YILMAZER HALUK GERGER’LE TARTIŞIYOR: KÜRESELLEŞME VE YENİ DÜNYA DÜZENİ

Düşünce ve Davranışta Yol, Sayı 2, Ocak 2002

Yılmazer: Hocam YDD hakkında çok yazıldı, çok konuşuldu; daha da çok konuşulacağa benziyor. Çünkü “düzen” dedikleri aslında hiç de oturmuş bir dengeyi ve bu anlamda bir düzeni anlatmıyor. YDD esas olarak sosyalizmin çöküşü ile gündeme geldi ve pratik olarak da Körfez Savaşı ile ilk ve en önemli uygulaması yaşandı. Bu tarihten yola çıkarsak bu düzen henüz on yaşını ancak doldurdu. O nedenle YDD’nin özellikleri de bir bakıma zaman aktıkça belirginleşiyor.

Hocam, isterseniz YDD’nin özelliklerini önceki dünya düzenlerine bir göz attıktan sonra derinleştirelim. Bugünden bakarsak “soğuk savaş” öncesi dünya düzeni ve “soğuk savaşla” ortaya çıkan düzenlerin ayırıcı özellikleri nelerdi?

Gerger: Çağdaş uluslararası sistem, yani ana aktörleri/birimleri ulus-devletler olan ve belki de “çelişkili bir bütün” olarak niteleyebileceğimiz; ilişki süreçleri kapitalizmin öteki sosyal formasyonlarla eklemlenmesi, giderek yerleşmesi/yayılmasıyla belirlenen; sermayenin uluslararasılaşmasıyla uyum/işbirliği-çelişki/çatışma düzlemlerinde gidip gelen; yeryüzü tek pazara dönüştükçe sömürü/direniş/eşitsiz gelişme diyalektiğiyle biçimlenen yapı, Avrupa’da Otuz Yıl Savaşlarının o zamana dek görülmemiş vahşetinin yatağında 17. yüzyılın ortalarında belirginleşip “gelişti.” Artık yaşlı kıtada çoğulcu devlet yapısı ortaya çıktı. Bu çoğulculuk/farklılık içinde birimler, yani devletler “egemen”diler, yani hukuk üstüydüler. Bir başka ifadeyle, onların üzerinde bir üstün irade, bir merkezi otorite mevcut değildi. Devletin bu hukuk üstü, en yüksek iradesinin mutlak bir iç otorite tarafından temsil edilmesi ve kullanılmasından daha da önemlisi, oluşmaya başlayan uluslararası düzende merkezi otoritenin bulunmamasıydı. Devletler Hukuku da böylesi bir ortamda ortaya çıkıyordu ve onun da ayırdedici özelliğini bu yapı belirliyordu; hukuki yaptırımların dayandırılacağı bir merkezi otorite, onun kolluk kuvvetlerinin mevcudiyeti söz konusu değildi. Zarar gören, kendi başının çaresine bakacak, hasmını gücüyle ya caydıracak ya da zararını misilleme yoluyla ondan kendisi tazmin edecekti. Hukuk üstü egemenlerin dünyasında kaba kuvvet son karar vericiydi.

Böylesi bir çerçevede ortaya çıkan “çatışma ve işbirliğinin denetim altında tutulma biçimi ise, uluslararası düzenlerin yapısını belirledi…

Kapitalizm/burjuvazi İkilisiyle ilintilendirebileceğimiz, biri teknolojik/ekonomik, öteki siyasal/hukuksal iki “devrim”, bu yapının “dışsal” çerçevesini oluşturdu. Birinci devrim, Sanayi Devrimi, esas olarak, yeryüzünün tek pazara dönüşmesi ve sermayenin uluslararasılaşmasının önündeki engelleri yıkıcı bir dizi etki yarattı. Buna karşılık ikinci devrim, Fransız Devrimi, aksine, yeni sınırlar, engeller yaratıcı bir etki yaptı. Bu etki, milliyetçilik düşüncesinin yarattığı zihni engellerden, silahlı güçlerce korunan ulusal pazarın sınırları, gümrük duvarları gibi maddi olgularla pekiştirdi bölünmüşlüğü. Bu iki devrimin yarattığı bu çelişkiye, bir temel belirleyici girdi olarak, ulus devlete ölümüne sadakat ve topyekün savaş gerçeği eşlik etti. Milyonların gönüllü olarak ulusal devlet için yaşamlarını feda edecek bir ideolojik/ruhi şekilleniş içine sokulabilmeleri, yığınsal milli orduların ortaya çıkışı ve savaşların artık sivil halkın yaşamını da doğrudan kökten etkileyebilecek biçimde cephe ile gerisi arasındaki farkı ortadan kaldırması, uluslararası ilişkilerin ayırdedici özelliklerini oluşturdu.

Bu arada yavaş yavaş önce Avrupa sonra da yeryüzünün büyük bölümleri, insanlık, pazarın, daha doğrusu kapitalist pazarın egemenliği altına giriyordu. Böyle bir süreç başlamıştı. Kapitalist pazar farklı bir yapı taşır. Bunun mutlaka üstünde durmalıyız. Ondan önce de elbette pazar vardı. Nüfusun çok küçük, varlıklı kesimine hitabeden, onun lüks tüketim ihtiyacını karşılamaya yönelik, üçe alıp beşe satan tüccarlar eliyle işleyen bir pazardı bu. Toplumun büyük bölümü ve bu arada üretici köylüler bu pazara tabi değildiler, temel ihtiyaçları için ona bağımlı değildiler, çünkü zaten üretim aracından, topraktan kopmamışlardı. Oysa kapitalist pazara, tüketiciler bütün ihtiyaçları için bağımlıdırlar, üreticiler, yani işçiler, üretim araçlarından kopmuş olduklarından, yaşamlarını idame ettirebilmek için emeklerini orada pazarlamak mecburiyetindedirler ve nihayet kapitalist de hem işgücünü oradan temin etmek, hammaddelerini buradan satın almak hem de “ürettiği” metayı burada satmak, karını burada gerçekleştirmek durumundadır. Tüketiciler de tüm ihtiyaçlarını karşılamak açısından yine pazara bağımlıdırlar. Bu; insanoğlu ve toplumlar, sınıflar açısından farklı bir bağımlılık türüdür ve tarihte ilk kez ortaya kapitalist pazarla çıkmıştır. Artık insan emeği dahil, her şeyin alınıp satıldığı bir çerçevedir egemen olan. Bu pazarın bir ikinci özelliği ise, yani bütün yaşamı belirleme özelliği dışındaki bir başka özelliği, dayattığı rekabettir. Bu pazarda kapitalist öldürücü rekabet içinde varolma mücadelesi verir. Maliyetleri düşürmek, karın maksimizasyonunu sağlamak ve rakiplerini altetmek zorundadır. Bunun için de, üretim güçlerini ve bu arada tekniği geliştirmek bir zorunluluktur. Bunun kapitalistlerin yanı sıra, işçiler, yani üreticiler, ki onlar aynı zamanda tüketici kitledir de, üzerinde yarattığı baskılar hayatın bir başka temel belirleyeni olarak çok boyutlu biçimlerde karşımıza çıkar. Kapitalist pazarın ayırdedici ve kesin belirleyici etki ve dayatmalarını anlamaksızın artık yaşamı kavramak olanaksızdır…

Ticaret kapitalizminin merkantilizminde, esas olarak altın stokuna dayalı bir zenginliğin devlet gücünü tanımladığı bir ortamdaki rekabet, yeryüzü ölçeğinde “keşfedilen” halkların, kültürlerin, uygarlıkların toptan yok edilişini ve buna eşlik eden acımasız bir servet transferini beraberinde getirdi. Kolomb’un vahşetiyle şekillenmeye başladı “uluslararası” ilişkilerin seyri ve yapısı. Kapitalizmin özünde bulunan genişleme güdüsü, dünya çapında, “ulusal pazar”ın silahlı gücü, dünya pazarının yeni vurucu gücü olarak ortaya çıkıyordu. Her şeyin metalaştığı, yani değişim için sunulduğu kapitalizmin pazarı insanlık üzerindeki egemenliğini kurmaktaydı. Bu pazara işçiler, emeklerini pazarlayıp yaşamlarını idame ettirebilmek için mahkumdular. Artık tüketiciler, neredeyse bütün ihtiyaçlarını pazarda karşılayabilecek duruma indirgenmişlerdi. Kapitalist bile pazara bağımlıydı, çünkü işgücünü orada satın alıyor, ürettiklerini orada satarak karını gerçekleştirebiliyordu. İnsan yaşamı, bütün veçheleriyle, burjuvazinin, pazarın dayatması sonucu üretim araçlarını, tekniğini, ilişkilerini ve dolayısıyla da toplumsal ilişki süreç ve yapılarını sürekli olarak dönüştürme güdüsüyle yarattığı anaforda yeniden yapılandırılıyordu.

Dünyanın merkezi Avrupa’da Napolyon Savaşları’nın sonunda tutucu otoritelerin zaferi ile gericilik uluslararası nitelik kazandı. Kutsal Bağlaşma’nın yarattığı bu “Avrupa Uyumu,” devrimcilerin, radikallerin, özgürlük, eşitlik gibi taleplerin kanla boğulduğu bir yeni uluslararası düzeni ifade etti. Gerici rejimler, akrabalık bağlarıyla serpiştirilmiş hanedanlar tarafından yönetiliyor, Viyana Kongresi’ne damgasını vuran bir diplomasi pratiği ile aralarındaki ilişkilerini yürütüyor, dünyayı da sömürgeleştirerek vahşice sömürüyorlardı. Gerici monarşilerin cenderesi içinde kurumsallaşmış sömürü ve şiddetti dünya düzenini şekillendiren.

Üzerinde güneş batmayan Britanya imparatorluğu, bir tür, “güç dengeleyicisi”ydi. Birbirlerinin güçlerini dengeleyen hasım ittifaklar karşısında, İngiltere, dengenin bozulmasını, ağırlığını gerekli yana kaydırarak önleyen, böylece de düzenin istikrarını sağlayan hegemonik konumundaydı. Ayrıcalıklı konumunu esas olarak deniz yollarının kendi egemenliği altında “açık” tutulmasına ve paylaştıkları yeryüzünü talan edenler arasındaki düzenli ilişkilerin sürdürülmesine dayandıran baş emperyalist güçtü İngiltere. Bu tek kutuplu bir dünya değildi. İngiltere, oynak bir statükoyu koruyordu. Dünyayı kendi yaşam biçiminin kalıbına dökmeye soyunan bir mutlak hakim değil, eşit sömürücüler arasında birinci ve dengeleyici olmaya soyunan bir gevşek dengeleyici, denetleyiciydi…

Ne var ki, emperyalistler arası hasmane rekabetin son ölçütü olan şiddetin devreye girmesiyle, bu düzen, Birinci Paylaşım Savaşı’yla yıkıldı. Bugün tarihçilerin “İki Savaş Arası Dönem” diye adlandırdıkları vuzuha kavuşmamış, dengeleri yerine oturmamış dönemin ardından II. Dünya Savaşı ile beynelmilel sermayenin emperyalist devletleri kozlarını bir kez daha alışageldikleri biçimde, yani şiddet yoluyla paylaştılar.

Bu tarihsel süreçte, yeni yeni kurulan uluslararası örgütlere ek olarak, iki yeni aktör çıktı sahneye. Kapitalist bunalım ve emperyalistler arası rekabetin yarattığı faşizm ile devrimci işçinin anavatanı Sovyetler Birliği.

