YENİ BUSH DIŞ POLİTİKASI VE GLOBAL SAVAŞ – Ayşe TANSEVER

Düşünce Davranışta Yol, Sayı 2, Ocak 2002

Bush’un neden Afganistan’a bombalar yağdırdığını anlamak istiyorsak biraz geriye gidip bu noktaya nasıl gelindiğini açmak gerekiyor. Bush, Clinton dönemi dış ve iç politikalarının sonuçlarına ABD çıkarları açısından çözüm aramakta, yürütülen politikaların tıkanma noktasını açmaya çırpınmaktadır.

Clinton dönemi küreselleşme sürecinin balayı günlerine denk düşer. 90’da yıkılan sosyalist sistemin arkasından 1995 yılında Uruguay Anlaşması ile dünyamız küreselleşme politikasına girdi. Kapitalizme, tüm dünya pazarları hızlı bir şekilde açıldı. Gümrük duvarları indi ve dünya ticareti serbestleşti. Yani 1995 sonrası yıllar kapitalizmin serbest pazar olgusunu ve burjuva demokrasisi kurallarını tüm dünyaya dizginsizce, dilediğince, hiçbir engel tanımadan yayma olanağına sahip olduğu yıllardır. Kapitalizm yıllardır hayal ettiği düşünü gerçekleştirme olanağına sahip olmuştur. Bu anlamıyla da balayı yaşamıştır.

Kapitalizmin sözcüsü Amerika Birleşik Devletleri yıllardır, serbest pazar ve demokrasinin dünyaya, özgürlük ve refah getireceğini, tüm dünya sorunlarını çözeceğini anlatıyordu. İnsanlığın önündeki açlıktan hastalığa, cahillikten çevreye tüm sorunların kapitalizmin pazar liberalizmi koşullarında çözüleceğini savunuyordu. Bunun için sosyalizmi düşman belliyordu. Bunun için insanlık adına komünizmle, sosyalizmle dövüştüğünü savunuyor ve bu gerekçelerle oraya buraya saldırıyordu. Bir anlamıyla tüm dünya Clinton dönemindeki ABD’ye bu tezi ispatlama olanağı tanımıştır. 1995 yılında küreselleşme anlaşmasına imza atılarak, kapitalizme istediği bu şans verilmiştir. Bush’a da yıllardır savunulan bu tezlerin meyvesini toplamak düşmektedir. İşte karşımızda Bush politikası ve Afgan Savaşı. Bu, dünya kapitalizmine ne tür çıkış noktaları getirecektir ya da getirebilecek midir? Dünyamız ne türden günlere gebedir? Bu yazının ışık tutmak istediği sorunlar bunlardır.

Bölüm 1

 11 Eylül Öncesi Dünya Manzaraları

Dünya insanlarının karşı karşıya olduğu hangi sorunu ele alırsak alalım karşımıza korkunç gerçeklikler çıkmaktadır. Bu sorunlar 10 yıl öncesi ile karşılaştırıldığında olumlu yönde, çözülme doğrultusunda değil aksine kötüleşme doğrultusunda gitmektedir.

Şu Afgan Savaşı’nın kendisi bile var olan dünya gerçekliğine güzel bir örnektir. Afgan yoksul halklarının üstüne atılan her bir bombanın, evet her bir bombanın maddi değeri Taliban hükümetinin yıllık bütçesine eşittir. Dünyamızdaki çelişkiler bu kadar uç noktalara varmıştır. Kuzey İttifak Güçleri’nin atlar üstünde tanklara karşı savaştıkları söyleniyor. Dünyanın bir yanında insanlar 19. yüzyıldan kalma araçlarla yaşıyorlar, onlarla savaşıyorlar, dünyanın diğer bir yerinde insanlar uzaya gidebiliyor, genlerle oynayabiliyor, harikalar yaratıyor ya da son teknikli silahlarla dehşetler saçabiliyorlar.

a. Ekonomik Tablo

Dünya nüfusunun 1/3’ü günde I dolardan az gelirle yaşamaktadır. Öte yanda zengin tek tek bazı kişilerin özel varlıkları çoğu yoksul ülke bütçelerinden fazla olabiliyor. Üçüncü Dünya Ülkeleri bütçelerinin çoğu, kredi borçlarına ayrılmakta, sosyal harcamalara bir fon ayrılamamaktadır. Kişi başına gelirler düşmektedir. Sağlık koşulları azıtmıştır. Afrika’da AIDS hastalığı milyonlarca can almaktadır. Güney Afrika halkının 1/3’ü, yani 25 milyon insan bu hastalığa yakalanmıştır. Angola’da bu hastalıktan eğitecek öğretmen kalmamıştır. Eğitim sorunu, cahillik artmıştır. Yaşama süresi tüm ülkelerde düşme eğilimindedir. Çevre kirliliği artmakta, dünyamız ısınmakta, iklim değişmekte, bu Orta Asya, Orta Afrika gibi coğrafyalarda susuzluğa yol açmakta, milyonlarca insanın önünde susuzluk sorunu durmaktadır. Başka alanlarda sel felaketleri, fırtınalar insanların günlük yiyeceklerini ve barınaklarını telef etmektedir. Ya da milyonlarca insan daha iyi yaşam koşulları bulabilmek için kentlere, yurtdışına göçmektedirler. Bu arada binlercesi ölmektedir. Bu yaşananlar, çarpık kapitalistleşmenin sonucudur.

İnsanların anlamında açlıktan, susuzluktan, barınaksızlıktan temel ihtiyaçlarını karşılayabilme, hayatta kalabilme anlamında yaşama koşulları her geçen gün zorlaşmaktadır. Buna çare bulma arayışları da yok gibidir. Bunu dünya uluslar panoramasında görmek mümkündür. Latin Amerika ülkelerini ele alalım. 19 Latin Amerika lideri toplantısı bildirgesinde yeni sosyal ayaklanmalar olacağı tespiti yapıldı. Arjantin hükümeti iflas etti. Aynı sonuçların bölgenin en büyük ülkesi Brezilya’ya sıçramasından korkuluyor. Bolivya kronik krizde. Memurlar, çiftçiler sürekli ayaklanıyorlar. Peru’nun sorunlarına en faşist adam bile dayanamadı kaçtı. Kolombiya ikiye bölünmüş durumda. İktidara karşı durumdaki halk güçleri, 40 yıldır ABD’ye ve burjuva hükümetine karşı başarıyla direniyorlar. Panama ABD esaretinde kanal parası ile yaşıyor. Daha yukarıda Nikaragua, Guatemala ve Honduras gibi Orta Amerika ülkelerinde devrimci halk örgütlenmeleri bastırıldı, ama yoksulluktan 1 milyon insanın öleceği biliniyor, yapılabilen bir şey yok. Meksika iki ayrı ülkedir. Güneyde yoksulların Chiapas iktidarı var. Kuzey Meksika ABD sınırında ucuz işgücü olduğu için boğaz tokluğuna çalışan insanlarla dolu. ABD’ye her yıl güneyden yasadışı yollarla girmeye çalışan ve yakalanan insan sayısı 1.5 milyon. Yakalanmayanlar ve öldürülmeyenler ucuz işgücü olarak bir yerlerde kaçak çalışıyorlardı.

Afrika kıtası, bu yaz kıta savaşı yaşadı. Kapitalist merkezlerin paylaşım savaşı binlerce insanın yerinden olmasına, ölmesine yol açtı. Che hayranı Kabila’nın öldürülmesi ile de savaş bitti. Kıtanın tüm yeraltı ve yerüstü zenginlikleri çeşitli dünya tekellerinin sömürüsü altındadır. İnsanlar yoksulluktan ölmektedir. Kapitalizm bu kıtayı pazar alanının dışında görmektedir. Eskiden pazar alanını tekrar açma diye bir planı ve programı olurdu. Şimdi öyle bir ufuk da yoktur. Dünyanın en yoksul denilen ve Dünya Bankası’nın yardım yapması şart görülen ama bir türlü gerçekleşmeyen ulusların çoğu bu kıtadadır. Kıtanın en zengin ülkesi Güney Afrika Cumhuriyeti’nde işsizlik %30’dur. Her gün bir banka soyulmaktadır. Kuzeyinde Zimbabwe devlet başkanı, zengin İngiliz toprak ağalarının on binlerce dönümlük arazilerini yoksul halka dağıtmaya giriştiği için ülke, merkez ülkelerin adı konulmamış ambargosu ile yüz yüze. Merkez ülkeler çoktandır Afrika ülkelerindeki elçiliklerini kapattılar. Koskoca kıtada bir iki ülkede elçilikleri var. Kıta, Shell gibi petrol ya da değerli maden ve silah tekellerine terkedilmiştir. Bunlar kendi orduları ile mal varlıklarını korumaya çalışmaktadırlar. İngiliz, Rus özel koruma şirketleri, ki bunların düzenli ordular gibi orduları vardır, buralarda ‘büyük’ işler yaparlar. Etrafı çitlerle çevrili hammadde kaynaklarını korurlar.

Asya kıtasında bir zamanlar Asya Kaplanları denilen ülkelerin olduğunu acaba kaç kişi hatırlıyor? Hong-Kong dışında eskinin kaplanları şimdi sokak kedisi gibi karnını doyuracak kasap kolluyor. Milyonluk Singapur bile 10 yılın en krizli günlerinde. Endonezya 1998 krizinden beri kendini toparlayamadı, hatta iflas etti. Malezya ve Filipinlerde aynı şekilde, parlak günler geçmişte kaldı, Japonya bir zamanlar 3. kapitalist merkezdi. Kapitalizmin, bizim gibi bir Üçüncü Dünya Ülkesi’ni bir kenara bırakalım, en zengin ülkesi Japonya’yı bile düzlüğe çıkartacak ufku, çaresi yoktur. Güney Kore de kendi başının çaresine bakmaya çabalıyor. Çin ve biraz da Hindistan dışında ekonomisi düzgün bir tek ülke yoktur. Orta Asya’da Bangladeş ve Pakistan’dan İsrail sınırına kadar uzanan kıtanın en yoksul Müslüman ülkeleri dizilmişlerdir. Orta Doğu’da petrol gelirleri giderek azalmakta ve bölge ülkelerinin sübvansiyonlarını kaldırmalarına neden olmakta, halk perişan, çaresiz, ufuksuz gününü gün etmeye çalışmaktadır. ABD ve kapitalizm düşmanlığı her geçen gün yükselmektedir.

b. Siyasi Tablo

5 yıllık küreselleşme süreci dünyayı eskisinden daha yoksul, daha hastalıklı, daha cahil yapmıştır. Bu sosyo-ekonomik tablonun altından çıkan siyasi tabloyu kestirmek zor değildir. Kapitalizm dünyayı yönetememektedir. Tüm dünyada siyasi gidiş kapitalizmin çıkarlarına hizmet eder durumda değildir. Üçüncü Dünya Ülkeleri başkaldırmaktadırlar. Uluslararası hiç bir toplantıdan kapitalizmin istediği doğrultuda ortak bir karar çıkmamaktadır. Kapitalizmin kurumlan, örgütlenmeleri, yasaları, kararları işlemez hale gelmiştir.

Birleşmiş Milletler ’de çare aranmaktadır. BM toplantılarında, bütün ulusların el ele vererek dünyanın sorunlarını çözmesi hedeflenir. Yoksulluğun ve cahilliğin dünya ölçüsünde bilmem şu yıla kadar şu düzeye indirilmesi gibi hedefler konur. Ve de ulaşılamayacak olduğu biline biline konur. Bunlar, günümüz gerçekliği ile bağlantısı olmayan, hayali, komik hedefler olarak gözükmektedirler. Siyasi ilişkiler tıkanmıştır. Bölgesel kıtasal örgütlenmelerde de durum aynıdır. Afrika ülkeleri toplantısı, Latin Amerika ülkeleri, Güney Asya İşbirliği vs. gibi örgütlenmelerin, ASEAN’ların, NAFTA’ların toplantılarından yapıcı kararlar çıkmaz. Ufuk yitirilmiştir.

Küreselleşmenin 4 yıl arkasından 1999 yılındaki Seattle DTÖ toplantısında Üçüncü Dünya ülkeleri liderleri ayaklandılar. Batı sömürüsüne karşı başkaldırdılar. Kendilerinin yeterince pazar açtıklarını, yeterince liberalleştiklerini ama buna karşın zengin ülkelerin kendi pazarlarını açmadıklarını, Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne yatırım vaadini yerine getirmediklerini dile getirdiler. Merkez ülkelerini suçladılar. Merkez ülkeler çok çok korktular. NGO’ların yani hükümet dışı sivil örgütlenmelerin protestolarının arkasına Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin öfkesi gizlendi.

Zengin 7 ülke liderleri her yıl toplanıyorlar. Ne karar çıkıyor? Ivır zıvır. Dünya sorunlarını çözmeye yönelik herhangi bir ortak kararda anlaşılabiliyor mu? Hayır. Ne oluyor? Yine ortalığı hükümet dışı sivil örgütlenmelerin tozu dumanı kaplıyor. Kapitalizmin beceriksizliği, çaresizliği, çözümsüzlüğü bu kargaşanın arkasına gizleniyor.

ABD yavaş yavaş bütün yükümlülüklerinden de uzaklaşıyordu. Verdiği sözlerden dönüyordu. Altına imza attığı kararlardan çekiliyordu. Örneğin Kyoto Anlaşması, örneğin nükleer silahların sınırlandırması anlaşması, biyolojik silahların denenmemesi anlaşması vs. hepsinden çekildi. Tek taraflı olarak kendi çıkarlarına zarar verdiği gerekçesi ile çekildi. Ya da gen gibi konularda, insan sağlığının çok önemli olduğu konularda kamuoyunun kaygılarına aldırış etmedi.

Kapitalizmin sözcüsü ABD değil midir? Kapitalizm cennetinin sözünü veren, onu savunan ABD değil midir? O zaman bu içinde bulunulan koşulların hesabını vermek de ABD’ye düşmez mi? Sorunlara yanıt bulmak, çare bulmak, düzeltmek, elbette ABD ve AB’ye düşmektedir. Ama ABD’nin bu durumda yaptığı tek şey vardır. Kaçmak. Toplantılardan memnun değildir. Herkesi suçlar. Yokuşa sürer. Ne sömürüyü devam ettirebilmekte ne de yeni öneriler getirebilmektedir. Örneğin, BM ona göre işlememektedir. Aidatlarını yıllardır ödemez. Yaz içinde Güney Afrika’da Birleşmiş Milletler Irkçılık Toplantısı yapıldı. ABD buna karşı sonuna kadar direndi. Yapılmaması için elinden geleni yaptı. Sonuç alamadı. Kendisini ırkçılıkla suçlayacak bir karar çıkacağını bildiği için katılmak zorunda kaldı. Bu kez içeriden sabote etmeye çalıştı. Sonunda yanına bir tek İsrail’i alarak terk etmek zorunda kaldı. 180 ülke karşısında yalnız bu 2 ülke toplantıyı terk etti. Durum böyledir. Artık ABD, kapitalizmin dünya ölçüsünde yönetimini yapamamaktadır. Şimdiye kadarki sömürü örgütlenmeleri işine yaramamaktadır. Yenilerini üretememektedir. Ne para, ne zor, ne de çeşitli ödüllendirmeler, vaatler işe yaramamaktadır. ABD, Üçüncü Dünya Ülkeleri karşısında iktidarsızlıkla inmelidir. Dilediğini yaptıramayan, foyası çıkmış, sırf kendi çıkarları peşinde koştuğu anlaşılmış bir ülkedir. Açıkçası, sömürüsüne karşı bütün dünya karşısından durmaktadır. Dünya siyasi tablosu da budur.

Clinton döneminde bu siyasi çözümsüzlük kendini küreselleşme iyi niyeti arkasına gizliyordu. Ama Belgrat’ın bombalanması ile AB üyesi ülkeler ortak ordu kurma konusunda anlaştılar. Artık ekonomik kriz geliyorum-geldim diyordu. Ayrıca küreselleşmenin krizi de eskilerden farklı bir kriz olacaktı. Bush ekibi bunları görüyordu. Eski krizler, bir şekilde merkezlerden Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne aktarılırdı. Ama şimdi küreselleşme ile kriz herkesi içine alacaktı. Kaçmak yoktu. Yani Üçüncü Dünya Ülkelerinde karışıklıklar artacak, ayaklanmalar yükselecekti. Bu, merkezler arası sürtüşmeleri de, artıracak, herkes krizi birbirinin üstüne başarısızca atmaya çalışacaktı. Bu günlerin önümüzde olduğu işaretleri her yerden alınıyordu. Bush iktidara gelirken, kapitalizmin önünde zorlu günler olduğunu biliyordu.

c. Çözüm önerileri

Bush’un en bilinen çözümü silahlanmadır. Ekonomik, siyasi, sosyal, ekolojik sorunlara karşı silahlanma. Yukarıda çizdiğimiz tabloya kapitalizm, gerçekten zaten başka çare bulamazdı. Zorla cebren sömürmeyi sürdürme kararı. Ulusal Füze Savunması tehdit unsuru olarak düşünülmüştü. Mademki müttefik ülkelerde bile Anti-Amerikan hareket yükselmekte, üslere saldırılar olmaktadır. Mademki ABD üsleri her yerde kapatılma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Öyleyse ABD, kendi uzun menzilli füzelerinin vurma ve tehdit gücünü geliştirecektir. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nden gelecek saldırıya karşı AB de silahlanmalıdır. Onunla cephe sıkılaştırılmalıdır. Ama bunun yolu da gene silahlanmadır. Korkan AB, kendi silahına sarılmalıdır. Silahlanma Bush’un dünya sorunlarına yaklaşımının temel direğidir.

İkinci olarak, eğer örgütlenmeler ABD’ye bir şey vermiyorsa yavaş yavaş bunlardan çekilmelidir ve gerekli ülkelerle tek tek anlaşmalar imzalamalı, yani uniletarist bir politika izlenmelidir. Teke tek ülkelerle ilişkiye geçmek ABD’ye daha çok sömürü ve baskı olanağı sağlayacaktır. Dayatabilecek, sözünü dinletebilecektir. Bu bağlamda artık IMF ve Dünya Bankası’nın işlevleri de değişmelidir. Bu kurumlar eskiden pazar açmaya yararlardı. Şimdi açacak pazar kalmadığına göre başka görevlere soyunmalıdırlar.

Silahlanma dış politikada bir saldırı, tehdit ve iç politikada ekonomiyi canlandırma aracıdır. Ulusal Füze Savunması bilimsel araştırmaları hızlandırılacak, yeni teknikler bulunacaktır. Bunların üretime uygulanması ekonomiyi canlandıracak, ABD’nin rekabet gücünü artıracaktır. ABD’nin kurtuluşu bununla sağlanacaktır. Ama bu yatırım demektir. Her yıl bütçeden bu iş için 20 milyar dolar ayrılmalıdır. Ama nasıl?

ABD dünyanın 1 numaralı borçlu ülkesidir. Ayda 30 milyar dolara, yani günde 1 milyar dolara ihtiyaç vardır. Bu para dışarıdan gelmektedir. Ve bir güvensizlik, korku ortalığı kaplarsa, ABD’ye para akışı durursa çok kötü olacaktır. Yani hem kimse korkutulmayacak ve dışarıdan para akışı sağlanacak hem de bu para silahlanmaya yatırılacak. Bush konvansiyonel silahları kısacak, orduyu ve devleti küçültecek, bundan artan paraları Ulusal Füze Sistemi’ne yatıracaktır. Ekonomiyi canlandırmanın ikinci bacağı yılda 20 milyar dolarlık vergi indirimleri ile sağlanacaktı.

Bush iktidar olduğunda ABD’nin durumu genel olarak elleri kolları cüce insanlarca bağlanmış kocaman bir deve benzetiliyordu. Ve de ilk günlerden ekonomik göstergeler kötüleşme işaretlerini vermeye başladılar. En modern teknolojiye sahip olan telekomünikasyon hisseleri çöktü. Borsa büyük düşüş yaşadı. O günler saklanıyordu ama ekonomik durgunluk kendini hissettirmeye başlamıştı. İşçi çıkarmaları başladı. İşsizlik yükseliyordu. Durgunluk hizmet sektöründe başladı, manüfaktüre doğru tırmanıyordu. Kriz yeni sektörlerden eski sektörlere doğru yayılıyordu.

Krizi dışarı atma olanağı olmadığı gibi dışarıdan da destekleniyordu. Küreselleşme tüm dünyayı ABD’ye bağladığı gibi ABD’yi de dünyaya bağlamıştır. ABD öksürse dünya grip oluyor deniyor. Dünya grip olunca elbette ABD’nin de ateşi çıkıyor, boğazı ağrıyordu. Herkes umudunu ABD’ye bağlamıştı. Kapitalist ekonominin motoru ABD, bir devir yapmalıdır. Yeni bir teknik bulmalıdır. Bu sanayiye aktarılmalı ve tüm kapitalist ekonomi hayata kavuşmalıdır.

