fazla “sosyalleşmeye” zorlarken, küreselleşme politikaları tam tersi yoldan gitmektedir. Bunun ilk elden sonuçları daha önce kazanılan sosyal hakların yitirilmesi, daha da kötüsü artan ve derinleşen toplumsal çürümelerdir. Bu gerilim bütün kapitalist dünyanın üzerinde gezinmektedir; ayrıca kapitalist anayurtlarla üçüncü dünya ülkeleri arasında gittikçe yükselen yeni bir “Berlin duvarı” çekmektedir.

Üçüncü çelişki, teknik karşısında insan üretici gücünün durumudur. Kapitalizmin manüfaktür döneminden başlayarak, insanın üretimdeki yetenek ve üretim bilgisi hızla makinelere geçmiş, bant sisteminde işçi tüm üretim yetenek ve bilgisinden uzaklaşarak sadece belli kas hareketleri yapan canlı bir makineye dönüşmüştür. Bu dönem aynı zamanda sınıflar mücadelesinin en yoğun yaşandığı tarihsel süreçtir. Her ülkede devrimler olmasa da, bant karşısındaki işçi, sonunda pasif dirençler geliştirerek, fordist sistem dâhilinde kalınarak tüm yeni tekniklerle amaçlanan üretim artışı zorlamalarını boşa çıkartmıştır. Bu tıkanmanın ilk sonucu “üretim adacıkları”na veya “team work” çalışma tarzına geçiş olmuştur. Artık işçi kas hareketlerinden öteye üretime, çok sınırlı da kalsa, yaratıcı düşüncesiyle de katılmaktadır. Ancak bu durum bir dönem sonra tıkanmalar yaşamaya başlamıştır. Kimi işletmeler “team work” biçimini, terk etmeye başlamıştır. Ancak kimse eski tarz fordizme dönüş yapamıyor. Buradaki çelişki, kapitalist mülkiyetten kaynaklanan egemenlikle, gittikçe daha fazla üretim bilgisiyle donanan işçi sınıfı arasındaki ilişkiden kaynaklanmaktadır. Bu süreç derinleşirse, üretim bilgisiyle donanmış bir sınıf için, kapitalist üretim araçları mülkiyeti ve banka spekülasyonları büyü ve anlamını yitirebilir. Süreç zikzaklar çizse de bu yönde akmaktadır. Teknik geliştikçe, üretim bilgisiyle donanmış bir işçi sınıfı kesimi yaratmaktadır. Kapitalistin mülkiyetten kaynaklanan egemenlik hakları ile “team work” işçisinin üretim bilgisinden kaynaklanan tercihleri arasında her zaman bir potansiyel çatışma alanı vardır.

Dördüncüsü, üretim tarzının ve tüketim çılgınlığının doğada yarattığı tahribattır. Doğa da bir üretici güçtür. Tekniğin çok geri olduğu dönemlerde doğanın üretimdeki etkisi çok belirleyiciydi. Teknik geliştikçe bu sınırlama ortadan kalktı. Bu kez aşırı hesapsız üretimlerle doğada yaratılan tahribat insanlığın geleceği açısından bazı alarm işaretleri vermeye başladı, insanlık bu gidişe gerektiği momentte ve uygun bir yöntemle müdahale edemezse yaşanacak “doğal” felaketlerin aslında hazırlayıcısı olacaktır. Bu gerçeklik dizginsiz kapitalist üretime kaçınılmaz sınırlar getirmektedir. Fakat henüz bu sınırlamalar uluslararası bir kural haline gelmediği gibi, özellikle üçüncü dünya ülkelerinde bu konu gündemde bile değildir. Dünya ölçüsünde konunun gündemleşmesi ve kesin uygulamaların başlaması için belki de büyük felaketler yaşanacaktır. Doğanın sınırlaması sonuçta kapitalist kar hırsına bir darbedir. Aynı zamanda üretim maliyetlerini arttıracağı için bu tahribatın bedelini yine çalışan kesimler ödeyecektir. Kapitalizmin sınırları içinde kalındığı müddetçe doğanın tahribatından doğacak felaketlerin bedelini de, tedbirler alınsa ortaya çıkacak maliyet artışlarının bedelini de çalışan kitleler ödeyecektir. Sonuçta, sırf kâr için yapılan üretimin doğayla çatışma noktasına gelmesi, kapitalist sistemin mantığına bir saldırıya dönüşebilir.

Beşincisi, kapitalizmin kendi yarattığı moral ve siyasi değerlerle çelişkiye girmesidir. Üç yüz yılı aşkın yüceltilen “birey” ve “bireysel çıkar” giderek “toplumsal gelecekle” çatışmaya girmektedir. Sosyalizmin yıkılışından ve dünyanın postmodern salıncakta sallanmaya başlamasından sonra müthiş bir değerler erozyonu başladı. Daha doğrusu uzun zamandır bu konuda yaşanan birikim bentlerinden boşandı. “Birey” olmak elbette tek başına bir olumsuzluk değildir. Kim nasıl değerlendirirse değerlendirsin insanlık gelişiminin kaçınılmaz bir basamağıdır. Kişinin komün içinde eridiği toplumsal yapılardan bugünlere gelindi. Kapitalizm bireyi “bireysel çıkarla” yüceltince ortaya kör bir bencillik çıktı. Yıkılan sosyalizm deneyine baktığımızda oradaki kolektivitenin ağırlıklı olarak kapitalizm öncesi köylü toplumlarından devralınan seviyeyi çok aşamadığını görüyoruz. Oysa şimdi insanlık kapitalizm içinde bencilliğin zirvelerine tırmandıktan sonra bir tıkanmanın eşiğine gelmiştir. Bu noktadan sonra toplum olarak yaşanacaksa-ki bu insanlığın varoluş biçimidir-birey ve toplum ilişkisi için kapitalizmin yarattığı değerlerin ötesine geçmek kaçınılmaz hale gelecektir. Sosyalizm deneyinin de gösterdiği gibi “bireysel çıkar”ın ötesine geçmek hiçbir kabalığı ve ezbere tavrı kaldırmaz. Sırf kararlarla ve hatta iktidar destekli hukukla olmaz. İnsanlık tarihsel bir moment olarak “bireysel çıkar”ı bir bakıma ondan kopuşacak derinliğe (ya da rezilliğe) kadar yaşadıktan sonra, başka bir değerler sistemine gebe hale gelebilir. 20. yüzyılda yaşanan sosyalizm deneyi bu konuya bir giriş oldu. Bu girişimin başarısızlığından sonra “bireysel çıkarlar” adeta çıldırdı. Eğer insanlığın öğrenme yolu hala böyle büyük savrulmalardan geçiyorsa, bu çok da kötü bir şey değil.

Öte yandan, sosyalizmin yıkılışı kapitalizmin siyasal değerler sistemine yeni bir itibar kazandırmamıştır. Burjuva demokrasileri bütün cazibesini yitirmiştir. Onun tarihindeki faşizm doğurganlığı hiçbir zaman unutulamaz. Bundan öteye sadece küreselleşmenin ilk on yılında batı demokrasilerinin sığlığı, ikiyüzlülüğü defalarca kanıtlanmıştır. Dünyadaki siyasal süreç, batı demokrasilerinin, çıkarların asma yaprağı olmaktan öteye artık bir rolünün kalmadığını hızla açığa vurmaktadır. İdeolojilerin öldüğünü ilan etmekle kapitalizm, aynı zamanda kendi mezarını kazmaya girişti. Evet, artık dünyada ülkeler ve bireyler arasındaki ilişkilerde ideolojik değerlerin bir rolü kalmamıştır, tek değer bayağı çıkarlardır. Bu bayağılaşmanın insanlık bilincinde karşı tepkileri kaçınılmaz bir şekilde birikmektedir. Sosyalizmin yıkılışıyla hızlanan neoliberalizm, diğer adıyla kapitalist sermaye birikiminin günümüzdeki biçimi, burjuva demokrasilerine fazla alan bırakmıyor. Bugün dünyanın hemen her yerinde ekonomi politikalar aynılaşmıştır. Bu durum, burjuva demokrasilerinin içini iyice boşaltan sonuçlar yaratmaktadır. Burjuva partilerinin farklı renklerini ortak bir griye dönüştürmektedir. Temsili burjuva demokrasileri özü çürümüş kabuklaşmalara uğruyor. Burjuva demokrasilerinin finans kapitalin çıkarlarıyla aynılığı ortaya çıktıkça, insanlığın geleceği açısından bir rolü ve çekim gücü kalmıyor. YDD ile bu süreç derinleşiyor.

Her şeyin metalaştığı, tüm ilişkilerin bireysel çıkarların terazisinde tartıldığı kapitalist sistem, sosyalizmin varoluşunun zoruyla kazandığı bazı “toplumsal özellikleri”nden hızla kopuşarak, kendi öz karakterini çok daha çıplak bir şekilde insanlığın gözleri önüne seriyor. Bu durum, kısmen uykuya dalmış sistem içi çelişkileri şiddetlendirerek, kapitalizmin aşılması için maddi ve düşünce zeminini besliyor.

Kapitalist Merkezler Arası Çelişkiler: Dünya devrimler tarihine baktığımızda savaş ve devrimlerin iç içeliği hemen göze çarpar. Bu iç içelik burjuva devrimleri döneminde geçerli olduğu gibi hemen ardından gelen proletarya devrimleri sürecinde de geçerlidir. İlk Sovyet iktidarı ve sosyalist sistem iki paylaşım savaşının ortamında doğmuştur. Emperyalist merkezler arasındaki gerilim ve savaşlar, halklar için büyük yıkımlar getirirken, öte yandan bu yıkımlara bir tepki olarak halk iktidarları için imkânlar yaratabiliyor. Kapitalist sistemin kendi iç çelişkileri derinleştikçe bu kendini sadece ülke içinde krizlerle göstermez, aynı zamanda bu krizler kendini kapitalist ülkeler arası savaşlara da taşır. Savaşlar büyük buhranların kanıtlarıdır.

Dünyadaki devrim imkânlarına bakarken kapitalist merkezler arasındaki ilişkilerin bugünkü durumuna da bakmak zorundayız.