Avrupa’da sol, emek adına elde etmiş bulunduğu sivil, sosyal, politik, ekonomik, hukuki hakları korumanın derdine düşüp, giderek statükocu bir harekete dönüşürken, bir başka ifadeyle, bir zamanlar burjuvaziye karşı kan dökerek gerçekleştirdiği reformlarla ufkunu sınırlayıp reformistleşir ve ana kaynağı devrimci Marksizm’i de bu yolda revizyona uğratırken, Lenin’in önderliğindeki Bolşevikler, yeni bir insan, yeni bir yaşam perspektifiyle, sınıfsız topluma evrilmek üzere, kapitalizmi yıkıp sosyalizmin inşası projesini sundular sınıf hareketine. Bu dünya devrimi çağrısıydı ve sadece işçi sınıfına değil, sömürgelerin mazlum halklarına da dönük bir davetti.

Bu arada asla unutulmaması gereken temel olgu ise, 20. yüzyılın başından itibaren ortaya çıkan ve varlığını yaşamın her alanında duyumsatan sınıf hareketiydi. Büyük fabrikalarda ve ağır sanayide yoğunlaşmış, kentler ve çevresinde bütün ağırlığıyla fizik gücünü gösteren, yığınsal sendika ve komünist partilerde örgütlenmiş, Marksizm ile mücehhez bir görkemli hareketti bu. Dostunun ve düşmanın üzerinde etkisi tam, yaşamın seyrini belirleyen, uygarlığın ve kültürün, moral değerlerin ölçütlerini belirleyen, geleceği kurmaya tek aday olan sınıf hareketinin iktidar sorunsalı etrafında düğümleniyordu aslında yaşam. Dolayısıyla bu kısa parantezde belirttiğim sınıf hareketi ve rolü belirleyici bir etmen olarak 20. yüzyılın tüm çözümlemelerinde mutlaka yerini almalı. 20. yüzyılın sefil sonu, onun görkemli ve parlak başlangıcıyla, özünde devrimci, dönüştürücü seyrini asla gölgelememeli…

İki Savaş sonrasında, Nazizm’in “bin yıllık projesi,” başını Sovyetler Birliği ile bütün Avrupa ülkelerindeki komünist partizanların çektiği müthiş insani direniş ve ABD’nin belirleyicisi olduğu “demokrasi cephesi”nin savaş makinası karşısında yenilgiye uğratıldı. Bolşevikler’in “Cihan İnkılabı” ise, ne yazık ki, gerçekleşemedi, sosyalist inşa yapıları Doğu Avrupa’da bir alt-sistem olarak uluslararası politikada yerini aldı.

II. Dünya Savaşı bittiğinde, kapitalizmin anayurdu yaşlı kıta Avrupa galip ve mağluplarıyla büyük bir yıkım içindeydi. Kapitalizm, savaş ve faşizmin canlı anılarıyla kitleler nezdindeki bütün inandırıcılığını yitirmişti. Her ülkede komünist partizanların faşizme karşı yiğit direnişinin anıları ve muzaffer Kızıl Ordu’nun Sovyet halkının müthiş özverileriyle başlatmış olduğu özgürlük yürüyüşü yeni bir başlangıca işaret ediyordu. Savaş ve faşizm suçlusu burjuvazi panik içindeyken neredeyse tüm Avrupa ülkelerinde komünistler, prestijlerinin doruğunda, koalisyon ortağı olarak iktidardaydılar. Avrupa’nın sömürgelerinde ise, emperyalizmin çözülüşü ve mazlum halkların kurtuluşu artık kaçınılmaz görünmekteydi.

Buna karşılık, okyanusun öte yanında da savaş zengini yeni bir güç, Amerika Birleşik Devletleri, uluslararası egemenliği için dizginlenemez bir iştiha ile beynelmilel sermayenin hamiliğine, kapitalist dünyanın tartışılmaz liderliğine hazırlanıyordu.

Dünya hızla iki “devrimci” gücün karşıtlığı çerçevesinde örgütlenmeye doğru sürükleniyordu. Kuşkusuz ABD’nin “devrimciliği” farklıydı; O, Büyük Britanya gibi hegemonların aksine, sadece ayrıcalıklı konumunu sürdürmekle yetinecek bir güç değildi. Statükoyu, yani kapitalizmde elde kalanı korumak acil göreviydi ama O, ayrıca, tanrısal bir gücü oynayacaktı. Tanrının insanlığa indirdiği bir deneyim olarak gördüğü “Amerikan yaşam biçimi”ni bütün halklara dayatacak ve yeryüzünü, tanrının insanı kendi “gül cemalinden yaratması gibi, ilahi göreviyle kendi yaşam biçiminden yeniden yapılandıracaktı. Mutlak silah atom bombasıyla mutlak yıkıcılığa, muazzam zenginliğiyle savaş yıkıntıları üzerinde mutlak imar gücüne sahip görünüyordu. Tek eksiği, bir mutlak düşmandı. Onu da Sovyetler Birliği’nin tüzel kişiliğinde komünizmde bulmuştu…

Soğuk savaş, iki büyük gücün kanatları altında karşı karşıya konumlanan silahlanmış ideolojik kampların yaşamın her alanını ve tüm araçlarını kapsayan bir biçimde savaşın kıyısında sürdürdükleri bir gergin ilişkiyi ifade etmekteydi. Bu iki kutuplu yapıda tarafların kazanacakları bütün bir dünya söz konusuydu ve yeryüzünün öteki bölgeleri başlıca mücadele alanıydı. Nükleer kutupların çatışmasında insanlık, bildiğimiz anlamıyla yaşam ve mavi gezegenimiz çaresiz kurban ya da rehine olarak konumlanmıştı.

Soğuk savaş ilişkilerini ve yapısını, ABD’de Truman yönetimi başlattı. Paul Sweezy’nin dediği gibi temelde her şeyin altında yatan, “kapitalizmin, kendi kendine ayakta durabilen ve kapitalist dünya düzeninin içine sokulup eritilmeye direnebilen alternatif bir sosyal sisteme karşı duyduğu temel düşmanlıktı… Amerika açısından, Sovyetler Birliği, ne yaptığından dolayı değil, varolduğu için düşmandı.”

Bu büyük saldırıda ABD’nin Avrupa’daki eski düzen yandaşı kapitalist müttefikleri de Avrupa’nın bölünmesinde başrolü oynadılar. Batı Avrupa’da komünist partileri hükümet koalisyonlarından attılar; Doğu’da ise oynanan kumar ters tepti, komünist partiler, esas olarak Kızıl Ordu’nun himayesinde iktidarı tek başlarına ellerine aldılar; Almanya’yı bilinçli bir biçimde böldüler; sonuçta hem Doğu’da hem Batı’da “demokratik” seçimler sonunda her ülkede hangi ordu vardıysa, Amerikan ya da Sovyet, onun yeğlediği hükümetler sandıktan çıktılar!.. ABD’nin kapitalizmi korumak, bütün kapıları yeniden beynelmilel sermayeye açmak, Sovyetler’i yıkmak, Paxamerikana’yı yeryüzüne dayatmak saldırganlığı ile ortaya çıkan, sadece uluslararası düzlemde yürütülüyor gibi görünen ve fakat yerel uzantılarla ülke içlerindeki mücadeleyle de kesişen bu karşılıklı hasmane konumlanış, sonuçta, her yerde, her alan ve boyutta çözülme, çarpıtma, çürüme yarattı. Ekonomiler militarizasyonun yıkımına uğratıldı, teorik tartışma kısırlaştı, ideolojik mücadele saptırıldı, siyaset rayından çıktı, demokratik katılım, kendi yazgısını belirleme, paylaşım sorunsalı, özgürlükler ve haklar, hatta sınıflar mücadelesinin kendisi bozunmaya uğratıldı, ulusal bağımsızlık sermaye militarizmine ve işbirlikçiliğe yenik düştü, sosyal yaşam ve kültürel gelişme soğuk savaşçı ilahlara kurban verildi, teknoloji ve bilim de soğuk savaş saldırganlığının araçlarına indirgendiler… Sorunların çarpıtılmasına, çözümsüzleştirilmesine, uluslararası planda en güzel örneği Kore Savaşı oluşturdu ve sık tekrarlanan kötü bir örnek oldu. Savaş sonrasının ilk savaşı öncesinde Kore’nin ulusal ve sınıfsal nitelikli iki sorunu vardı. Şayet o dönemde Kore halkının kendi yazgısını belirleme hakkına saygı gösterilerek çözüm onun özgür iradesine bırakılsaydı, ulusal açıdan sorun iki Kore’nin birleşmesiyle, sınıfsal açıdan da demokratik devrimin kazanımlarıyla kesinlikle çözülecekti. Kore’de halkın büyük çoğunluğunun onayı ve katılımıyla milli demokratik nitelikli bir devrimin gerçekleştirileceği kesindi. Kore halkı hem tek ülkede ulusal bağımsızlığına kavuşacak hem de sömürüden, baskıdan, eşitsizliğin, sosyal geriliğin pençesinden kurtulacaktı. Oysa Amerikan müdahalesiyle hem ülke ikiye bölündü, ulusal sorun derinleşti hem Güney’de bütün ekonomik/politik/sosyal hastalıklar artarak sürdü hem de Kuzey’in yapısı bozunmaya uğradı çatışma, şüphecilik, kuşatılmışlık ortamında.

ABD, elindeki para ve silah gücüyle Sovyetler’i önce “kuşatma” (containment) sonra da “püskürtme” (roll-back) ve Doğu Avrupa’yı “kurtarma” stratejisini uygulamaya koydu, dünya çapında, NATO gibi askeri paktlarıyla, propaganda makinasıyla, Holywood filmleriyle, gangster iktidarlarıyla, bankalarıyla muazzam bir saldırı kampı oluşturdu. Plan, yalnızlaştırılmış, kuşatılarak can damarları kesilmiş ve yaşam alanı kendisine dar edilmiş Sovyetler Birliği’nin “çürümesi”ydi. Bu arada insanlık da “Amerikan rüyası” ile çürütülecekti…

Soğuk savaş tüm taraflarını, hatta dışında kalanların ilişki ve bünyelerini, kurumlarını, yapılarını, perspektiflerini bozucu etkiler gösterdi. ABD içindeki anti- komünist isteri, giderek, müttefiklerinde yarattığı ulusal güvenlik kültü ile yıkıcı diktatörlüklerin, militarist darbelerin, düşünce yaşamının zehirlenmesini, demokratik kurumların çarpıklaşmasını getirdi. ABD’nin saldırılarının hedefi olan hasımları da, ya güvenlik kaygılarıyla iç yapılarında kuşku, şiddet, baskı, disiplin gibi boğucu etkiler altında kaldılar ya da rekabet içinde düşmanlarına benzediler. Her koşulda doğal gelişim seyrini gösteremediler, soğuk savaş ortamının ezici baskıları altında kalıp ciddi bozunma ve çürümelere uğradılar… Artık Çin, K. Kore, K. Vietnam gibi bağlaşıklarla güçlenmiş ve fakat esas olarak savunmadaki Doğu Bloku’nda ise bu kuşatılmışlığın, dehşet dengesinin sırat köprüsündeki kurumsallaşmış çatışmanın her bakımdan öğütücü, aşındırıcı, düşmana benzetici etkileri ortaya çıkmaktaydı. Üçüncü Dünya’da ise, bu çatışmanın girdabından kurtulmaya çalışanlar, kapağı bir tarafa atarak bu işten avanta yemeye bakanlar, iki blok arasında gidip gelerek şantaj politikası uygulayanlar, kendi içlerinde ve aralarında bir başka hengame yaratmışlardı.