Elbette ABD’nin kriz göstergeleri pek öyle korku salacak şekilde dile getirilmiyordu. Söylenemiyordu. Bir korku vardı. Ha patladı ha patlıyordu. Tüm ibreler 1933 kriz günlerinin işaretlerini veriyordu. Sinirler çok gergin bekleniyordu. Nerede ne patlayacak? ABD borsası mı? AB bankası mı? Hangi yeni Üçüncü Dünya Ülkesi eski krizli ülkelere eklenecek? Bu kime nasıl yansıyacak? En ufak kıpırtıda kulaklar kabarıyordu. Evet, 11 Eylül gününe kadar durum buydu.

Aslında 11 Eylül öncesinde kapitalizm ölüm döşeğine girmiştir dersek pek abartmış olmayız düşüncesindeyiz. Serbest pazarın çözümsüzlüğü dünya ölçüsünde ispat edilmiştir. Kanıtlıdır. Demokrasi, sadece burjuva demokrasisi anlamındadır. Bu burjuvalar da giderek sayıca azalmakta kitleler her gün proleterleşmektedir. Yani burjuva demokrasilerinin tabanı her geçen gün daralmaktadır. Demokrasicilik, Üçüncü Dünya Ülkelerinde halkın çok sevdiği sinema yıldızları, sanatçılar, aydınlar, başarılı milyarderler, iş adamları ya da kör sağır yürümeyi beceremeyen lider kılıklılarla oynanır olmuştu. Peki, şimdi ne olacaktır? Ne yapılacaktır? Kapitalizm açısından sorun ortadadır. Her ne pahasına olursa olsun ayakta durmalı, sömürüye devam edilmeli, özel mülkiyet korunmalıdır. Bu, insanların aç kalması, yoksullaşması, sefaleti, hastalanması, ölmesi pahasına da olsa yapılmalıdır. Ama nasıl? Hangi yöntemler, hangi ilkeler, teoriler, kuramlarla? Eskiyenlerin yerine neler getirilmelidir?

İlk Pratikler

Bush iktidar olur olmaz ABD’nin iktidarsızlık imajını silmeye kararlı olduğunu gösterdi ve sertleşme işaretlerini verdi. Clinton’un yumuşattığı Kuzey Kore ilişkileri gerildi, görüşmeler kesildi. Aynı şey İran’a da yapıldı. Clinton dönemi Dışişleri Bakanı Allbright İran Devlet Başkanı’nın elini sıkmak için kaç kişiyi yarıp geçmişti. Ama Bush İran’ı kenara itti. Avrupa Birliği ülkelerinin İran’la sıcak ilişkiler içine girmesine aldırmadan İran ilişkilerini gerdi. İsrail’in de sertleşmesi gerekiyordu. Clinton gitti. Camp David görüşmeleri bitti. Lübnan katili faşist Sharon başkan seçildi ve İsrail, Filistinlilere karşı çok sert davranmaya başladı. Filistin’le imzalanan anlaşma rafa kaldırıldı. Ortadoğu her gün çok sayıda kişinin öldüğü, adı açıklanmamış bir savaş içine sokuldu.

Clinton döneminde, Birleşmiş Milliyetler’de Irak ambargolarının kaldırılması doğrultusunda çabalara hız verilmişti. Bush kesin tavrını koydu. Hayır. Aksine yeni BM gözlemcisi yollanmalı, kimyasal silah yapımı kontrol edilmeliydi. Avrupa’da Balkan sorunu daha kışkırtıldı. Yayılmaya başladı. UÇK güçleri bu kez Makedonya’ya saldırdılar. Avrupa Birliği iyice sıkıştırılmaya başlandı. Rusya ile ilişkiler sıfıra indirildi. Bush, Davos gibi uluslararası toplantılara pek önem vermemeye başladı. Temsilci yollamadı. Ses çıkmadı. ABD uniletarist politikaya başlamıştı. Dünya sorunlarıyla ilgilenmiyordu. Dünya sorunlarına karışmıyordu.

Çin’le ilgili ilginç şeyler yaşandı. Bir ABD ajan uçağı Çin hava sahasını ihlal edip bir Çin askeri uçağına çarptı ve onu düşürdü. Çin de ajan uçağı zorla indirdi. Dikkat edelim ABD uçak temasını hep kullanır. Eskiden de başı sıkışınca uçakları kaçırtırdı. Sovyetler’in ciddiyetini ölçmek için hava sahasını ihlal ettirirdi. Şimdi de Çin sahasını ihlal ettirdi. Çin ile ilişkiler gerildi. Ama bu ABD içinde büyük tartışmalara yol açtı. Çin pazarında çıkarı olan tekellerle, Tayvan’a silah satmak isteyen tekeller birbirlerine girdiler. Ancak Tayvan’a silah satışı parlamentoda onaylandıktan sonra Çin ABD ilişkileri biraz daha soğuk da olsa yine eski rayına oturdu.

Bush sertleştikçe yalnızlığı da artıyordu. AB bu işe çok kızıyor. Dünya olaylarının dizginlerinden boşalmak üzere olduğunu hissediyor ve ABD’yi süper güçlük görevine davet ediyordu. Karış! İlgilen! diyordu. Mültiletaral politika yürüt! Dünya liderliği görevini üstlen! Şu karşı çıkmalara, herkesin bir ağızdan konuşmasına karşı bir şeyler yap, bilek gücünü göster, otoriteni koy diyordu. Ve ABD sanki bunları duymuyor, unileteral politika izleme doğrultusunda adımlar atıyordu. Tek tek ülkelerle anlaşmalar imzalıyor, uluslararası kurumlara pek katılmıyordu. Örneğin Kyoto çevre kirliliği ile ilgili anlaşmadan çekildi. Konvansiyonel silahlarla ilgili anlaşmadan imzasını çekti. Biyolojik silahların kaldırılması için yapılan taslak anlaşmanın imzalanmasına karşı duruşunu sürdürdü. Yığınla buna benzer anlaşmada ABD kenarda kalıyordu.

ABD’nin yalnızlığı sadece uluslararası planda değildi. ABD devlet başkanlığı kurumu aşınmıştı. Artık kimse ABD devlet başkanının TV konuşmasını dinlemiyordu. TV programları önemli konuşmaları bile vermiyorlardı. Parlamento da işlemiyordu. Bush seçimler sırasında verdiği sözleri yasalaştırmaya çalıştı. Meclis tıkanmıştı. Yasalar onaylanmıyordu. Demokratlar kilitliyorlardı. Cumhuriyetçilerin de çoğunluğu yoktu. ABD demokrasisi işlemiyor, devlet çalışamıyordu. Ne yapılacaktı? Ne yapılabilirdi? Çözümsüzlük ortalığı kaplamıştı. Ekonomik göstergeler kötüye gidiyor ve bu gidişe karşı iktidar, iktidarlığını gösteremiyordu.

10 Eylül 2001 günü dünyamız beş aşağı on yukarı böyle görülüyordu. Bu yazıyı kaleme aldığımız sıralar bu olayın arkasından iki ayı aşkın bir süre geçti, şimdi dünyamıza bir daha bakalım ve biraz daha derin bir panorama çizmeye çalışalım. Mümkün olduğunca tekrarlardan kaçınarak.

Bölüm 2

11 Eylül Sonrası

11 Eylül bir milat gibi oldu. 4 uçağın kaçırılması ve bunların ikisinin Dünya Ticaret Merkezi kulelerine, üçüncüsünün Pentagon’a çarpması bir tarihi dönemeç olarak alınıyor. Kimine göre olay, Berlin Duvarı’nın düşmesine benzemektedir. Yani birinde sosyalizm yıkıldı, bunda da kapitalizm yıkılacak denmiyor elbette, ama uluslararası terörizmin ortadan kaldırılmasının başlangıcıdır deniyor. Kimine göre ise I. Dünya Savaşı nedeni olan Avusturya prensinin öldürülmesi gibidir. Yani global savaşın başlamasının tarihidir. Kimileri de Çernobil nükleer santralının patlamasına benzeterek o nasıl nükleer santrallere karşı bir hareket başlattıysa bu da küreselleşmeye karşı bir hareket başlatacaktır diyor. Ve bunu küreselleşmenin sonu olarak alıyorlar. İngiltere başbakanı Tony Blair’a göre saldırı, çağımızın büyük stratejik değişikliğinin başlama tarihidir.

Kulelerin düşmesi yukarıda anlatmaya çalıştığımız sosyo-ekonomik-politik koşullar içinde düşünülürse sanki bulunmaz bir nimettir. Birileri gerçekten kapitalizme bundan büyük bir iyilik yapamazdı. ABD, Osama bin Laden’in ne kadar heykelini dikse hakkını ödeyemez. Sanki önceden planlanmış gibi ABD hemen bu olayı dış ve iç politikasının odağına oturtup dünya olaylarını hızlı bir şekilde değiştirmeye başladı.

Elbette bizim amacımız bu uçakların bin Laden ve El Kaide üyeleri tarafından kaçırılıp kaçırılmadığı üzerine tartışmak değildir. Ama şurası bir gerçekliktir. Bu henüz ispatlanmamıştır. El Kaide militanı olduğu söylenen kişilerin uçakta olduğu, bunların uçakları kaçırdığı bile bir savdır. Suudi Arabistan uçakları kaçırmakla suçlanan bazı kişilerin yaşamakta olduğunu ve kimliklerinin çalındığını iddia etmektedir. Ama ABD’nin sunduğu delillerin bunları elde eden kişilerin güvenliği açısından gizli tutulduğu savunulmaktadır. Burjuva hukuku açısından konuşursak Osama bin Laden henüz zan altındadır. Suçu kanıtlanmamıştır. Osama bin Laden’in Fransız gazetelerin yazdığı gibi CIA ile Dubai’de bir hastanede görüştüğü söylentileri de yaygındır. Bu işte İsrail parmağı olduğunu söyleyenler de vardır. İsrail vatandaşları saldırıların olduğu gün kulelerdeki iş yerlerine gitmemişlerdir ve kulede çalışan tek bir Yahudi’nin bile ölmediği söylenerek işin altında Asala parmağı olduğu ima edilmektedir. Elbette bir gün tarih bunların üstlerindeki giz perdesini kaldıracaktır. Gerçeklik ne olursa olsun, bugün çok kanlı bir savaş sürmektedir. Biz de bunu incelemek durumundayız.

11 Eylül’ün arkasından henüz iki ay geçti ama ABD politikası tanınmayacak kadar değişmiştir. Saldırının ikinci günü Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi saldırının ABD halklarına yönelik bir saldırı olduğunu kabul etti. ABD’ye karşılık verme hakkı yasal olarak tanındı. NATO’da saldırıyı üyelerine yönelik olarak tespit etti. Ertesi günü ABD yıllardır ödemediği BM’ler aidatını ödemeye başladı. İçine dönük politikadan uzaklaştı. Tüm dünya ile ilişkilere, görüşmelere başladı. Ancak biz ilk önce ülke içinden, ABD sınırları içindeki değişiklikten başlayalım.

İç Savaş

ABD tarihinin en zorlu günlerini yaşamaktadır. Uçak saldırıları yetmezmiş gibi kim tarafından, nereden gönderildiği belli olmayan beyaz toz haline getirilmiş şarbon hastalığı mikropları taşıyan mektuplar içeride çeşitli yerlere postalanmaktadır. Senatörlere yollanmaktadır. Beyaz Saray yakınındaki CIA büroları bu mektupların yarattığı tehlikeye karşı kapatılmaktadır. Bulaşıcı olan bu hastalık tozu özellikle postanelerde büyük sorunlar doğurdu. Halk tedirgin oldu. Yani ABD bir biyolojik kimyasal savaş içine girmiştir.

Öte yandan uçak kaçırma olaylarının kapanmadığı söylenmektedir. Başka şekillerde devam edeceği korkusu ortalığı kaplamış durumdadır. Bu kez kaçırılacak uçak nükleer santrallere çarptırılacak denmektedir. Bu nedenle santraller polis kontrolüne alınmıştır. Kaçırılacak uçakların kentler üzerine zehirli gazlar püskürtmesi olasılığı da başka yayılan korkular arasındadır, halkın su kaynakları zehirlenecek korkusu da. Ya da büyük köprüler uçurulacaktır denmektedir. Köprülerin kontrolü sıkıştırılmaktadır.

Amerikan halkı bir panik içindedir. ABD halkı psikolojik olarak bir savaş içindedir. Kendini güvensiz hissetmekte, çılgınlar gibi ne yapacağını bilememektedir. Bir yandan şarbon hastalığına karşı antibiyotikler alırken öte yandan gaz maskeleri ile olası bir zehirli gaz saldırısına kendini hazırlamaya çalışmaktadır. İnsanlar psikolojik olarak hasta olmuş ya da şarbon hastalığına yakalandım mı diye doktorların kapısını aşındırmaktadır. Tüm toplum tedirgindir. Herhangi bir saldırıya karşı korunmak için dışarı çıkmamakta, evde hareketsiz oturmaktadır. Ama kendini burada da güvende hissetmemektedir. Toplum tam bir şok yaşamaktadır. Halkın zaten pek yerinde olmayan ruh sağlığı daha da zorlanmaktadır.

Hala bu işlerin kim tarafından yapıldığı ortaya çıkmamıştır. Büyük bir olasılıkla arkasında Osama bin Laden yok denmektedir. Ama yine de hiçbir şey kesin değil diye eklenmektedir.

Buram buram Amerikan gizli servisi CIA kokan bu olayların ne işe yarayacağı önemlidir. Değindiğimiz gibi ABD politikası dışta olduğu kadar içte de tıkanmıştı. Dış politikada yeni bir yönelişe geçmeden ülke içinden bunun desteklenme yolunun açılması ve bazı iç düzenlemelerin yapılması kaçınılmazdı. Böyle bir kimyasal ya da biyolojik savaşın sanırız başlıca görevi halkın Afgan Savaşı’na olan ilgisini ayakta tutmaktır. Savaşta can kaybı olabileceği açıklandı. Yani ABD Vietnam yenilgisinden sonra ilk kez can kaybını göze alacak bir savaşa hazırlanıyor. Vietnam yenilgisinin halk içindeki yaraları ve acıları henüz unutulmuş değildir. Halklar kendilerini sürekli bir saldırı altında hissettikçe sanırız yaşanan acılar yeni kurbanların göze alınmasını kolaylaştıracaktır. Nereden geldiği belirsiz faili meçhul şarbon hastalığının aldığı kurban arttıkça halkın nefreti ve öfkesi bilenecektir. Şarbon mikrobunun birincil işlevi bu olsa gerektir.

Bush’un seçim vaatlerindeki en tartışmalı konu vergi indirimi ve silah sanayine ayrılacak fonlardı. Bu konulara Demokratlar çok itiraz ediyorlardı ve Bush’a karşı propaganda temel olarak bu konular üzerine oturmuştu. Vergi indiriminin büyük şirketlere yarayacağını, yoksul halkların daha da yoksullaşacağını savunuyorlardı. Ve de Bush iktidar olduktan sonra neredeyse hiç bir konuda adım atamaz olmuştu

Uçak saldırılarından birkaç gün sonra ABD kendisini savaşta ilan etti ve ekonomik paketler ertesi günü Temsilciler Meclisi’nden birer birer geçmeye başladı. Silah harcamaları görülmedik derecede artırıldı. Politik hava o kadar rahatladı ki konvansiyonel silahlarda indirim yapmaya gerek kalmadı. Bu sanayiye fon bile ayrıldı. Silah, istihbarat, gözleme, satalit, insansız uçak, datalara yönelik sensörlerden vuruculara kadar yeni savaş tekniklerine yeni krediler çıkarıldı. Ayrıca vergi indirimi sorunu da çözülüverdi. Bir çırpıda 60 milyar dolar geçirildi. Şimdi 120 milyar dolara çıkarılma olasılığı arttı deniyor. Acaba bu ekonomiyi tersinden fazla ısıtır mı diye de tartışıyorlar. Sosyalizmin yıkılmasından sonra ClA ve FBI harcamalarında büyük kesintiler yapılmıştı. Şimdi bunlar tekrar artırıldı. Güvenlik konusuna da büyük yatırımlar yapılıyor.

Bütün dünyada olduğu gibi ABD içinde de sınıflar savaşı çok yükselmiştir. Son on yıl ekonomi tarihinin en uzun süreli kesintisiz büyümesini göstermesine rağmen yükselmiştir. Sosyalizmin olmadığı koşullarda işsizlik belki azalmıştır, ama bu işçi haklarını görülmedik derecede törpüleme pahasına yapılabilmiştir. Ücretler 1972-73 yılları düzeyine gerilemiştir. Yani ABD finans kapitali en verimli, en karlı yıllarını yaşarken halk kesimleri en yoksul günlerini yaşamıştır. Boğaz tokluğuna çalışmıştır. Günümüzde kapitalist ekonomiler kötüye gidiyor. Hem de küreselleşme koşullarında, yani artık krizi aktarabilecekleri bir Üçüncü Dünya olmadan krize giriyorlar. Çünkü Üçüncü Dünya Ülkeleri zaten sürekli krizdeler. Bu kez merkezler kendi halklarının boğazına daha çok yapışmak zorundalar. Ama bu kez refah yıllarında da haklarını artıramayan kitlelerin artık canlarından başka verecek şeyleri gerçekten kalmamıştır. Onlardan da zaten canları istenmektedir. Ya da canlarının alınması ile tehdit edilmektedirler. Binlerce insanın canının alındığı uçak saldırıları ya da şarbon hastalığı gibi az zararlı biyolojik kimyasal korkutmalar ancak böyle açıklanabilir.

11 Eylül öncesi kilitlenmenin temel nedeni elbette eldeki kaynakların azlığıydı. Uçan kuşa borçlu ABD, ekonomisini geliştirmek için yeni kredilere ihtiyaç duyuyordu, iyi ama nereden bulacaktı? Kaynak nereden yaratılacaktı? Sorun buydu. Demokratlar büyük şirketlerin vergisinin indirilmesi yerine yoksullara artık sıranın geldiğini savunuyorlardı. Kendi uyguladıkları politikanın artık tersine çevrilip yoksullara sıranın geldiği noktada olunduğunu sinsice sırf oy için iddia ediyorlardı. Uçak saldırısı ve şarbon mikrobu, işte ülkenin politik önceliklerinin değiştirilivermesine hizmet ettiler. Sözü verilen, planlanan sosyal güvenlik harcamaları, yaşlı ilaçlarına yardım, asgari ücrete yardım, enerji, vergi indirimi gibi yoksul halka yönelik politikalar rafa kaldırıldı. Bu işlere ayrılan fonlar silahlanma ya da çok uluslu şirketlerin kasalarına terör sonrası uğranılan zararları karşılama önlem paketi altında dağıtıldı. ABD finans kapitali doymaz. Koparabildiği kadar koparmak ister. Son zamanlarda savaş bonoları konusu tartışılıyor. II. Dünya Savaşı sırasında savaş bonoları çıkarılmış, 85 milyon vatandaş 185 milyar dolar değerinde bono almış. Şimdi de aynısı yapılmaya çalışılıyor. Böylece elinde bir şeyleri olan vatandaş da soyulacaktır.

Bu kısa süreye sığdırılanlar sadece maddi değildir. Bir yığın yasa değiştirildi ya da yenisi çıkarıldı. Güvenlik yasası değiştirildi. En başta Osama bin Laden ve Taliban düşünülerek başka ülkelerin liderlerinin gizli servis tarafından öldürülmesini yasaklayan yasa değiştirilerek bu kişilerin öldürülmesinin önünde duran sözde burjuva engeller kaldırıldı.

Zaten zalimliği dillere destan olan, uygulamaları ile zencileri öldürdüğünü TV kanallarında izlediğimiz, zoruna karşı halkları ayaklandıran polisin yetkileri daha da artırıldı. Tutuklama koşulları sıklaştırıldı. Gözaltına alma süresi sonsuza kadar uzatıldı. Bugün ABD hapishanelerinde zincire vurulmuş, çürümeye terk edilmiş 997 Arap asıllı vardır. Uluslararası Af Örgütü şimdi ABD hapishanelerinin kapılarını aşındırıyor deniyor. Ayrıca ordu ile polisin bağı ve işbirliği artırıldı. Bu işbirliği Avrupa Birliği polisi ile de kuruldu.

Bu yasalar ABD gibi çok renkli bir halklar mozaiği olan bir ülke açısından çok önemlidir. 11 Eylül öncesi geçmesi kesinlikle düşünülemeyeceği söylenen bu yasalar I ay gibi kısa bir sürede şarbon toz bulutu altında geçiriliverdi.

Amerikan halkları özgürlükler masalları ile büyümüşlerdir. Onlar örneğin internet ve telefonların CIA ve FBI tarafından dinlenmesine kesinlikle karşıydılar. Ama şimdi bu yasalar da geçti. Özellikle internet yasası uluslararası ilişkiler açısından çok önemlidir. Bu yasa dünya ilerici kamuoyu ve ayrıca finans çevreleri tarafından kesinlikle karşı durulan bir yasaydı. Bu bile çıkarılmıştır. Son olarak ABD, yabancıları yargılayabileceği askeri mahkemeler kurma kararı almaya çalışıyor. 5000 yabancı özel olarak sorgulanacak. FBI’ın önünde duran bunları sorgulama engelleri de kaldırıldı. FBI artık rahatça dini ve politik örgütleri sorgulayabilecektir. Çoğu insana göre artık bugün ABD’de özgürlüklerden söz etmek olanaksızdır. ABD faşizm yasaları ile yönetilmektedir. Bireysel özgürlükler tırpanlanmıştır.