Sosyalist sistemin yıkılmasından sonra beklenen “sonsuz barış” gelmedi; tam tersine bizzat kendilerinin itiraf ettiği gibi dünya daha tehlikeli bir gidiş içine girdi. Bugün merkezler arası ilişkiyi iyi tanımlamak gerekiyor. Yersiz “demokratikleşme” ve “barış” hayalleri bir yana, bugün dünya emperyalist güç merkezleri tarafından yeniden paylaşılmaktadır. Beş güç merkezi vardır: ABD, AB, Japonya, Rusya ve Çin. Bu merkezlerin her birinin kendine özgü güçlü ve kırılgan yanları vardır. Bugün en güçlü olan ABD, kendi rakiplerinin kırılgan yanları üzerinden egemenliğini daha da sağlamlaştırmak için yoğun saldırı durumundadır. Dünya olayları Amerika’nın attığı adımlara tepki üreterek akıyor. Bu gidişte ABD, kendisi için stratejik bir avantaj sağladığı için gerilim politikasından yanadır ve bunu uyguluyor. Özellikle 11 Eylül sonrası bu uygulama büyük bir hız kazanmıştır. Olaylar şimdilik bölgesel savaşlar seviyesinde gitmektedir. Savaş bölgelerden yukarıya tırmanarak bizzat güç merkezlerini içine alacak bir seviyeye çıkar mı? Bu soruya paylaşımın genel mantığı açısından cevap verirsek, bu tırmanışın kaçınılmaz olduğunu söylemek zorundayız. Ancak soruya tarih bilinci ve dehşet silahlarının varlığı açısından yaklaşırsak eskisi gibi bir topyekûn savaşın olasılığı azalır. Tam bu noktada ABD’nin bir stratejik amacına da vurgu yapmak gerekiyor: eğer “füze kalkanı” gerçekleşir ve Kuzey Amerika kıtası her türlü nükleer saldırıya karşı güvenlikli hale gelirse, Washington rakiplerini nükleer savaşla tehdit edecektir. Bu gerçekliklerden dünya olaylarına bakarsak, yaşanan bölgesel paylaşım savaşları, yaklaşan büyük fırtınanın ufuk çizgisindeki şimşek çakmaları olarak kavranması gerekiyor.

Yeniden paylaşımın iki doğal sonucu vardır: silahlanmada ve spekülasyonda artış!

Silahlanma yarışı Sovyetlerin çökmesiyle bir inişe geçmişti ve bu konuda olmadık rüyalara yatılmıştı ki yeniden tırmanmaya başladı. Dünyanın yeniden paylaşımı yaşanıyorsa bu silahsız olamaz! ABD, özellikle Avrupa ve Japonya’yı daha fazla silah harcamasına zorluyor. Yarattığı gerilim ve savaşlarla dünyada silahlanmanın tırmanışını kışkırtıyor. Paylaşım gerilimi silahlanmayı hızlandırıyor, yığılan silahlar gerilimi ve savaş olasılığını tırmandırıyor. Silahlanmada artışın savaş öncesinde doğrudan etkisi sosyal refahın daralmasıdır. Bu süreç işlemeye başlamıştır.

Öte yandan, sistemin çöküşüne kadar varabilecek kapitalist merkezler arası rekabeti bir denetime sokan II. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde uygulanmaya sokulan Bretton Woods antlaşmaları 70’li yılların ortalarından itibaren tek tek tasfiye edilmiştir. Bu süreç 90 sonrası iyice hızlanmıştır. Bugün merkezler arası rekabetin denetimini zorlayan ne Sovyetler var, ne de ABD’nin artık böyle bir sınırlamaya ihtiyacı. Yeni bir “rekabet” rüzgârı esiyor. Bu rekabetin odaklandığı nokta ise sermaye akışıdır. Sermaye akışının yönünü etkilemek için merkezler arasındaki spekülatif davranışlar çoğalmaktadır. Sıcak paranın borsalarda dolaşması, bütün sigorta ve emeklilik fonlarının borsalara akması, yeni yeni kızışan dolar ve Euro savaşı topyekûn olarak kapitalist ekonominin kırılganlığını arttırmaktadır. Sözde “doğrudan sermaye yatırımı” olarak istatistiklere geçen “özelleştirmeler” de aslında bu spekülasyonun bir diğer yüzüdür. Merkezler arası rekabetin doğal sonucu olarak yaşanan nefes nefese teknik yenilenme, canlı emeği üretim dışına ittikçe kar oranlarında kaçınılmaz düşmeler yaşanmaktadır. Bu ise, üretimi bir kapitalist için zahmet haline getirmektedir. Bu kanaldan gittikçe artan miktarda sermaye spekülasyona kaymaktadır. Spekülasyonun bizzat kendisi, sermaye akışında provokatif bir rol oynar.

Sonuç olarak, kapitalist merkezler arası rekabet onların tek tek iradeleri dışında sistemi krizlere sürüklemektedir, özellikle yaşadığımız günlerde, kapitalizmin son dönem göz bebeği “enformasyon sanayi” aşırı yatırım nedeniyle yapısal bir krize girmiştir. Öte yandan, Irak savaşının yarattığı gerilim ve “belirsizlik” sermaye hareketlerini sınırlamaktadır. Önümüzdeki süreçte buna benzer tarihsel çakışmalar tekrarlandıkça büyük bunalımların gelişi kaçınılmazlaşacaktır.

Kapitalizmin İki Yüzü (Merkezler ve Üçüncü Dünya) Arasındaki Çelişki: Merkezler ve üçüncü dünya arasındaki ilişki emperyalizmin başlangıcından beri üçüncü tarihsel dönemine girmektedir, öncekilerin çözemediği çelişkiyi bu yeni sürecin çözümlemesi bir yana, her gün aradaki gerilim yükselmekte ve uçurum derinleşmektedir. Merkezler ile geri ülkeler arasındaki gerilim kapitalist sistem dışındaki bir çelişki değil, tersine sistemin kendi iç çelişkisidir. Üstelik küreselleşme ile kapitalizmin bu iki yüzü ayrı kutuplar olmaktan çıkarak, çok daha iç içe geçmektedir.

Klasik sömürgecilik ulusal kurtuluş savaşları ile tasfiye oldu. Sosyalist gelişmeye karşı geri kapitalist ülkelere emperyalist merkezler “özgürlük” ve “kalkınma” vadettiler. Yeni sömürgecilik olarak anılan bu dönemde “özgürlük” yerine askeri diktatörlükler, “kalkınma” yerine yaratılan ithale dayalı ekonomilerle yeni bir sömürü biçimi yaşandı. Sömürge valileri çekilirken onların yerini yüzde yüz dışa bağımlı sözde sanayiler ve gittikçe yükselen dış borçlar aldı. Geri ülke ekonomilerinin dolar krizleriyle sık sık çöküntüye uğraması ve siyasi olarak da askeri darbeler yaşandı. Yeni sömürgecilik, 80’li yılların ortalarına gelindiğinde “borç krizi”yle tam bir tıkanışa girdi. Sosyalist sistem çökmeseydi tarih çok başka türlü yazılabilirdi. Ancak sistem çökünce tıkanan yeni sömürgeciliğin sürdürülmesi için yeni bir basamağa geçildi.

Bugün yeni sömürgeciliğin adı “küreselleşme” olmuştur. Dev dış borçlarla tıkanan üçüncü dünya ekonomileri merkezler açısından yükselen bir risk oluşturmaya başladı. 85-90 yılları arası, sömürünün nasıl devam ettirilebileceği doğrultusunda, merkezlerin yeni arayışları ile geçti. Bu arayışların en bilineni sanayilerin “ihracata yönlendirilmesi”dir. Bazı borç takasları da yaşandı. Ancak bütün bunlardan sonra özellikle Amerika’nın öncülüğünde geri kapitalist ülkelerle ekonomik ilişkiler yeni bir biçime sokuldu. Bu yeni biçimin başlıca iki elemanı vardır: mali piyasaların liberalleştirilmesi ve özelleştirmeler. Böylece geri kapitalist ülke ekonomileri adeta sınırları ortadan kalkmışçasına merkezlere bağlanmaktadır. Çok sık tartışılan “ulusal devletler kalkıyor mu?” sorunu bu anlamda gerçektir. Merkezler lehine geri kapitalist ülkelerin tüm “ulusal çıkarları” tasfiye edilmektedir. Ancak uçurum arttıkça merkezler kendi çevrelerine yeni bir Berlin duvarı örüyorlar. Onlar sınırlarını güçlendiriyorlar.

Merkezlerle üçüncü dünya ülkeleri arasında derinleşen çelişkilerin işleyiş yollarını birkaç başlıkta toplamak yararlı olur.

İlki, özelleştirmeler, yeni tekniğin istihdamı daraltan tarzda uygulanması, tarım sübvansiyonlarının kaldırılması ile kırların tasfiyesi üçüncü dünya ülkelerinde korkunç boyutlara varan bir “fazla nüfus” yaratmaktadır. Elbette bütün bu söylenenlerin hepsi gelip bu ülkelerde sömürünün sonucu olarak müzminleşen sermaye darlığına dayanır. Biriken sermaye çeşitli yollardan sürekli merkezlere akmaktadır. Sonuç, işsiz ve “ekonomi dışı” kitlenin sürekli büyümesidir. Bu durum uzun sürdüğünde ardından yoğun bir toplumsal çürüme süreci gelmektedir. Bu gidişin zirvesine şimdiden Latin Amerika ülkeleri çıkmışlardır.

“Brezilya’da toplumsal savaş alışılmadık boyutlara ulaşmış durumda. Rio kentinde 1987 ile 2000 yılları arasında mermiyle öldürülen 18 yaş altındaki çocuk sayısı Kolombiya, Yugoslavya, Sierra Leone, Afganistan, İsrail ve Filistin’deki çatışmalarda ölenlerin toplam sayısını geçiyor. Bu on üç yıl içinde, örneğin İsrail-Filistin çatışmasında bin kadar genç hayatını kaybetti; aynı dönemde bir tek Rio kentinde ergin olmayan 3937 genç öldürüldü…” (Le Monde, aktaran Özgür Politika, 21.11.02) Öfke sisteme yönelemeyince, sistem bizzat öfke duyanları çeşitli yollardan yok ediyor. “Fazla nüfus” çeteleşmeler eliyle tasfiye ediliyor.

Elbette bu tarz “toplumsal savaş” belli bir noktadan sonra gerçek hedefine yönelecektir.