Soğuk savaşın kurumsallaşmasıyla ve aradaki göreli yumuşama dönemlerinde ise, kapitalizm “altın çağı”nı yaşadı. Kuşkusuz, bugünden bakınca, tekelci devlet kapitalizminin, gerek silahlanmanın ve irili ufaklı savaşların, beyaz eşya ve otomotiv sanayisindeki gelişmelerin, tekniğin ve bilimin üretime uygulanmasındaki başarıların, yığınsal tüketim toplumunun ortaya çıkışı gibi olguların canlandırıcı etkileriyle, gerek içerde dayatılan iç disiplin ve bilinç çarpıtmasıyla, gerekse rekabet zorunluluğuyla yaratmak zorunda kaldığı “sosyal refah devleti”yle ve karşı tarafta, yani hem kendi emekçileri arasında hem de “Doğu Bloku” içinde yaratmakta başarılı olduğu uyuşma/aşınma/çarpılma/bozunma ile son tahlilde, kazançlı çıktığı düşünülebilir… Sovyetler Birliği’nin çürüyerek ortadan kalkması, herhalde kazandığı zaferlerin sadece son bir simgesel taçlanması olarak görülebilir…

Nükleer Dehşet Dengesi, iki blok arasındaki nihai nükleer hesaplaşmayı önlerken, onların karışma ve dolayısıyla da nükleer çatışmaya dönüşme eğilimi gösterebilecek konvansiyonel savaşlar üzerinde de bir fren etkisi yapmaktaydı. Elbette bu dünya bir barış dünyası değildi; sıcak savaşları önleyecek Dehşet Dengesi de geçerliydi… İşte soğuk savaş kavramı tam da bu durumu ifade etmekteydi. Bu kavram, uluslararası ilişkiler sürecini tanımlarken, “iki kutuplu dünya” da düzenin yapısını ifade etmekteydi…

Şayet Kristof Kolomb talancılığı, merkantilizm, sömürgecilik/emperyalizm gibi sermayenin uluslararasılaşma sürecinin perspektifinden değerlendirirsek dünya düzenlerini, I. ve II. Savaşlar sonrasında, Sovyetler Birliği’nden Doğu Avrupa’ya, Çin’den “kapitalist olmayan yol”un yolcusu Üçüncü Dünyaya, yeryüzünün geniş bir bölümünde kapıların beynelmilel sermayeye kapandığını (ya da onun açısından aynı anlama gelmek üzere) kontrollü açık tutulduğunu görüyoruz. Soğuk savaş ve iki kutuplu dünya düzeni, açık kapı politikasıyla ona direnenler arasındaki bir saflaşmanın sonucu olarak da görülebilir. Ne var ki, bu noktada, Sovyet ya da Çin perspektifinden bir “devrim sorunsalı”nın varlığı (ya da yokluğu) da elbette ayrıca tartışılmalı…

Yılmazer: YDD’ye gelirsek Hocam… Emperyalist merkezler arası ilişkiler açısından bugünün özellikleri ile I. Dünya Savaşı öncesi dönemin önemli benzerlikleri olduğu görünüyor. Dünya belli büyük güç merkezleri tarafından yeniden paylaşılıyor. Elbette bu paylaşım bugün daha çok ekonomik alanda yaşanıyor. Bu paylaşıma Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Ortadoğu’da, Afrika’da yaşandığı gibi halkların birbirine kırdırılması ve bölgesel savaşlar eşlik ediyor. Fakat olayın derinliklerine biraz inilince benzerliklerden çok benzemeyen yanların ağır bastığı görülüyor. En önemli farklı yan, bugün dünyada etkin bir işçi sınıfı hareketinin olmamasıdır. Oysa I. Dünya Savaşı öncesi belli kesintilerle de olsa yarım yüzyılı kapsayan bilinçli bir işçi hareketi vardır. Öte yandan, o günlerde ulusların şekillenme süreci henüz canlılığını koruyordu. Ortaya çıkan pek çok ulus devletin yaşı oldukça gençti. Kapitalizmle birlikte yaşanan uluslaşmanın tarihsel olarak canlı yaşandığı bir süreçti. Aynı zamanda, emperyalizmin doğuşu da çok daha yeniydi. Lenin bu süreci I9.yy’ın ortalarından başlatır. Dolayısıyla güneşin altındaki yerini alan emperyalist güçler dünyayı paylaşmanın bedelinin ne olacağına dair bir deney ve öngörüye sahip olmadan yağmaya giriştiler. İngiliz egemenliği zayıflamaya başlayınca paylaşımın hızı ve kapsam alanı iyice büyüdü.

Oysa bugüne bakınca yine emperyalist merkezler vardır. Fakat emperyalizmin, içine iki dünya savaşının da sığdığı, en az yüz elli yıllık bir deneyi vardır. Dünyayı pervasızca paylaşmanın bedellerinin neler olabileceği yaşanmış, bilinçlere yerleşmiştir. Olayların basitçe tekrarını beklemek herhalde yanılgı olur. Ancak dünya hangi yollardan paylaşılacaktır? Hangi yollardan yürünecektir? Bunlar bugünün teori bir yana pratik politikasının cevap bekleyen sorularıdır.

Gerger: Evet, sınıf hareketinin bilinç ve belleğinin parçalandığı, buna karşılık emperyalizmin, beynelmilel sermayenin deneyim birikimini muhafaza ettiği bir ilginç dönemi yaşıyoruz.

Burada birinci mesele, bana göre, sermaye mantığının ya da belki daha doğrusu kapitalizmin işleyiş yasa ve mekanizmalarının, bilgi ve tecrübe birikimiyle çelişen, onu hiçe sayan doğasıdır. Bu iki biçimde işliyor. Tabii hayatta kalmak en temel içgüdüdür. Bu sermaye için, kapitalist için, şirketler için de böyledir. Kapitalist pazar, yaşam kavgasını, hayatta kalmak, devam etmek, rakiplerce yutulmamak ya da iflas edip sahneden çekilmemek anlamında, şirkete her an bütün acımasızlığıyla dayatmaktadır. Üstelik bunun garantisi, sigortası da pek yoktur çünkü zemin, üretici güçler açısından, teknik ve bilimin üretime uyarlanması bakımından, finans mekanizmalarının kaypak istikrarı bakımından, siyasal ve sosyal bilinmezlikler bakımından oldukça kaygandır. Şimdilerde Swissair gibi bir büyük devin ne hallere düştüğü konuşuluyor. Bir zamanlar “Amerikan rüyası”nın, insanları o rüyanın kalbine götürmenin çelik kanatlı simgesi Pan American’ı hatırlar mısın? Şimdi o imparatorluk simgesi PanAm yok! Bir ara hisselerinin önemli bölümü galiba İran Şahı’na satılmıştı, sonra iflas etti gitti. Arkasında Belçika olan Sabena da artık yok! Konkardato ilan etti. Elbette bu sadece havayollarına özgü bir süreç değil, kapitalizme içkin. İkincisi, karın maksimizasyonu güdüsü, ki tabii bunlar birbirleriyle organik olarak bağlıdırlar, sermayeyi yeryüzünü yok oluşa götürecek bir doğa yıkıcılığıyla bile malul kılabiliyor, yani bir yandan da en temel güdü olan yaşamı sürdürmeyi bile gölgede bırakabiliyor. Çelişki ve dramı görüyorsun. Hayatta kalabilmek için verilen sürekli uğraşın sonunda hayatın kendisini yok etmeye yönelik bir barbarlığa dönüşmesi…

Tabii bu emperyalist kapitalizmin beyninin bütünüyle dağıldığını, deneyimlerini hiç kullanamadığını göstermiyor.

Farklı, çelişkili gerçeklerin bir arada bulunduğu, geçerliliklerini koruyarak, kendi hükümlerini icra yönünde etkiler yaparak birlikte bulundukları bir dönem bu. Bir yandan o sözünü ettiğim nesnel öldürücü rekabet var. Bunun ne zaman ve nasıl hasmane bir rekabete, çelişki ve çatışmaya dönüşeceğini kestirmek her zaman kolay değil. Nihai ölçütün zor olduğu gerçeği de unutulmamalı. Rekabetin “gizli eli” sorunun kaynağı. Dolayısıyla çözüm başka yerde aranmalı. Kar maksimizasyonu ve hayatta kalma güdüsünün uygar ölçütleri yoktur, onu kargaşa, endişe, antagonist çelişkiler ve amansız çatışmalar oluşturur, besler; şiddet, nihai karar verici, tayin edicidir, ondan başka tahkim heyeti olamaz, çünkü yaşam ve ölümün kararını belirleyecek ölçüt ve otorite olamaz, tanrısal, işlerin doğası dışı belirleyici gerekir. Bu, herkesin kendi çıplak gücüdür…

Buna karşılık, sermaye için bölüşülecek, yağmalanacak koskoca bir “bolluk dünyası” varken, krizler bir ölçüde denetim altında tutulur ya da kurumsallaşıp hayatın bir parçasına dönüştürülürken, tehditler en aza indirilmişken, üstelik nükleer silahlar gibi büyük savaşları intihara dönüştürerek anlamsızlaştıran olgular ortadayken, “sömürü ve talanı ortaklaşa düzenlemek” ihtiyacı gerçekleşebilir olmuyor mu?

Kautsky, böylesi bir dönemde, dünyaya Antimarksist bir yöntem seçip “uyum penceresinden bakarak, pek çokları gibi, uzun süreli bir işbirliği ve barış dönemi öngörmüştü. Ultra ya da süper emperyalizmdi bu. Buna karşılık, o dönemde çok küçük bir azınlığın sözcüsü olarak Lenin, hayata Marksist bilimin öngördüğü gibi “çelişkiler perspektifinde bakarak, paylaşım savaşlarının kabusunu haber vermişti. Bu burada bitmiyor elbette. İki görüş, işçi sınıfı ve partileri açısından aynı zamanda iki ayrı mücadele yolu anlamına geliyordu. Barış ve işbirliği çağı bekleyen uyum teorisi demokratik-reformist bir çerçeve çiziyordu. İstikrarsızlık, çelişki ve paylaşım savaşları öngören Marksist analiz ise, emperyalist savaşı devrimci iç savaşa dönüştürmeyi salık veriyordu.

Demek ki, emperyalist ilişkilerin seyriyle ilgili konuşmak, aynı zamanda, ister istemez, bir devrim ve siyaset yöntemi oluşturmak anlamına da geliyor.

Üç çelişki açıkça karşımıza çıkıyor. Bunların nasıl tezahür edeceğini, hangi boyutlarda seyredeceği ayrı bir konu. Önce çelişkiler:

Birincisi, malum. Sömürü ve baskı, ki bu ikisi aynı madalyonun iki ayrı yüzüdürler, sonuçta mutlaka birlikte var olurlar, kaçınılmaz olarak, bulundukları yerde kendilerine karşı çıkışların tohumlarını da ekerler. Bu evrensel ifade edilişiyle “ezenle ezilen arasındaki” çelişkidir, çatışmadır. Bugün uzun tarihinde insanoğlu ilk kez, bütün hem cinslerini besleyecek, barındıracak, temel ihtiyaçları karşılanabilecek bir düzeyde yaşatabilecek duruma gelmiştir. Bu müthiş bir gelişmedir. Bu, milyarlarca insanın beslenmeden temiz suya, en basit sağlık hizmetlerinden başını sokacak bir barınağa, en temel ihtiyaçlardan yoksun yaşadığı gerçeğiyle birleşince sözünü emiğimiz çelişki açısından daha da çarpıcı hale geliyor. Bu sadece öznel bir çelişki/çatışma algılaması değildir elbette; nesnelliğidir dünyayı sarsacak olan.