ABD ve Batı halkları yıllardır çok bencil yetiştirildiler. Onların kendi canları çok kıymetlidir. Onların kendi bedenleri dışında idealleri yoktur, insanlar sosyal varlık oldukları kadar kendi benliklerini ve çıkarlarını ancak başkaları ile olan iletişim içinde bulabilirler. Kişilerin bireysel çıkarları özünde sosyal çıkarlar içinde kendini ifade eder, şekillenir. Ama kapitalizm halklarını bencillikle parçalarken, kendi canını düşünmeyi tüketim adına kamçılarken elbette işin bu sosyallik kısmını örtmek zorundaydı. Şimdi kapitalist insan tipi sosyallikten kendini koparmış sadece maddi çıkarları etrafında dolanıp durmakta ve bunun yarattığı kişilik bozukluklarının acılarını çekmektedir. Ama finans kapital açısından bunun anlamı halkların kendi canlarının ötesinde bir değerin kendileriyle bağlantısını görmeleridir. Örneğin ulus. Kendilerinin terörist dedikleri kişiler kendi ezilen halklarının davasını duyurmak için canlarını hiçe saymışlardır. Ama ABD halkı bunu yapamayacaktır. Ancak kulelerin yıkılmasının sıcağı içinde biraz özveride bulunabilirler. Bu duygunun sürekli ayakta tutulabilmesine herhalde şarbon mikrobu yardım edecektir. Kulelerin düşmesinin ardından epey kişi askere alındı, şimdi kimden geldiği bilinmeyen bu şarbon mikropları ile yeni gönüllüler devşirilecek ya da olası ölümlerin acısı bunların arkasına gizlenebilecektir.

Çılgınlık bir ufuksuzluğun sonucu ama tersinden başkalarına ufuk açıcı özellikler taşıyor. Kendini yakarken etrafına ışık saçmak gibi. Ama sadece kulede ölenler için şimdilik gözyaşı dökülüyor. Yoksa finans kapital politikalarının öldürdüğü süründürdüğü insanlar için değil. Aslında tarafsızlık yoktur. Ve insanların kurtuluşu ancak doğru tarafta olmakla sağlanabilecektir.

Kulelere saldırıdan iki ay geçtikten sonra, şarbonlu mektupların hala yollanmasına karşın ABD halkı normal hayatına tekrar dönmeye başlamıştır. Şarbonlu mektup geldi diye meclisin bir hafta tatil edilmesine karşın postanelerin bir gün bile kapanmaması, orada çalışanların her gün bu tehlike ile karşı karşıya yaşaması halkın yoksullar ve zenginler olarak ayrılığını halka duyurmaktadır. ABD’de artık insanlar günlük yaşamlarında bir savaş vermektedirler. Afgan Savaşı bir yana halk kendi günlük yaşam savaşının altında ezilmekte, ölmektedir. Savaşın kendi yaşantılarına getirdiği yükten şikâyet etmeye başlamışlardır. Evet, daha iki ay geçmeden savaşın nedenleri ve geçen süreye rağmen bir başarı elde edilmemesinden şikayet etmeye başlamışlardır. Bu huzursuzluk meclisi yine tıkamıştır. 66 milyarlık ekonomik paket yine takılmıştır. Bush sonunda muhalefeti bu kez tersinden bastırmak için Afganistan’da Kuzey İttifakı’nı desteklemek, bombalarla önlerini açmak zorunda kaldı. Sonuçta, kaynağı ne olursa olsun, tehlike ne kadar yakın gözükse de ABD halkları hayatlarından bezmiştir. Patlayan bombalar, yollanan mikroplar güncel hayatlarındaki işsiz kalma, aç kalma, hastalanma tehlikelerinden daha tehlikeli görünmese gerektir.

Yazının bu satırları yazılırken Milliyet Gazetesi 4 Aralık 2001 sayısında küçük bir haber çıktı. Bize göre dünya gazetelerinin manşetlerine geçmesi gereken bu haberi aynen yazmak uygundur düşüncesindeyiz. “ABD’de ölümlere yol açan şarbon bakterisi üzerinde yapılan incelemeler, bakterinin sadece ABD’de rastlanılan ve ABD ordusunun biyolojik silah programını lağvetmeden önce laboratuvarda ürettiği ile aynı türden geldiğini ortaya koydu. FBI soruşturmayı, hükümet ve laboratuvar çalışanlarını içine alacak biçimde genişletti.” New York kaynaklı haberi Sema Emiroğlu aktarıyor.

Bölüm 3

Uluslararası Törerizm

Bush politikasının temel direği, her şeyin etrafında döndüğü temel ideoloji şimdi uluslararası terör olmuştur. Birçok uzmana göre bu kavram bir dış politika ilkesi olamaz. Clinton dönemi Beyaz Saray görevlilerinden Gordon Adams’a göre uluslararası terör her şeyi çözemez. “Terör bir taktiktir. Uluslararası sistemi örgütleyen merkezi bir ilke olamaz. Teröre karşı koalisyon diğer sorunları çözmez.” diyor. (Financial Times 22 Ekim ‘01) Tüm dış politik olaylar bu eksen etrafında yürütülemez.

En başta bu ilkenin kabulü bile ABD politikasının çürümüşlüğü ve çaresizliğinin işaretidir. Sosyalizm yıkılalı beri ne demokrasi ne de serbest pazar, dış politik bir işlev göremiyor. Küreselleşme ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkını yok etti. İnsan haklarının ne anlama geldiği Ruanda, Körfez Savaşı, Belgrad bombalanması ve Çeçenistan vs. ile ortaya çıktı ve kullanılamaz hale geldi. Yaptırımlar rakip güçler tarafından delik deşik oldu. İran ve Libya olaylarında görüldüğü gibi ABD kendisine zarar vermeye başladı. Rakipler bu pazarları ABD aleyhine ele geçirmeye başladılar. ABD yıllardır yok o ülkeye silah satışı yasaklaması, yok bu ülkeye teknik yasaklaması… vs derken gerçekten kendi elini kolunu bağlamıştır. Örneğin Vietnam Savaşı’ndan sonra ABD baskı yapmak için savaşta ölen askerlerle ilgili bilgi verilmediği bahanesi ile Vietnam’a yatırım yapma yasağını koydu. Sonunda Vietnam kapitalizme açıldı bütün şirketler yatırımlara başladılar, ama ABD tekelleri bu yasak nedeniyle uzun süre dışarıda kaldı ve köşe başlarını başkaları tuttu. Bunun gibi yüzlerce olayla ABD sıkışmıştır, ne yok gibi davranabilmekte ne de gerekçesiz bunları kaldırabilmektedir.

Şimdi karşımızda uluslararası terörizm kavramı var. ABD bu ilke ile hem yeni bir açılım yapmak istemektedir hem de eskilerini geçersiz kılacaktır.

Uluslararası savaşta nötralite yoktur diye sürekli tekrar ediyor Bush. Tüm devletler ve kişiler taraf olmalıdırlar. Tarafsız olmak karşı tarafta olmaktır. Teröristlere hizmet etmektir. Her devlet bu işin bir yerinden tutmalıdır. Uluslararası savaşa karşı tüm dünya birlikte savaşmalı dayanışmalıdır. Bush’un bu açıklamaları bile ABD’nin yıllardır çektiği yalnızlıktan ne kadar acı duyduğunu göstermeye yeterli. Şimdi herkes aynı cepheye çağırılmaktadır. Görüldüğü gibi bu kampanyanın temel özelliğinden biri mümkün olduğunca çok sayıda ulusu kendi yanına terörizmle savaştan yana çekmektir. ABD’nin yeni sömürü metodu, bu ilke olarak ortaya çıkmaktadır.

ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ekliyor, “Bu savaşta öyle ışıltılı başarılar beklemeyin, uzun sürecek. Antiseptik bir savaş olmayacak. Söylemek zorundayız. Zor olacak. Tehlikeli olacak ve daha çok insanın ölmesi muhtemel. Öyle parlaklıklar beklemeyin.”(Financial Times, 26 Eylül Öl) D. Rumsfeld, Pearl Harbor savaşından örnekleyerek, bombanın atılması ile Japonya’nın teslim olması arasında 4 yıl olduğuna dikkat çekerek uluslararası savaşın uzun süreceğinin altını çiziyor.

Bütün dünya uluslarının içine katılmaya çalışılacağı uzun dönemli bir savaş olacak bu. Herkes savaşa el veriş biçimiyle de ABD saflarında yer alacak. Bu anlatımları alt alta koyduğumuz zaman şöyle bir sonuç çıkmamakta mıdır? Bütün uluslar içine alınacağına göre bu aslında bir dünya savaşı değil midir? III. Dünya Savaşı’na mı girdik? Küreselleşme içinde olduğumuza göre, bütün devletler tek bir ticaret örgütü içinde çeşitli anlaşmalarla birbirlerine bağlı olduklarına göre global savaş böyle olacak demektir. Global bir savaş. Yaşanan iki dünya savaşı da yıllarca sürmemiş miydi? Şimdi D. Rumsfeld bu savaşın da yıllar süreceğini açıklıyor.

Amaca gelince o da farklılık göstermektedir. Burada amaç toprak almak değildir. Ordular toprak parçası kazanmak için koşturup durmayacaklar. Diğer savaşlarda ya da Vietnam Savaşı’nda olduğu gibi. Vur kaç savaşları olacaktır. Ordunun özel eğitilmiş timleri belirli bir görevi belirleyecekler, o hedefi vuracaklar ve günler değil birkaç saat içinde görevi tamamlayıp tekrar geri döneceklerdir. Savaşın taktiği böyle çizilmektedir. ABD böylece kendisinden çok asker kaybını önlemeye çalışacaktır.

Savaşın nasıl kazanılacağını Donald Rumsfeld gazetecilere şöyle anlatıyor:

“II. Dünya Savaşı’nda ilerlemeyi Pasifik’te o adadan bu adaya, Avrupa’da ise şu kilometreden bu kilometreye olarak görürdünüz. Oysa soğuk savaşta ilerleme görmediniz. Görülen Sovyetler Birliği’nde imparatorluğun için için çürüdüğüydü. Bu durumda da Taliban ve El Kaide için hayat o kadar zorlaşacak ki halk bir noktadan sonra onları ülkelerinde barındırmaktan vazgeçecek.” (Financial Times, 12 Kasım ‘01)

Sanırız tablo tamamlanmıştır. Özel komandolar vur-kaç eylemleri ile belirli özel görevleri gerçekleştirecekler. Ama asıl görevler uzaktan savaş uçakları, bombalamalarla yapılacaktır. Yani mümkün olduğu kadar kendi taraflarından az kayıp vermek amaçlanmaktadır. Böylece halk muhalefeti asgariye indirilmeye çalışılacaktır. Zaten toprak almak, işgal etmek diye bir dert olmadığına göre böyle olmasında bir sakınca yoktur.

Ama savaş nasıl kazanılacaktır? Düşman nasıl yenilecektir? Sanırız ilginç olan budur. “Hayat o kadar zorlaşacak ki halk bir noktadan sonra onları ülkelerinde barındırmaktan vazgeçecek”tir. Halka hayat zorlaştırılacaktır. Nasıl yapılabilir bu? Halk bombalanacak. Halka eziyet çektirilecek. Halka ölümlerden ölüm beğen denecektir. Bombaların altında, açlıktan sefil olarak ölmektense teslim et şu istedikleri adamı, kurtul bu işten dedirtilecektir. Halk ile destekledikleri kişilerin bağları koparılmaya çalışılacaktır.

Afgan Savaşı’nda bunun başarıldığı açıklanıyor. Bilindiği gibi günlerce bombadan sonra işler Bağdat’ın bombalanmasını hatırlatınca ABD taktik değiştirdi. Taliban’a karşı dövüşen Kuzey İttifakı’nın karşısında duran güçleri bombaladı. Böylece bu güçler ilerleyip Kabil’i aldılar. Bu özünde Savunma Bakanı’nın öngördüğü gibi Taliban’ın içinde barındığı halk güçlerinin onları atması ile aynı şey değildir. Yani savaş onların istediği gibi olmamıştır. Aslında Kuzey İttifakı’nı desteklemek ABD’nin biraz da zorunlu olarak yaptığı bir olay olmuştur. Buna aşağıda daha ayrıntılı değineceğiz.

a. Terör nedir?

Bu noktaya gelindiğinde işler çatallaşmaktadır. Terör ve halk kurtuluş savaşları birbirinden nasıl ayrılacaktır? Terör dendiğinde ne denmektedir. Terörist kimdir? Bu iki kavramın tanımı iyi yapılmalıdır. Bu ayrım özellikle Ortadoğu sorununda çok önemlidir.

İkiz kulelerin yıkılmasından sonra AB üyeleri terör kavramı tanımlamasında anlaşamadılar. Çok uğraştılar ama anlaşamadılar. 15 ülkenin üzerinde anlaşabileceği bir terör tanımlaması yoktur. Şimdi Birleşmiş Milletler bu konu üzerinde çalışmaktadır. Sorun Filistin Kurtuluş Hareketi’nin terör kavramının dışında tutulmasıdır. BM kararına göre de Filistin hareketi ulusal kurtuluş mücadelesi vermektedir. Onları terörist konumuna sokacak hiçbir tanımlama Arap ülkeleri tarafından kabul edilemez. Ama tanımlamayı genişletirsek o zaman Kolombiya’daki mücadeleden Bask örgütüne, PKK’ye kadar uzanan bir liste terör tanımlamasının dışında kalacaktır. İşte bu noktada terör tanımlamasında işler gelip tıkanmıştır. Ancak ABD’nin Filistin’i bir devlet olarak tanıma kararı verdiği düşünülürse bu konunun önümüzdeki günlerde çözülebileceğini düşünmek olasıdır. Ancak bundan sonra ne olacaktır. Yeryüzünde ulusal kurtuluş mücadelesi veren örgütlerin terör ve terörist tanımlamasını aşması çok zor olacaktır. Zaten göreceğimiz gibi bu savaşın amacı da bu deliği bir daha açılmaz şekilde tıkamak olacaktır.

b. Terörist Kimdir?

Şimdiki durumda terörist ikiz kulelere saldırıları örgütleyen Osama bin Laden ve örgütü El Kaide’dir. Afganistan’daki Taliban rejimi Osama bin Laden ve örgütünü barındırdığı ve desteklediği için terörist olmaktadır. “Only Afgan” değil “first Afgan”dır. Yani uluslararası terörün hedefi ilk Afganistan’dır. O ne ilk ne de son olacaktır. Bu savaş uzun soluklu denmişti. Afganistan terör olayı bitince arkasından başka bir ülke gelecektir. Ya da başka örgüt hedef tahtasına oturtulacaktır. Şimdi sıkça adı geçen bir ülke daha vardır. Irak. Irak ile Osama bin Laden’in Prag’ta bağlantı kurdukları söylenmektedir. Ya da şarbon mikroplu mektupların Irak gizli ajanlarınca postalandığı dedikodusu yapılmaktadır. Fakat bu Afganistan gibi direk yapılmamakta, böyle söylentiler yayılmaktadır, çünkü AB ülkeleri genelde Irak’a karşı bir saldırıyı desteklemeyeceklerini en yetkili ağızlardan defalarca açıkladılar. Oysa ABD silah tekelleri savaşın mümkün olduğunca yayılmasından yanadırlar.

Sonuçta Afganistan’dan sonra Irak olabilir veya olmayabilir. Libya ile ilişkiler gerilebilir. Ya da Kuzey Kore. Ama elbette bu bir Üçüncü Dünya Ülkesi olacaktır. Kapitalizm kendini tehlikede görmektedir. İçine girdiğimiz ekonomik kriz Üçüncü Dünya Ülkeleri’ni zor durumda bırakacaktır. Küreselleşmenin dizginsiz sömürüsü Üçüncü Dünya Ülkelerinde patlayacaktır. II. Dünya Savaşı sonunda patladığında ne olmuştur? Kapitalizmin bütün sömürgeleri patır patır mısır gibi patlayıp bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Şimdi de öyle olmasından korkmaktadırlar. O zamanlar birbirleriyle olan rekabetlerini, pazar kapma yarışlarını ortak hedefte birleştirememişlerdi. Şimdi birleştirmeye çalışmaktadırlar. Kapitalizmin pazarına başkaldıran Üçüncü Dünya Ülkesi ezilecektir. “Uluslararası terörizm” söylemiyle oynanmak istenen oyun budur.

Dünya panoramasına baktığımızda Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin dünya ölçüsünde nasıl sorunlar altında kıvrandığını gördük. Hemen hemen tüm dünyada, her ulusta, burjuva iktidarlar iktidar olma yeteneklerini yitirdiler. Hiçbir parti tek başına iktidarda duramıyor. Sıradan halklar artık burjuvaziden umutlarını kestiler. Burjuvaziye olan güvenlerini kaybettiler. Halkın sevdiği ünlü yıldızlar ya da iş adamları lider yapıldı. Milyarder olmuş kişiler ülkeyi bir şirket gibi yönetsin, zenginleştirsin dendi. Koçlar, Sabancılar devlet başkanı koltuklarına oturtuldular. Sonuç vermiyor. Ülke gibi sosyal bir kurum bir ticari şirket gibi yönetilemiyor. Eğer diktatörlük, askeri idare yoksa her yerde koalisyon hükümetleri var. Koalisyon hükümetlerinin çoğunun toplam oyu bile zar zor çoğunluğu tutturuyor. Halk yoksulluğu ve muhalefeti burjuva partilerinin birleşmelerini zorluyor. Koalisyonların başına kör, sağır, topal kişiler getirildi. Ama bunlar da işe yaramadı. Halk muhalefetlerini burjuva iktidarlar başaramıyorlar. Kimi ülkelerde bu muhalefetler teröre sarıldılar. Yoksullaşan halklar artık burjuva yasalarının içine sıkıştırılamıyor.

Üçüncü Dünya ülke liderleri bu durumda olduklarında merkezlerden çeşitli yardımlar alırlardı. En başta pazarını aç, liberalleş, zenginleş denilirdi. Bunlar yapıldı. Kredi verilirdi. Artık Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin borçları ödeyemeyecekleri kadar yükseldi. Ve içine girdiğimiz dönemde merkezlerin kendilerinin kredilere ihtiyacı var. Artık kredi muslukları tıkandı. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde bırakalım halkları, burjuvaların kendileri merkezlerin tehdidi altındadır. Bu da dünya burjuvalarını başkaldırıya itmektedir.

İşte bunun göstergesi Dünya Ticaret Örgütünde (DTÖ) yaşanıyor. Üçüncü Dünya burjuvaları alttan halk muhalefeti üstten merkezlerin sömürüsü altında dayanamayıp isyan ediyorlar. 1999’da Seattle’da bu yaşandı. Özünde Seattle toplantısı Üçüncü Dünya burjuvalarının merkezlere isyanıdır. Bu korkunç isyan sosyalizmin yıkılmasından sonra kapitalizmin aldığı ilk büyük yenilgiydi. Peki, şimdi Üçüncü Dünya burjuvaları halklarına “işte sizi sömürenler bunlardır” dese ne olacaktır? Halkları arkalarına alıp merkezlere karşı muhalefet bayrağı açsalar ne olacaktır? İki yıldır merkezler Üçüncü Dünya burjuvalarını yeniden kontrol altına almaya çalışıyorlar. Bunlar, baskı, tehdit, şantaj ya da rüşvet ile satın alınmaya çalışıldı. Cepheleri kırılmaya, birlikte davranmaları engellenmeye çalışıldı. Zar zor yeniden bir DTÖ toplantısı düzenlendi.

Afganistan’a yağan bombalarla aslında Katar’ın Daho kentindeki toplantıya mesajlar veriliyordu. Toplantı öncesi AB açık açık Üçüncü Dünya Ülkeleri tarafından “köşeye sıkıştırılmaktan” korktuğunu söyledi. Bu sıkıştırmaya karşı, bomba tehdidi yapılıyordu. “Terörist mi olmak istiyorsunuz?”, deniyordu. Eğer anlaşmaya varılamazsa bunun baş sorumlusu bombaları üstünde bilsin deniyordu. Baskı yapılıyordu.

Ya da başka bir mesaj veriliyordu. Artık halk baskılarına karşı sizi yalnız bırakmayacağız. Silahımızla bombamızla yanınıza geleceğiz. Halk muhalefetini ezeceğiz. Böyle ülke pazarlarını yok ederek yeni pazarlar açacağız. Sizi dar boğazdan kurtaracak kapitalist ekonomileri yeniden canlandıracağız. Gene kar devşirme ortamını zorla bizzat yaratacağız… Ve toplantı çok çetin geçti. Üçüncü Dünya Ülkeleri bazı tavizlerin sözünü aldılar. Ve de yeniden liberalleşme kararı ile anlaşmaya varıldı. Özünde halkların daha fazla sömürüsüne karşı burjuvalar dayanışmalarını gösterdiler. Daho kararları ile aslında dünya halkları daha çok sömürünün altına yatırıldı. Afganistan halkları ile dayanışma göstermemenin bedeli böyle olmalıydı. Oldu. DTÖ Afgan halklarının kanı ile sulandı. Bundan sonra da böyle olacaktır. Artık toplantı sonralarında anti-küreselleşme gruplarının toz bulutu yerine ne yazık ki yoksul halkların kanlarının seli görülecek.