İkincisi, merkezler geri ülke ekonomilerinin içine o ölçüde girmişlerdir ki, istemedikleri yönde bir gelişme, beklenmedik bir direnme olursa motive edilmiş ekonomik krizler yaratıyorlar. Uzak Doğu kaplanlarını kediye döndüren kriz tamamen böyledir. Bu, merkezlerin geri ülkeleri yeni bir işgal yoludur. Krizden sonra bu ülkelerde banka ve sanayi işletmelerinde önemli el değiştirmeler yaşanır. Türkiye’de de “cumhuriyet tarihinin en büyük krizi” böyle motive edilmiş bir krizdi. Ardından Derviş geldi ve bankalar operasyonu tamamlandı. Merkez bankası tam anlamıyla IMF’ye bağlandı. Ancak bu tarz operasyonlar halklarda yavaş ve dolambaçlı yollardan da olsa bazı bilinçlenmeler yaratıyor. Latin Amerika’da anti-Amerikan tepkiler yükselmektedir. Venezüella ve Brezilya’da böyle tepkiler hükümet oldular, elbette “iktidar” olmaları çok başka bir süreci gerektirir. Güney Kore’de yeni hükümet Amerikan politikalarına oldukça mesafeli bir duruş sergiliyor. Türkiye’de siyasal İslam “tek başına” hükümet oldu. Motive edilmiş krizlerle geri ülke ekonomilerini işgal etmek merkez ve yeni sömürge ülkeler arası ilişkide bir yenilikse, halklar da buna karşı yeni mücadele yolları geliştirmektedirler. Bu tepkileri yaklaşan yeni bir dönemin giriş işaretleri olarak algılamak gerekiyor.

Üçüncüsü, doğrudan bölgesel savaşlarla yapılan yeni işgallerdir. Bu sürecin Afganistan Savaşı ile derinleşmeye başladığını ve Irak ile bir sıçrama noktasına geleceğini söylemek yanlış olmaz.

Dördüncüsü, merkezler ve üçüncü dünya arasındaki ilişkinin ideolojik zeminidir. Soğuk savaş yıllarında bu ilişki “özgür dünyanın savunulması” ve “komünizme karşı savaş” parolaları altında yürütüldü. Bugün artık bir ideolojik zemin veya örtü yoktur. Daha doğrusu bulunan ideolojik gerekçeler zamanımız gibi olağanüstü pragmatik, geçici ve uçucudur. On yıl içinde “insan haklarından “uluslararası terörizme karşı savaşa” gelindi. Bu büyük sıçramayla birlikte bizzat kapitalist merkezlerde “özgürlükler mi, güvenlik mi?” sorusu gündemin en üst sırasına oturdu. Daha doğrusu oturtuldu.

Günümüz dünyasında yeniden paylaşımın göz doldurucu bir ideolojik kılıfı artık yoktur. Çok kısa sürede paylaşımdaki çıkarlar, günümüz tanrısı para bütün örtülerden soyunup ortalıkta en bayağı endamıyla dolaşmaya başlamaktadır. Bu gerçeklik bugün için toplum bilinçlerinde korkunç bir bencilik, çıkarcılık ve çürütme yaratıyor. Tüm insani değerler sonuçta paraya tahvil ediliyor. Ancak bu süreç bir kıyametin habercisi olmaktan öteye “derin” bir anlama sahip değildir. Postmodernizm bu bayağılığa bir felsefe derinliği kazandırmak istedi, fakat onun da ömrü fazla sürmedi. Artık yeni bir filizlenmenin toprağı olmaktan öteye bir anlama sahip değildir. Merkezler ve üçüncü dünya arasındaki ilişki ne ölçüde hızlı ve açık paraya tahvil olursa, bir çürüme eşiğinden geçerek de olsa, bu durum insaniliğin bilinçlenmesinde yeni bir seviye yaratacaktır.

Sonuç olarak, bu üç yönlü çelişki krizlerin ve elbette devrimlerin ateşleyicisidir. Ancak daha önce diyalektiğin kaba formülleştirmelerinde yapıldığı gibi hangisi “baş” hangisi “tali” konusunun yararsız bir ezbercilik olduğu artık yeterince anlaşılmış olmalıdır. Olayların gidişinde hangi çelişkilerin devrimi tetikleyeceği tamamen pratik gidişe ve krizin olgunlaşma sürecindeki gelişmelere bağlıdır. Bugün üçüncü dünya ile merkezler arasındaki fay hattında gerilim oldukça yüksektir. Büyük bir olasılıkla Irak savaşı sonrası merkezler arası ilişkiler de bir diş daha gerilecektir. Tarihten ders alacaksak, emperyalist paylaşım dönemleri halklar için büyük acılarla yüklü olmakla birlikte aynı zamanda devrim imkânlarıyla da yüklüdür.

Tüm kapitalist dünyaya (cennet ve cehennem yüzüne birlikte) baktığımızda başlıca iki tıkanma noktasına vurgu yapmak gerekiyor. Kapitalist üretimin inanılmaz bir hızla gelişmesi sonucu, cennette (kapitalist merkezlerde) insanlar toplumsal dokuyu paralize edecek ölçüde bencilleşiyor. Artan maddi zenginliğe karşılık yaygınlaşan moral yoksunluk, kapitalizmin genel gidişine -her şeyin metalaşmasına- karşı dirençler biriktirmektedir. Kapitalizm tapınağındaki meta-para tanrısı gittikçe itibar yitiriyor. Derebeylik düzeni, pek çok gelişmenin yanında köylünün ve genel olarak toplumun bilincinde “derebeysiz de yaşanabileceği” düşüncesinin gelişmesiyle yıkılışa geçti. Binlerce yıl egemen olan güçlü inanca göre “köylü beysiz yaşayamazdı.” Üç yüz elli yıllık kapitalizm her şeyi maddileştirdikçe, her kanala girip, tüm insani davranışları felç ettikçe, onun en tipik sembolü meta-para tanrısı her şeye egemen oldukça, aynı zamanda hızla itibar yitiriyor. Merkezlerde kapitalizmin mantığı içinde maddi zenginlik moral yoksunluğu şiddetlendiriyor. İnsanın bu tarz kaybı, tüm toplum ve üretim ilişkilerine güçlü bir gerilim yaymaktadır.

Cehenneme gelince, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi, hele yeni tekniklerle bunun olağanüstü hızlı ve çarpık gelişmesi, üçüncü dünyada insanı bencilleştirmek, moral değerlerinden yoksunlaştırmakla kalmıyor, insanlık doğrudan çürüyor. Üçüncü dünya ülkelerinde büyük bir nüfus kitlesi “üretim dışıdır”. Bu ülkelerdeki kapitalizmin genliği bu nüfusu üretim içine çekemiyor. Çünkü bu ülkelerdeki sermaye birikiminin büyük bir bölümü çeşitli yollarla (bu yolları genellikle IMF düzenler) cennete akar, oradaki üretim fazlasını oluşturur. O nedenle, bu nüfus fazlasının işler iyi gittiğinde “bir gün üretim içinde yer alabileceği” gibi bir beklenti tamamıyla yersizdir. Üçüncü dünyada kapitalizm geliştikçe nüfus büyük kitleler halinde kentlere yığılıyor, ancak bu yığılmanın eski günlerden iki önemli farkı vardır, ilki, her ülkede kapitalizmin ilk gelişim sürecinde açılan yeni iş alanlarıyla kırdan kopan nüfus işçileşir. Ancak bu süreç kırdan nüfus kopması devam etmesine rağmen, merkezlerle yürüyen sömürü ilişkileri sonucu oluşan üretim kıtlığı nedeniyle bir dönem sonra tıkanır, nüfus yığılması başlar. Üçüncü dünya ülkeleri genel olarak 80’li yıllarla böyle bir sürece girdiler. İkinci fark, kapitalist merkezler özellikle II. Dünya Savaşı sonrası yaşanan süreçte geri ülkelerden işgücü ithal ettiler. Üçüncü dünyanın kır ve kentlerindeki fazla nüfusun bir bölümü böylece merkezlere göçme imkânı buldu. Ancak bu süreç 70’li yılların ortalarından sonra tıkanmaya başladı. Bugün Berlin duvarı yıkıldığı için zafer çığlıkları atanlar kapitalist cennet adacıklarının çevresine yeni bir duvar inşa ediyorlar. Neoliberal politikalar, küreselleşmede adı altında sermayeye, teknik yeniliklere tam bir dolaşım özgürlüğü isterken, işgücünün küresel dolaşımının önüne duvarlar örmektedir. Bunun sonucu insanın çürümesidir. Yukarda verdiğimiz Brezilya örneği bu çürümüş dünyanın derinliğini anlatması bakımından çarpıcıdır. Kapitalizmin mantığı içinde bu nüfus fazlası ve çürümesine savaştan başka çözüm yoktur. Henüz topyekûn bir savaş çıkartamadığı için bölgesel savaşlara girişiyor veya Brezilya örneğinde olduğu gibi genç ve fazla nüfus polis çeteleri tarafından imha ediliyor. Üçüncü dünyadaki toplumsal çürüme için moral değerlerden yoksunluk deyimi çok hafif kalır. Orada sinsi yürüyen bir insanlık katliamı yaşanmaktadır.

Sonuç olarak, kapitalizm geliştikçe insanla olan çatışması derinleşiyor. Teknik-meta- para o kadar tanrılaştı ki, insanlık korkunç bencillik kabuğu içinde veya doğrudan çürümeyle yok oluşa itiliyor. Bu nedenle, yaşadığımız günlerde dünyanın yeniden paylaşım sürecinde, dolar ve petrol hesapları ne kadar çok yapılırsa, bu tanrıların lanetlenme zamanı da o kadar yaklaşacaktır.

 

Sosyalizmin Yıkılışından Sonra Teorik Devrim Sorunu

Yıkılış, devrim konusunda hem teorik hem de pratik sorunlar üretmiştir. Teorik sorundan başlarsak, bunun en tipik kendini gösteriş biçimi devrim sürecinde objektif ve sübjektif koşulların birbirinden kopuşmasıdır.

Sosyalizmin yıkılışından beri elbette dünyada genel bir devrimci yükseliş dönemi yaşanmadı, ancak tek tek ülkelerde yaşanan bazı gelişmeler böyle bir kopuşmanın ipuçlarını vermektedir. Latin Amerika’da Meksika, Peru, Arjantin, Venezüella ve Brezilya dâhil hemen pek çok ülke derin ekonomik krizler yaşadı. Arjantin’de bir yılı kapsayan bir halk ayaklanması yaşandı.

Uzak Doğu’da “Asya kaplanlarının “iyi giden” ekonomileri büyük bir krizle tökezledi.

Orta Afrika’da tam bir ekonomik ve sosyal çöküş yaşanıyor. Ülkeler arası savaşlar, kabile savaşları hemen on yıldır sürüyor ve büyük insan kayıplarına neden oluyor.

Ortadoğu’da tecrit edilmiş Filistin devrimi sürekli kanıyor; öte yandan, Kürdistan’da devrim bir noktaya kadar tırmandıktan sonra geriye çekilmeye başladı.