İkinci olarak, ezilenlerin kendi içlerinde ve aralarında, esas olarak da, ezilmişliklerinden kaynaklanan çelişki ve çatışmaları, yerkürenin büyük bölümünde artarak, patlayarak, derinleşerek sürmektedir. Kapitalizmin kendisi istikrarsızdır ama pazarda ve dışsal çevresinde bir tür istikrar da gerektirir. Sermaye de istikrara muhtaçtır, dolanımı istikrarla doğrudan orantılıdır. Aksi, krizdir. Kriz, çelişki ve çatışmaların yaygınlaşması, derinleşmesi, yoğunlaşması ve merkezi etkileme anlamında merkezileşmesidir.

Üçüncü olarak, emperyalistler arasındaki çelişkilerden söz etmek gerekir. Burada bunların kendilerini icra edişlerini değil, varlıklarını tartışıyoruz. Kuşkusuz, belli merkezler arasında uzun vadeli ve her an keskinleşebilecek çelişkilerin varlığı kesindir. Bu noktada sadece ekonomi ve rekabet değil, tarih, coğrafya, kültür gibi ulusal kolektiviteleri biçimlendirip yönlendiren unsurlar da devreye girebiliyor elbette ve tablo karmaşıklaşıyor. Birleşmiş Avrupa, Almanya, Japonya, ABD, Rusya, Çin… Arap dünyası, İslam periferisi, Pasifik, Asya… Bu tabloya çelişkilerin perspektifinden, istikrarsızlık ve kriz olasılıklarından, kapitalist/emperyalist rekabetin acımasızlıklarından, pazarın dayatmalarından, sınıflar mücadelesinden ve ozon tabakasının deliklerinden bakarsanız ürkütücü bir tabloyla karşılaşabilirsiniz.

Şimdi buralardan, hemen, bir III. Dünya Paylaşım Savaşı sonucuna ulaşmayız kuşkusuz. Ama buna gerek de yoktur. Çelişkileri, saflaşmalar, çatışmalar penceresinin söyleyebileceği şeylerin çok olduğu açıktır… Biz, Japonya’yı bombalayalım diyen Amerikalı siyasetçileri, Japonya sonunda Sovyetler Birliği ile ittifak kurup Amerika ile savaşabilir diyen Japon bilimcilerini, Alman tehlikesine karşı en iyi çare Avrupa’da konumlanmış Amerikan askerleridir diyen Batılılar’ı biliyoruz. Sermayenin uluslararasılaşması, ulusal/merkezi kontrolü ortadan kaldırmıyor, şirketlerin güçlenmesi, emperyalist sermayenin devlet bazındaki örgütlenme ihtiyacına karşı daha geçerli bir model sunamıyor ve bugünün emperyalist ortaklık dünyasında silahlanma yarışı, militarizasyon, güçlerin tahkimi ortadan kalkmıyor…

Deregülasyon ve onun yarattığı finansal bütünlük en küçük bir müdahalenin bile anında yaygın yaşamsal sonuçlar doğurmasını da beraberinde getiriyor ve istikrar gerçekten her anlamda pamuk ipliğine bağlı olabiliyorsa, acaba alttan alta işbirliği/dayanışma ihtiyacı kadar kuşku/güvensizlik de ortaya çıkmıyor mu? Karşılıklı bağımlılık aynı zamanda hasımların birbirlerinin kaprislerine, ataklarına, hamlelerine ve oyunlarına bağımlı olmak anlamına da gelmiyor mu? Rakiplerin birbirlerine bu denli bağımlı olması karşılıklı şüpheleri de besler çünkü tarafların birbirine zarar verme ya da başka ifadeyle rakipten zarar görme, istidatlarını da artırır, dolayısıyla da iki ucu keskin bıçak gibi işler.

Yılmazer: Kapitalist pazarın sınır tanımazlığından, oysa kapitalizmin siyasi yapısının ulus sınırlarını inşa ettiğinden biraz önce söz ettiniz. Kapitalizm bu yapısal iç gerilimini sürekli yaşıyor. İlk emperyalist paylaşım döneminde egemen eğilim olan uluslaşma sürecinin bugün tarihsel olarak başka bir basamağında olduğumuz kesin. Ulusun ve devletin, sosyalizmin öngördüğü biçimde değil de küreselleşme yoluyla “aşılmakta” olduğu iddiaları oldukça yaygın… Elbette genellikle bu iddiaların sahipleri sosyalistler değil, emperyalist merkezlerdeki “düşünce üretim” kurumlandır. Böyle bir süreç yaşanıyor mu? Gerçekten ulus ve devletin erozyona uğradığı bir dönemden mi geçiyoruz? O zaman “düzen” nasıl hakim kılınacaktır? Bir büyük gücün oldukça kesin egemenliğinin olmadığı veya bu egemenliğin zayıfladığı dönemlerde sömürü ve yağma üzerine kurulu düzenler arasında savaşlar, moda deyimi ile “kaos” öne çıkmaktadır. En yoğun sömürü düzeni kapitalizm koşullarında devletlerin erimesinden ne ölçüde söz edilebilir? Dünya devleti ortada olmadığına göre, hatta tek ABD egemenliğinin bile artık eskisi ölçüsünde kesin olmadığı günümüzde “düzen” nasıl sağlanacaktır? Uluslararası tekellerin artan gücü gerçekten böyle bir süreç yaratabilir mi?

Gerger: Ulus devletin aşındığı doğru. Ne demektir bu? Her şeyden önce “sınır” ve burada hakimiyet demektir devlet. Elbette bazı kritik alanlarda sınırlar deliniyor, devletin kontrol gücü zayıflıyor. Devlet, ayrıca, güvenlik demektir. Sadece nükleer silahları bile düşünsek, onlara göre inanılır bir savunma mümkün olmadığına göre, bu geleneksel alanda da devletin aşındığını söyleyebiliriz. Devlet, egemendir, yani üstünde bir başka otorite tanımaz, bu anlamda bir merkezi otorite söz konusu değildir, ama sadece uluslararası örgütlere ya da AB gibi oluşumlara devredilen egemenlik hakları bile bu alanda da önemli aşınmalar yaşandığını gösteriyor. Bütün bunlara başka olgular da ekleyebiliriz kuşkusuz. Örneğin, bugün devletlerden zengin ve dolayısıyla güçlü şirketler var ve onlar uluslararası ilişkiler ve hukukun özneleri olarak devletlerle karşı karşıya bile gelebiliyorlar, kimi klasik devlet işlevlerini bu alanlarda yerine getirebiliyorlar, üstelik bunu devletlere rağmen ve onlara karşı da yapabiliyorlar. Ne var ki, gerek temel sadakat odağı olarak, gerek şiddet tekeliyle kesin otorite olarak ve gerekse de sermayenin, özellikle de emperyalist/uluslararası sermayenin temel örgütlü biçimi olmayı sürdürdüğünden ulus devlet realitesi de stratejik odak olma özelliğini koruyor. Ayrıca, emeklilik, eğitim, sağlık hizmetleri gibi öyle kamusal görevler söz konusudur ki, kapitalizm de bunları yerine getirmekte devlet dışında bir organizasyon yaratamıyor. Bunca yoğun sömürünün de bir baskı aygıtına ihtiyacı yok mudur? Bunun en iyi örgütlenmiş biçimi hala ulus devlet olarak duruyor karşımızda…

Tabii devletin aşılması, bu biçimde ve bu çerçeve içinde aşılması, kimilerinin iddia ettiği gibi ilerici özellikler de taşımıyor. Her devlet, örneğin, belli yasa, kural ve normlarla bir anlam taşır, bir başka ifadeyle her devlet aynı zamanda bir hukuk düzenini, kendi yasal altyapısını da içerir. Bu, bunları sürekli ve sistematik olarak ihlal eden devletler için de geçerli bir tespittir. Zaten “ihlal” olabilmesi için referans kuralların varlığı gereklidir. Oysa şirketin tek bir yasası vardır: Kar, daha fazla kar, hissedarlara daha fazla gelir. Hissedarlar dedim, onlar şirketin yurttaşlarıdır; oysa devlet gerçek vatandaşlardan oluşur, onları ezse de, onlara baskı da uygulasa, nihayet onlarla anlam kazanır. Demek ki, iki temel kavram “yurttaş’ ve “hukuk” şirket realitesinde söz konusu olamaz, en kötü devletin ise varlık nedenidir.

Şunu söyleyebiliriz: Günümüz emperyalist yapılanmasında ve kapitalizm içi ilişkilerde görece zayıf kapitalist devletlerin “egemenlik”leri sistem için bir yüktür ve dolayısıyla da devletlerin gücüne göre bu “hak” aşındırılmakta, zayıflatılmakta, sınırlandırılmakta, inkar edilmekte ve yer yer de parçalanmakta, işlevsizleştirilmekte, hatta ortadan kaldırılmakta. Bu böyle ama bazı hegemon konumdaki devletlerin gücü ve egemenlik hakları da o ölçüde artmakta, mutlaklaşmakta, onları hukuk dışı eşkıyalar haline getirmekte. Bugünün saldırgan Amerika Birleşik Devletleri böyle değil midir?

Yılmazer: Kesinlikle…

Gerger: Bugün, kimi aidiyet ve sadakat odaklarının ortadan kalktığı ya da güçlerini yitirdikleri bir dönemde, kaçınılmaz olarak, değerler dünyasında sarsıntılar ve politik/sosyal alanlarda da yeni arayışların hakimiyet çatışmaları ortaya çıkıyor. Toplumlar bir de ekonomik güvenliklerini, giderek geleceklerini yitirdikçe kaos iyice belirginleşiyor. Düzenin efendisi ABD ise, bir yandan hegemonyanın ölçütleri olan kritik alanlarda, ekonomide, üretimde, yer yer teknolojide, kültürde, geri kaldıkça ana belirleyen ölçüt olarak askeri gücü ikame etmek istiyor. Bunun için de uluslararası ilişkilerin militarizasyonunu dayatıyor. Bunu ise, kendisinin mutlak güvenliği, dolayısıyla da geri kalan herkesin mutlak güvensizliği ve dünyanın büyük bölümünün de mutlak köleliği koşullarında yapmak istiyor. Topraklarında tek kurşun patlamaksızın, tek bir askerinin kaybının kabul edilemez bir bedel sayıldığı bir anlayışla, istediği kenti istediği süre bombalama hakkını ve gücünü buluyor kendinde. Üstelik bunu akıl almaz haksızlıkların, eşitsizliklerin, yoksulluk, yoksunluk ve geriliklerin sürmesi uğruna yapıyor. Bugün dört, sadece dört kişi kırk sekiz, 48, ülkeden daha varlıklı. Bugün Toyota’nın yıllık satışları, Portekiz ve Polonya gibi iki orta büyüklükteki devletin yıllık gayrısafi milli üretimlerinden daha geniş. General Motors’un varlığı, dünyanın 150-160 ülkesinden daha büyük. Unilever, Yeni Zelanda’dan daha büyük bir mali tabloya sahip ama sadece Türkiye’de işgücünün üçte birini tasfiye ediyor. Yani, akıl almaz bir zenginlik, daha çok istihdam da yaratamıyor emekçiler açısından. Bu nasıl bir dünyadır, belki tanımını yapamayız, adını koyamayız ama istikrarlı, barışçıl, uyumlu olamayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.