Terörist kimdir? Terörist burjuva yasalarına, onun sömürüsüne karşı gelendir. Filistin Devleti’nin tanınması ile BM’de terörist tanımlaması sorunu çözülecektir. Bundan sonra uluslararası diplomaside, ulusal kurtuluş örgütü kavramı büyük bir olasılıkla uluslararası terör kapsamına alınacaktır. Kapitalizm açısından yükselen halk hareketleri artık kendi varlığını tehdit eden uluslararası terör olacaktır. Bu durumda Osama bin Laden ve örgütü El Kaide’yi bombalamak kapitalizmin yasalarına uyar. Kapitalizm kendi terörünü yasallaştırmaktadır. Bomba yağdırmasını haklı bir zemine oturtmaktadır. Halk hareketine karşı iktidardaki burjuva hükümeti mi desteklenecektir? Bizzat asker mi yollanacaktır? Yoksa muhalefet arkasına geçerek Talabani gibi o ülkenin kendisine de mi saldırılacaktır, her koşulda ayrı ayrı değerlendirilecektir. Yükselen halk hareketleri tepelerinde zar zor duran iktidarları devirebilir. Ya da aksi, iktidarlar alttan gelen halk hareketlerini arkalarına alıp merkezlere başkaldırabilirler. Hangi durumda olursa olsun, merkezler pazarlarını korumak için karşı tarafı uluslararası terörizmin bir parçası yapmanın kitabını yazmaktadırlar. Afganistan Savaşı bu gibi olaylara karşı bir senaryonun hazırlanmasıdır. Bu saldırının ağlarının örülmesidir. Afganistan sadece bir kobaydır. Global savaşlara hazırlık kobayı.

c. Yeni Silah

ABD bu savaşta dünyaya yeni bir dövüş silahı tanıtmaktadır. Bize göre çok önemli ve de Batı açısından çok tehlikeli bir silahla karşı karşıyayız. Ve de bu çok ciddi sorunlara neden olabilir. Bu silah, terör finansı yasasıdır. ABD’ye göre uluslararası terörün bir uluslararası finans sistemi vardır. Eğer terörle savaşılacaksa bu finans kaynaklarını da dikkate almak, onunla da savaşmak gerekmektedir. Uluslararası terör tüm dünyaya yayılmış bir finans ağına sahiptir. Örneğin Osama bin Laden’in Suudi Arabistan’da ve Sudan’da kendine ait şirketleri vardır. Buralardan elde edilen karlar teröre kullanmaktadır. İkiz kulelere saldıranların finansı bizzat ABD’de faaliyet gösteren Arap kaynaklı şirketlerce yapılmıştır. Uluslararası terörün bu kaynakları kurutulmalıdır.

ABD bu doğrultuda yine dünya uluslarına yeni bir şey dayattı. ABD kendi kaynaklarıyla uluslararası terörle bağlantısı olduğunu düşündüğü kurumlan belirleyecek. Bunları dünyaya açıklayacak. Ve diyecek ki bu şirketlerin finanslarını dondurun. Bunu yapmayan, uluslararası terörle işbirliği yapmış durumuna düşecek. Dondurulması istenen şey bir iş yeri olabilir. Bu şirketin bankadaki hesapları olabilir. Ya da mal varlığı olabilir. Bu hesapları dondurmak devlete düşebilir ya da herhangi bir finans kurumuna düşebilir. Ya da iş yaptığı başka bir şirket olabilir. Ne olursa olsun, ABD’nin ismini verdiği bu şirket veya kişi abluka altına alınmalıdır. Ve ABD’nin sözünü dinlemeyen şirket, banka ve bunların barındığı ülke uluslararası teröre destek verdiği gerekçesi ile ABD düşmanı olur. Çünkü ABD uluslararası terörizme savaş açmıştır. Bu davranış ABD’ye bu ülkeye müdahale etme hakkını tanımaktadır. ABD’nin dünyaya dayattığı yeni yaptırım budur. Tüm dünya ulusları böyle keyfi bir gerekçeyle cezalandırılabilirler.

ABD kendi çıkardığı bu kararın arkasından hemen 36 tane şirket veya kişi ismi yayınladı. Sonra arkasından daha küçük bir liste çıktı. Bunların Osama bin Laden ve örgütü El Kaideye finansal destek verdiği iddia edildi. Ve ABD bunların finans kaynaklarının dondurulmasını istedi. Bu ağ Almanya’dan Somali ve Sudan’a ve Suriye’den Suudi Arabistan’a ve elbette Afganistan’a. Pakistan’a kadar uzanıyor. Kimisi bisküvi şirketi, kimisi ticari şirketler. Arada özel kişiler de var. Ve de bunların bir kısmı itiraz etti. Bu kişilerin bankalardaki kaynakları donduruldu. Geçtiğimiz günlerde ABD Hamas’ın mal varlıklarının dondurulması talimatını verdi. İsrail de bunu amansız bir şekilde yürütüyor.

Avrupa ülkeleri kendilerine düşen kısmı sessizce yaptılar. Bu şirketlerin mal varlıkları donduruldu Ama Suudi Arabistan yapmadı. Suudi Arabistan kendi ülkesine ait adı geçenlerin bir kaçının yardım kurumu olduğunu iddia etti. Biliyoruz. İslam ülkelerinde hayır kurumlan önemli işlevler görürler. Bunlar dinin sosyal adalet kurumlarıdırlar. Bu hayır kurumlarının kendilerine ait hastanelerinden, doktorlarından tutun da mahalle bakkalları ve büyük şirketleri vardır ve halka devlet elinin uzanmadığı noktada yardım ederler ve bu kanalla kitleleri din çerçevesinde örgütlerler. Ve de hemen hemen bütün İslam ülkelerinde aslında bu kurumlar halkın öfkesini bastırmaya yarayan kurumlardır. Ve de burjuvazi tarafından desteklenirler. Suudi Arabistan işte bu gerekçelerle söz konusu şirketlerin fonlarını dondurmadı. ABD’nin isteğine karşı çıktı. Şimdi ABD’nin elinde bir koz vardır. Kendi keyfi uygulamasına uymayana dayatacağı bir koz.

ABD’nin bu kararı tamamen keyfidir. Ve hiçbir yasallığı yoktur. Ama ona rağmen bir yaptırım olarak dünya uluslarının üstünde durmaktadır. Fakat bu, ABD’nin kullanmak istediği ve ileride yasal zeminini kurmaya çalışacağı önemli bir silahtır. Afgan Savaşı sırasında dünyaya tanıtıldı. Afgan Savaşı, ABD çıkarlarına karşı ayaklanan herhangi bir Üçüncü Dünya Ülkesi üstüne oynanacak bir oyun olduğu için bu silah gelecekte önemli işlevler görebilecektir. Saldırılacak herhangi bir ülkenin finans kaynakları ile oynanabilecektir. Ayrıca bu, merkezlerin kendi aralarındaki pazar savaşında da önemli bir silah olabilir. Kapitalizmin en değerli şeyi ile oynandığı için de bu, kendi çirkinliklerinin ortaya çıkmasında önemli işlevler görebilir. Aslında ABD’nin bu silahı devreye sokması kendi aczinden kaynaklanmaktadır. Artık ABD, içinde bulunduğumuz yeni dönemde kendi yetiştirmesi burjuva kurumlara da saldıracaktır. Üçüncü Dünya Ülkelerindeki burjuvaların pazarlarına el atacaktır. Oradaki küçük şirketleri öldürmeye çalışacaktır. İşte bunun açacağı sonuçların ne olacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz. Sanırız bu silah ABD’ye geri tepebilir ve onun istediğinin tam aksi sonuçlar verebilir.

Bölüm 4

Değişken İttifaklar Politikası

Global savaşların diğer önemli unsuru ittifak güçleridir. Dünyamız örgütler ve örgütlenmeler bazında değil de uluslararası terör bazında ele alınınca ittifakların nasıl kurulacağı ve nasıl işleyeceği de ortaya çıkmalıdır.

Fransızlar Amerikalıları pek sevmezler. Ama 11 Eylül sonrası Le Monde “We are all Americans.” Biz hepimiz Amerikalıyız, diye manşet attı. Bush sürekli tekrar ediyor. Sırf sempati beslemek yetmiyor. Boş laf yetmiyor. Eylem gerekli, savaşa destek vermelisiniz, diyor. Bu laflar ABD’nin yeni örgütlenme anlayışını yansıtmaktadır.

Yukarıda değinmeye çalıştık. ABD artık eski örgütlenmeleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanamıyor. Ya da eski örgütlenmeler günün sorunlarına yanıt vermiyor. Dar geliyor. Yenilenmesi gerekiyor. Uluslararası terör, kapitalist sömürü yollarını açıcı bir ilke olarak kullanılacaktır. İnsanlığı tehdit eden asıl sorun açlık, hastalık, çevre, bizzat insanın ortadan kalkması değildir de uluslararası terördür.

Eski örgütlenmeler yerine ülkeler, uluslararası terör çerçevesinde geçici ittifaklar içine alınacaktır. Tüm ilişkiler bu ilke etrafında global düzeye oturtulmaya çalışılacak, daha çok sömürü için var olan örgütlenmeler belki de tazelenecektir. Eski yetmezler, el kol bağlayanlar kaldırılacaktır. Terörizm bahanesi ile yeni daha dakik sömürü ilkelerine oturtulacaktır. Bu koz ile yeni bağlayıcılıklar, yeni açılımlar sağlanacaktır. İşe yaramayanlar taviz olarak verilecektir. Kapitalizmin çıkarlarına uygun olanlar öne çıkarılacaktır. Kısacası uluslararası terör bahanesi ile uluslararası ilişkiler yeniden küresel merkez sömürü çarkına oturtulacaktır. Terör bahanesi ile saldırı yapılacak ülkeye göre yeni ittifaklar yeni işbirlikleri yapılacaktır. Yeni ittifaklar politikası bu kadar basit ve pratiktir. Çok ama çok kısa süreli çıkarlar etrafında örgütlenebilir. Gel geç olabilir. Ve de her ülke kendi yapısına ve konumuna göre bu ittifakların içinde yer alacaktır.

Afgan Savaşı sırasında böyle bir anlayışla hareket edildi. Böyle bir ittifak kurmak konusunda gerçekten bütün güçler seferber edildi. Yalan, dolan, propaganda, tehdit, satın alma… vb. her yol meşru sayılarak bir ittifak güçleri yaratıldı. Oyun herkesin gözü önünde oynandı.

Temel hilelerden biri şuydu. ABD ikiz kulelerine yapılan saldırının kınanması ile ABD’nin Afganistan’a saldırısı bilinçlice birbirine karıştırıldı. Bilinçlice bu birbirinden farklı iki şey zihinlerde aynı şey olarak kullanıldı. Sanırız yeryüzündeki bütün ülkeler saldırıyı kınamışlardır. Birey olarak da herkes kınamış olabilir. Ama bunu kınamak ABD’nin Afganistan’a saldırısını onaylamak anlamına hiç de gelmez. Ama kapitalizm meseleyi dünya kamuoyu önünde böyle çarpıttı. Kulelere saldırıldığı için ABD de Afganistan’a saldırmalıdır diye bir propaganda ile dünya halklarının beyni yıkandı. Neden Afganistan’a saldırıyor sorusu kule saldırısı ile bütünleştirilip en baştan sömürü gerçekliğinin üstü örtüldü. Sanki daha ilk günden bütün devletler Afganistan saldırısını otomatikman kabullenmiş oldular. İtiraz etmenin yolu en baştan tıkanmış oldu. Yapılan itirazlar hep istisna olarak sunuldu. “Tüm ülkeler asker veriyor, silah veriyor.” “Tüm ülkeler Afganistan’a saldırı için her türlü kolaylığı sağlıyorlar.” “Hava sahalarını, hava alanlarını, üslerini bu uğurda savaşan güçlere açıyorlar.” Ve de “Aaa herkes kabul ederken sen nasıl etmezsin?” havasına girildi. Tüm dünya basın yayını ile korkunç bir savaş propagandası yapıldı.

İttifak Güçleri

Her gün gazetelerde okuduğumuz ittifak güçleri kimlerdir? Hiç de bütün dünya değildir. Özünde ittifak güçleri dendiğinde belli başlı Avrupa Birliği, Pakistan ve bizim ülkemizi saymak mümkündür. İsrail zaten tam bir ABD’cidir ama onun şu anda başı Arap halkları ile yeterince derttedir. Sesini çıkaramıyor. Çıkarsa duyması engelleniyor. Bir de uzaktan Avustralya desteklemektedir ittifakı. İşte bu kadar. Hatta bunların içinde Pakistan zorla ittifaka yamanmaktadır. Bu ülkeler Afganistan’a saldırıyı da desteklemektedirler. Ama işte bu kadardır. İster inanılsın ister inanılmasın tam destek bu kadardır.

Latin Amerika ve Afrika ülkeleri zaten bu konuya uzaktırlar. Asya ve Avrupa ülkelerinin çoğunluğu Afganistan’a saldırının ancak BM kanalı ile yapılması görüşündedirler. Mısır ve Suriye uluslararası terör konusunda uluslararası bir konferans düzenlenmesini önerirler. İsviçre, Rusya, Ukrayna ve Orta Asya’da Özbekistan ve Tacikistan hava sahalarını yalnız hümaniter yardım taşıyan uçaklara açtılar. Rusya istihbarat yardımı yapabileceğini söyledi ve çeşitli koşullar öne sürdü. Özbekistan hava sahasını ve Sovyet döneminden kalma üslerinin birini hümaniter inişlere açtı.

Çoğu ülkenin sesi duyulmuyor. Herkes tetikte bu savaştan kendisine nasıl bir pay çıkarır onu bekliyor. Bir tek İran bu genellemenin dışındadır. Ayetullah Ali Hamaney İslam ülkelerini bağımsız tavır almaya davet etti. “New York ölümleri suçsuz insanlar için teker teker birer trajedi olsa da onlar aynı zamanda ABD’nin baskıcı dış politikasının kurbanlarıdırlar.” dedi, (gazetelerden) ABD’nin herkesten istediği gibi kendilerinden de yardım istemesine çok sinirlendi: “İran’a yıllardır bunca saldırı yaptıktan sonra utanmadan bizden nasıl yardım istersiniz?” diyerek sert bir tavır koydu.

Tony Blair ikiz kulelere saldırıdan sonra yüzyılımızın stratejik konumlanması yeniden çiziliyor demişti. Şimdi yeni şekillenen bu ittifakları ele alalım. Dünya güçler dengesi bu yeni ittifaklar çerçevesinde yeniden yapılanmaktadır. Ve gelecek dengelerinin temel taşları konulmaktadır. Ancak bu taşlar ne kadar sağlamdır? Barakalar mı kurulmaktadır? Kestirmek zordur, ama bize temeller pek sağlam gözükmemektedir.

1. Avrupa Birliği Ülkeleri

Savaşın ertesi günü AB, NATO çerçevesinde ABD’ye yapılan bir saldırının tüm birliğe yapılan bir saldırı olduğu maddesini onayladı. ABD’ye tam destek, hatta Almanya hükümet başkanı Schröder ‘koşulsuz destek’ sözü verdi. Ama yasaya göre ABD’nin saldırıyı Osama bin Laden’in yaptığını kanıtlaması gerekiyordu. İşte bu kanıtlar ortada görülmedi. Tony Blair ‘ben gördüm çok çarpıcı’ türünden laflar etti ve açıkçası olay bir sis perdesi arkasına gizlendi.

ABD’yi desteklemek için birlik içinde çeşitli yasal düzenlemeler yapıldı. Birliğin ceza hukuku çerçevesinde ortak davranmasını engelleyen bazı boşluklar dolduruldu. Örneğin her hangi bir ülkedeki tutuklama kararının tüm birliği bağlaması yasası kabul edildi. Uluslararası terör konusunda ortak bir istihbarat örgütü kuruldu ve var olanların aralarındaki işbirliğini artırması kararı alındı. Bu doğrultuda memurlar karşılıklı olarak değiş tokuş edildi. ABD gizli servisinden memurlar Almanya’ya geldiler ve istihbaratlarını birbirlerine açtılar. AB ve ABD polisi teşkilatları aralarındaki işbirliğini artırdılar. Ve bundan sonra böyle çalışma kararı aldılar. Yani uluslararası teröre karşı bundan sonra iki merkezin bir arada davranabilmelerinin yasal koşulları artırıldı.

Bilindiği gibi ittifaka ait 15 ülke vardır. Ama ABD’ye destek vermede bu rakam değişmektedir. İngiltere ilk günden donanması, özel timleri ile işe cani gönülden soyundu. Zaten kimilerine göre Tony Blair Bush’un albaylarından biridir. Kulelere saldırının birkaç gün arkasından Fransa Devlet Başkanı Chirac ABD’yi ziyaret etti. Söylentilere göre Fransa ilk kez iki ülkenin ilişkilerinde görüldüğü gibi ‘ama’ ve ‘belki’ ve ‘olabilir’siz bu ittifaka katıldı, donanmasını ABD güçlerinin yanına yolladı. Almanya gruba en arkadan katılıyor. Çünkü o geçmişindeki Flitler faşizmi sonrası alınan bağlayıcı yasaları temizlemek işini bu arada yapıyor. Bu yüzden Schröder sürekli ‘ABD’li dostlarımıza tam destek veriyoruz’ diye önce sesini yolluyor. En başta HAWK uçaklarını ABD askerleri emrine verdi. ABD ziyareti dönüşünde Almanya’ya ayak basmadan henüz uçaktayken, 3900 kişilik asker yollama kararını aldı. İtalya 2700 kişilik özel komando ekibi ve deniz desteği ile zenginler konvoyuna katıldı. İspanya da yardım sözü verdi, ama davet bekliyor.

AB’nin bu askeri desteğinin yanında siyasi desteği de şimdiye kadar görülmedik boyuttadır. Yine en ön saflarda Tony Blair koşmaktadır. İlk önce Bush’la konuşmuş, sonra uçağına atlayıp soluğu Ortadoğu ülkelerinde almıştır. Turları turlar izlemektedir. On gün içinde 15 ülke dolaşmıştır. Blair’i Schröder izlemektedir. Schröder, Pakistan ve Hindistan’ı 8 yıl içinde ziyaret eden ilk Alman hükümet başkanı unvanını aldı. Almanya Dışişleri Bakanı Fischer’ın Ortadoğu için zaten özel planı vardır. O da sürekli olarak bölge liderleri ile görüşmeler yapmaktadır. AB Dışişleri Şefi, komisyon başkanları da arada bölgeyi taradılar. Son olarak Stans (Orta Asya ülkeleri Özbekistan, Tacikistan, Kazakistan, Türkmenistan, Kırgızistan gibi 5. tan ülkesi) ülkelerini dolaşıp bölgeye yönelik AB politikasının belirlenmesi gerektiği görüşünü dile getirdiler. AB ülkeleri bu savaşta Ortadoğu’da çok aktif politika yapmaya başladılar. Sanki ABD siyasi olarak bölgeden çekilmiştir ve devreye AB girmiş gibidir. Ya da ABD’nin sözcülüğünü AB almış gibidir.

a. Sıkıntılar

11 Eylül sonrası iki merkez ABD ve AB büyük ölçüde ortak davranıyorlar. AB ilk kez ABD’nin yürüttüğü bir savaşa bu kadar canı gönülden katılıyor. AB ilk kez ABD’nin bir Üçüncü Dünya Ülkesi’ne karşı yürüttüğü savaşta bu kadar aktif politik rol oynuyor. ABD koalisyonuna destek sağlamak için Arap ülkelerinin kapılarını aşındırdılar. Ayrıca AB askercil olarak da ilk kez bu kadar destek veriyor. Hem teçhizat, savaş malzemesi hem de askeri güçle katılıyor.

Katılıyor, ama bunlar birlik içinde bir takım sıkıntılar doğurmakta.

Birlik içinde en büyük üç ülke İngiltere, Almanya ve Fransa öne çıkmıştır. Eskiden AB içinde İngiltere, ABD yanlısı hatta tabir yerinde ise onun ajanı olarak bilinirdi ve buna karşı Fransa ve Almanya birlik içinde denge oluşturmaya çalışırlardı. Şimdi bu durum değişmiş, Almanya ve Fransa İngiltere’nin yanına geçmişler ve ABD ile iyice yakınlaşmışlardır. Bu AB içinde önemli bir güç dengesi değişikliğidir.

Kayma, AB içinde huzursuzluğa yol açmış, ilk sesini duyuran İtalya olmuştur. İtalya ilk önce eski İngiltere’nin işlevine soyunup ABD ile özel dostluğa soyunmaya çalışsa da sonradan bu tavrından vazgeçer gibi olmuş ve ABD’ye 2700 kişilik asker gönderme kararı alınca AB içindeki üç büyüklerin özel toplantılarına çağırılmaya başlanmıştır. Aynı yolu İspanya da iki savaş gemisi verme önerisi ile katederek AB içinde bir ABD destekçileri grubu oluşmuştur. Birlik başkanlığı sıfatıyla Belçika da içeri alınmıştır. Sonra Blair’ın açıkladığına göre Danimarka ve Hollanda başkanlarının telefon görüşmesi sonunda bu iki ülke de gruba alınarak sayıları 8’e çıkmıştır. Yani şimdiki hali ile AB, ABD koalisyonuna destek veren 8 ülke ve “sesleri çıkmayan” 7 ülke olarak bölünmüş gibidir.