Türkiye on beş yıldan fazla savaş ve kriz ikileminde yaşıyor, hatta “cumhuriyet tarihinin en derin ekonomik krizi”ni yakınlarda yaşadı. Deprem ve kriz üst üste toplumu vurdu.

Eski sosyalist ülkelerde kapitalizmin restorasyonu sırasında korkunç acılar yaşandı, bu ülkeler çoktandır bilmedikleri açlıkla yeniden tanıştılar.

Öte yandan, dünya yoksullarıyla zenginlerinin arasındaki uçurumun gittikçe büyüdüğü biliniyor.

Bütün bu koşullara rağmen sübjektif etkenin, yani devrimci örgütlenmelerin büyümediğini biliyoruz. Bu hiçbir şeyin olmadığı anlamına elbette gelmiyor, ancak önceki dönemlerdeki gibi objektif koşulların yakıcılığında devrimci örgütlenmelerin büyümesi yaşanmıyor. Devrime götürebilecek pratik koşullardan devrimci düşünce ve devrimci örgütlenmeler üremiyor.

Objektif ve sübjektif koşullar arasında kopuşmalar özellikle devrimlerin geri çekildiği dönemlerde yaşanmıştır. Yenilgiden dersler çıkartılıncaya, bunların düşüncede sistemleşmesiyle yeni davranış yollarını yaratıncaya kadar böyle kopuşmalar yaşanmıştır. Bu kez büyük bir yenilgi, daha doğrusu bir çöküş yaşandı. Objektif koşulların ve düşüncenin birbirinden bu kopuşmasının en temel etkeninin Sosyalist sistemin yıkılışı olduğunu biliyoruz. Ancak bu kez kopuşma eski örneklerin sınırlarında kalmadı. Sosyalizmin yıkılışı bu kopuşmaya yeni bir nitelik kazandırdı. Düşünce ve pratiğin bu kopuşmasının kazandığı yeni nitelik kendini başlıca üç tarzda ortaya koyuyor.

İlki ve en önemlisi, devrimci mücadelenin iktidar hedefini yitirmesidir. Buna en tipik ve yakıcı örnek Arjantin olaylarıdır. Düzeni ve hükümetleri felç eden ayaklanma iktidar hedefi taşıyan devrimci bir halk örgütlenmesine sahip değildir. Eylemler iktidara yönelmedi. Mücadele biçimi olarak pek çok yenilik taşıyan Arjantin ayaklanması siyasal hedeflerde de olumsuz yönde bir “yenilik” içeriyordu. Toplantılarda ülkenin durumunu tartışan halk, kendine daha “namuslu” politikacı aramaktan öteye bir hedef koyamadı.

İkincisi, düşünce alanını postmodernizmin kaplamasıdır. Postmodernizm küçümsenişine aldırmadan mürekkep lekesi gibi günlük yaşamın “felsefesi” içine en kılcal yollardan sızıyor. Hedefsiz yaşamanın, toplumsal hedefler belirlemenin anlamsızlığı ve saçmalığı üzerine yükselen bu düşünce, aslında insan düşüncesinin pratikten kopuşmasıyla nerelere kadar saçmalaşabileceğinin çarpıcı bir örneğidir. Yaygınlığını doğrudan günümüz koşullarından almıyor, özellikle yaşanan son otuz yılın pratik sonuçlarından da alıyor. Bu anlamda geçmişi temsil eden bir düşüncedir. Sorun geleceğin düşüncesinin yeterince gürbüzleşmemesindedir.

Üçüncüsü, doğru bir hedefe yönelip örgütlenemeyen öfkeler sonunda dönüp bireysel sahiplerini vurarak yoğun bir toplumsal çürümeye yol açıyor. Objektif koşulların yarattığı öfke ve gerilim düşünce ve örgütlenme alanında yol ve hedef bulamayınca bizzat insanın düşünme yeteneğini dinamitliyor, felce uğratıyor, yok ediyor. Bu konuda medyanın “hizmeti” inanılmaz boyutlara varmıştır. Bilgi bolluğunda yaşanan cahillik tüyler ürperticidir.

Tarih bilincini yoklayanlar görebilir, feodal katılaşma kendinden önceki gelenekleri de gücüne katarak bireyin her türlü sivrilişine ket vurdu. Kapitalizm bu zincirleri kırarak bireysel yaratıcılığı şahlandırdı. Ancak günümüzde birey o ölçüde kendine düşkün, kabuğunun içinde ve bilgi bolluğuyla yaratılan cahilliğin kuşatması altında ki, geleceği kucaklayan bir düşünce yaratıcılığından gitgide kopuşmaktadır. Günümüzde yaratıcı düşünce artık birey sınırlarını ve çıkarlarını aşarak yakalanabilir. Ancak bugün bunun oldukça uzağındayız. Düşüncenin de çürüdüğü bir süreçten geçiliyor. Bunun toplumsal karşılığı her seviyede çeteleşmedir. Bu çeteler, derin devletlerin içinden kent sokaklarını paylaşan çetelere kadar uzanır. Kapitalist toplum bu anlamda bir çözülme sürecine girmiştir. Düzenin çimentosu olan ideolojik duruşlar “aşıldıkça” geriye çeteleri birleştiren çok kısa vadeli çıkar ittifakları kalıyor. Çeteler düşünce çürümesinin -toplumsal hedef yokluğunun- yaratıklarıdır, kendileri bir kez var olduktan sonra düşünce ortamını müthiş ölçüde çoraklaştırırlar.

Olaylar ve düşüncenin birbirinden bu kopuşmasının anlamı nedir? Marksizm yalanlanıyor mu? Her düşünce sistemi bir yanıyla içinde bulunduğu koşulların damgasını ve izini taşır, ancak bununla yetinmez içinde bulunduğu koşullardan hareketle geleceği de yakalamaya, daha doğrusu öngörmeye çalışır. Sosyal bilinç, gündelik insan duyguları gibi değişken ve kısa ömürlü değildir. Tarihsel dönemlerde birikir ve kendini yeni dönemlerde açığa vurur. Ancak koşullardaki köklü değişimler düşünce sistemlerinde kopuşmalar ve krizler yaratır. Bugün olaylar ve teori arasında belirgin bir kopuşma varsa, bunun somut anlamı, koşullarda köklü bir değişim olmasına karşılık, düşüncenin henüz bunu yeterince yakalayamamış olmasıdır. En genel hatlarıyla dünyada köklü bir değişim olduğunu bugün herkes söylüyor. Ancak bu değişimin devrim mücadelesine nasıl yansıyacağı konusunda her şey aynı ölçüde açık ve net değildir. Düşüncenin olaylardan kopuştuğu nokta tam da burasıdır. Kapitalizmin krizlerinin, dehşetli yoksullaşmanın eskisi gibi devrimci durumlara yol açmaması bir yana, sınıflar mücadelesinde bile eskiye oranla çok düşük gelişmelere neden olduğu görülüyor. Bu gerçeklikler yaşandıkça köklü değişimin sadece sosyalizmin yıkılışından ibaret olmadığı, bu çöküşün ve kapitalizmdeki değişimlerin etkilerinin sosyal mücadele alanında derin değişiklikler yarattığı yavaş yavaş kendini ortaya koyuyor.

Sonuç olarak, objektif koşullardan otomatik olarak o koşulları yansıtan düşünce üremiyor. Düşünce üretiminin yolu çok daha dolambaçlıdır. Sadece dönemsel koşullar değil, en az o kadar etkili olan tarih bilincidir. Öte yandan, insan düşüncesi düzenli yükselen doğru çizgiler gibi gelişmiyor. Git gellerle, savrulmalarla yolunu buluyor. Hemen yaşanmış canlı olayların etkisi, çok yakın tarih, içine girilen yeni koşulların basıncı ve bunların hepsinin üstünde veya bunları topyekûn kucaklayan tarih bilinci, yeni düşünce sistemlerinin ana rahmini oluşturur. İnsanlık, büyük ve yeni bir dönüm noktasındadır. O nedenle, bu dönüş yapıldıkça gelecek daha net ve ufuklu olarak görülebilecektir. Virajda görüş mesafesi kısalır.

Proletarya ve halk devrimleri açısından bu büyük tarihsel dönüşe bakarsak kapanan ve açılan dönemlerin özelliklerini şöyle sıralayabiliriz.

  • Kapitalizmin feodalizmden kalan engellerle boğuştuğu ve kırlardan nüfus çözülmesiyle işçilerin fabrikalara ve belli semtlere yığıldığı dönem, proletarya devrimlerini körüklemiştir.
  • İlk dönem kapitalizminin temel özelliği olan klasik sömürgecilik ulusal kurtuluş savaşlarının zemini yaratmıştır.
  • Bütün bu süreçler bölgesel savaşlar ve iki kez dünya savaşına dönüşen emperyalist paylaşım savaşlarıyla birlikte yaşanmıştır.
  • Sosyalist sistem dünya devrimci sürecine bir dönem hız vermiş, ancak daha sonra bu gelişimin yükünü taşıyamaz hale gelmiştir. İşçi sınıfı ve halkların yaşam düzeylerinde büyük iyileşmeler yaratsa da, üretimde ve sosyal yaşamda çalışan insanların yaratıcılığını besleyecek yaşam ortamını yaratamamıştır.

Sosyalizmin yıkılışı aslında belli bir süredir biriken büyük değişimlerin patlama şeklinde kendini ortaya koyması oldu. Yeni Dünya Düzeniyle girilen dönemin devrim imkânlarıyla ilgili kendini ortaya koyan ve yakalayabildiğimiz özelliklerini ise şöyle sıralayabiliriz.