YDD’yi anlamak için onun altyapısına bakmamız gerekiyor esas olarak. Küreselleşme ile YDD aynı madalyonun iki ayrı yüzü olarak karşımıza çıkıyorlar. YDD, finans kapitalizminin ve emperyalizmin üretimden kopuk, spekülatif ve yıkıcı bu yeni evresinin siyasi/hukuki üstyapısı olarak beliriyor. Ama şu noktada YDD’nin ya da onun efendilerinin stratejik hedeflerinden söz edebiliriz.

Küreselleşme, sermayenin yeryüzünün her yerine nüfuz edebilmesi sürecini anlatıyorsa, işte YDD de bu penetrasyonu sağlamak için dünyanın dört bir yanında gerekli politik/hukuki/sosyal olanakların sağlanmasını, bunun için de beynelmilel sermayenin ana aygıtı olan emperyalist devletlerin, ABD öncülüğünde dünyanın her yerine askerisi de dahil olmak üzere, müdahale edebileceği bir düzeni anlatıyor.

Küreselleşmenin değerlerinin, yani özelleştirmenin refah, serbest ticaretin zenginlik, pazarın rasyonalite getireceği inancının, yoksul ülkelerin politik hareket ve önderliklerinin terörist sayılmasının, liberal kapitalizmin insanın doğasını ve dolayısıyla da bin yıllık geleceğini temsil ettiğinin kabulüne dayanan bir ideolojik altyapısı var. Sözünü ettiğim “müdahale hukuku”nun oluşması süreci var. Ve nihayet bu müdahale ve penetrasyonun kurumlarının yaratılması var. YDD kurma süreci esas olarak bu.

Bunlar üzerinde tek tek etraflıca durmak gerekiyor.

Her düzenin olduğu gibi, YDD’nin de bir değerler yapısı, bir ortak çıkar bilinci yaratma çabası, yani bir ideolojik sistematiği var. Bu yanılsamanın insanlığın önemli bir bölümünü tutsak alabilmesi için kuşkusuz her şeyden önce insanların sistematik olarak ahmaklaştırılması, “Amerikan rüyası” ile uyuşturulması gerekiyor. Temel insani değerlerin parçalanması, toplumsal normların ve kültür değerlerinin yozlaştırılması, ahmaklaşma ve sürüleşmenin birey olmanın yerine ikame edilmesi, hepsi bu ideolojik saldırının bir parçası. Hatta özelleştirme bile, bir ve önemli yanıyla ideolojik bir saldırıdır, milyarlarca emekçide bilinç çarpılmasının yaratılmasının bir aracıdır. Kuşkusuz dünyanın her yerinde medya, özellikle de görsel medya, bu saldırının asıl tetikçisi, asıl terör aygıtı konumundadır.

Daha derinden ise, YDD’nin ideolojik saldırısını en iyi “tarihin sonu” tezinde görebiliriz. Ne deniyor? Tarih, yalnız yaşaması söz konusu olmayan insanoğlunun birlikte nasıl yaşayacağını belirleyen sosyo-ekonomik örgütlenme projeleri arasındaki mücadeleden ibarettir. Liberal kapitalizm, rakip bütün projeleri, en son olarak da Marksist projeyi, nihai yenilgiye uğratmıştır. Böylece de insanlık doğasına en uygun düzeni bulmuştur. Artık rakip kalmadığına ve dolayısıyla da alternatif projeler arasındaki mücadele bittiğine göre tarih de sona ermiştir. Tabii buradan ulaşılacak örtük sonuç da bellidir: Bundan sonraki arayışlar, daha iyi bir dünya, daha anlamlı bir yaşam yaratma arzuları ve eylemleri arkaiktir, gericidir, lüzumsuzdur, tarihin çöplüğünden alınmadır ve insan doğasını dinamitleyen yıkıcılıktır, tanımı gereği terördür. Totaliter ve doğasında militarist bir ideolojik yaklaşım tabii, ama refah, demokrasi, barış gibi ambalajlarla beyinlere zerk ediliyor zehir…

Demin düzenin kurallarından ve bu bağlamda da “müdahale hukuku”ndan söz ettim. Uluslararası hukukun temel kaynağı gelenekler, görenekler. Onun için bir adı da teamül hukuku diye geçer literatürde. Yani, uluslararası alanda, bir davranış yinelene yinelene, ötekilerce benimsene benimsene, giderek, her birinin kabul ettiği, uyguladığı, davranışlarda beklediği, yeğlediği, bazen de kodifiye edilen bir kurala dönüşür. Uluslararası hukuk kuralları da işte böyle bir zaman süreci içinde oluşur. Sözünü ettiğim “müdahale kuralı” da böyle bir süreç geçiriyor. Bugün insanlık giderek herhangi bir yerdeki herhangi bir soruna ABD’nin müdahalesini olağan bulmaya, hatta yer yer gereksinmeye, talep etmeye başladı bile. Amerikan müdahalelerine sıcak bakmayanların bile, kendileri açısından önemli bir yer ve konuda, kendi tarafları güç durumdayken, yollarda ABD ve Batı’nın çifte standardını protesto eden, yani onların müdahale etmemesini kınayan ve onları “insanlık namına” müdahaleye çağıran yürüyüşler yaptığını gözlemliyoruz. Bilinçler böyle çarpıtılıyor, insanlar böyle çaresizleştirilip ahmaklaştırılıyorlar ve egemenlerin hukukunun kuralları da böylece sinsi sinsi hayat buluyor, ete kemiğe bürünüyor, görenek ve gelenekleri saptırıp yeniden yaratıyor…

Şimdilik YDD bu yeni kurallarını bir yandan çeşitli yol ve yöntemlerle oluştururken, bir yandan da onlara işlerlik kazandıracak kurumlan yaratmaya çalışıyorlar. Bu kurumlar yaratılana kadar da Birleşmiş Milletler gibi eski kurumlan, varlık nedenlerini, hukuklarını çiğneyerek kullanıyorlar. Yeni kurumların yaratılması elbette kolay değil, kurallar gibi uzun zaman alabiliyorlar. Bugün için Batı esas olarak NATO’yu ve ABD’nin ad hoc oluşturduğu koalisyonları, ittifakları kullanıyor.

Bu arada iki de stratejik politik hedeften söz etmek gerek. Bunlardan biri sınıfsal, ötekiyse daha genel olarak ulusal içerik taşıyorlar. Doğrudan sınıfsal olan şu: Ne zaman başlatabiliriz bilmem ama tarihin seyri, daha genelde ezilenle ezen, daha özelde de emek ile sermaye arasındaki mücadelede ezilenin, emeğin, geri dönüşlerle bezenen bir süreç içinde, sürekli yeni mevziler, yeni haklar, yeni olanaklar kazanmasıyla gelişiyor. Tarihsel eğilim böyle seyrediyor ve tabii büyük, kanlı, kahramanca mücadeleler sonucunda oluyor bu. Kerhen egemenlerden, burjuvaziden elde ediliyor irili ufaklı bütün siyasal, hukuki, sosyal, ekonomik haklar. Dediğim gibi, bu, mutlak kazanımlar, nihai zaferler ve doğrusal bir çizgi göstermiyor, Bolşevik Devrimi gibi mutlak zaferler, faşizmin yükselmesi gibi stratejik geri çekilmeler, yenilgiler arasında gidip gelen, mevzii ama tarihsel süreç içinde sıçramalı sıçramasız süreklilik arzeden, zigzaglı ama yükselen bir eğri gösteren bir trend söz konusu. İşte YDD efendilerinin bir temel amacı, önce, bu tarihsel eğilimi durdurmak, sonra da geri çevirmek. Bu, sanayileşmiş ülkeler de dahil olmak üzere dünyanın pek çok yerinde başarıldı ve tabii çabaları hala devam ediyor. Emek, hemen her yerde, sadece kimi temel kazanımlarını yitirmekle kalmadı, çark sermaye lehine işlemeye de başladı.

İkinci olaraksa, sömürgeciliğin tasfiyesi, ulusal kurtuluş savaşlarının başarıya ulaşmasıyla mazlum ulus devletlerinin ortaya çıkması, kapitalist olmayan yolu seçen Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin doğuşu, Doğu Avrupa’dan Çin’e, Küba’ya, Vietnam’a sosyalist inşa rejimlerinin zafer kazanmasının yarattığı bir süreç var. Bu sürecin sermaye açısından stratejik bir sonucu elbette beynelmilel sermayenin uluslararasılaşması ve hareketliliğiyle ilgili. Sermayeye kapıların kapatılması ya da daha doğru bir ifadeyle ardına kadar değil de kontrollü olarak açılıp kapanması bu sonuç. Bu genel olarak sermayenin, özel olarak da ABD’nin “açık kapı politikası” ile elbette temelden çelişen düşmanca bir gelişme. İşte YDD bu süreci de önce durdurmak, sonra da egemenlikleri aşındırarak, yıkarak, ülkeleri bağımlılaştırarak kapıları yeniden ardına kadar ve kontrolsüz açmayı hedefliyor, bunu da büyük oranda başarıyor…

Temelde bugün de emperyalizmin yönetme sistemi fiziki şiddet, bastırma ve ideolojik saldırı ile bilinçleri karartma, ahmaklaştırma, beyin ve vicdanları tutsak alma, bireyi toplumun, insan doğası dışı bir bireyciliği toplumsal dayanışma ve paylaşma güdülerinin karşısına koyma biçimlerinde gerçekleşiyor. Klasik böl ve yönet entrikaları, imar (para) ve yıkım (silah) gücünün şantajını dayatma, teknik üstünlük ve eşitsiz mübadeleye dayalı yapıyı koruma, klasik yöntemler olarak beliriyor…

Bugün özellikle savaş teknolojisindeki gelişmeler emperyalist saldırganlığa büyük olanaklar sağlıyor. Global Positioning System ile yani uzaydan yönlendirilen ve “akıllı bombalar” diye de adlandırılan Precision Guided Weapons, aynı zamanda, insansız saldırıları da mümkün kılıyor ve emperyalizmi kendi halkının itirazlarından bir ölçüde koruyor. İradelerin mücadelesi olan ve bir tarafın hasmın iradesini kırarak zafer kazandığı savaş olgusundaki bu gelişmeler halkların iradesinin en üst düzeyde test edilmesini getiriyor ve dolayısıyla da antiemperyalist yönetimler, halklar, devletler önüne yeni meydan okumalar koyuyor. Uzayın da silahlandığı böylesi bir dönemde emperyalist teröre karşı savunma yeni boyutlar kazanmak zorunda…

Yılmazer: Hocam, son söylediklerinizle aslında YDD’nin sanırım iki önemli yönüne gelmiş olduk; onun maddi altyapısı ve bunun üzerine adeta giydirilen ideolojik saldırı silahları… YDD deyince benim aklıma daha çok dünyaya kapitalist merkezlerin vermek istediği siyasal düzen geliyor. “Küreselleşme” kavramı ise bu düzenin ekonomik-maddi altyapısını çağrıştırıyor. İsterseniz önce YDD’nin maddi altyapısı olarak küreselleşmenin neleri kapsadığından başlayalım.