“AB içinde büyük şirketler küçük şirketleri yiyorlar” diyerek üstüne şimşekleri toplayan Finlandiya’nın AB’nin bu günkü ekonomik gidişinden hoşnutsuzluğu zaten biliniyordu. Norveç, İsveç’i de bu guruba katmak olasıdır. Portekiz ve Yunanistan ise küçük olmanın dezavantajlarından hep ezilmişlerdir. Şimdi de Pakistan’a tekstil konusunda verilen tavizlerden zarar göreceklerdir. Bu anlamda onlar da karşıdırlar.

Afganistan Savaşı ve kurulan yeni ittifak, AB’nin büyük ve küçük ülkeler olarak var olan çatlağını artık üstü örtülemez şekilde ortaya çıkarmıştır. AB’de 15 üye ülkenin her birinin tek bir oyu vardır. Bu oy ülkenin nüfusu ve ekonomik gücü ile bağlantılı değildir. Elbette bu olgu AB içinde sorunlar yaratmıştı, ama hiçbir zaman şimdiki gibi bir dayatma yaşanmamıştı. AB artık eski AB değildir. AB artık oybirliği ile alınan kararların birliği değil, büyük ülkelerin çıkarları doğrultusunda, politikaların zaman zaman zorla da dayatılabildiği, dayanabileceği bir birlik haline gelmiştir. Bu elbette epey zedeleyicidir. Birliğin bir dışişlerden sorumlu şefi, komisyon başkanı vardı. Birliğin dış politikasını yürütmek bunların göreviydi. Kosova Savaşı sonrası uzun tartışmalardan sonra birlik en sonunda ortak bir dış politika yürütme konusunda anlaşmıştı. Bu yetkilileri seçmişti. Ama şimdi her şey yeniden değişmiştir. Dış politikanın merkezi Brüksel’den üç büyük ülke başkentlerine taşınmıştır. Ortak dış politika bu ülkelerin çıkarları doğrultusunda birden ABD güdümüne oturtuluvermiştir. Birlik bağımsızlığını yitirmiş üç büyükler tarafından ABD kuyruğuna takılmıştır. Bu olgunun birlik olarak AB’nin geleceğinde büyük değişikler yapacağını kestirmek zor değildir.

İkinci bir sorun daha vardır.

Olaylar çok hızlı gelişmektedir. Baş döndürücü bir hızla adeta neler oluyor nerelere gidiliyor belli değildir. Daha on yıl önce sosyalizm yıkıldıktan sonra ABD ile AB arasında büyük anlaşmazlık konuları ortaya çıktı. İki merkezin dünyayı dizginsizce sömürüsü başlamıştı. AB artık ikili politik oyununu bırakmalıydı. Ya ABD’nin yanında ikinci süper güç ve kapitalizmin merkezi olarak dünya jandarmalığına soyunmalı, buna denk düşen politikalarda ABD’yi desteklemeli, silahlanmalıydı. Ya da ABD boyunduruğuna girmeli onun dediğini yapmalıydı. Hem ABD’nin gölgesinde dünyayı sömürmek hem de ona muhalefet yapıp pazarlan paylaşmak yoktu.

ABD sürekli, olaylarla AB’yi karar vermeye zorladı. Yanıma gelmezsen karşıma geç dedi. AB hala ikili oynamayı sürdürdü. Körfez Savaşı’nda ABD’yi bıraktı gitti. Ama ABD onu rahat bırakmadı. Yugoslavya’nın adım adım parçalanması AB’nin çizdiği yolun da adımlarını oluşturur. Parçalanan Yugoslavya ABD’nin AB’ne tehdittir. AB Belgrat’ın bombalanmasıyla ortak bir savaş provası yaptı. Avrupa ordusunu, kendi öz silahlı gücünü kurma kararı aldı. NATO içinde ABD boyunduruğuna girmeyi reddetti. Kosova olayları arkasından askeri güç, ortak bir dış politika kararı ile taçlandırıldı. AB dış politika sorumlusu belirlendi. Artık AB ortak dış politika yürütme ve ordusu ile de bunu dayatmaya hazır hale geldi. ABD’den bağımsız. Şimdi Afganistan’da da bütün bu adımların pratiği yapılacaktır. ABD’nin karşısında değil onun yanında ama kendi öz gücüyle dövüşecek bir AB.

Şimdi sorun şudur. AB’nin ağırlıklı ülkelerinde merkez sol partiler iktidardadırlar. Almanya’da Sosyal Demokrat Parti ve Yeşiller partisi, yeşil-kırmızı koalisyonu vardır. Fransa devlet başkanı sağdan olsa da başbakan Sosyalist Partili’dir, yani Fransa’da Sosyalist Parti iktidardadır. İngiltere’de Blair, İşçi Partisi baştadır. Bunun anlamı şudur. Avrupa’nın bugün kaderini çizenler merkez sol politik anlayışta olanlardır. Ve yürüttükleri politikalar onları dünyanın en sağ partisi ABD cumhuriyetçilerinin politikasıyla üst üste oturtmaktadır. Halkların merkez sol diye oy verdikleri böyle bir kavis çizmişlerdir. Fakat acaba halklar buna ne diyeceklerdir? Bu kadar büyük politik hat değişikliği halklarla olan ya da seçmenleriyle olan bağlarını nasıl etkileyecektir? Şimdi bu yürütülen politikaların toz bulutu var. Daha her şey çok masum görünüyor. O nedenle savaşa karşı hareket Vietnam Savaşı’ndaki gibi yükselmedi. Ama yarın ne olacaktır? Sınıflar savaşı daha yükseldiğinde ne olacaktır? Kriz AB halklarını daha yakından etkileyince ne olacaktır? AB’nin çıktığı bu yeni yola halklar ne diyeceklerdir? Bunlar belli değildir. Sonuçta hem birlik içinde bir kopuşma vardır, hem de halk tabanlarından bir kopuşma yaşanması olasılığı çok yüksektir.

Partilerin kendi içlerindeki muhalefetler aslında kendi oy tabanlarından koptuklarının da işaretidir. Hatta bırakalım halktan kopukluğu şimdi yürütülen hat zaman zaman partilerin kendi yasaları ile zıtlıklar taşır. Örneğin Yeşiller Afganistan’a asker yolluyorlar, ama kendileri barış şiarları ile seçildiler. Fransa Sosyalist Partisi lideri olan başbakan, anti-global hareket Attac’ın yanındadır. Seçmen tabanı budur. İngiltere’de İşçi Partisi o kadar halktan koptu ki Blair için dış işlerdeki başarısını içte gösteremiyor deniyor. Ayrıca sağ parti lideri açıktan savaşa karşı olduğunu açıklıyor. Bunlar aslında halkla olan bağların yansımasıdır. Çok yakın gelecekte ya da ABD ile olan pamuk ipliğine bağlı birlikteliğin zorlanması durumunda ortalık hiçte sakin kalmayacaktır. Ayrıca Avrupa halkları daha aydın, demokrasiye alışık, çıkarlarını kollayan halklardır. Sosyalizmin yanında yaşamak onları daha bilinçli yapmıştır.

b. Ödünler

Elbette AB bu politik ve askeri adımları sırf ABD zorluyor diye ikiz kulelerdeki insanların intikamını almak için atmamıştır. Alman hükümet başkanı Schröder uluslararası terörizmin kendilerini de tehdit ettiğini söylüyor. Onun için destek vermeliyiz diyor. Ama elbette ABD ile koalisyona girmek, gücünü ondan yana kullanmak kapitalist pazar paylaşımında yeni dengeler demektir. Ne tavizler verilip alınmıştır? Avrupa güçler dengesi nasıl değişmiştir?

Geçtiğimiz günlerde İrlanda Kurtuluş Ordusu silahları bıraktığını açıkladı. Yani IRA silahlı mücadeleyi bıraktı. Nedir olanlar? İngiltere’nin ABD yanlısı politika izlemesi yalnız iki ülke finans kapitalinin iç içeliğinden kaynaklanmaz. ABD bunu IRA sopası ile de dayatır. İngiltere ne zaman AB yanlısı politika izlemeye kalksa bu sopa ortaya çıkar. İngiltere AB ile ilişkileri sıklaştırdıkça baskı artardı. Ortak para birimi süreciyle birlik ile ilişkiler yakınlaşmak zorunda kaldığı için son zamanlarda ABD baskıyı artırmıştı. Bush hükümeti IRA militanlarının Kolombiya gerillalarını eğittiği doğrultusunda haberler yayarak işleri iyice karmaşık hale sokmaya çalıştı. Sonra İngiltere savaş koalisyonuna girdi, Fransa ve Almanya katıldı ve karşılığında IRA silah bırakma kararı aldı. Yeni güçler dengesinde uluslararası terörizm ve ulusal kurtuluş mücadeleleri sınır çizgileri daha açık çizilmeye çalışılacağından bu sorunun da ortadan kalkması ya da şimdilik askıya alınması uygundur

Balkanlardan da pek ses gelmiyor. UÇK’nın ABD destekli olduğunu uçan kuş bilir. Yugoslavya ABD’nin özellikle Almanya ve Fransa’ya karşı baskı yapma aracıdır. Burası AB politikasının ABD doğrultusunda bir yörüngeye oturmasına yarar. Ne zaman AB ülkeleri ABD doğrultusu dışında bir politikaya soyunsalar hemen Yugoslavya sorunu ile kulakları çekilir. Şimdi Makedonya’daki huzursuzluk büyük ölçüde dinmiştir. AB’nin ABD koalisyonu içinde oynadığı olumlu role bağlı olarak da böyle kalacağı tespitini yapmak yanlış olmasa gerektir.

Savaş öncesi ABD’nin çıkardığı finans yasasında AB’nin ne zamandır çıkması için mücadele ettiği bir bölüm vardır. Bu kısım, ABD’nin AB’ye verdiği bir taviz niteliğindedir. ABD’nin çevresindeki bazı adalar ABD finans kapitalinin vergiden kaçma cennetleridir. AB sözde buralarda konumlu görülen çok uluslu şirketlerin vergi ödemeyerek maliyetleri düşürdüğünü ve AB şirketleri ile haksız rekabete girdiğini savunurdu. Onun içinde ABD’ye bu konuda baskı yapar, bu şirketlerin vergilendirilmesini ve finans kaynaklarının kontrol edilmesini talep ederdi. İşte ABD yeni yasa ile AB’nin istediğini yaparak taviz vermiş oldu.

Hatta Bush daha da ileri giderek önemli bir konuyu pazarlık etmeye hazırlanacağı sözünü verdi. Bu konu finansın vergilendirilmesidir. Yani para oyunlarından elde edilen kazançların vergilendirilmesidir. Fransa ile Almanya halkları, anti-küresel guruplar bu konuda çok hassastırlar ve hükümete baskı yapmaktadırlar. Kapitalizmin yarattığı eşitsizliğin ana kaynağı bu guruplara göre finansın vergilendirilmemesidir. Finansın vergilendirilmesi ile elde edilecek kaynakların, Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin küreselleşmeden doğan sorunlarını çözeceğini savunurlar. Şimdi ABD bu konuda da AB’ye bir taviz verebileceğini ima etmektedir. Sonuçta Avrupa halkı Afganistan’a savaşa giderken AB şirketleri ABD karşısında rekabet güçlerini artırıyorlardı.

AB için pazar açısından en önemli kazanç Ortadoğu olsa gerektir. İki merkez petrol tüketiminin büyük bir bölümü buradan gelmektedir. Hatta AB için Ortadoğu hayati bir önem taşır. Şimdi Rusya petrolü Batıya açıktır, yarın ne olacağı belli değildir, ama eskiden AB’nin bölgeye bağımlılığı çok fazlaydı. ABD İsrail ve Suudi Arabistan gerici rejimleriyle Ortadoğu petrolünü kontrolü altında tutuyor, AB’yi bu konuda da baskı altına alabiliyordu. Buna karşı AB, bölgede İsrail karşısında Filistin tarafını destekliyordu. Ya da ABD’nin yasağını bozuyor, İran’la ya da Irak’la el altından ilişkiler kuruyordu. ABD’nin bölgedeki politikasına ters düşecek, ABD hakimiyetini kırabileceğini düşündüğü şeyleri yapmaktan çekinmiyordu.

Şimdi bölgede bir buçuk yıldır adı konmamış bir savaş sürmektedir. Artık Filistin’in İsrail’e karşı direnişi bastırılamamaktadır. Ayrıca bunun ötesinde savaş tüm bölgeye sıçrama, ABD yanlısı iktidarları sandalyelerinden indirme noktasına doğru tırmanmaktadır. Yani bölgede ABD politikası iflas etmiş, sadece İsrail eli ile Araplar bastırılamaz hale gelmiştir. Bölgede ABD’nin en sıkı müttefikleri Suudi Arabistan ve Mısır artık ABD’nin arkasında duramamaktadırlar. Ayrıca şimdiki Afganistan Savaşı’nın Ortadoğu’da Anti-Amerikancı öfkeyi daha da yükselteceği biliniyordu. Pazarlık sonucu devreye AB sokuldu. ABD, açıkça Filistin Devleti’nin kurulmasını desteklediğini açıkladı. AB, Arap kentlerini dolaşmaya başladı, İran ile ticaret anlaşması imzaladı. Böylece bölgede AB’nin hakimiyeti arttı, ama sadece arttı. Henüz ABD etkinliği durmaktadır. Hatta Filistin sorununun çözülebilmesi için ABD’nin aktif olarak olaya girmesi beklenmektedir. Ama ABD hangi noktada hangi kozları koparmak için ne zaman gireceğini iyi bilir. Bu yıldırım hızı ile gelişen olaylar silsilesi içinde bu yazıyı kaleme aldığımızda AB, ABD’ye bölgede gücünü göstermesi için baskı yapıyordu. Powel’ın yeni bir barış planı ile geldiği duyuldu. Olayların nasıl sonuçlanacağını kestirmek Ortadoğu gibi sınıf mücadelesinin çok yüksek olduğu bir bölge için zordur. Ama artık bir Filistin Devleti kurulma çalışmaları başlayacaktır. Sınırlarının çizilmesi elbette sorunlar taşıyacaktır. Ayrıca AB bölgede daha etkin olarak yapılanacaktır.

c. Kısa Sonuç

Dünya sınıflar mücadelesi çok yükseldi. Üçüncü Dünya Ülkeleri ile merkezler arası savaş şiddetleniyor. ABD’nin bu mücadeleyi tek başına üstlenmesi zorlaşıyor. Bu nedenle AB’yi yanına çağırdı. Birlikte dünya pazarlarını sömürme kararı aldılar. O nedenle AB bu işe eskisinden çok farklı olarak canı gönülden katılıyor. Dünya güçler dengesindeki dizilişte de bu kendini yansıttı. Avrupa’da İrlanda ve Balkanlar sorunlarında olduğu gibi Ortadoğu’da da AB’nin etkinliği ve kontrolü arttı. ABD finans kapitali de rekabet konusunda taviz verdi. Şimdi bu iki merkez dünyamızı güçlerini birleştirerek sömürmeye çıkıyorlar. İçeride de bu konudaki düzenlemelerini geliştiriyorlar.

AB yeni çıktığı yolda ABD ile ortak davranmaktadır. Bu ABD’nin peşine takılması onun kuyrukçuluğu olarak yorumlanmamalıdır. AB kendisi bir merkez olarak ABD yanında dünya sömürüsüne çıkmaktadır. Bunu yapabildiği kadar yapacaktır ve ABD ile ortak paylaşacaktır. Yeni çıktığı ve ABD tarafından kabul edilen yol onu kendi öz silahlı gücünü geliştirmeye eskisinden daha çok zorlamaktadır. Her şey çok hızlı gelişiyor. Daha ortak Airbus projesi kesin sonuca bağlanmadan savaş uçağı projesi bir çırpıda imzalandı. AB içindeki altı ülke insansız hava aracı dahil, geleceğin savaş uçakları teknolojisini geliştirmek için ortak davranma kararı aldılar. Böylece AB saldırı yeteneği artırılacaktır. Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, İspanya ve İsveç’ten birer büyük şirket seçilerek projeye ortak yapıldılar. Avrupa’nın var olan üç son savaş uçağı geliştirilecektir.

Dünya finans kapitalinin ortak davranma kararı iki özellikle inmelidir. Birincisi pazar kapma ve rekabet olayıdır. Üçüncü Dünya Ülkeleri’ndeki yoksulluk daha da artıp, savaş daha da şiddetlendikçe birliktelik bozulma noktasına gelebilecektir. Bu kendini iki şekilde dayatabilir. Birincisi, Üçüncü Dünya halklarının yükselen muhalefeti sonucunda iki taraftan biri kendisine uygun başka çıkar yolları bulabilir. Öte yandan AB kendi içinde de zengin ekonomiler ve daha az zengin ekonomiler olarak ayrışmaktadır. Kriz bu ayrışmayı da şiddetlendirecektir. O zaman şimdi öne çıkmış olan bu zengin ülkelerin birlik içinde ayrışması ve birliği parçalayıcı noktalara varması mümkündür. Bu da Avrupa halklarının krizin şiddetinden etkilenme durumlarıyla orantılı olacaktır kanısındayız.

Şimdi dünyamız Üçüncü Dünya Ülkeleri ve merkezler arası global bir paylaşım savaşı içindedir. Ancak bu ne kadar sürecektir? Kapitalizmin uzlaşmaz çıkarları merkezleri birleştirdiği kadar birbirinden ayırmaktadır da. Üçüncü Dünya pazarlarıyla tek başlarına başa çıkamıyorlar. Ama iş paylaşmaya geldiğinde de birbirlerine rakip olarak davranmak zorunda kalmaktadırlar. Çıkarları ortaklığı emrettiği anda aslında ayrılığı da koymaktadır. Örneğin ABD, AB’yi Ortadoğu’da yardıma çağırdığında çıkarı onun bir şeyler yapabilmesidir. Ama yapabilmesi aynı zamanda kendi aleyhine de çalışacaktır. Ya da Almanya, Rusya ile arasını düzeltmesi için ABD’ye neredeyse yalvardı. Ama şimdi iki ülkenin işbirliği “Acaba benim aleyhime ne karar aldılar?” kuşkusunu yaratacaktır. Bu kuşku, ABD-AB ilişkilerini ya da AB-Rusya ilişkilerini baştan inmeli hale getirecektir.

Yeryüzünde iki sistemin varlığı koşullarında politika sahnesinde bir sosyal demokrasi ^siyasi yapılanması gelişmişti. Kapitalizmin finans kapital çıkarları ve sosyalizmin proletarya çıkarları arasında güçler dengesinin herhangi bir andaki konumuna bağlı olarak bu politika, iki çıkar kutbu arasında gidip geliyordu. Halklara sosyal adalet, sosyal haklar, hümaniterlik vaadediyordu. Bilimin gelişmesine paralel olarak da çevre korunması ve gen teknolojisi konularında politikalar belirlemeye başladılar. Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra sol partilerin kimlik değiştirmesi ile birlikte bu partilerde 3. Yol ya da Yeni Sol gibi adlar almaya başladılar. Ve de talihin bir cilvesi olarak sosyalizm korkusundan Avrupa halklarına verilen tüm hakları geri almak bu siyasi görüşlere düştü. Sendikaların itibar yitirmesinden esnek işlere kadar bir sürü anti-sosyal uygulamayı bu siyasi akımlar gerçekleştirdiler. Kapitalizmin yeni girdiği kriz ile şimdi de bu sosyal demokrasiler, uluslararası politikada kendini gösterecek. Hümaniterizmler, çevre konularındaki görüşlerini belki de böylece terk ederek ve de tamamen finans kapitale yamanarak dünya siyasi yelpazesinde çıktıkları yolu tamamlayacak olsa gerekler.

2. Rusya

Rusya, ittifaklar politikasında başka noktadan örnek bir ülkedir. 11 Eylül öncesi ve sonrası Rus dış politikası tamamen farklıdır. Rus dış politikası yeni bir U dönüşü yapmıştır. Putin’in uluslararası terör olayını Rus burjuvazisi açısından iyi kullandığı söylenmektedir. Putin, olayları belki de eski KGB şefi olmasının verdiği avantajla iyi değerlendirmiş, hızlı, etkin bir politika izlemiştir. Ya da eski bir süper güç olmanın verdiği deneylerle değişen güçler dengesini sezmiş ve ülke burjuvazisinin işine gelecek şekilde davranmıştır. 11 Eylül öncesi Rusya ve ABD arasında hiçbir temas kalmamıştır, oysa şimdi iki ülke liderleri Bush’un çiftliğinde şömine karşısında eşleriyle birlikte aile sohbeti yapabiliyorlar.