  • Kapitalizm, merkezleri ve orta gelişmiş ülkeleri dikkate alırsak, artık feodal engellerle boğuşmuyor. Aynı zamanda işçi sınıfının fabrikalara ve belli semtlere yığıldığı, fordizmle üretimde sadece bir makine parçası gibi yer aldığı süreç değişiyor. “Üretim adacıklarıyla işçinin düşüncesinin ve yaratıcılığının da sömürülmesine geçiliyor.
  • Klasik sömürgecilik kalkmış olsa da, sömürü çok daha korkunç oranlarda sürüdüğü için kapitalizm dünyayı keskin bir şekilde ikiye bölmüştür. Geri kapitalist ülkelerde küreselleşme sonucu kentlere “üretim dışı” büyük bir nüfus kitlesi yığılıyor.
  • Topyekûn paylaşım savaşları seviyesine henüz çıkmamış da olsa, dünya yeniden büyük güç merkezleri tarafından paylaşılıyor. Bu, zaman zaman açık ülke işgalleriyle klasik sömürgecilik olgusunu geri getiriyor.
  • İşçi sınıfı yeni üretim biçimiyle parçalanıyor, sadece sınıf değil genel olarak toplumsal parçalanma yaşanıyor. Bunun ilk sonucu çeteleşme ve modern tarikatlaşmaların yaygınlaşması oluyor.
  • Yeni dönem için yukarıda sıraladıklarımız kesin özellikler taşıyor. Kısa ömürlü özellikler değildir. Bunların yanında bir geçiş dönemi içinde bulunduğumuz için sadece bu süreci kapsayacak gelgeç olgularda ortaya çıkıyor. Bunlardan en tipikleri düşünce biçimi olarak postmodernizmin yaygınlaşması, sınıf mücadelesi kültürünün önüne ulusal ve etnik kültürlerin geçmesi ve iktidar ufkunu yitiren siyasal mücadele biçimleridir. Bunların “uzun” ömürlü olmayacağını söylemek yanlış olmaz. Bunu neye dayanarak söylüyoruz? Elbette böyle bir öngörüde bulunmak ancak tarih bilincine dayanarak mümkündür. İnsanlık bir toplumsal düzenden diğerine geçerken “fetret devirleri” yaşamıştır. Bu düzen değişiminin yarattığı bir bakıma doğal bir sonuçtur. Güçler bozulup yeniden dizilirken ortaya bir “fetret devri” çıkmaktadır. Elbette, geçiş dönemi sonunda, sınıfsal-sosyal güçlerin nasıl yeniden dizileceğim bugünden kestirmek mümkün değildir.

Postmodernizm, gelecekle bir bağ kurmadığı için, yerini kaçınılmaz bir şekilde geleceği düşleyen, tasarlayan ve bu yolda davranan düşünce sistemlerine bırakacaktır. Bırakmaktadır.

Sınıf mücadelesinin yok olduğunu söyleyebilmek için ise sınıfların ortadan kalkması gerekir. İşçi sınıfı ve çalışan kitleler yaşadıkları yenilginin ve üretim biçimindeki değişimlerin sonucu “örgüt”, “siyaset”, iktidar” ve “sınıf” gibi kavramlardan uzağa savrulsalar da, gerçeklik olarak var olmaya devam ediyorlar. Üstelik egemen sınıfların varoluş ve örgütlülüklerinde değil bir zayıflama tam tersine dakiklik ve mükemmellik öne çıkıyor. Sınıfların hangi değişimlere uğrayacağını ve sınıflar mücadelesinin yeni biçimlerini bugünden kestirmek elbette olası değildir, ancak postmodernizmin oturgan düşünce ağlarında uyuklamayacaksak, bu yönde her değişimin ipucunu ilk önce yakalamaya hazır olmak gerekiyor. Bir dönem sınıflar mücadelesinin çok baskın hale gelmesiyle çok gerilerde kalan kültür ve etnik özelliklerin yeniden toprağın altından filiz vermesi sınıf mücadelesine bir handikap değil, daha zengin mücadele sentezlerinin yaratılması yolunda imkânlar ortaya koyan bir gelişmedir.

İktidar ufkundan kopuş da geçiş döneminin en tipik olgusudur. Sosyalist iktidarların yarattığı derin düş kırıklığı, sadece bu değil, egemen sınıfların yeni tekniklerle artan gücü, iktidar hedefini düşüncelerde “gereksiz” ve “ulaşılamaz” hale getirdi. Öte yandan, sınıflar mücadelesi sürecinin sosyalizmin yıkılmasıyla büyük bir kesintiye uğraması karşısında çok tekrarlanan bir yakınma ortaya çıktı: “İktidar zehirliyor!” Doğru! Ancak yeni bir toplumsal düzen yaratılırken insanlığın elinde “iktidar”dan başka araç yok! İktidar konusuna günümüzde moda olan bu anarşist yaklaşımlar en son tahlilde mevcut egemenlerin egemenliğini ebedileştirmekten başka bir sonuç yaratmaz. Ayrıca yetmiş yıllık sosyalist iktidarlar deneyinden sadece bu sonucu çıkartmak körlük değilse, bilinçli olarak sınıf mücadelesi alanını terk etmek anlamına gelir, iktidar sadece “zehirlemez”, değişim için muazzam imkanlar da yaratır. Olayın bu yüzüne bakmaya ve imkanları görmeye niyetli olanlar gelecekle ilgili çok başka sonuçlar çıkartabilir.

Güçler dengesinden dolayı iktidar hedefinden vazgeçmek ise, tarihsel süreci sadece egemen sınıflar yönünden okumak anlamına gelir. Bu konuda dünya tarihi ve günümüz olayları iyi okunmalıdır.

Zapatistalar günümüzün iktidar hedeflemeyen “postmodern gerillaları” olarak adlandırıldılar. Bu hareketin kendine özgü yanları büyük ilgi çekti. Yerli kültürüyle devrimci düşüncenin sentezini yaratışları ders alınacak pek çok nokta içeriyor. Ancak gelinen noktada Marcos “sabrımız tükeniyor” demeden edemiyor. Çünkü, Zapatistaların bütün yeniliklerine rağmen bir şey eskisi gibi durmaya devam ediyor. Bu da: Meksika’daki egemen sınıf iktidarı ve onun davranışlarıdır. Benzer bir örnek bölgemizde yaşanmaktadır. Kürdistan’da PKK’nin stratejik dönüşüne, iktidar hedefini terk etmesine ve “üçüncü alan” teorisini geliştirmesine rağmen, Türk egemenleri egemenlik tarzlarında bir değişiklik yapmadılar.

Dünya ölçüsünde olaya bakarsak, küreselleşmenin balayı günlerinde, özellikle Clinton döneminde, “insan haklan” ve “demokrasi” konusunda olmadık hayaller ortalığı kapladı. Sanki emperyalizmin, dünya ölçüsündeki egemenlik biçimi insancıl bir kabuk değişimine uğruyordu. Evet, bu karmaşanın altında bir gerçek yatıyordu. Dünyada yaşanan alt-üstlüklerden dolayı, emperyalizm, egemenlik ilişkilerini ve biçimlerini yeniden tanımlamak zorundaydı. Ancak bu tanımlama içinde halklara olmadık düşler kurdurtacak hiçbir gelişim yoktu. Bu çok geçmeden ortaya çıktı.

Sonuç olarak, iktidar ufkunu yitirmiş bir sınıf mücadelesi olmaz. Olsa olsa düzen içi bir “muhalif hareket” olur. Yaşadığımız geçiş döneminin bu tipik olgusu yaşanan ve yaşanmaya devam edecek olan düş kırıklıkları ile yerini iktidar mücadelesine bırakacaktır. Bu yolun hangi sancılı süreçlerle yaşanacağını bilmiyoruz.

Günümüzün temel sorusu: insanlık tarihindeki çok önemli bir dönüm noktasını anlatan yaşadığımız bilinç kırılması, nasıl daha yetkin bir bilinç seviyesine tırmanacaktır? Kapitalizme karşı bir iktidar mücadelesiyle! Kapitalizmin ufkunu aşmayan hiçbir mücadele yaşanan bilinç kırılmasından kopuşamaz.

Geçiş döneminden çıkışın henüz kesin işaretleri yok. Hala objektif koşulların zaman zaman çok derin krizlere varmasına rağmen, sübjektif koşullar, yani devrimci mücadele için bilinç ve örgütlenme seviyesi çok düşük. Bilinç birikimi radikal sıçrayışlar yaratacak noktalara tırmanmadı. Ancak YDD’nin ilk yıllarındaki bilinç şaşkınlığından kopuşma gittikçe artıyor.

Subjektif koşullardaki bu gerilik krizler ve devrim ilişkisine yeniden bakmayı gerektiriyor.

“Devrimler hiçbir zaman “yapıl”mazlar. Devrimler (partilerin ve sınıfların iradelerine bakmayarak) objektifçe olgunlaşmış krizlerden ve tarihi kopuşmalardan çıkagelir.” (Lenin, II. Enternasyonalin Çöküşü, aktaran, H. Kıvılcımlı, Devrim Nedir?) Lenin’in bu tespiti 1905 ve 1917 Şubat Devrimi için tam anlamıyla doğrudur, ancak 1917 Ekim devrimi için aynı ölçüde doğru değildir. Ekim devrimi “olgunlaşmış krizlerin” ve “tarihsel kopuşmaların” içinden çıkageldiği kadar, aynı zamanda, Bolşevik partisi tarafından “yapılmıştır” da! “Oluş”tan “yapılış”a bu gidişi Avrupa’daki proletarya devrimleri sürecinden de görebiliriz. I. ve II. Enternasyonal döneminde, özellikle Marks-Engels yıllarında, işçi sınıfı mücadelesinde kendiliğinden davranışların rolü büyüktür. Rosa Luxemburg kendiliğinden mücadeleyi en yüksek noktasına doğru teorize ederken, aynı dönemde Lenin, “kendiliğindenciliği” eleştirip, Avrupa işçi partilerine hiç de benzemeyen bir partinin inşa çalışmaları içindeydi.

Sonradan mücadele deneyleri zenginleştikçe bir gerçek ortaya çıktı. Her ülkede kapitalizmin ilk gelişme döneminde yaşanan sınıflar kopuşması sürecinde kendiliğinden hareketler hem ağırlıkta oluyor, hem de bu hareketler devrimci mücadeleye güç taşıyordu. Bu süreç bir kez yaşanıp, sınıflar bir dönem yürüttükleri mücadele ile birbirlerini sınayıp tarttıktan sonra, kendiliğinden mücadelelerin rolü zayıflarken, öte yandan, devrimci mücadeleye doğrudan güç taşıma özelliğini yitiriyordu. Bu süreç, her kapitalist ülkede kendine özgü tarihsel dönemler olarak yaşanmıştır. Ancak sosyalist sistemin çöküşünün yaşanmasıyla birlikte artık tüm dünya için kendiliğinden mücadele sürecinin kapandığını söyleyebiliriz.