Küreselleşmenin motiflerine baktığımızda özelleştirme ve sermaye hareketlerine tam bir özgürlük tanınması en öne çıkıyor. 60’lı yıllarda millileştirmeler ve devletleştirmeler oldukça itibarlıydı. Şimdi lanetleniyor. Günümüzün büyülü sözcüğü, sadece maddi bir altyapı kavramı olarak değil, biraz önce vurguladığınız gibi ideolojik saldırı aracı olarak da “özelleştirme”dir. Dünya nasıl bu noktaya geldi? Sadece söylendiği gibi devlet işletmelerinin çok kötü yönetilmesinden mi?

Sermaye hareketlerine özgürlük çağrısı da “sıcak para” denen bir hayalet yarattı. Aslında sanırım tersi doğru. Kapitalist merkezlerdeki yoğun sermaye birikimi, hazır sosyalizmin de olmadığı bir dünyada spekülasyon özgürlüğünün tadını çıkartmak istiyor olmalı. Küreselleşme ile mallar ve sermayenin dolaşımına tam bir özgürlük istenirken, insanın (emeğin) dolaşımına da tam tersine engel üstüne engel inşa ediliyor.

YDD’nin ekonomik altyapısı olan neoliberalizmin özellikle dünya halkları için ne anlama geldiğini biraz daha açsak.

Gerger: Evet şimdi küreselleşmeyi, senin dediğin gibi YDD’nin ekonomik-maddi altyapısını tartışabiliriz.

Kapitalizm 1970’li yıllardan beri bir kriz yaşıyor dünya ölçeğinde. Bu yıllar emperyalizmin yeni bir saldırı için hazırlık yaptığı bir dönemi de ifade ediyor. 1980’li yıllar önce “yeniden yapılandırma”, “yapısal düzenleme” adı verilen programın borçlu ülkelerde uygulamaya konulmasıyla başladı. Gelişmiş ülkelere muazzam bir kaynak transferiyle birlikte borçlu yoksul ülkeler tam bir yıkıma uğratıldılar. Metropol ülkelerdeyse, Thatcher ve Reagan’ın monetarist politikaları benzer bir ekonomik/politik/sosyal yıkım gerçekleştirdi. Şili’de Friedmancı Chicago Okulu ekonomistlerinin Pinochet şiddeti ile yaptıkları hemen her yerde yerel koşullara göre yinelendi. Bu arada, kapitalizmin fazla üretim (ve tabii yetersiz tüketim) ve sermaye fazlası problematiğinin yarattığı kar hadlerindeki azalma krizi derinleştiriyordu. Sermaye fazlasının üretime kaydırılamamasının yarattığı bunalım yeni bir birikim modeliyle aşılabilirdi. Finans sermayesinin, üretim sermayesine ve dolayısıyla da reel ekonomiye akamayan kısmı, ki bu büyük meblağlara ulaşmıştı, sadece finansal işlemlerle, borsa ve döviz spekülasyonlarıyla, imaj, patent satma, bilgi pazarlama, kara para, tahvil, bono, faiz gibi rant gelirleriyle kar maksimizasyonuna yöneldi. Bugün iki, üç, belki dört ya da beş trilyon dolar bilgisayarlar aracılığıyla 24 saatte dünyayı dolaşıyor ve üretimden kopuk olarak, sanal ve finansal işlemlerle kar ediyor, büyüyor, büyüyor ve fakat insanlar için mal ve hizmet üretmiyor, global piyasadaki hacmin sadece çok küçük, yüzde 10-15’lik bir bölümü fiziki mal ve hizmetlerden, gerisi mali işlemlerden oluşuyor. Biliyorsun buna eskiden Weber’in adlandırdığı gibi “gazino kapitalizmi” belki daha iyi bir Türkçe tercümeyle “kumarhane kapitalizmi” deniyor. Paradan, sanal işlemlerden, üretimden değil de spekülasyondan, faizden, kara paradan, imajdan para kazanılıyor, kar ediliyor. Eskiden üretim sermayesine bağlı, yani reel ekonomiye kaynak sağlayan, gücünü sermaye içi karar almadaki ve denetimdeki üstünlüğünden alan finans sermayesi bugün kendi başına sadece kendi büyümesini gerçekleştirerek devinen ve büyüyen bir kar topuna ya da daha doğrusu büyük çığlara dönüşen devasa kar topuna benziyor. Dev tekeller, holdingler bile artık asıl gelirlerini ana üretim faaliyetlerinden değil, rantlardan elde eder hale geliyorlar. Bu kuşkusuz çarpık, hastalıklı bir yeni birikim modelini ve ekonomik yapıyı ifade ediyor kapitalizm açısından bile, çünkü insanlar için mal ve hizmet üreten bir sermayeden söz etmiyoruz artık.

Bu ucube ve yıkıcı çarkın dönebilmesi için de kuşkusuz finansal deregülasyon gerekiyordu, bütün ulusal sınırların ve denetimlerin yıkılması, yeryüzünü dolaşan sermayeye tam özgürlük, vur-kaç ve spekülasyon serbestisi gerekiyordu. Tabii bunun ideolojisi, siyasal, hukuki mekanizmaları da ve elbette militer dayanakları da…

Karşımızda serseri, hatta terörist bir para var, sıcak para diye de adlandırılan, her gün yeryüzünün dört bir yanında trilyonları bazen dakikalar ya da saatler içinde vurup kaçan, önünde kovaladığı yeni talan alanları ve arkasında da viraneler bırakan bir kasırga bu. Mal ve hizmet üretiminden, reel ekonomiden kopuk bu kar realizasyonu ve maksimizasyonu mekanizması, tümüyle spekülasyonun kaprislerine terkedilmiş ve rant pazarına dönüştürülmüş finansal pazarda ikili etki yapıyor. Birincisi, istikrarsızlığı yaşam biçimine dönüştürüyor ve ikinci olarak da bir yerel krizin derhal küresel sarsıntılar yaratarak dünya çapında daha büyük depremlere dönüşmesini getiren bir tür entegrasyon (olumsuzluklarda karşılıklı bağımlılık yaratan) ortaya çıkarıyor. Bu da öte yandan merkezleştirmeyi getiriyor. Bugün Singapur, Meksika ya da Arjantin ve Türkiye gibi aslında marjinal bir yerellikte ortaya çıkan bir bunalımın sistemin beyni ABD’yi ve Wall Street’i de vurma olasılığı, Amerika’yı kontrolsüz tüm global finansal ağı siyaseten denetlemeye mecbur ediyor, bu da başka ekonomik/siyasal çelişkiler/istikrarsızlıklar/çatışmalar yaratıyor elbette.

Bu Lenin’in anlattığı emperyalizmin olgunlaşmış, yüksek bir aşamasını ifade ediyor bence. Ve bu arada da üretici güçleri geliştirerek, daha fazla, daha kaliteli, daha ucuz mal ve hizmet üreterek sosyal formasyona kan taşıyan bildiğimiz klasik rekabet anlamını yitiriyor, çünkü üretici güçlerin gelişmesi, bilim ve teknolojinin doğrudan üretime uygulanmasının sistem açısından yarattığı olanaklar, devasa sermaye fazlası üretimden, reel ekonomiden koptukça ve sadece kendi büyümesi ile malül hele geldikçe, sisteme taze kana dönüşemiyor. Bu sosyal formasyonun üretici güçleri geliştirebilmesi artık onun yaşaması için, bekası için yeterli olamıyor, çünkü oradaki gelişme sisteme hayatiyet kazandıramıyor. Muazzam zenginlik ortasında, milyarlar korkunç bir yoksulluk ve yoksunluk içinde çürüyorlar. Giderek, dünyada “insan fazlası” ortaya çıkıyor. Refah devletinin çöküşüyle de bu “insan fazlası” (ki hem emperyalist metropoller içinde hem de mazlum insanlık içinde ortaya çıkıyor) şimdilik bir tür global apartheid rejimi ile kontrol altında tutulmaya çalışılıyor ama bundan kurtulmanın daha şiddetle örülmüş yolları da günün birinde gündeme gelecek gibi görünüyor. İşler o hale geldi ki koca kıtalar “fazlalık” oluyor. Ünlü Amerikalı iktisatçı Lester Throw Türkçe’ye de çevrilen “Head to Head” adlı kitabında “Afrika’yı ücretsiz verseler almayın” diyebiliyor! Bu iki fazla “sermaye fazlası” ve “insan fazlası” arasındaki çelişki ilerde insanlığın gündemini belirleyecek. Bu aşamasında emperyalist kapitalist sosyal formasyonu, üretici güçlerin gelişmesinde ayak bağı olan ya da aynı anlama gelmek üzere onun gelişmesini kendi hayatiyetine aktaramayan tüm sosyal formasyonlar gibi ölüme mahkum oluyor. Bütün yeryüzünün ve insanlığın her aşamadaki katkılarıyla tam anlamıyla toplumsallaşan üretim, kapitalizmin üretim ilişkileriyle çelişiyor, küreselleşmiş emperyalizm bu çelişkiyi artık sürdürülemez ölçülerde derinleştiriyor…

Bugün ABD’nin elinde tuttuğu spekülasyon ve rant özgürlüğü meşalesi, talan ve yağma hakkı, geçmişin refah ve paylaşım hakkı, demokrasi, insan hakları gibi emperyalizmin ideolojik ajitasyon kavramları karşısında büyük dezavantajlar taşıyor insanların bilincini çarpıtma hedefi açısından. Bugün kapitalizm yeryüzünü gerçekten tek pazara dönüştürmüş durumda ve burada da rakipsiz, yani tek başına, çıplak. İnsanoğlunun tarihte ilk kez herkesi doyurabilecek düzeye geldiği bir evrede, finans kapitalizmin doruğunda ve emperyalizmin bu aşamasında…

Yılmazer: Biraz önce çok güzel vurguladığınız gibi “sermaye ve insan fazlasının olduğu” dünyamızda, bu gerçekleri perdelemenin en önemli aracı yaratılan ideolojik illüzyonlar olmalı… Hocam isterseniz bu noktada YDD’nin ideolojik çerçevesini ve onun yarattığı illüzyonları değerlendirelim. Bilindiği gibi emperyalist merkezler uzun süredir dillerine “insan haklan” ve “demokrasi”yi doladılar. İnsanlığı en azından iki kez topyekün yıkımın eşiğine getiren, pek çok geri ülkede ve elbette bizde de askeri darbeleri örgütleyenler şimdi demokrasi havarisi kesildiler. “İnsan hakları ihlalleri” gerekçe edilerek bir ülkeye müdahaleyi meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Bunun Balkanlar’da provasını yaptılar. Dünyadaki yıkımlardan sorumlu emperyalist merkezler açıkça dünya halkları ile alay mı ediyorlar? Yoksa bu ideolojik propagandanın bir zemini ve hatta bazı gerçek yanları var mı?

Bilindiği gibi bugüne dek yaşanan her emperyalist paylaşım dalgası aynı zamanda kendine ideolojik bir zemin de yaratmıştır. İngiltere’nin başını çektiği ilk büyük emperyalist paylaşım yıllarında onların parolaları “vahşi toplumlara uygarlık götürmek”di. Bir yanda sömürge valileri öbür yanda koltuğunun altında İncili ile misyonerler “tanrısız vahşileri uygarlaştırdı”. Emperyalizmin bu sözde uygarlaştırma oyununa halklar ulusal kurtuluş savaşları ve devrimlerle cevap verdiler. Ardından ABD’nin başını çektiği yeni sömürgecilik yıllarının parolası, Sovyetler’e karşı “hür dünya”nın korunması ve geri ülkelerin “yardımlarla kalkındırılması” oldu. Bu söylenenlerin büyük yalanlar olduğu özellikle 60’lar sonrası dünyada yeterince yaşandı. Şimdi emperyalizm, hazır sosyalizm “tehdidi” de yokken, yeni paylaşım sürecinde kendine inanılması zor bir ideojik zemin yaratmaktadır: İnsan hakları ve demokrasi! Bu ideolojik çerçevenin nasıl ortaya çıktığını, aslında nelerin amaçlandığını ve böylesine büyük yalanların nasıl olup da dünyada karşılık bulabildiğini biraz irdelesek hocam… Tabii tam bu noktada Türkiye’deki aktüel sorunlara da girebiliriz. Avrupa’dan gelecek bir demokrasi dalgası bekleniyor. YDD’den Türkiye’nin payına neler düşebilir? YDD’nin ideolojik zeminini irdelerken Türkiye’ye de bir göz atabiliriz sanırım.