11 Eylül öncesi Rusya ve ABD ilişkileri yok gibiydi. Putin’e göre Berlin Duvarı öncesi Batı kendilerine tüm dünyayı vaadetmiş ama gerçeklikte vaatlerinin çok azını yerine getirmişti. Körfez Savaşı’nda kapitalizmin arkasına geçen Rusya, Belgrat’ın bombalanmasında kapitalizmin gerçek yüzünü görmüş ve daha kişilikli bir politika çizme, hiç olmazsa eski pazarlarını yeniden kazanma yoluna çıkmıştı. Bu noktadan itibaren İran ve Irak’la ilişkilerini düzeltmiş ve pazarını tekrar geri almıştı. Aynı şekilde Hindistan ile de ticari ilişkiler içine girmişti. Suriye, Libya ve Kuzey Kore yani ABD ve Batı’nın karşı durduğu ülkeler Rusya’nın pazarıdırlar. Böyle kendine buyruk “kişilikli” politika yapmanın bedeli olarak başına Çeçenistan sorunu sarılmıştır. Osama bin Laden destekli güçler Rusya’yı sıkıştırmaya başlamışlardır. Rusya kapitalist dünyada istediğin zaman istediğin pazarı elde etme diye bir özgürlüğün olmadığını, bütün bunların bileğinin hakkına güçler dengesi içinde alındığını öğrendi. Pazar ancak ABD ve AB arasındaki güçler dengesinde bin bir pis oyunla, zorla, el altından kazanılır. Bunun için de ABD ile ilişkiler yeniden kurulmalı ve AB’nin de içinde olduğu başka bir seviyede sürdürülmeliydi. Rusya bunları öğrenmiştir. Fırsat kolluyordu. 11 Eylül geldi.

Avrupa liderleri Bush’u ziyaretten dönünce karşılarında Putin’i buldular. Putin, Avrupa içinde 30 bakanla konuştu. Oradan oraya dolaştı durdu. Ya da dolaştırıldı durdu. “Böyle ciddi bir kurum (AB’yi kastederek, bn.) bir şeylerden sorumlu olmalı” diyerek ayrıldı. AB’de, Putin “Alışveriş listesi ile gelmiş” dediler. Anlaşıldığı kadarıyla Putin ilk önce AB ile anlaşmak istedi.

Putin’in elinde iki büyük koz vardır. Bir tanesi nükleer silah gücü, diğeri de petroldür. İki kozu da AB ile ortak çıkarlar çerçevesinde kullanmak ve ABD’ye karşı ittifak yapma şeklinde götürmüş olabilir. Ama anlaşıldığı kadarı ile AB, Putin’in istekleri doğrultusunda ortak bir politika yürütme kararı alamamış, kararsız kalmış, ABD’ye danışmasını, asıl kararı onun vereceğini söylemiştir. Yani anlaşılan AB, korkulu düşmanı ve en büyük rakibine karşı Rusya ile bağımsız bir ittifak kurma cesaretini gösterememiştir ve onu ABD’ye yollamıştır.

ABD ziyareti sırasında yapılan bir TV röportajında Putin, “Rusya (ABD’den) bir yardım, bir tercih beklemiyor, Rusya ticaret yapmıyor, işbirliği öneriyor” dedi. (Financial Times, 8 Kasım ‘01) Rusya’nın önerdiği işbirliği neydi? En başta, Rusya 11 Eylül’le kurulan ittifaka ucundan katıldı. Hümaniter uçuşlara hava sahasını açtı. Ama asıl önemli olan eskiden kendisine bağlı Orta Asya ülkeleri Stans’ları, ABD ile bu konuda işbirliği yapmada serbest bıraktı. Ancak Putin’in Bush’a en önemli ödünü Ulusal Füze Sistemi ile ilgili olsa gerektir. Ulusal Füze Savunma Sistemi denemelerinin var olan ABM nükleer silahların sınırlandırılması anlaşmasını ihlal etmeden yapılabilmesine izin verilebileceğini açıkladı Putin.

Bush açısından tüm öneriler, özellikle de silah anlaşması cazip olabilirdi. Bu sistem ile dünya teröristi olmasının önündeki yasal engel kalkmış olacaktı. Böylece tüm ülkeleri tek başına daha bir tehdit etme silahını eline geçirmeye bir adım daha yaklaşmış olacaktı. Fakat pazarlığın ne olduğu belli değildir ve Bush, bu teklifi reddetmiştir. Gerekçesi yapılacak denemenin ne olacağının önceden kestirilememesidir. Ama nükleer başlık sayısını 6000’den 2000’e indirilme anlaşması imzalanmıştır.

Ama Putin karşılığında ne istiyordu? En başta Çeçenistan’daki savaşın da uluslararası terör kapsamına alınmasını istiyordu. Öyle ya orada da Osama bin Laden destekli güçler savaşmıyorlar mıydı? Öyleyse Batı’nın savunduğu gibi Çeçenistan’da ulusal bağımsızlık savaşı sürmemektedir. Yani Putin Orta Asya ülkelerinin kendisinden bağımsızlaşıp ABD ve Batı yörüngesine girmeleri olasılığına karşı Çeçenistan’ı istiyordu.

İkinci olarak Putin NATO’ya girmek istiyordu. Uluslararası terör çerçevesinde savaşacağına göre bu kurum artık giderek politik bir kurum haline gelmektedir ve Rusya da Batı’nın destekçisi olarak bu kuruma girmelidir. Ayrıca DTÖ’nün kapıları kendisine açılmalıdır. Çin girdi. Herkes girdi. Ama beş yıldır Rusya alınmıyor. Putin artık kendisinin de girmeye hazır olduğunu iddia ediyor.

Batı hemen açıktan pazarlığa başladı. Bu yetmez Ortadoğu pazarını ver dediler. Rusya Savunma Bakanı, İran için “Ortadoğu’da istikrar ve güvenlik için yapıcı ve tutarlı güç” dedi. (Financial Times, 01 Ekim ‘01) Rusya İran’a yılda en az 300 milyon dolarlık silah satmaktadır. Ayrıca 2 tane nükleer reaktör yapma taahhüdünün altında imzası vardır. İran dışında Irak da Rusya’nın önemli bir pazarıdır. Yılda 1.3 milyar dolarlık ticaret yapmaktadır. Saddam, yaptırımların kalkmasının ardından Rusya’ya 40 milyar dolarlık yatırım imkanı vaadetmektedir. Ayrıca borçlarını ödeyecektir. Rusya baştan Ortadoğu pazarından taviz vermek niyetinde olmadığını açıkladı. Körfez Savaşı’na Batı’nın arkasında girerek 30 milyar dolar zaten zarar etmiştir. Şimdi böyle bir kaybı göze alamayacaktır. Bu kez onun karşılığında kendisinden başka şey istendi.

Nükleer silah dışında Rusya’ya merkez ülkeler arasında yer verdirten şey sahip olduğu petrol gücüdür. Ve de bu gücün Ortadoğu ülkeleri ile birleştirilmesi, Batı açısından bir korkulu düştür. Ortadoğu ve Rusya petrol fiyatı ve politikaları konusunda anlaşabilseler herhalde dünyada çok şey farklı olurdu. Batı sırf bu nedenle baskı altına alınabilir. Bu iki petrol alanının birbiriyle yapabileceği büyük işbirlikleri vardır. Daha sonraki günlerde gelişen olaylar Rusya’nın bu konuda taviz verdiği doğrultusundadır. Bizce bu konu çok önemli bir konudur ve bu bölümün sonunda ayrı kısa bir bölüm olarak işlenecektir.

Bugünler gelecek günlerin haritalarının çizildiği, dünya güçler dengesinde çok önemli kararların alındığı, anlaşmaların imzalandığı günlerdir. Daha petrolde verilen tavizin anlaşıldığı OPEC toplantısı biter bitmez NATO toplantısı başlıyor. Rusya’nın NATO’ya alınması Avrupa’daki eski sosyalist ülkeler açısından can sıkıcıdır. Polonya, Çekoslavakya ve Macaristan yıllardır NATO içine girmek için çalışıyorlar, iç ve savunma gibi çeşitli yasalarını değiştiriyorlar ve şimdi Rusya içine alınıverecektir. Ve bu Avrupa güçler dengesini başka türlü değiştirmek demektir. Bir açıdan da Avrupa içinde Putin’e taviz demektir. Putin, petrolde taviz vermiştir, ama NATO’ya alınma vaadini de koparmıştır. Elbette Rusya’nın NATO’ya alınması çözülmesi gerekli bir yığın sorun demektir. Kimilerine göre de bu Pandora’nın Kutusu’nun açılması anlamındadır. Rusya elbette kurum içine diğer üyeler gibi alınmayacaktır, yeni düzenlemeler getirilecektir, ama ne olursa olsun yine Rusya ve dünya açısından önemli bir olaydır.

NATO’ya ve DTÖ’ye alınma sorunları nasıl çözülecektir ve nasıl gelişmeler doğuracaktır, belli değildir, ama yine de Rusya’nın bir cephe değiştirdiğini rahatça söylemek sanırız mümkündür. Rusya’nın Batı açısından özel bir durumu vardır. Rusya ekonomik açıdan bakıldığında bir Üçüncü Dünya Ülkesi gibidir. Ama elindeki silah ve petrol gücü ele alındığında bir süper güçtür. Körfez Savaşı sırasında süper güç olarak ele alındı. Ama ekonomi söz konusu olunca ona da diğerleri gibi muamele edilmektedir. Dünya güçler dengesinin silahtan yana kaydığı, yaptırımın ve zorun öne geçtiği günümüzde Rusya’nın elindeki nükleer gücün değerinin artması kaçınılmazdır. Üçüncü Dünya Ülkeleri saflarında kalacak bir nükleer güç Batı açısından şimdi pek kaldırılabilecek durum değildir. Rusya mümkün olduğu kadar merkezler arasında tutulmaya, NATO ile bağlanmaya çalışılacaktır. Batı açısından önemi Rusya’nın elindeki gücü kendi çıkarları doğrultusunda kullanmasının sağlanmasıdır. Onun bu gücü Üçüncü Dünya Ülkelerinin yanında kullanması engellenmelidir. İşin Rusya açısından anlamı ise Rus burjuvazisinin Batı burjuvazisi ile daha iyi konumda pazarlık edebilmesi demektir.

Görüldüğü gibi Afganistan halkının üstünde oynanan oyun aslında dünya yoksul halklarını daha çok ezebilmenin güç dengesinin kurulmasıdır. Batı, yoksul halkları daha çok ezebilmek için Rusya’yı yanına almaya çalışıyor. Ama bu ne kadar durağan bir politika olacaktır? Yani her seferinde, her yeni bir olayda Rusya tekrar yeni çıkarlar dayatmayacak mıdır? Tersi de doğrudur. Batı Rusya’ya ne kadar güvenebilir? Onun geri ekonomisini sırtında ne kadar taşıyabilir? Hele bu krizli günlerde. NATO’nun karar mekanizmasındaki bir Rusya, Batı’nın ne kadar işine yarar? Zaten son NATO bakanlar toplantısına gelen ABD heyetinin, Rusya’nın karar komitesine alınmasının NATO’nun nötralleştirilmesi anlamına geleceğini söyleyerek geri adım attıkları haberi geliyor. Sonuçta, Rusya dış politikasının önümüzdeki günlerde Üçüncü Dünya Ülkeleri ve Batı arasında sürekli dans etmesi büyük bir olasılıktır.

Öte yandan pazarlar daralıyor. Merkezler arası rekabet artıyor. Pazar kapmak için yarış kızışıyor. Bu durumda Rusya’nın, Batı’nın yanında hangi pazarı elde edebileceği merak konusudur. Eğer ki var olan Ortadoğu pazarını kaybetmezse! Rusya eskiden dersler almış bir Rusya olabilir, ama Batı da eskisinden daha sıkışık durumda bir Batı’dır. İleride Batı ve Rusya arasındaki bu ilişkinin ne kadar devam edeceği görülecektir. Rusya pazar kapma yarışında bakalım silah ve petrol kozlarını nasıl kullanacak? Göreceğiz. Ayrıca AB, Rusya ve ABD yakınlaşmasından hiç memnun değildir. Her zamanki gibi ne ABD’den bağımsız olarak Rusya ile bir ilişki kurabilmiştir ne de ABD’nin Rusya ile ilişkisinden memnundur. Elbette Rusya’nın Batı’ya yakın politika izlemesi AB’nin istediği bir şeydir, ama ABD’yle birleşip kendisine baskı yapılmasından da çok korkmaktadır.

Petrol faktörü

Irak ya da Körfez Savaşı petrol fiyatlarını yükseltti. ABD bu artışı azaltmak için iç rezervlerini sonuna kadar kullanmayı göze almıştır. Ancak şimdi durum farklıdır. Elbette savaş Orta Doğu petrol alanından uzaktır ama Arap halkı ile yakından bağlantılıdır. Afganistan’daki savaş aslında Arap halklarına da açılmış bir savaştır, ama buna rağmen petrol fiyatları düşmektedir.

“İyi bir haberin iyice az duyulduğu günümüzde ucuz petrol haberi petrol tüketen ülkeler için mükemmel bir haberdir. Petrol fiyatlarının düşmesinin tek başına çökmekte olan dünya ekonomisini kurtarmaya yetmeyeceği açıktır ama çok ihtiyaç duyulan teşvik yerine geçecektir.” (Financial Times, 29 Kasım ‘01) Bir yıl önce petrol fiyatları varil başına 34 dolara kadar çıkmıştır. 11 Eylül öncesi 27-28 dolar arasında oynuyordu. Şimdi ise 19 dolara düşmüştür.

Batı’nın hesaplarına göre petrol fiyatının her I dolarlık düşüşü ABD vergilerinde 7 milyar dolarlık bir indirime eşittir. Yani ABD ekonomik yavaşlamadaki düşüşü durdurmak için bir yandan vergi indirimleri açıklıyor öte yandan da petrol fiyatlarındaki düşme ile ikinci bir teşvik yapılıyor. “Petrol fiyatlarındaki her 10 dolarlık düşüş ABD işsizlik oranını en az %1 derece azaltmaktadır” diye hesaplanmış. (a.y.) Yani savaş petrol fiyatlarını aşağı çekerek dünya ekonomisinin canlanmasına hizmet etmektedir.

Fiyatın düşmesini nasıl açıklamak gerektir? Dünya ekonomisindeki yavaşlama doğal olarak petrole talebi azaltacaktır. Bu birinci etkendir. İkinci etken olsa olsa savaşın Batı lehine gelişmesi ile bağlantılıdır. Arap ülkeleri şimdiye kadar görüldüğü kadarıyla henüz daha ayaklanmamışlardır. Bölgedeki geri rejimler iktidarda durmaktadırlar. Yani petrolün kontrolü bu açıdan Batı’nın elindedir. İkinci etken bu olsa gerektir.

Üçüncü etken yukarıda değindiğimiz Rusya faktörü olsa gerektir. Rusya petrolü ile Ortadoğu petrolü bir arada ele alınsa büyük bir dünya gücüdür. Bu iki gurup aralarında petrolün fiyatı üzerinde yürütülecek politikalarda anlaşabilseler Batı açısından üstünden gelinmesi çok zor bir güç yaratırlardı. Bu Batı’ya vurulacak çok büyük bir darbe olurdu. Ve zaten Batı buna izin vermez. Rusya ile aranın düzelmesi bu açıdan önemlidir. Putin, Batıya petrol fiyatlarını yükseltecek davranışlardan kaçma tavizi vermiş gibidir. Rusya bölgede belki askeri pazarını tutmuştur ama petrolde tekel oluşturmama tavizini de tanımıştır. Bunun anlaşılması petrol fiyatlarının düşmesine yol açmaktadır.

Afganistan petrol ve doğalgaz açısından Rusya içinde önemlidir. Afganistan petrol ve doğalgazın güney pazarlarına yayılma noktasıdır. Afganistan’ı içine almayan bir petrol politikası Orta Asya’da düşünülemez. Bir yandan savaşın Batı lehine gelişiyor olması öte yandan Rusya’nın tavrı petrol fiyatlarını aşağıya doğru çekmiştir. Ve de bu Batı finans kapitalinin cebine giren bir paradır.

Ama bu para yoksul Ortadoğu halklarının sırtından çıkarılmaktadır. Fiyat düşüşünün Irak petrolü hariç tutulursa Ortadoğu’ya maliyeti 36 milyar dolar olarak tespit edilmiştir, (a.y.) Demek ki savaş bu kadar parayı Ortadoğu ve Rusya halklarının cebinden almakta ve petrol tüketen ülkelere aktarmaktadır. Rusya aslında kendi burjuvazisine bir takım tavizler koparmak adına Ortadoğu halklarını satmıştır. Ayrıca yüksek petrol fiyatı kendi ülke halklarına da gelir demektir. Demek ki Rusya’nın diğer tavizlerden elde ettiği çıkarlar buradan elde ettiklerinden daha fazladır. Tercihini dünya finans kapitalinin çıkarlarından yana yapmıştır.

3. Pakistan

a. Sık değişkenlik

Terör bahanesi ile saldırılacak bir ülkenin şimdiye kadarki dünya güçler dengesi içinde aldığı yer pek önemli değildir. Hangi örgütlenme içinde olduğu, diğer ülkelerle şimdiye kadar yaptığı anlaşmalar eski ABD çıkarları politikasındaki konumu, dikkate alınmaz. Temel ilke ABD’nin o günkü çıkarıdır. Pakistan’da olduğu gibi ABD’nin askeri diktatörlük dediği ve iktidardan gitmesi için baskı yaptığı bir ülke olabilir. Önemli değildir. ABD artık çok sıkışmıştır. Uzun dönemli planlar yapıp stratejiler tespit edip ona göre yaptırımlarla, belirli örgütlerle dış politika yapılmayacaktır. Sosyalizm olmadığına göre, onun tek stratejisi vardır. Bütün dünya pazarları. Buna bağlı ani dönüşler yapabilen bir dış politika izlenecektir. Güncel çıkarlar etrafında örgütlenmeler “dostluklar”, ittifaklar oluşturulacaktır. Başka gün başka çıkarlar ve başka ittifaklar kurulacaktır. Eskiler terk edilecektir. Eski “dostlar” bir anda “şeytan”, eski “şeytanlar” bir anda “dost” olabilirler. Artık ABD “dostu” olan hiçbir ülke kendisini kapitalizm içinde güvende hissetmemelidir. Yarın değişen çıkarlar çerçevesinde en azılı “düşman” haline gelebilir. Üçüncü Dünya ülke burjuvaları artık bunun bilincinde ABD ile ittifak yapmalıdırlar.

Eskinin sıkı müttefiki Pakistan sosyalizm yıkıldıktan sonra 10 yıl içinde bir düşman haline geliyordu ki birden uluslararası terör onu yine dost koltuğuna oturtuverdi. Sosyalizm varken Afganistan da Rusya’ya karşı kullanıldı. Üstelik Osama bin Laden, Taliban gibi şimdi baş düşmanlarla birlikte Sovyetler’e karşı aynı ittifak içinde yer almışlardır. Pakistan öte yandan bir de Bağlantısız Ülkeler lideri ve kurucusu Hindistan’a karşı da sürekli baskı aracı olarak müttefikti. Sovyetler’e karşı baskı için Afganistan varsa Hindistan’a karşı baskı için Keşmir Sorunu vardı.

Berlin Duvarı yıkılınca ABD Afganistan’dan çıktı. Çıkarları değişmeye başladı. Hindistan pazarı daha cazip hale geldi. Birden yardımsız kalan yeni yetme Pakistan burjuvazisi yoksul halklarına dinden başka dağıtacak bir şey bulamadı. Gittikçe kendi aleyhine kullanılmaya başlayan bir Keşmir Sorunu ile politik ve ekonomik kullanılabilirliğini yitirmiş bir ülke olarak yoksullukla boğuşuyordu.

Ta ki Afganistan, ABD açısından yeni çıkarları için kullanılabilecek bir politika eksenine oturana kadar. 11 Eylül sonrası Pakistan birden Afganistan’a açılacak savaş için önemli bir ülke oluverdi. Bush, Müşerrefe telefon edip ABD isteklerinin listesini iletti. Pakistan zorla, hile ile ABD cephesine geçmek, 180 derece politika değişikliği yapmak zorunda kaldı. 140 milyon nüfuslu Müslüman ve yıllardır Taliban’ı destekleyen bir ülke birden rotasını tersine döndürüp Taliban karşısına geçmeye zorlandı. Halklar bir gün önce omuz omuza silah kullandıkları insanlara birden silah çekmek zorunda kaldılar. Burjuva çıkarlarının vahşiliğini, ilkesizliğinin ve hiçbir değer tanımadığının güzel örneklerinden biridir. Halkların bu konu üstünde iyi düşünüp dersler çıkarması gerekmektedir. Aynı şekilde yarın bizlerden de dostumuzu öldürmemiz istenebilir. Böyle durumlar sınıflar savaşının çok yüksek olduğu anlara denk düşse gerektir. O zaman da ya düşmana boyun eğilir ya da kendi ilkelerinin doğrultusunda davranılır. Dostuna silah çekilmez. Ama bunun için çok sağlam bir inanç gereklidir. Pakistan burjuvazisinin elindeki din felsefesi, onu tekrar ABD piyonu olmaktan kurtaramadı. Sadece satış fiyatının pazarlığına yaradı.

b. Pazarlık

Pakistan’ın dış borcu 36 milyar dolardır. Ulusal gelirinin %60’ı dış borç ödemeye, %25’i orduya, geriye kalan %5’i de sosyal harcamalara kullanılır. (Rakamlar Herald Tribüne, 15-16 Eylül ‘01) 11Eylül sonrası pazarlıklar başladı ve Pakistan IMF’ye olan borçlarının hepsinin, sonra bir kısmının silinmesini talep etti. Diğer borçlu ülkelere yanlış örnek olur(!) gerekçesi ile kabul edilmedi, sadece 40 yıla yayıldı. Faiz ödemeleri indirildi. Nakit olarak da 800 milyon dolar verildi. ABD ve AB pazarlarında tekstil ve giyim malları kotaları kaldırılarak ticaret yolu genişletildi. Ayrıca bir destek verilmedi. Ama yaptırımlar kaldırılarak, ABD’den silah alabilmesinin önü açıldı. Pakistan burjuvazisinin dostuna silah çekmesinin fiyatı işte bu kadarcıktır. Ya da dünya burjuvaları madden ve manen işte bu kadar yoksullaşmalardır.