Bu gerçekliğe ilave olarak günümüzde krizler ve devrim bağlantısıyla ilgili iki noktaya daha vurgu yapmak gerekiyor. İlki, merkezler tarafından kışkırtılan ekonomik ve siyasal krizler gerçekliğidir. Dünya ekonomisinin iç içeliği ve merkezlerin geri ülke ekonomilerini finans hareketleriyle tamamen kontrol edebilmeleri sonucunda artık planlanmış krizler yaşanabilmektedir. Rusya’da, Uzak Doğu’da, Türkiye’de ve bazı Latin Amerika ülkelerinde, böyle, merkezler tarafından kışkırtılmış krizler yaşandı. İkincisi, iletişim ağının güçlenmesi sonucunda bilinçlenme veya tam tersi “yanlış” bilinçlenmenin artmasıdır. Medyanın gücü, eski devrimci dönemlerin ajitasyon çalışmalarıyla kıyaslanırsa hemen kavranabilir. Bilinçleri ve davranışları, eski yazılı basınla karşılaştırılamayacak ölçüde hızlı ve yaygın motive edebilmektedir. Egemenlik ilişkileri içinde bu durum, devrimci çalışma için bugün bir dezavantaj olarak görünse de, yarın imkânların zenginleşmesiyle büyük avantajlara kapı açabilir.

Bütün bunlar devrimde iradenin rolünü arttıran etkenlerdir. Elbette bir devrimin sırf iradeyle gerçekleşmesi mümkün değildir. Devrim “olgunlaşmış krizlerden” ve özellikle “tarihsel kopuşmalardan” çıkagelir. Ancak bu çıkagelişin devrimin sübjektif koşullarını beslemesi dünkü kadar “kolay” ve doğrudan değildir. Arjantin ayaklanması bunun güzel bir kanıtıdır. Objektif koşulların fırtınalı derinliğine rağmen ortaya bir devrimci irade çıkmamıştır. Öte yandan, iyi örgütlenmiş devrimci iradenin, elbette belli sınırlar içinde, çok şeye yetenekli olduğunu, Zapatistalar ve PKK mücadelesi göstermiştir. Bu iki harekette sanki ortalıkta yaprak kımıldamazken çıkış yapmışlar ve önemli mevziler elde etmişlerdir. Bu iki farklı uçta duran örnekler, devrimin objektif ve sübjektif koşullarındaki kopuşmayı iyi anlatmaktadır. Kopuşmadan buluşmaya doğru sancılı bir birikim sürecinin yaşandığını biliyoruz. Bu süreçteki her deney birikim sürecini kısaltmak için büyük önem taşıyor.

Sosyalizmin çöküşü kapitalizmi krizlerinden kurtarmadığı gibi, kısa bir balayı döneminden sonra, krizlerin derinleşmekte olduğunu ve dünya ölçüsünde paylaşım gerilimlinin arttığını görüyoruz. Devrim için objektif koşullar ara vermeksizin birikmeye devam ediyor. Ancak sübjektif koşullar için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Çöküş, subjektif birikim olarak ne varsa hemen büyük bir bölümünü havaya uçurdu. Bilinçler bulandı, hedef silikleşti, daha önce oluşturulmuş devrim stratejileri erozyona uğradı, taktikler kısırlaştı ve örgütlenmeler eridi, daha öteye yenilginin şoku kitlelerde örgütlenmeden kaçış yarattı. Herkes dünyadaki gidişten şikâyetçi… Dünya egemenlerinin örgütlenmeleri her gün daha mükemmelleşiyor. Ancak yenilgiden bilinç, ruh ve fizik olarak yara alan büyük bir kitle, “örgüt” ve “hiyerarşi” sözünü duyar duymaz tüyleri diken diken oluyor. Güzel! Gözümüzün önünde örgütlenmesini her gün yetkinleştiren egemen sınıflara karşı bir başka mücadele biçimi yaratmadan örgütsüzlüğe methiye düzmek, sonuçta ezilmeyi ve sömürülmeyi hak etmek anlamına gelir. Ağlayıp sızlanmakla egemenlerle dövüşülemiyor.

Sonuç olarak, yılların sübjektif kazanım ve birikimi sistemin çöküş depremiyle büyük ölçüde yitirildi. Şimdi başlıca iki kaynaktan beslenerek sübjektif koşullar yeniden birikiyor. Yaşanan ve büyük bir çöküşle noktalanan mücadele döneminden çıkartılan dersler ve günümüz koşullarının yeni özelliklerini kavrayan bir bilinçlenme, devrimin sübjektif boşluğunu dolduracaktır. Eskiden dersler çıkartırken de, yeniyi kavrarken de, bir konu çok önemlidir. Yaşanan tarihsel bilinç kırılmasından tam bir çöküşe uğranmışsa, her yenilikten hareketle, bunların sığ ve tek yanlı kavranmasıyla, kapitalist düzenin derinliklerine çekilmek için “yeni teoriler” yaratılabilir. Sol liberalizm bunu yapıyor. Tam tersi bir noktada duruluyorsa, bilinç kırılmasının çatlağından kapitalizmin derinliklerine düşülmediyse, yaşanan bilinç parçalanmasını yetkinleşme yönünde aşma kararlılığı varsa, eskinin hatalarından kopuşma ve her yeni olguyu kavrama, sonunda kapitalizme karşı yeni stratejik duruşun yaratılmasına hizmet eder. Zaman alır. Korkunç zahmetli ve ağrılı bir süreçtir. Ancak sonunda, bir kez daha, “zafer önce kafalarda kazanılır.” Böylece yeni bir tarihsel dönem açılır. Sübjektif koşullarda birikim ve olgunlaşma denen şey, özünde, “zaferi kafada kazanmakla” başlar.

Dünyaya kırık ve yıkık liberal sol bir bilinçle bakarsanız başka şeyler görürsünüz; yeni bir tarihsel mücadele dönemini açmaya çağrılı olarak bakarsanız çok başka şeyler görürsünüz.

Sosyalizmin Yıkılışından Sonra Pratik Devrim Sorunu

Devrim koşulları olarak sanki I. Dünya savaşı öncesinde gibiyiz. Ancak çok önemli bir farkla, bütün bir 20. yüzyıl devrimlerle yaşanmış ve bir yıkılışla kapanmıştır. Bunun yarattığı bilinç travması çok önemli bir farklılıktır. Buna yukarıda yeterince değindikten sonra devrim için elimizdeki stratejik değerleri pratik gözle yeniden irdelemeliyiz.

İlk önemli stratejik veri: dünyada yaşanan emperyalist yeniden paylaşım ve bunun sonucu olan güç merkezleri arasındaki yükselen gerilimdir. Sosyalizmin yıkılışıyla ilk ortaya atılan “barışçıl ekonomik yarış dönemi”nin başladığına dair beklentiler hızla yerle bir olmuştur. Olmak zorundaydı. Kapitalizm başka bir düzene evrimleşip temel özelliklerini yitirmedikçe “yarış”, “rekabet” veya “paylaşım” mutlaka teknik, sermaye ve silah gücüyle birlikte yürür. Sırf ekonomik rekabet diye bir olgu emperyalizm koşullarında sadece bir düştür. Mümkün değildir. Ancak dünya, neredeyse yüz yıldır yaşananlar nedeniyle, silah ve zorun sadece sosyalizmden kaynaklandığına inandırılmıştı. Böyle olmadığının anlaşılması için on yıl yetti ve arttı.

Emperyalist yeniden paylaşım güç merkezleri arasındaki gerilimi arttırıyor. Son yaşanan Irak olayı bu gerilimi oldukça yüksek noktalara çekti. Güç merkezleri arasındaki gerilim dünyada büyük yıkımlara da yol açabilir, devrim için imkânlarda yaratabilir. Dünya da bir “kaos”dan korkması gerekenler devrimciler değil, dünya egemenleridir. Kendi aralarındaki çelişkiler ve çatışmalar dünyada giderek artan ölçüde bir “düzensizliğe” yol açabilir. ABD’nin dünyayı istediği gibi şekillendirme çabaları aslında dünyadaki güç dengelerini bozacağı için tam tersi sonuçlar doğuracak, düzen yerine “kaos” yaygınlaşacaktır. Bu durum dünya halkları için imkân demektir. Elbette böyle imkânlar kendiliğinden ayağımıza gelmez, güçlü örgütlenmeler ve ustaca mücadele taktikleri ile imkânlardan yararlanılabilir.

İkinci önemli stratejik veri: üçüncü dünyada kapitalist ilişkilerin yaygınlaşmasının yarattığı çözümsüz açmazlardır. Özellikle 80’li yıllar sonrası geri ülkelerde yeni bir kapitalist gelişim dalgası yaşandı; böylece kırlardan üçüncü dünya kentlerine büyük bir nüfus yığınağı oldu. Teknik gelişimin işgücünü azaltması; bu ülkelerdeki sermaye birikiminin çeşitli yollardan merkezlere akmasıyla ortaya çıkan sermaye kıtlığı; kentlere yığılan nüfusun “ekonomi dışı” kalması sonucunu yaratmaktadır. Bu “fazla nüfus” önceki süreçlerdeki gibi gelişmiş merkezlere de akamadığı için ülke ekonomik ve sosyal yaşamında sürekli bir gerilim yaratmaktadır. Bu durum yaygın toplumsal çürümelere yol açmakta, öfke toplumsallaşamadıkça kendini tüketen sonuçlar yaratmaktadır. Fakat bu durum, neredeyse kapitalizmin belli ölçülerde geliştiği tüm üçüncü dünya ülkelerinde geçerli bir olgu haline geldiği için, devrimci gelişimlere yol açabilecek sürekli bir gerilim hattı oluşturmaktadır.

Üçüncü önemli stratejik veri: üçüncü dünyanın merkezlerden kopuşması gerçekliğidir. Yaşanan klasik sömürgecilik ve yeni sömürgecilik yılları bu yolda oldukça güçlü birikimler yarattı. Sosyalizmin yıkılışıyla ilk anda ortalığı kaplayan sahte umutların yerle bir olması için ise fazla zaman gerekmedi. Artık üçüncü dünya, Batıya, “uygarlığın merkezi” olarak bakmıyor. Henüz ekonomik olarak değilse bile, moral ve bilinç olarak geri kapitalist ülkeler merkezlerden kopuşuyor. “Amerika’nın keşfinin” beş yüzüncü yıldönümünde tüm Latin Amerika’yı “beş yüz yıl yeter” kampanyaları kaplamıştı. Bunun sırf bir kampanya olmadığını, biriken derin tepkilerin bir dile gelişi olduğunu bugün Latin Amerika’da yaşananlardan anlıyoruz. “ABD’nin arka bahçesi” her geçen gün yeni olaylarla kaynıyor. Öte yandan, 11 Eylül saldırısından bir hafta önce Güney Afrika’nın Durban kentinde toplanan ırkçılıkla mücadele konferansında üçüncü dünya ülkeleri Batı’yı sömürgecilikle ve köle ticaretiyle suçladılar, kendilerinden özür dilenmesini istediler. Sonunda ABD ve İsrail bu konferansı terk etmek zorunda kaldı. Bu olay, geri kapitalist ülkelerin emperyalist batıyla yaşanan bilinç kopuşmasının tipik bir örneği olmuştur. Küreselleşme soygunu bu kopuşmayı derinleştiriyor. Üçüncü dünya üzerinde Batı’nın büyülü ve göz kamaştırıcı etkisi artık tarih olmuştur. Batı uygarlığına ulaşmak için kendi kültürünü aşağılamak, onun yaşam biçimine ayak uydurmak için kendini inkâra sapmak, onunla her ekonomik ve siyasi ilişki sonunda hep kaybeden olmak, yüz elli yılı aşkın çeşitli biçimlere giren emperyalist sömürü üçüncü dünya ülkelerinin bilincinde güçlü birikimler yaratmıştır.