Gerger: Kapitalizm, doğası gereği, eşitsizliklerle örülmüş, eşitsizliğe dayanan bir sistem demek ve dinamizmini, yaşamsal kaynaklarını eşitsizliğin sürgit devamında buluyor. Buna karşılık, burjuva demokrasisi eşit oya dayanan bir politik eşitliği öngörüyor. Böylece de altyapıyla üstyapı arasında bir çelişki, bir uyumsuzluk ortaya çıkıyor. Sermayenin bu uyumsuzluğu gidermekteki en büyük silahı ideolojik manipülasyon olarak karşımıza çıkıyor. Bu ideolojik saldırının ana yöntemi kitleleri, emekçileri depolitizasyon ile saf dışı bırakmak oluyor. Bu, ikinci yönteme de kapı açıyor, olanak sağlıyor, böylece bilinç çarpıtması ve uyuşturma/ahmaklaştırma gündeme sokulabiliyor. İnsan hakları ve demokrasi söylemi işte bilinç çarpıtma yönteminin araçları. Emekçilerin söke söke aldıkları haklar ve onların olgunlaştırdığı demokrasi burjuvazinin birer lütfu gibi sunuluyor örneğin. Tabii bu propagandist söylem sistemi ve egemenleri bir ölçüde bağlıyor da. Bu bağlamda bazı konulara dikkat edilmesi gündeme geliyor. Mao bunu emperyalizmin çelişkilerinden biri olarak tanımlıyordu ki doğrudur. Ayrıca, demokrasi ve hukuk devletini finanse edebilecek güce sahip az sayıdaki metropolün, alternatif arayışların burjuva demokrasisini aşacak başarıyı gösterememelerini, görece güçsüz kapitalist rejimlerin kaçınılmaz kıyıcılıklarını, “kapitalist olmayan yol”u deneyen yapıların bu konulardaki zaaflarını ve nihayet biçime özü kaybettirebilmekteki yeteneklerini, yani bilinçleri çarpıtıp beyinleri uyuşturabilmelerini kullanarak ciddi bir ideolojik atılım yapabildikleri de ortada. Metropollerin şanslı bireylerinin kullanabildiği, oralardaki çoğunluğun kullanabileceklerinin de çeşitli mekanizmalarla anlamsızlaştırıldığı kimi bireysel hakları öne çıkararak, insanlığın büyük bölümünün asla sahip olamadığı temel insan haklarını, toplumsal, ekonomik, politik özgürlükleri gizleyebilen, giderek büyük insanlık için kullanılamaz hale getiren bu egemenlik sisteminin gücü de herhalde bu yeteneğinde yatıyor.

Sözünü ettiğin eski sömürgecilerin “Beyaz Adamın Misyonu” aldatmacası bugün de değişik kılıklarda yürüyor. “Uygarlığın sembolü beyaz adam” bugün de “demokrasinin havarisi ve refahın taşıyıcısı” konumunda. Oysa sömürgeci “beyaz adam” uygarlığın yıkıcısıydı, bunu Amerika kıtasında da, Afrika’da da en vahşi biçimlerde gösterdi. Bugünkü ise, yeryüzünün büyük bölümünde demokrasiyi katlediyor, en temel insan haklarını ihlal ediyor, refahı kendi tekeline hapsederek insanlıktan esirgiyor. Ne var ki, propaganda ve etkileri devam ediyor. Yeryüzünün en büyük ve acımasız savaş makinasına sahip, sivil kentlere atom bombası atmış, yeryüzünün dört bir yanında füzeleriyle, tanklarıyla, jetleriyle ölüm kusmuş, sabotaj ve kitle kırımlarını, darbeleri örgütlemiş, her türlü terörü cesaretlendirmiş ya da doğrudan uygulamış ABD, barış ve insanlık adına konuşabiliyor. Bugün ABD hala “Amerikan deneyiminin insanlığa tanrı tarafından indirilmiş bir armağan” olduğunu vaaz eden bir ideolojiyle hareket edebiliyor, kendisinin “aşikar yazgısı”nın insanlığı kendi ideallerinden yeniden yaratmak olduğunu dayatabiliyor. ABD’nin kurucularına dayanan, Monroe Doktrini ile uluslararası politikaya uyarlanan, Soğuk Savaş başlangıcında Truman Doktrini ile pekiştirilen bu misyoner saldırganlık bugün de emperyalist saldırı ve terörün itici ideolojik/kültürel unsurlarını oluşturuyor…

Bilinç çarpıtma ve bozunması yaratmak, ideolojik saldırı ve antipropaganda her egemenlik düzeni ve saldırısının olmazsa olmaz parçalarını oluşturur kuşkusuz. İşte emperyalizmin ideolojik saldırısı da bir yönüyle böyle tezahür ediyor ve bu burjuvazinin yerel ideolojik konumuyla da örtüşüyor…

Türkiye’ye gelince, bu konuda hemen temel bir tespit yapmalı, bir gerçeği net bir biçimde belirlemeliyiz. 1945’den bu yana, genel olarak Batı ve özel olarak da ABD, Türkiye’de demokrasinin gelişmesiyle kendi stratejik çıkarları arasında temel bir karşıtlık olduğuna inanmışlardır, bu nedenle de, göstermelik, biçimsel, çarpık, gerçeğinin özüne ve çağdaş içeriğine aykırı hilkat garibesi “Türk demokrasisi”ni bile zaman zaman askıya almak için darbeler düzenlemişlerdir. “Türk demokrasisi”nin bütün kontra güçleri, işkence timleri, polisi, jandarması Amerikalılarca eğitilmişler, finanse edilmişlerdir. Demokrasi ve insan haklarına saygının içerideki bütün dinamiklerinin yine Batı’nın ve ABD’nin komutasında berhava edildiğini de biliyoruz. Yalnız Türkiye’de mi? Unutmayalım, faşist Portekiz ve İspanya, insan hakları ve demokrasinin koruyucusu batı ittifakının, NATO’nun üyesiydiler. Bir başka NATO üyesi Yunanistan’ın Papadopoulos Cuntası doğrudan ABD’nin eseriydi. Mussaddık ve Ailende gibi demokratik hükümet önderlerini ABD devirdi. Darbe kışkırtıcılığı, sabotajlar, otoriter rejimlerin oluşturulup desteklenmesi, suikastler, toplu cinayetler, irili ufaklı çatışma ve savaşlar, gizli yıkıcı operasyonlar, bütün bunlar soğuk savaşta ABD ve Batı politikalarını özetleyen kavramlar olarak karşımıza çıkıyor. Bugün de, demokrasi ve insan haklarına saygı dinamikleri ile çelişen, onların altyapısını aşındıran, temellerini dinamitleyen, taşıyıcılarını tutsaklaştıran, düşmanlarını da güçlendiren bütün politikaların AB ve ABD tarafından dayatıldığı yanlış mı? Türkiye militarizmini olağanüstü güçlendirip demokrasiyi kalbinden vuran askeri/stratejik rolleri/misyonları dayatan ve bunun için de militarist kurumlan genişleten, kültürünü yaygınlaştıran kimlerdir? Özelleştirmeden yeniden yapılandırma saldırısına, deregülasyondan liberalizasyona, mezarda emeklilikten sendikasızlaştırmaya, uluslararası tahkimden kamu harcamalarının kısıtlanmasına, eğitim ve sağlık hakkının ortadan kaldırılmasına. Bütün IMF/Dünya Bankası saldırısının sadece ekonomik değil, sosyal, politik, hukuki, ahlaki tahribatının sorumlusu kimdir? Demokrasinin dışardan, emperyalist merkezlerden bekleniyor olması bile müthiş bir tahribatı, yıkımı göstermiyor mu?

Türkiye’de emperyalizm rejime, düzene içkindir, içselleşmiş bir olgudur, dolayısıyla da bu ülkede demokrasi mücadelesi de emperyalizme karşı mücadeleden soyutlanamaz elbette…

Yılmazer: Hocam, son olarak “tehlikeli” bir konuya girmek istiyorum, emperyalizm teorilerine… Aslında konuşmamızın başlarında Kautsky’nin görüşlerinden söz ederken konuya değindiniz. Ancak biraz daha açmakta yarar var. Özellikle Kautsky ve Lenin’in emperyalizm teorilerine göz atmadan geçmek YDD’nin teorik zeminini eksik bırakmak olur diye düşünüyorum. Kautsky’nin “emperyalist güçlerin uzlaşarak dünyayı barışçıl bir ortamda geliştireceği” yolundaki “süper emperyalizm” tezini hemen ardından gelen I. ve II. Emperyalist Paylaşım Savaşları yalanladı. Ancak günümüz dünyasına baktığımızda sanki bir “geç kalmış doğrulanma” gibi benzer görüşler tekrarlanıyor; kimi görüntüler de sanki bu tezi doğruyor. Topyekün savaş olasılığının çok sınırlanması; kapitalist merkezlerin daha önce sözünü ettiğimiz “insan hakları ve demokrasi” savunuculuğu ve ABD’nin şefliğinde uzlaşarak dünyayı barışçıl bir biçimde paylaşarak “geliştirme” eğilimleri sanki Kautsky’nin tezlerine yeni bir canlılık kazandırmıştır. Bu tezlere ne diyorsunuz Hocam.

Öte yandan, Lenin’in “emperyalist paylaşımların askeri, sermaye ve teknik gücüne dayandığı için barışçıl olmasının mümkün olmadığı” tezi savaşlarla doğrulandı. Ancak emperyalizmin “kapitalizmin son aşaması olması” ve “üretici güçlerin gelişmesini engellediği”, bu anlamda “çürüyen kapitalizm” olduğu tezleri sanki olaylarca tam doğrulanmamıştır. Son yarım yüzyıldır üretici güçler gelişmiş, üstelik oldukça hızlı ve kapsamlı gelişmiştir. Elbette bu gelişmenin yanında spekülasyonun artmasıyla bir çürümenin de yaşandığını gözlemliyoruz. Vurguladığınız gibi “kumarhane kapitalizmi” yaygınlaşıyor. Ancak bu tarz bir çürümenin kapitalist üretim biçiminin sonuna ne ölçüde işaret ettiği oldukça tartışmalı bir konudur. Borsalar çökebilir, bir anlamda belki bir süre kumarhaneler kapatılabilir, ancak sistemin üretici güçleri geliştirme gücü bu yolla tıkanacakmış gibi görünmüyor. Emperyalizm ve üretici güçlerin gelişmesi sorununa günümüz dünyasından nasıl bakabiliriz? Küreselleşme, emperyalizm tarihinde yeni bir basamağa işaret ediyor mu? YDD ve küreselleşme üretici güçlerin gelişimi ve insanlığın geleceği açısından hangi “gelişim” ve “çürümelere” yol açabilir?