Pakistan’a politik değişiklik yaptırtmanın maddi değeri ABD ve AB açısından nedir ki? Faiz oranlarının düşürülmesi, borcun 40 yıla yayılması ve 800 milyon dolar hiçbir şey sayılmaz. Ama göze alınan riskler korkunçtur. ABD dış politikasının pragmatikliğinin vardığı noktaları gösterir. Artık bunun bir dış politika olup olamayacağı, bu aldatmacanın ne kadar sürebileceği tartışılır. Çok dar görüşlü, esneme yeteneğini yitirmiş, yalnız burnunun ucunu gören bir politikadır. Pakistan’ın 180 derece bir dönüş yapması iç dengesini alt üst edebilir. Taliban, Osama bin Laden bu halklar için peygamber düzeyinde insanlardır. Onlara silah çekmesinin istenmesi Pakistan’da patlamalara yol açabilir. Müşerref alaşağı edilebilir. Ülke bölünebilir. Bu bölgede apayrı güç değişikliği yaratır. Bölgede milyonlarca yoksul Müslüman yaşamaktadır. Onların üstündeki etkisi ne olacaktır? Ortadoğu halkları zaten ayaktadırlar. Bölgedeki ittifak güçleriyle bir çözüm üretilememektedir. Şimdi bu saldırı ve Pakistan ABD aleyhine dengeyi daha da kötüleştirebilir. Gerçekten ABD çıkarları açısından daha zor günlere ulaşılabilir.

Hayır, ABD artık bunları dikkate alabilecek güçte değildir. ABD dış politikası artık başka çözümler üretemiyor, elleri kolları bağlanmış ne pahasına olursa olsun bir yerlerden çıkış bulmaktan başka çaresi yok. İnce hesaplar yapamıyor, uzun bekleyemiyor, esnekliği yok. Çok kabalaştı. Çok vahşileşti. Silah gücü ile her şeyi çözebileceğine inanıyor. Başka ilkesi, değeri kalmadı. Demokrasi, insan hakları, özgürlük umurunda değil. Diktatör dedikleriyle işbirliği yapıyor. Diktatörlükler kuruyor. İnsanları katlediyor. Artık üstünü örtüp bunları saklamaya gerek görmüyor. Vakti de yok zaten.

Şimdi savaş artık Afganistan topraklarında sürüyor. Yani artık Batı’nın Taliban’a direkt saldırabileceği bir kara parçası var. Askeri araçlarını buraya getirebilirler. Burada üslenebilirler. Bu şu demektir. Pakistan üç ay önceki stratejik değerini kaybetmiştir. Batı güçlerinin kendi toprakları vardır. Pakistan’a bu anlamda ihtiyaçları kalmamıştır. Şimdi ne yapacaktır Pakistan burjuvazisi?

Ancak sorun ihtiyaç olup olmamasının ötesindedir. Taliban Paştun aşiretinden gelmektedir. Bu aşiretin bir yarısı Afganistan’da ise diğer yarısı Pakistan’dadır. En başta Taliban’ın yenilmesi bu aşiret için kolay unutulur bir şey olmayacaktır. Aşiret Afganistan içinde yenilse bile Pakistan’da varlığını sürdürmektedir. Bu nedenle ABD yeni kurulacak hükümete Paştun aşiret liderlerinden birini getirmeye çalıştı. Ama bunlar ne dereceye kadar genel Paştun halkının istediği doğrultuda gelişecektir? Ve gerilla savaşı sürdürülme ihtiyacı duyulacak mıdır? Böyle bir olası durumda Pakistan eğer bölünmekten kurtulursa kuzeyi yeni gerilla savaşının arka cephesi olacaktır. Ve bunun Pakistan için hiçte arzulanan bir şey olmayacağı açıktır. Bu durumda da Pakistan sürekli iç karışıklık, baskı ve zulmün yaşandığı bir ülke olacaktır. Son gelen haberlerde Taliban Kandahar’da teslim olmaya karar verdi. Ama henüz ne kendisinden ne de Osama bin Laden’den haber vardır. İkisinin de Pakistan içlerinde olduğu söylentileri yaygındır. Böyle bir durum gerilla savaşının başlayacağı şeklinde yorumlanabilir ki bu da Pakistan’ın işini hiç kolaylaştırmamaktadır. Ayrıca böyle bir gerilla savaşı Pakistan bütçesine yeni yük demektir. Sonuçta Pakistan aynı bizim Körfez Savaşı’nda kaybettiğimiz gibi Afganistan Savaşı’nda kaybedenler hanesinde olacaktır.

c. Diktanın artması

Bu savaş ABD’nin Üçüncü Dünya Ülkeleri üzerinde oynayacağı yeni oyunların ipuçlarıyla doludur. Pakistan bir gün içinde taraf değiştirtildi. Dostuna silah çekmeye zorlandı. Pakistan dini anlayışı ayaklar altına alındı. Taliban ve Osama bin Laden’e saldırı ile Pakistan burjuvazisinin din arkasına saklanması olanağına darbe vuruldu. Pakistan halkı günlerce camilerde buluştu. Dini liderler fetvalar verdiler. Cihata davet ettiler. Yığınla Pakistanlı Afganistan’a savaşa gitti. Pakistan Devlet Başkanı Müşerref dini liderleri ev hapsinde tuttu. Dini parti liderlerini tutuklattı. Kimisi de yer altına çekildiler. Şimdi bu Pakistan burjuvazisi açısından yeni bir olaydır. ABD yeni çıktığı yolda Müslüman ülkelerde dinin kullanılış biçimine savaş açmıştır. Pakistan bundan sonra siyasetten dini temizlemek zorunda bırakılmaktadır. İslam dini artık ABD ve burjuvazinin arkasına gizlendiği bir ideoloji olmaktan çıkarılmalıdır. Çünkü ABD’nin din silahı geri tepmiştir. Ama öte yandan bunu düşmanı ilan ettiği için de ayrıca beslemek gibi çirkeflikler de kendisinden elbette beklenmelidir.

Pakistan bu konuda kendini hazırlamaktadır. Artık dini partilerin kapatılmasına başlanacaktır. Yeni bir anti-terör yasası hazırlanmaktadır. “Yeni yasa ve Batı’nın yardımı ile ülkede etnik uçlara ve İslami guruplara saldırılacaktır. Adalet Bakanlığı, ABD ve AB ile Japonya kolluk kuvvetleri Pakistan’daki meslektaşlarına bu konuda profesyonel eğitim veriyorlar. Ayrıca modern teknikle takip etme, iz sürme için gerekli teknik yardımı sağlayacaklar. Asya Kalkınma Bankası 3 yıl içinde bu konuda 320 milyon dolar kredi açma sözü verdi.” (Financial Times, 03 Aralık ‘01) Yani şimdi Pakistan halkına saldırı artacaktır. Batı, birkaç ay önce diktatör diye suçladığı bir iktidarın daha da diktatörce davranabilmesi ve daha sertleşebilmesine işbirliği yapmaktan en ufak bir utanç duymamaktadır. Pakistan halklarının Batı’nın bu ikiyüzlülüğünü iyi görmesi gerekmektedir.

ABD’nin Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne saldırı oyununun bir unsuru ile daha karşı karşıyayız. Üçüncü Dünya ülke burjuva iktidarları muhalefetleri bastırmak için çeşitli yollar deniyorlardı. Ve de bunları bizzat ABD’ye karşı da pazarlık gücü olarak kullanıyorlardı. ABD’de bu kendi desteğinde olacak iktidarların ayakta durmalarına yardım edemiyordu. Ancak şimdi uluslararası terör bahanesi ile böyle yardımları da yapabilecektir. Kolluk kuvvetlerinin eğitimi, halk örgütlenmelerinin daha iyi izlenmesi ve ele geçirilmesi konusunda danışmanlık ve kredi. Dünya Bankası ve IMF yeni dönemde neden bu tür işlere kredi açmasınlar? Zaten iki kurumun kendilerine yeni işlerlik bulmasından kastettiği bu olsa gerektir. Yani ABD kendi çıkarlarına hizmet edecek iktidarların ayakta durabilmesine madden destek verme gerekçelerini bulmuştur. Ve de bunların neler olabileceğini tespit etmiştir.

Sonuç olarak, Pakistan burjuvazisi elindeki din ideolojisi ile ABD piyonluğunu birleştirince ülke fahişe gibi olmuştur. Dünya güçler dengesinin neresinde duracağı belirsiz hale gelmiştir. Oradan buraya sallanmaktadır. Bunun ülke içinde krizler doğurması kaçınılmazdır. Pakistan’ı çok karışık günler beklemektedir. Elbette bu yoksul halkların daha çok ezilmesi, aç kalması, ölmesi anlamındadır. Yeni terör yasaları da bu süreci daha acılı hale getirecektir.

ABD’nin uluslararası ittifaklar politikası Üçüncü Dünya Ülkesi halkları açısından daha çok acı demektir. Onlar burjuvalarının arkasına takıldıkları sürece, yalnız madden değil manen de ölümlerden ölüm beğenmek zorunda kalacaklardır. Küresel soygunun vardığı boyut ve şiddet, kapitalist merkezleri buna zorlamaktadır. Ama zorladıkça da onları altından kalkılmaz noktalara itmektedir ve halk güçlerine dünya gerçekliğini canları pahasına da olsa öğretme işlevi görecektir. Bu, kapitalizmin dış politika olamayacak ideolojilere düşmesidir, onların çözümsüzlüğünün son konağıdır. Dileyelim ki halklar en az acı ve ölümle bu dersleri bir çırpıda kavrayıversin. Tek bir Pakistan deneyi yetsin. Konvoya niyetlerdeki gibi yeni ülkeler katılmasın.

Bölüm 5

Neden Afganistan?

ABD uluslararası teröre karşı savaş için neden Afganistan’ı seçmiştir? Bunun çeşitli nedenleri vardır. Elbette görünürdeki neden 11 Eylül’ün sorumlusu olduğu iddia edilen Osama bin Laden ve örgütü El Kaide’nin burada üslenmiş olmasıdır. Ama bu aslında ABD’nin bölgedeki çıkarlarını arkasına gizlediği bir paravandır. Bize göre Afganistan’ın seçiminde bir yığın başka etken vardır.

1. Ekonomik nedenler

Afganistan coğrafi olarak Asya kıtasının ortasındadır. Asya kıtası ABD için hayati derecede önemli bir kıtadır. Eskiden örneğin Avrupa çok önemliydi. Özellikle sosyalizmin varlığı ve en temel rakiplerinin AB ülkeleri olması açısından ABD stratejik hedeflenişini birincil olarak bu kıtaya göre planlamaktaydı. Sosyalizmin yıkılması ve küreselleşme, Asya’yı ABD’nin birincil önemli kıtası yapmıştır. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Asya kıtasını Afganistan’ın coğrafi konumuna uygun olarak belli başlı dört gurup halinde incelemek uygundur. Afganistan’ın kuzeyi, doğusu, güneyi ve batısı olarak.

a. Kuzey

Burada Rusya ve sosyalizmin eski ülkeleri Stans’lar vardır. Feodal özelliklerini pek yitirmemişlerdir. Aynı Afganistan’daki gibi kapitalist ilişkiler gelişmemiştir. Kapitalizm açısından pazar olmaya adaydırlar. Zengin petrol yatakları vardır. Petrolün ve doğal gazın güneye açılım noktasında da Afganistan durmaktadır. Afganistan’ı geçemeyen bir petrolün hiçbir değeri yoktur. Rusya bu nedenle 20 yıl burada savaşmak zorunda kalmıştır. Aynı stratejik neden Batı açısından da geçerlidir. Buradaki petrollerin çoğunun üstünde şimdi Batı tekelleri şöyle ya da böyle Batı petrol şirketleri oturmaktadırlar. Ve de savaş sonrası Batı’nın yürüttüğü savaş biçimi ve ittifaklar politikası petrol fiyatlarının düşmesine yol açmıştır. Ayrıca bölge önümüzdeki günlerin pazar olarak gelişecek ülkeleridir. ABD kendine buralarda etki alanı ve yer ayarlamaktadır. Ayrıca Rusya’ya yakınlığı da çok önemlidir. Afganistan kuzey açısından önemlidir.

b. Doğu

En başta dünyanın en önemli pazarı 1.5 milyar nüfusuyla Çin Afganistan’ın doğusundadır. Ve de yukarıda değindiğimiz gibi şimdiki dünya krizinde ekonomisi gelişmesini sürdüren iki ülkeden biridir. Kalkınma hızı belki eskilerin %12’lerinde değildir, ama son tahminlere göre %8’lerde seyretmektedir. Çin DTÖ’ye yeni gireceği için sömürülmeye yeni açılacak sayılabilir. Kesinlikle ABD’nin kaçırmak istemeyeceği bir pazardır.

Ancak Çin çok zorlu bir pazardır. Dünyanın en kalabalık ülkesidir. Toprakları da çok büyüktür. Şimdi DTÖ’ye girince ucuz işgücü komşu ülkeler açısından sorunlar yaratacaktır. Onun malları ile rekabet etmek zorlaşacaktır. Çin’in iki komşusu Batı’nın en büyük müttefikleridir. Japonya ve Güney Kore. Bu ülkelerin içinde bulunduğu durum ABD’nin Afganistan’a çıkartma yapmasını çıkarlar açısından zorunlu yapar. Ayrıca pazar oluşu dışında Çin politik açıdan da kapitalizmin sürekli kontrol etmek istediği, baskı altında tutmak zorunda olduğu bir ülkedir. Gelecek dünyada, hele DTÖ içinde Çin’in ne yapacağı Batı açısından korkuyla beklenmektedir. Üçüncü Dünya Ülkeleri muhalefetini örgütlemesinden korkulmaktadır. Kesinlikle ABD, Çin’e baskı yapabileceği bir yerlerde sıkı durmak zorundadır. En uygun yer de Afganistan’dır.

Japonya eski günlerinde olsaydı belki ABD Afganistan’a böyle bir müdahaleyi bir kez daha düşünebilirdi. Japonya yakın geçmişe kadar kapitalizmin ikinci büyük ekonomisiydi, şimdi ise çökmenin eşiğindedir. Kelimenin tam anlamı ile ayakta zor durmaktadır. İşsizlik yükselmekte ve fiyatlar, düşmekte ve buna karşın talep artmamaktadır. Uzmanlar bu düşüşü ABD’nin 1933 krizi ile karşılaştırmaktadırlar. (Financial Times, 14 Kasım ‘01) Artık ekonomiyi kapitalist yöntemlerle kurtarma çareleri tıkanmıştır. Ve bu ABD ve kapitalizm açısından çok ciddi bir sorundur. Dünya halklarına parmakla gösterilen örnek ülke ekonomisi çökmektedir. Hem de “ne yazık ki” kapitalizmin bu ülkeyi kurtarmak için çaresi yoktur. Kapitalizm bölgede korkunç bir itibar kaybı ile yüz yüzedir. ABD, mutlak bölgede bizzat bulunmak zorundadır.

İkinci olarak Japonya bölgenin jandarmasıdır. ABD’nin Batı’nın en büyük müttefikidir. Desteğidir. Artık Japonya kapitalizme hele günümüz koşullarında destek vermekten çok köstek olabilecek bir ülke konumundadır. İçeride de anti-kapitalist hareket çok yüksektir. ABD Japonya’dan yardım isteyemeyecektir. Kapitalizm açısından geleceği beklenen zorlu günlerde Japonya’dan bir yardım beklemek saflık olacaktır. ABD kendi başının çaresine bakmalıdır.

Japonya’nın dışında ABD’nin ikinci büyük desteği Güney Kore’de çok sıkışmıştır. Krizin birinden çıkıp diğerine girmektedir. Bush’un tüm uyarılarına rağmen Kuzey Kore pazarına bir can simidi gibi sarılmış duruyor. Kuzey Kore pazarı ile kendine bir açılım yaratmaya çalışmaktadır. Yani Bush politikasının 11 Eylül öncesi kararsızlık dönemini sömürmektedir. Öte yandan Güney Kore Çin’i kendisine büyük bir tehlike olarak görmektedir. Çin’e karşı ABD’yi yanına istemektedir. Ama içindeki Anti-Amerikancı hareket, hareket kabiliyetlerini sınırlamaktadır. Açıkçası ABD’nin bölgedeki çıkarlarına hizmet etme güçleri yoktur. ABD Asya kıtasında nerede duracaktır? Nereye tutunacaktır? Afganistan işte Çin’e yakınlığı açısından da çok önemlidir.

c. Güney

Pazar olarak baktığımızda Afganistan’ın güneyinde Çin kadar önemli bir Hindistan pazarı bulunmaktadır. Ekonomisi Çin kadar olmasa da ABD açısından çok önemli bir pazardır. Ayrıca Hindistan eski Bağlantısız Ülkeler lideri olmasının verdiği özellikleri zaman zaman kullanmaktadır. Örneğin DTÖ’nün son toplantısında Hindistan, Brezilya ile birlikte Batı’nın gümrük duvarlarını indirmesini yeni bir toplantı için şart koştu. Batı’ya karşı muhalefet örgütledi. Şimdi DTÖ’ye Çin de girdi. İki ülkenin muhalefeti ABD ve AB açısından büyük sorunlar yaratacaktır. Hindistan’a sırf Keşmir’den baskı yapmak yetmez hale gelebilir. ABD bizzat kendisi burada bulunmak zorundadır. Afganistan bu açıdan da önemlidir.

Bütün bunlara Güney Asya ülkelerindeki ABD üslerinin teker teker iç muhalefetler ile kapatılmak zorunda kalışını da eklersek Afganistan’ın ABD için stratejik önemi ortaya çıkar.

Sonuçta Asya pazarı çok büyüktür, ama riskler de o kadar yüksektir. Ne pahasına olursa olsun ABD bu üç devin, Rusya, Çin ve Hindistan’ın bulunduğu alanda daha aktif bir şekilde durabilmelidir. Asya’daki müttefiklerin kendilerine bakacak hali yoktur. ABD’nin burada ayağını basabileceği bir üsse hem de bayağı güçlü bir üsse ihtiyacı vardır.

2. Sınıflar Savaşı

“1998’de günde I doların altında gelirle yoksulluk seviyesinde yaşayan 1.2 milyar insanın 522 milyonu Güney Asya, 291 milyonu Afrika kıtasının, ortasında ve 278 milyonu Güney Amerika’da bulunmaktadır. Güney Asya ve Afrika’da yaşayan yoksulların genel nüfus içindeki oranı sırasıyla %40 ve %46’dır.” (Financial Times, 20 Aralık ‘00) Asya kıtasının güneyinde 522 milyon yoksul var. Ve de toplam nüfusun %40’ını oluşturuyorlar. Ayrıca bunlar yoksulun yoksulu halklar. En yüksek gelirli %10’u bir yana bırakırsak geri kalan halkın %50’si de yoksul halklardır. Birkaç on yıllık kapitalist sömürünün bölgeye getirdiği rakamlar budur. Bunun anlamı bölgedeki sınıflar savaşının yüksekliğidir. Kapitalizmin içine girdiği krizle bölgede sınıflar savaşı daha da yükselecektir. Yani Asya kıtası hem yeni pazarlara hem de eski pazarlardaki sınıflar savaşının yükselmesine gebedir. ABD burada olmak zorundadır. Hem de bütün ittifak güçleriyle.

Asya kıtasının güneyini şöyle bir düşünelim. Çin’in güneyinden, en doğudan, Pasifik Okyanusu kıyılarından başlayalım. Malezya, Filipinler ve 120 milyonluk Endonezya kapitalizmin bir zamanların medarı iftiharı Üçüncü Dünya Ülkeleri’ydi. 80’li yıllarda ABD Çok Uluslu Şirketleri (ÇUŞ) elektronik, oyuncak vs. sanayilerini burada kurup ucuz emekle milyarlarca dolar devşirdiler. 1998 krizi ile de iflas ettiler. Binlerce ada halkı ayaklanmış, iktidarı dinlemiyorlar. Debelenip duruyorlar. Afganistan Savaşı’na altlarındaki Müslüman hareketin yükseleceği ve iktidarda duramayacakları gerekçesiyle kesinlikle açıkça karşı olduklarını açıkladılar. Filipinler’de Ebu Sayyaf Müslüman hareketi Afganistan olayları sonucunda ayaklandı. ABD 15 tane danışman yolladı. Ama Ebu Sayyaf ellerindeki 10 ABD’li tutukluyu öldürme tehdidi yapınca çekip gittiler. Şimdi Filipin hükümetine 100 milyon dolarlık askeri araç gereç verildi.