Sosyalizmin yıkılışı üçüncü dünya ile merkezler arasındaki kopuşmayı durdurmamıştır. Sosyalist sistemin varlığında bu kopuşma ulusal kurtuluş savaşları, devrimler ve güç odağı olarak da “Bağlantısızlar Bloku” olarak kendini ortaya koymuştu. 80’lı yılların sonunda Sovyetler çökünce bütün bu birikimin yok olduğu sanıldı. Artık kapitalizm dünyanın her köşesinde egemen hale gelmişti. İşte tam da bu nedenle hızla kapitalist merkezlerle üçüncü dünya ülkeleri arasında kopuşma yaşanmaya başlandı. YDD ve küreselleşmenin yeni bir emperyalist paylaşım ve soygun olduğunun anlaşılması için 90’lı yılların ortasına gelmek yetti. Günümüzde ise artık kopuşma çok daha somut hale gelmiştir. Bu kopuşmaların siyasal rengi ve biçimi bölgelere, ülkelere göre değişiyor, ancak kopuşma gerçeği değişmiyor, her geçen gün derinleşiyor. Bu durum emperyalist merkezler için dünya egemenliğinin sürdürmesinin maliyetini yükseltir. Üçüncü dünya ülkeleri çeşitli güç merkezlerine dayanarak kendi egemenliklerini sürdürmek için daha fazla hareket alanına sahip olabilirler. Ancak bütün bu dans edişler sonunda emperyalist dünya egemenliğinin aşınmasına yol açar. Güç merkezleri arasındaki artan gerilimle, üçüncü dünyanın merkezlerden kopuşması gerçekliği birlikte düşünüldüğünde, bu durum, üçüncü dünya devrimleri için yeni bir zemin yaratır.

Dördüncü önemli stratejik veri: yeni paylaşım savaşının ideoloji yoksunluğudur, ilk sömürgecilik döneminde Batı dünyası “barbar halklara” “uygarlığı” taşıdığını ileri sürdü. İkinci paylaşım, sosyalizme karşı topyekûn savaşa dönüştü. Batı, komünizme karşı “hür dünyanın” koruyuculuğuna soyundu. Sovyetlerin yıkılışından sonra ise zafer kazanan Batı “ideolojiler öldü” çığlığını büyük bir keyifle atmıştı. Ancak yeniden paylaşımın temposu yükseldikçe bu ideoloji boşluğunun sorun olmaya başladığı hemen ortaya çıktı. Önce “insan hakları” ve “demokrasi” bayrakları sallandı; çok sürmedi oğul Bush “teröre karşı mücadele” silahını sallamayı tercih etti. Fakat bu kavramlar, artık bir ideolojik zemin olamayacak ölçüde dar ve yıpranmış kavramlardır. Irak savaşı ile derme çatma ideolojik örtü arayışları da uçtu gitti. Ortada bir tek gerçek kaldı: “Amerikan çıkarları!”

Günümüzdeki emperyalist yeniden paylaşım savaşlarının artık bir ideolojik zırhı yoktur. “İdeolojiler ölmemiş miydi?” Buna en çok sevinen Batı dünyası değil miydi? Şimdi bu gerçekliğin mantık sonuçları yaşanacaktır. Yeni paylaşım savaşlarına istendiği ölçüde medya ile bir ideolojik zemin yaratılmaya çalışılsın, artık bu mümkün değildir. Daha doğrusu ortada açık bir ideolojik zemin vardır, o da büyük güç merkezlerinin çıkar çatışmalarıdır. Bu çatışmanın ilk sırasına, kaçınılmaz bir şekilde “süper güç” ABD’nin çıkarları yerleşmektedir. Bu gerçeklik dünya insanlığı için hiç bu kadar çıplak hale gelmemişti. Artık dünyada ne oluyorsa bunun sorumlusu emperyalist merkezler ve kapitalizmdir. Kapitalizmin doğuş günlerinde feodal değerlere karşı savunulan “özgürlük”, “eşitlik” , “serbest ticaret” gibi kavramların bugünün dünyasında kapitalistlerin ağızında artık hiçbir çekiciliği yoktur. Bugünün dünyasının tanrısı paradır; en önemli değer bencilliğin zirvelerine tırmanan bireyselliktir. Günümüzün bu çıplak mantığından baktığımızda Washington’un dünyaya “Amerikan çıkarlarını” dayatmasının tuhaf bir yanı yoktur, işte bu gerçeklik, dünya halkları için yeni bir bilinçlenme fırtınası yaratmaya adaydır. Bilincin yoğunlaşması ve mücadeleci aracı haline gelmesi ise ideolojidir.

Sosyalist sistem, dünyaya “Amerikan çıkarlarının” dayatılması, ABD’nin en yüksek teknikli silahlarla dünyayı yangın yerine çevirmesi, dünya sermaye birikimini haraç mezat kendi kıtasına çekmesi için yıkıldıysa, hızla yeniden kurulmalıdır. Yeniden paylaşım en bayağı çıkarlar zemininde derinleştikçe dünya halklarının bilinçlenmesi hız kazanacaktır. Üstelik ezilen insanların önünde hataları ve deney birikimiyle sosyalizm, yetkinleştirilecek bir ideolojik silah olarak durmaktadır.

Son olarak, günümüz mücadele biçimleri bir stratejik değer seviyesine doğru hızla birikim yapmaktadır. Dünya kapitalist sistemine karşı yükselen tepkiler ideolojik, siyasal ve pratik mücadele yolları olarak çok çeşitli biçimlere girmektedir. Buradan ilk çıkartılması gereken sonuç, emperyalizmin dehşetli silah ve güç üstünlüğü, bir yandan umutsuzluk üretirken, öte yandan zengin mücadele biçimlerinin yaratılması yollarını zorluyor. Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya ve bizzat kapitalist merkezlere kadar her yer çeşitli mücadele biçimlerinin kendini ortaya koyduğu zengin birikim alanları haline gelmiştir. Bazı mücadele ve örgüt biçimleri yaklaşan sürece damgasını vuracaktır. Ancak şimdi bir birikim sürecinden geçiliyor. Her şeye merkezlerin korkunç silah üstünlüğünün çizdiği bir alın yazısı egemen değil, tam tersine her yaşanan yeni bir çıkışla geleceğin tablosunun eksik bir yanı tamamlanıyor.

Bu konuda ortaya çıkan tabloyu çeşitli yönleriyle tanımlamaya çalışırsak şunlar söylenebilir.

  1. İktidar hedefleyen mücadeleler: Bunların en gelişmişi Kolombiya’daki FARC gerillalarının mücadelesidir. Kendi egemenlik alanlarını yaratmış olan hareket, her türlü mücadele imkân ve biçimini değerlendiren bir yol izliyor.
  2. İktidar hedeflemeyen silahlı mücadeleler: Zapatistalar ve KADEK sayılabilir. Stratejik güç dengesi olarak yakın bir iktidarı imkânsız görmekten öteye, bu hareketler anlayış olarak iktidarı hedeflememekle yeni bir anlayışı temsil ediyorlar.
  3. İktidar hedefi olmayan halk ayaklanmaları: Latin Amerika’da en tipik olarak Arjantin’de yaşandı. Uruguay ve Bolivya’ya da sıçradı. Arjantin’de halk, adeta iktidar ve düzenden kopuşarak, onlarla ilgili tüm umudunu yitirmiş olarak, kendi yaşan alanlarını yaratmaya çalışıyor. Onlar açısından anlamını yitirmiş bir düzen içinde kendi “düzenini” kurmaya çalışıyor.
  4. Küreselleşme soygununa karşı seçim yoluyla kazanılan mevziler: Venezüella, Brezilya ve Ekvador bu yöndeki en ünlü örneklerdir. Burada bir “iktidar” vardır. Ancak bu iktidarlar küreselleşmenin güçleri tarafından hem kuşatılmış, hem de belli ekonomik programlarda “zorunlu” uzlaşmalara gidilmiştir. Halkların bu “umutlarının” nasıl bir yol izleyeceğini yaşayarak göreceğiz. Elbette “nasıl olsa bir şey yapma şansları olmadığı için sonunda yıpranıp çökecekler” demek çok basmakalıp bir değerlendirme olur. Esas olan, bu sürecin nasıl yaşanacağı, hangi sonuçları doğuracağı ve en önemlisi halkların bilinçlenmesinde nasıl bir basamağı temsil edeceğinde yatıyor.
  5. Dünyanın her tarafında var olan gevşek bir örgütlenme yapısına sahip, hedefleri çok çeşitli olan küreselleşme karşıtı hareketlerdir. İsimleri son yıllarda Porto Allegro ile anılıyor. Bu hareketler tam bir yelpaze oluşturuyor. Kapitalizmi bir sistem olarak tasfiyeyi hedefleyenlerden, onun çeşitli yönlerini reforme etmeyi hedefleyenlere kadar zengin bir dizilişe sahiptir. Bu hareket bir bütün olarak, henüz yoğunlaşmamış yaygın ve hatta yüzeysel bir tepkiyi temsil ediyorlar. Bu haliyle ne ölçüde bir geleceğe sahip, bu hareket sürekli bu soruyla birlikte yaşıyor.
  6. YDD’ye karşı oldukça radikal seviyelere tırmanan ve açık iktidar hedefleyen bir mücadele yürüten siyasal İslami hareketleri de tablosun sonuna yerleştirmek gerekiyor. Genellikle sosyalizme karşı bir “yeşil kuşak” olarak örgütlenen bu hareketler, bugün anti-Amerikan bir saflaşmaya dönüşmüş durumdadır.

Bu tablodan çıkartılması gereken sonuç: bir yanda rakipsiz kalan kapitalizmin dünya egemenliği, ancak bu egemenliğin kendi içinde paylaşım savaşları ile parçalanması; bunların karşısında ise çeşitli biçimlere girmiş halkların kendi egemenlik alanlarını yaratma mücadelesidir. Kapitalizmin egemenliğinde açılan bu şimdilik çok küçük gedikler, çok çeşitli olmalarıyla bir geçiş dönemini temsil ediyorlar.