Gerger: Emperyalizmin çözümlenmesinde karşımıza bu bağlamda iki ayrı yöntem çıkıyor. Kautsky, gelişmelere uyum penceresinden baktı ve elbette önündeki dünyanın kimi gerçeklerini gördü, kimilerini ise göremedi. Bu onun açısından yöntemsel bir sorundu. Lenin ise, işin bu yöntemsel boyutu üzerinde durdu, Kautsky’i eleştirdi ve hayata Marksist analizin penceresinden, uyum değil de çelişki perspektifinden baktı, sermayenin devinim yasalarının seyrini gördü, sonunda da doğrulandı. Lenin iki temel çelişkiyi saptamıştı; emperyalistler arası çelişkiler ve emperyalizmle mazlum sömürge halkları arasındaki çelişkiler. Bunu saptadıktan sonra da bu çelişkilerin devrimci tarzda çözümüne yöneltti çözümleme ve pratik çalışmalarını. İki paylaşım savaşı birinci çelişkinin patlak vermesiydi. Ulusal kurtuluş savaşları ise, ikinci çelişkinin sonucu olarak ortaya çıktı. Burada önemli olan, tespitlerin aynı olması değil kuşkusuz. Bizim vurgulamamız gereken yöntemdir. Marksist yöntem, hayata çelişkiler penceresinden bakar ve sermayenin yasallıkları üzerinde kurulur, sonra da devrimci praksis ile bütünleştirilir. Bugün de yapılması gereken bu teorik yetkinlik ve pratik yaratıcılığı göstermektir…

Üretici güçlerin gelişmesine ilişkin olarak ise, kısaca şunlara işaret edebiliriz. Bizim için önemli olan dünyanın değişmesidir. Bu noktada, “üretici güçlerini geliştirmek potansiyelini taşıyan ve bunu hayata geçiren bir sosyal formasyon yıkılmaz. Ancak üretici güçlerin gelişmesine engel olduğu zaman ölüm zamanı da gelmiştir” önermesi önemlidir ve soruna bu açıdan bakmalıyız. Bu noktada başta kapitalist pazar ile ilgili olarak söylediklerimizi anımsamalıyız. Komünist Manifesto, “burjuvazi üretim araçlarını ve dolayısıyla da üretim ilişkilerini ve onunla da bütün toplumsal ilişkileri sürekli olarak dönüştürmeden var olamaz” der. Böylece de daha fazla pazar ihtiyacı, daha fazla üretim, daha fazla ticaret, daha fazla sanayi… hem burjuvaziyi hep kovalar hem de onun düzenine fazla gelir, baskı yapar, karmaşa, altüst oluşlar, istikrarsızlık ve düzensizlik dayatır. Üretici güçlerin gelişmesi dolayısıyla sosyal formasyona bir yandan kan verir, öte yandan da kapitalizmi ve onun üretim ilişkilerini, özel karakterini zorlar. Bugün de benzer bir durum var, üretici güçlerle ilgili olarak daha önce söylediklerimize ek olarak belirtilebilecek. Kapitalizm bugün bir yandan özellikle de bilim ve teknolojiyi doğrudan üretime uyarlayarak üretici güçleri geliştirirken, bir yandan da en büyük üretici güç olan insanı çürütüyor. Daha da önemlisi, en temel üretici güç olan insanın doğası ve genetiği üzerinde oynanıyor. Seninle bunu daha önce tartışmıştık bir seminerde. “Özel çıkarlar uğruna en büyük üretici güç insan genetiğinin manipülasyonuna sonunda insanlık karşı çıkar” demiştin. Gerçekten de böylesi bir karmaşa ve stres yaratıyor insanlık üzerinde burjuvazi. Yarın büyük insanlık manipülasyon ve çürütme/köleleştirme, hatta bildiğimiz anlamıyla insanlıktan çıkartma girişimlerine karşı çıkarken çareyi de kendi yazgısına kolektif sahip olmakta, ortaklaşa üretim araçları sahipliğinde bulmasını da düşünemez miyiz? Sosyalizmin böylesi bir ufku da beslediği açık gibi görünüyor bana. İnsanlık ile proletarya arasında bu süreçlerden geçen bir organik bütünlük, bir füzyon oluşuyor… Ya barbarlık, hatta yok oluş ya sosyalizm şiarı ne kadar da gerçekçi ve kaçınılmaz görünüyor bilimsel pencereden bakınca, Marksist tarih ve toplum bilimin ufkundan izleyince gelişmeleri…

Yılmazer: Hocam, konuşmamız kesintili devam ederken 11 Eylül’de ABD’ye yapılan saldırı yaşandı. Bu saldırı YDD için yepyeni bir milat olarak ele alınıyor. 11 Eylül 2001 sonrası öncesi gibi olmayacak deniyor. Neler değişecek? Huntington’ın “uygarlıklar arası savaş” tezi gerçeklik mi oluyor? Bu konuda yorumlar doğal olarak hızla çoğaldı. Diğer bir konu bu saldırı sonrası ABD’nin Körfez Savaşı sırasında olduğu gibi bütün Batı’yı arkasına alarak kendi politikaları doğrultusunda güçlü bir cephe yaratacağı söyleniyor. Bu ne ölçüde mümkün? Bu saldırı emperyalist merkezler arasındaki çıkar çatışmalarını ortadan ne ölçüde kaldırabilir?

Gerger: Yeryüzünde bunca şiddet, bunca eşitsizlik, adaletsizlik varken elbette her zaman söylediğimiz gibi uyum, işbirliği, barış bekleyemeyiz. ABD’deki saldırılar bu söylediklerimizin acı bir kanıtı. Kuşkusuz biz saldırıların arkasındaki güç ya da güçlere ilişkin spekülasyon yapamayız, ama onun anlamına ve sonuçlarına ilişkin kimi nesnel tespitler yapmaya çalışabiliriz.

Öncelikle belirtmeliyiz ki, bu tür saldırılar kuşkusuz sınıf savaşımının bir yöntemi olamaz. Bu açıdan, nesnel anlamı üzerine yapabileceğimiz ilk tespit, bunun ezilenlerin kör şiddetini simgelemesidir yapanların amaçlarından, niyetlerinden bağımsız olarak. İkinci bir tespit ise şu olabilir: ABD’nin tarihsel olarak ve esasta da coğrafi konumundan kaynaklanan dokunulmazlık zırhı, giderek, örneğin füze kalkanı projesiyle de birlikte, bir tür mutlak güvenliğe dönüşüyordu. Bir ülkenin mutlak güvenliği ötekilerin tamamının mutlak güvensizliği anlamına gelir ki, bu çağımız uluslararası ilişkiler ve devlet yapısıyla, anlayışıyla asla bağdaşmayan bir durumu ifade eder. Şimdi nesnel olarak saldırı bunun da sonuna işaret ediyor. Üçüncü olarak, bu mutlak güvenlik-mutlak güvensizlik bir mutlak müdahale ile beraber gidiyordu ve ABD yeryüzündeki bütün eşitsizlikler, adaletsizlikler, haksızlıklar sürsün diye ekonomik, politik, askeri müdahalelerde bulunuyordu ve üstelik bir de tanrısal bir rol oynayarak, tanrının insanı kendi gül cemalinden yaratması misali, insanlığı kendi yaşam biçiminden yeniden yapılandırmaya oynuyordu. Bunun insanlık açısından ayrıca mutlak kölelik anlamına geldiği belliydi. Demek ki, insanlık bunu da reddetti, bir nesnel sonuç da böyle beliriyor.

Toz duman ortadan kalktıktan sonra Amerika’da bir iç tartışma süreci herhalde yaşanacak. Mutlak güvenlik ve mutlak müdahaleden yana olanlarla göreli güvenlik-göreli müdahaleye razı olanlar tartışacaklar ve buna Amerikan geleneğinin izolasyonist eğilimleri de eşlik edecekler. Batı içinde de çelişki ve çatışmalar su yüzüne çıkacak. Denklemin öteki tarafındakiler, Çin, Rusya, Ortadoğu güçleri de elbette bir biçimde müdahil olacaklar bu tartışmaya. ABD’nin ne yapacağı ve tabii ona karşı tepkiler, önümüzdeki dönemde uluslararası ilişkilerin seyrini ve yapısını belirleyecek büyük ölçüde. ABD ve onun oluşturduğu koalisyon içinde savaşı genişletmeyi öneren güçlü sesler, kışkırtıcılar var. Bunlar Irak’ın işgalinde, İran’ın, Suriye’nin, Sudan’ın, Mısır ve Lübnan’ın belli yerlerinin, hatta Filipinler ve Endonezya’nın vurulmasını öneriyorlar, dayatıyorlar. Bankerlerin gazetesi Wall Street Journal’de nükleer silahların kullanılması bile tartışılabiliyor. İnsanları öldürüp yapılara zarar vermeyen Geliştirilmiş Radyasyon (Enhanced Radiation) Nötron Bombası’nın mucidi Amerika’da kapalı kapılar ardında brifingler veriyor. Bu kışkırtmaların sonucunu bekleyip göreceğiz, ama kesin olarak saptayabileceğimiz bir yönelim söz konusu ABD’de. Bu da önümüzdeki yıllarda eski soğuk savaş usulü kontrgerilla yıkıcılığının, sabotaj, suikast, cinayet, kışkırtma tekniklerinin istihbarat örgütlerinin liderliğinde uygulamaya konulacağı. Bu yeni, sinsi, son derece yıkıcı bir şiddet dalgası demek. Her yerde bütün demokratik, sol, etnik, dinsel ve sınıfsal muhalefetin hedef alınacağı ise ortada. Yeni bir saldırganlık karşısındayız hepimiz. İnsanlık, ezilenlerin kör şiddeti ile emperyalist terörün cenderesi içinde sıkışacak görünüyor…

Bu durumda, kendisini moral, politik vs. açılardan her ikisinden ayırmış bulunan Marksist devrimcilerin, sadece bütün bunların ardındaki nedenleri ve insanlığın önündeki gerçekçi çareleri üretmede değil, aynı zamanda, insanı, vicdanı, kültürü de savunabilecek tek güç olarak yeniden ortaya çıkması söz konusu olabilir. Bugün gerçekten proletarya ve onun akli silahları, bu şiddet ve sömürü ile örülmüş kör gidişte aklı, vicdanı, giderek, insani uygarlık değerlerini temsil eder durumdadır.

Türkiye rejimi ise, pusuda bekleyen kışkırtıcılardan biri olarak öne çıktı. Onlar ekonomik olarak, savaşta, örneğin bir zamanlar Kore’de olduğu gibi, ön safta yer alarak IMF’den, Dünya Bankasından kan parası peşinde koştular, daha önemli olarak öte yandan da, Kürtleri ve demokratik muhalefeti bastırmak için savaşın kargaşasına, insanların yılgınlık, öfke ve şaşkınlığına ve terör bahanesine sarılmak istediler. Ne var ki, son zamanlarda hükümette bir geri çekilme gözleniyor. Bunun nedeni belli: Türkiye savaşın kendi bölgesini de kapsayacak biçimde genişlemesinden yararlanarak Güney Kürdistan’da bir Kürt oluşumunu sonsuza dek olanaksızlaştıracak türden katliam yapamayacağını, bunun izninin olmadığını gördü. Böyle bir durumda ABD’nin kendi çözümünü, yani Türkiye denetiminde bir Kürt oluşumu projesini dayatacağını gördü ve şimdi kuşku içinde geri çekilmiş bekliyor…

Yılmazer: Çok teşekkürler hocam.