Bu verilerden hareketle dünya devrimci süreci için bazı stratejik sonuçlar çıkarılabilir:

Bölgesel Devrimler

  • Tek tek ülkelerde devrimler mümkündür. Yeniden paylaşımın mantık sonucu olarak, merkezler arası çekişmelerin yükselişi ve üçüncü dünya ülkelerinin merkezlerden bir kopuşma sürecine girmeleri bu devrimlerin zeminini yaratabilir. Ancak devrimlerin tutunması tamamen ayrı bir konudur. Onların tutunma şansları bölgesel devrimlerin gelişmesine bağlıdır. Bugün dünyada krizlerin yoğunlaştığı ve ekonomik-sosyal olarak birbirine yakın seviyedeki ülkelerin konumlandığı bölgeler oluşmuştur. Latin Amerika, Ortadoğu ve Kuzey Afrika, Uzakdoğu, Güney Asya ve Orta Afrika gibi gelişme seviyeleri bölgesel olarak birbirine yakın alanlar şekillenmiştir. Buralarda bölgesel devrimleri tutuşturabilecek stratejik önemde ülkeler vardır. ABD, kendi egemenliği açısından böyle ülkelere “eksen ülkeler” diyerek bunların stratejik konumunu şöyle tanımlamaktadır.

“Bir eksen ülkeyi belirleyen onun bölge ve uluslararası istikrarı etkileme kapasitesidir. Bir eksen ülke bölgesel olarak o kadar önemlidir ki, onun çöküşü kargaşaya, göçe, toplu şiddete, kirlenmeye, felakete çağrıdır.”

“Böyle eksen ülkeler: Meksika, Brezilya, Cezayir, Mısır, Güney Afrika, Türkiye, Hindistan, Pakistan ve Endonezya’dır” (Pivotal States and U.S. Strategy, Foreign Affairs, Jan-Feb 96)

Elbette sürece göre bu ülkelerin ağırlıkları değişebilir, ancak bölgesel devrimler için bu ülkelerin önemi yeterince açıktır. ABD için stratejik öneme sahip “eksen ülkeler”, olaya dünya devrimci süreci açısından baktığımızda bu kez bölgesel devrimler için stratejik öneme sahip ülkelere dönüşüyorlar. Dünya devrimci hareketi konumlanışını bu gerçekliklerden hareketle yetkinleştirmelidir.

Uzun Süreli İkili İktidar Mücadelesi

  • Tek tek ülkelerde devrimlere yürünürken, günümüz dünya dengeleri ve üçüncü dünyada kapitalizmin gelişme özelliklerinden dolayı uzun süreli ikili iktidar mücadeleleri de yaşanabilir. Merkezler arası çelişkilerin artması halk hareketlerine bazı hareket imkanları yaratabilir; öte yandan, üçüncü dünya ekonomik ve sosyal yapıları o ölçüde çürümüştür ki, özellikle büyük kentlerde iktidarların denetimi tam değildir. Kentler hızla yoksulların yaşadığı cehennem bölgelerine ve varlıklıların yaşadığı özel güvenlik sistemleri tarafından korunan cennet adacıklarına bölünmektedir. Bu anlamda bir iktidar parçalanması üçüncü dünyada çok yaygındır. Ortadoğu ve Afrika’da bu boşluklarda siyasal İslam egemendir; Latin Amerika’da devrimci örgütlenmeler ve çoğu zaman ise mafya tarzı yapılanmalar kendi egemenlik alanlarını kurmuşlardır. Bugün dünyanın pek çok üçüncü dünya ülkesinde merkezi iktidarın gücü sınırlı ve parçalanmıştır. Çeşitli biçimlerde farklı iktidar odakları ortaya çıkmaktadır. Üçüncü dünyadaki bu iktidar parçalanması devrimci mücadele için iktidara giden yolda önemli bir adım oluşturabilir.

Kapitalist Anayurtlarda Devrim İmkanı

  • Kapitalist anayurtlarda devrim imkanı, dünyadaki gelişmeler böyle giderse çekilip gittiği Kaf Dağı’nın arkasından yeniden yeryüzüne dönebilir. Bilindiği gibi ikinci dünya savaşı sonrası şekillenen refah devletleri her geçen gün erimektedir. Bu sürecin derinleşmesi durumunda kapitalist anayurtlarda sosyal ve sınıfsal gerilimlerin yükselmesi beklenebilir. Ancak sadece bu gerçekten hareketle merkezlerde devrim imkanından söz etmek mümkün değildir.

İmkanı ortaya çıkartan merkezler arası gerilimin şiddetlenmesi, teknik gelişmelerde sıçramalı gidişin yaratabileceği hızlı güç kaymaları veya enerji ve mali krizlerin sebep olabileceği ani çöküşledir. Ancak güç dengelerinde ani çöküşler yaşanması durumunda merkezlerde devrim imkanından söz edilebilir. Kapitalizmin tarihine bakıldığında merkezler arasındaki gerilim yüksek noktalara tırmandığında ani çökmeler yaşanabiliyor. Gerilimi tırmanan yeniden paylaşım gerçekliği, bunun özellikle enerji kaynakları üzerinde olması ve dünyadaki sermaye birikiminin spekülatif yönlendirme yarışı, ani güç çökmeleri için potansiyel bir ortam yaratmaktadır.

Bu gerçeklikten dünyaya baktığımızda önümüzdeki on yıllar için merkezlerdeki devrim imkanının artacağından söz etmek mümkündür.

  1. yüzyılda, özgül durumlarından dolayı, proletarya devrimleri veya en azından etkin bir proletarya ayaklanması yaşamayan İngiltere ve Amerika, içine girilen süreçte belki de dün atlattıkları sorunla başka ve daha yaygın bir şekilde yüz yüze gelecektir.

Sonuç

Dünya devrimci sürecinin 70’li yılların ortalarından itibaren gerilediğini biliyoruz. Bu gerileme 80’li yılların sonunda Sovyetlerin yıkılışıyla bir çöküşe dönüştü. Bu çöküşün her alandaki derin etkilerini hala yaşamaya devam ediyoruz.

Öte yandan, sosyalizmin çöküşünün henüz üzerinden on yıl geçmişken kapitalizmin dünyayı yönetme yeteneğinin olmadığı yeniden kanıtlanıyor. Bu konuda bilinçler yeterince taze değildir. İnsanlık yaşadığı iki dünya savaşını artık sadece tarih bilgisi olarak algılıyor. Fakat yaşadığımız günler, unutulmuşsa eğer, tarih bilgilerimizin yeniden canlandırılmasını gerektiriyor. Emperyalizm, dünya üzerinde kendini epeydir bugünlerdeki kadar “özgür” hissetmemişti. Bu özgürlüğün tadını çıkartıyor. Hele ABD, bu konuda, kendisi zaten “özgürlükler ülkesi” olduğu için, son derece pervasız, dünyayı istediği gibi yönetebileceğini düşünüyor. Sonuç olarak, sosyalizmin yıkılışının üzerinden henüz on yıl geçmişken emperyalist sistemin mantığı gereği dünya yeni bir savaşlar sürecine sürükleniyor. Bu gerçeklik, kapitalizmin dünyayı yönetme yeteneğinin olmadığını bir kez daha kanıtlıyor. Umarız bu kez insanlık, öncekilerden çok daha yaygın felaketlere uğramadan bu sürece müdahale edebilir.

19. ve 20. yüzyıldan farklı olarak, bugün dünyada artık sırf kapitalizm çıplak olarak hedeftir. Elbette henüz somut hedef haline gelmedi, ancak dünyada tüm olanların artık tek bir sorumlusu vardır, o da “küreselleşme” bayrağı ile dünyayı talana çıkan günümüz kapitalizmidir. Bu gerçeklik, insanlığın bilinçlenmesinde yeni bir dönem açmalıdır. Bunun işaretlerini görebiliyoruz. İnsanlığın kapitalizme karşı bilinçlenmesi günümüz dünyasında henüz çok geri seviyelerdedir; hatta gittikçe yaygınlaşan çok renkli bir düşünce çeşitliliğine sahip küreselleşme karşıtı hareketlerin büyük çoğunluğu bile “çözümü” yine kapitalizm içinde aramaktadır. Bugünün dünyasında bu tarz yönelişler bir ölçüde doğaldır. Kapitalizmi “günahlarından arındırma” çabalan, gerçeklikle her yüz yüze gelişinde, eninde sonunda insanlığın bilinci bu çerçevenin dışında, daha radikal arayışlara yönelecektir. Korkunç silahlanma gerçekliği, sermayenin banka ve borsalarla spekülatif kar yığma hırsı, özelleştirmelerle geri kapitalist ülkelerin en çok kar getiren alanlarının dünya tekelleri tarafından adeta bedavaya kapatılması ve yüksek kar getirmeyen alanlarda üretim yapmanın artık günümüz kapitalizmi tarafından katlanılmaz bir yük olarak algılanması, insanlığın bilincinde karşı tepkileri ‘/aratmaktadır. Üstelik kapitalizm bu düzeltilemez günahlarını artık ne “komünizm tehdidi” ne de “uluslararası terör” gürültüleriyle örtebilir. Kapitalizm tarihinde hiç olmadık ölçüde artık çıplak hedeftir. Bu gerçeklik, insanlık tarihinde yeni bir aşamanın eşiğine gelindiğine işaret ediyor.

Yeni Dünya Düzeni’nin aslında ne anlama geldiğini oğul Bush kaba Texas üslubuyla, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde ilan etti. Dünyanın “Amerikan çıkarları” doğrultusunda yeniden kontrol altına alınmasıdır. Ancak bu sürecin Pentagon’un istediği yönde gelişmeyeceğini öngörmek için dünyayı asgari ölçüde tanımak yeter. Süper gücün her egemenliğini sağlamlaştırma ve yaygınlaştırma çabası dünyadaki kontrol dışı “gri-kaos” alanlarını arttıracaktır. Paylaşımın yarattığı gerilimler ve cehenneme dönen üçüncü dünya, bu iki temel gerçeklik, sürekli “kaos”u besleyecektir.

Egemenlerin kulağına hoş gelmeyen “kaos” kavramına dünya halklarının safından yaklaşırsak ortada dünya devrimci sürecinin yeni bir birikim aşamasını görürüz. 70’li yılların ortalarında gerileyen, 80’li yılların sonunda ise çöken bu süreç, 21. yüzyılla birlikte yeni bir birikim aşamasına girmektedir.