Kamboçya, savaşın acılarından kurtulmuş değil. Biraz kuzeybatıda 140 milyon nüfuslu Asya’nın en yoksul ülkesi Bangladeş var. Batı bu ülkeyi unuttu. Daha batıda yine 140 milyonluk Pakistan ve Afganistan. Keşmir çıbanını hatırlatalım. Batıya devam edelim. Irak, İran ile Ortadoğu’ya geliriz. Görüldüğü gibi Asya’nın güneyinde Filipinler’den başlayan Ortadoğu’ya kadar uzanan bir alan şerit halinde yoksulluk ve sınıf savaşları alanıdır. Hatta Mısır’la birlikte Afrika kıtasına geçebiliriz. Cezayir, güneyde kıtanın en kalabalık ülkesi Nijerya ve daha doğuda Sudan, Etiyopya, Kenya, hepsi artık yoksulluğun bastırılamayacak derecede arttığı ülkelerdir.

Ortadoğu’da artık olaylar İsrail’in baş edemeyeceği kadar yükselmiştir. Bölgede ABD’nin en yakın müttefiki Suudi Arabistan ve Mısır’da sınıflar savaşı yüksektir. Suudi Arabistan’da kral hastadır. Taht varisi Abdullah İran yanlısıdır. ABD bazı Suudi şirketlerin finans kaynaklarının dondurulmasını istedi. Ama Suudi Arabistan bunları bile yapamadı. Bu şirketlerin yardım kurumu olduğunu savunuyor. ABD Suudi Arabistan’ın kendi yörüngesinden çıkması durumunda ne yapacağını tartışıyor. Ayrıca bu savaş petrol fiyatlarının düşmesi ile birlikte iktidardaki gücünü daha da sallamaktadır. Petrodolar akışı azaldıkça sosyal harcamalar kısılmakta, Suudi’ler kemerleri sıkmak zorunda kalmaktadırlar. İşsizlik yükselmiştir. Nüfusun çoğunluğunu oluşturan gençler ABD emperyalizmine karşı sokaklarda müthiş bir baskı oluşturmaktadırlar. Ayrıca Afganistan’da yığınla Suudi genç vardır. Osama bin Laden’in kamplarında eğitim görmekteydiler. Bu kamplar bir zamanlar Suudi desteği ile açılmıştır. Suudi uçakları bu gençleri kendi elleriyle bedava bu kamplara göndermiştir. Şimdi bu eğitimli gençler ülke içindedirler. Ve Suudi Arabistan’da yarın ne olacağı belli değildir.

Sınıflar savaşı Mısır’da da farklı değildir. Yani ABD, Ortadoğu’da tutunduğu dallarını her geçen gün kaybetmektedir. Şimdi Suudi’siz bir ABD etkinliği nasıl sağlanacak tartışmaları vardır. İran’ın önemi artmaktadır. ABD Ortadoğu’da eski politikalarını yürütemez durumdadır. Onun politikaları iflas etmiştir. Acaba bölgede AB politikası, Filistin’e daha yakın bir politika denemeli midir? Bu aşamada Filistin Devleti’nin kurulma tavizini vermek uygun düşebilecektir. Evet, bu uygundur. AB Ortadoğu politikası ve Filistin Devleti.

Sonuçta, Asya kıtası kapitalizm için bir yandan hayati derecede önemli yepyeni pazarlardır, diğer yandan eskinin yüksek sınıflar savaşı alanıdır. Kıtanın bir yanı onlarca yıldır sömürülmenin tüm acılarıyla kıvranmakta, diğer yanı sömürülmeye yeni katılmaya hazırlanmaktadır. Afganistan bu iki çelişkinin at başı gittiği bir yerin ortasındadır. ABD ve AB açısından çok önemlidir. Bizzat kendi özgücü ile burada durması hayati önem taşır.

3. Din İdeolojisi

Sınıflar savaşının yüksek olduğu bölge nüfusunun büyük bir çoğunluğu Müslüman ülkelerdir. Endonezya, Malezya Müslüman ülkelerdir. Filipinler iktidarına başkaldıranlar Müslümandırlar. Bangladeş, Pakistan ve gerisi Müslümandırlar. Yani sınıflar savaşı burada İslam ideolojisini kullanarak yükselmektedir. Eskiden sosyalizmin gördüğü işlevi şimdi İslam görmektedir. Kapitalizm sınıflar savaşını arkasına gizleyeceği bir düşman arar. O düşmanla varlığını sürdürür. Şimdiki düşman da İslam’dır. Ama ne yazık ki İslam’ı sosyalizm gibi kullanamaz. En başta sosyalizm açıktan düşmanı olabilir, çünkü o kapitalizmin üstüne kurulacak, ondan daha gelişkin bir sistem olduğunu savunmaktadır. Oysa din feodalist sistemin ideolojisidir. İslam dini en gelişkin en son gelen dindir. Ve şeriat yasası ile manevi bir inanç olmanın ötesinde ekonomik sistem özellikleri de taşır. Ve kapitalizm feodalizmin içinden çıkarken dinle barışmıştır. Burjuvazi feodalizme başkaldırırken dini ilerici bir araç olarak kullanmış, sonra kendisi iktidar olunca da sömürüsünü onun arkasına gizlemiştir. Böyle olunca hem İslam’a yoksul halkların ideolojisi olarak saldırmaktadır hem de saldıramamaktadır. Afgan Savaşı bu çelişkilerle yürütülmektedir.

Osama bin Laden ve El Kaide hareketi 1980’lerde Afganistan’ı Sovyet işgalinden korumak için gerekçe arayışından doğdu. ABD yoksul halkları sosyalizme karşı örgütlemek için İslam dinini kullandı. Sola bir baraj olarak düşündü. Dini yorumlamada Suudi krallığına destek verdi. Pakistan’da yaptırım gücü olarak kullandı.

1980’li yıllarda yoksulluk bölgede arttıkça sosyalizmin yayılma tehlikesinden korkuluyordu. Buna karşı dövüşülmesi için ABD, mücahitin güçlerini bölgede destekler. Osama bin Laden ve arkadaşları, Suudi Arap gençleri Afganistan’da Ruslar’a karşı dövüşmeye gitmeye örgütlerler. “Araplar için Afganistan bir üniversite gibidir. Orada yeni bir ideoloji ve düşünce okulu vardır. Tüm silahlı direnişin buluşma noktasıdır. Tüm İslam direnişçileri Afganistan’da buluşurlar.” (Financial Times, 28 Kasım ‘01)

Osama bin Laden’in görüşü olan Vahabilik 18 yy. yenilenme akımıdır. İslam’ın saf bozulmamış şekline dönüş özlemidir. Din, ülkenin tüm kurumlarına yayılır, yani şeriat sistemi kurulur. Eğitimden, yürütmeye hep İslam kuralları işler. Laden yoksullaşma sorununa politik ve ekonomik olarak bakar. Sonra onu dini çerçeve içinde açıklar ve yorumlar. Laden günlük yaşamında bastırılan ve kurbanlaştırılan insanlara seslenir. Bu genellikle genç Araplar olur. Sorun çürümüş otoriter Arap hükümetleri, ABD ve onu destekleyen Batı dünyasıdır. Bu nedenle İslam’ın tehdit altında olduğu bir dünyada yaşadığımızı savunur. Onu savunmak hem hakkımız hem de görevimizdir der. Cihat açar. Sofi bir anlayıştır. Önüne materyalist bir hedef değil, manevi bir hedef koymaya çalışır. Kapitalist toplumun pisliklerine karşı tepkiyi yoksulluğun açılımı, boşalımı yapar. Moral değeri, manevi ahlaki değeri, güncel maddi değerlere karşı savunur.

Afganistan’dan Sovyetler’in çekilmesi ile birlikte ABD’nin de Osama bin Laden ve El Kaide’nin arkasından çekildiği söylenir. Desteği çekilince asıl yoksul halklarla buluşuldu. Bu kez hareket ABD’ye karşı cephe almaya başladı.

Küreselleşme ve yoksulluğun yayılması ile birlikte El Kaide örgütü uluslararası bir düzeye sıçrar. Küreselleşme de insanları birbirine bağlar. Acıları aynılaştırır. Sorunları aynılaştırır. El Kaide kamplarına Filipinler’den Suudi Arabistan’a, Sudan’dan, Somali’ye kadar çeşitli ülkelerden gençler gelirler ve militan eğitim görürler. Sonra uluslararası yerlerde dövüşürler. Bosna’da, Çeçenistan’da, Keşmir’de dövüşlere katılmışlardır. Suudi Arabistan ve Mısır, bu radikal İslami hareketi yasaklamışlardır.

Osama bin Laden ve örgütü El Kaide çeşitli şekillerde karşımıza çıkmaktadır. ABD ve Suudi Arabistan destekli doğan örgüt başta sosyalizme karşı dövüş için kullanılmıştır. Çeçenistan’da da Rusya’ya baskı olarak kullanılmıştır. Çeçenistan’da halkları ezdiği, katlettiği gerekçesi ile Rusya çeşitli Batı baskısı ile karşı karşıya kaldı. Hatta oranın Afganistanlaşmasına bir ara ramak kaldı. Aynı şekilde Keşmir’de Hindistan’a karşı bir baskı yapılır. Osama bin Laden’in bu eylemleri, örgütün arkasında bir ABD, bir Batı parmağı olduğu şüphesini doğurmaktadır.

Ama Osama bin Laden’in başka bir takım Anti-Amerikancı olayların da altında olduğu bizzat ABD tarafından iddia edilmektedir. I993’te örneğin, şimdi 11 Eylül’de saldırılan Dünya Ticaret Merkezi’ne bu kez alttan bomba konulmuştur. I996’da Suudi Arabistan’da ABD üssüne saldırı ve 19 ABD askerinin ölümü. I998’de Kenya ve Tanzanya ABD elçilikleri bombalanması ve 100’lerce kişinin ölümü. I999’da Los Angeles havaalanına saldırı komplosu. 2000’de Yemen’de ABD askeri gemisine saldırı. Ve son 11 Eylül saldırısı. Bütün bu saldırılar ABD’ye karşıdır. Ve saldıranlar Müslümandır. ABD’ye düşman olan bir yoksul, Müslüman bir örgüt vardır denmektedir tüm dünyaya. İslam’a karşı bir kapitalist cephesi, bir ittifak oluşturulmaya çalışılmaktadır. Ancak aynı örgütün hem ABD eliyle kurulmuş olması ve son zamanlarda ABD aleyhine kullanılması akıllarda soru işaretleri bırakmaktadır. Sosyalizme karşı cephenin olmamasından sıkıntı çeken ABD’nin böyle bir cepheyi kolayca kendi eliyle oluşturabileceği düşüncesi akıllara elbette gelmektedir. Sanırız bunlar bir gün karanlıktan gün ışığına çıkacaktır. Hem de yakın zamanda.

Hangi hileler, hangi yollar kullanılırsa kullanılsın sonuç olarak Asya kıtası ABD kapitalizmi için kelimenin tam anlamı ile çok hayati bir alandır. Rusya, Çin ve Hindistan gibi üç dev yıllardır göz diktiği pazarlardır. Bu pazarlara ulaşmak için bölgede Hong-Kong, Singapur, Tayvan gibi vitrinler yaratmıştır. Şimdi sosyalizmin yıkılmasından beride bu pazarlara girme işine başlamıştır. Ama ne yazık ki tam bu noktada eski girdiği alanlarda yılların sömürüsü geri tepme momentine girmiştir. Yoksulluk dayanılmaz hale gelmiş ve sınıflar savaşı yükselmiştir.

ABD eliyle İslam’ın kullanılış biçimleri de tıkanmaktadır. ABD’ye duyulan öfkeyi uyuşturma aracı olarak kullanmak da işe yaramamaktadır. Ya da şaşırabileceği bir düşman olarak İslam’da çok kullanılabilecek bir motif değildir. Sanırız Afganistan olayları ile artık bu ikili kullanılış bir sona ulaşacaktır. Artık halkların öfkesi din yorumlaması içine ABD emperyalizmini de almıştır. İran’ın mollalarının ülke politikası haline getirdiği, Irak’ta katmerlenen bu olgu Afganistan’da doruk noktasına çıkmıştır. Tüm İslam dünyası yoksulluklarının gerekçesini ABD emperyalizminde görmektedirler. Ve artık Şiisi, Sünnisi bu savaşla birleşmektedirler. İran Şiileri, Suudi Sünnileri ABD’nin Afganistan saldırısına karşı aynı görüşü taşımaktadırlar. Bunlara Filipinler’den Nijerya’ya, Sudan’a kadar pek çük yerden destek gelmektedir. ABD bir yandan kendi saflarını birleştirmeye çalışırken yoksul halklar da kendi cephelerini sıklaştırmaya çalışmaktadırlar. 11 Eylül ve Afganistan saldırısı iki cephenin sıkılaşmasına bir hizmet anlamına gelmektedir.

Afganistan Savaşı

Batı’nın Afganistan saldırısı, asıl çıkar gerekçelerinden arındırılır ve olaya Batı ittifak güçleri ve Afganistan arasındaki savaş olarak bakılırsa çok komik, elbette trajikomiktir. Bir devle böceğin savaşı gibidir. 21. yüzyıl teknikli ülke 19. yüzyıldan kalma teknikli ülke ile savaşmaktadır. ABD uçakları bomba atmaya değer bir yapı bulamadılar. Milyonlarca dolar değerindeki füzeler mağara girişlerini, eşekleri bombalamak zorunda kaldı. Bu kadar yoksul bir ülke koskoca bir devi ancak bu kadar korkutabildi. ABD’nin tüm silah gücü komik hale geldi.

Afganistan 20 yıldır savaş koşullarında yaşamaktadır. İki sistem bu ülkede bilek güreşi yaptılar. Sonra kapitalist güçler dengesinin savaşı halini aldı. Çeşitli aşiretler çeşitli güçler tarafından desteklendiler.

Afganistan’da kapitalist ilişkilerin seviyesi, hala aşiret yani feodalizmden kalma ekonomik yapıyı ortadan kaldıramamıştır. Kapitalist üretim tarzı ve ilişkileri aşiret yapısı içinde gelişmiştir. Yani bizim gibi Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde nasıl kapitalizm feodal aşılı ise, hala ağalık-beylik makamının yeri varsa aynen Afganistan’da da böyledir. Feodal kurum, aşiretler birbirleriyle bu bağlamda yerel pazar savaşına girmişlerdir. Taliban’ın içinden çıktığı Paştun aşireti ülke nüfusunun %40’ını oluşturan en büyük gruptur. Arkasından Tacik aşireti, sonra Hazara ve Almak aşiretleri, Özbekler ve daha küçük aşiretler gelirler. 11 Eylül öncesi Taliban güçleri Batı İttifakı adını alan diğer güçleri ülkenin en kuzeyine sıkıştırmış ve yenmek üzereydi.

Savaşı bu noktadan alırsak üç dönem olarak incelemek mümkündür. I. dönem, ABD ve müttefik güçlerin Afganistan’da bombalanmaya değer olacak her şeyi bombaladığı hava saldırısı dönemi. Bir aya yakın sürmüştür. Savaşı kazanmak açısından herhangi bir etkisi olmamıştır. Bağdat da, Belgrat da böyle bir ay bombalanmıştı. Bir sonuç alınamamıştı. Daha geri bölge Afganistan’da bombaların etkisi daha da azdır. Ve Batı güçleri arasında huzursuzluk çıkmış ve ilk çatlaklar kendini göstermiştir. AB güçleri muhalefete başladılar. Hümaniter yardımlar ulaşamayacaktı. İnsanlar ölecekti. Ramazan başlayacaktı. Ramazan’da saldırı devam etsin mi, etmesin miydi? Avrupa kamuoyu buna duyarlıydı. ABD baskıya alındı.

Böylece savaşın ikinci dönemine geçildi. Taliban’la zaten savaşta olan Kuzey İttifak (Kİ) güçlerinin önü bombalanmaya başlandı. Böylece Kİ askeri güçleri saldırıya geçtiler ve çok hızlı bir şekilde Afganistan’ın kuzeyine yayıldılar. Batı’nın çok zorlu gördüğü başkent Kabil düştü. Taliban güçleri kuzeyde Kunduz kentinde epey destek güçlerini bırakarak güneye Kandahar kenti ve çevresine çekildiler. Savaşı Kuzey İttifak güçleri kazandıklarını ilan ettiler ve hükümet kurulduğu açıklandı.

Üçüncü dönemde iki olay iç içe geçmiş olarak yaşandı. Taliban güçleri ile Kunduz ve Kandahar’da sıcak savaş, Taliban’ın teslim olacağını açıklaması savaşın bir yüzüdür. Bonn’da hükümet kurma çalışmaları ikinci gerçekliktir. İkisi birbirinin içine geçmiştir. Birbirini etkiler ve birbirinin başlangıcı ve sonucu gibi gözükmektedir. Bizce bunlar perde arkasında süren büyük bir pazarlığın yüzeysel görüntüleridir.

a. Cephelerin parçalanması

Birinci dönemin uzun sürmesine rağmen gerisi çorap söküğü gibi gelmiştir. Kuzey İttifak güçlerinin önünün bombalanması, arkasından Kabil’in alınması ve Taliban’ın Kandahar’a sürülmesi hızla gelişmiştir. ABD yetkilileri savaşın uzun süreceğini söylüyorlardı. Bu hesaba alınırsa savaş hiçte ABD’nin tasarladığı gibi gelişmemiştir. İttifak güçleri arasında olumsuzluklar yaşanmıştır. ABD ikinci dönemin başlamasına bizzat kendi ittifak güçleri tarafından zorlanmıştır. “ABD, Afgan Savaşı’nda liderliği paranoid şekilde başkasına bırakmıyor.” deniyordu. (Financial Times, 16 Kasım ‘01) ABD’nin liderliği hiçte “demokratik” değildi. AB güçleri şikayet ediyorlardı. Sonuçta ABD de, AB’yi “can vermeye” razı edemedi ve istemeye istemeye Kuzey İttifak içindeki can vermeye hazırların arkasına geçti.

Kuzey İttifak güçleri eskiden beri İran ve Rusya desteklidirler. ABD anlaşıldığı kadarıyla kesinlikle onların önünü açmak istemiyordu. Ve de ondan sonraki olaylar ABD’nin savaşı tekrar kendi istediği raya oturtma mücadelesi ile doludur.

Savaşın ikinci döneminde ABD kontrolü yitirdi ve ittifak güçleri dağıldılar. Afganistan parçalandı. Batı ittifak güçleri çeşitli köşeleri kaptılar. Birbirleriyle pazarlıklar, birbirlerine kendi çıkarlarını dayatmalar dönemi başladı.

Kuzey İttifak güçleri daha bombalama öncesi başkent Kabil’e girmeme sözü vermişlerdi ve bunu dinlemediler. Sonra da kendilerini savaş galibi ilan ettiler. Batı’nın bombardımanıyla bunu kazanmış olmayı kabul etmediler. “Onlar kendi stratejilerine göre bombaladılar. Biz dövüştük. Biz kazandık. Bizim ülkemiz. Biz hükümeti kurarız.” dediler. Taliban’ın ‘92 yılında kovduğu ve hala BM’nin devlet başkanı olarak tanıdığı Burhanettin Rabbani yeni hükümeti kurdu. Bakanlar kurulunu açıkladı.

Batı ittifak güçleri de kendi bildiklerini okuyorlardı. Kabil düşünce Tony Blair’e göre Taliban kendi deyimiyle “buharlaşmıştı”. Yani savaş bitmişti. Böylece Blair olaylara ne kadar dar kafayla baktığını da tüm dünyaya ilan etmiş oluyordu. Zaten sonraları da sesi soluğu kesildi. İngilizler Bagram’da, Kabil Havaalanı’nda üslendiler. Hümaniter yardımların güvenliğini sağlayacaklarını açıkladılar.

Fransızlar kuzeyde Mezar-ı-Şerif kentine yerleştiler. Burası öldürülen eski lider Mesut’un aşiretinin yeridir. Ve Mesut’un eskiden beri zaten Fransa ile dirsek teması vardı. Onun yerine geçen Raşit Dostum, Özbek lider hala eski bağlantıyı sürdürüyor olsa gerektir.

Rusya Belgrat olaylarında Priştina Havaalanı’nı işgal etmiş ve de bundan epey avantajlar elde etmişti. Şimdi de Kabil’e yerleşmesi zor olmadı. Elçilik kurma bahanesi ile Kabil’e 17 kişilik bir ekip yolladı. Arkasından 12 uçak dolusu malzeme Kabil’e indi. Sonra üç nakliye uçağıyla hastane malzemeleri taşıdı. Şimdi Kabil’de diplomatik ve askeri olarak bulunmaktadır. Bu gelişmeler Powell’ı, Putin’e böyle tek taraflı davranmaların iki ülke ilişkilerini zedeleyebileceği uyarısını yapmaya itti.

Almanya ise parlamentosunda asker yollama tartışmaları ve uzantısı sorunlarla uğraşıyordu. Ama buna rağmen o da işin başka bir halkasını yakaladı. Parçalanan Kuzey ve Batı ittifaklarının pazarlık masasını Bonn’da kuruverdi. Her gelişmenin kaynağında olmanın avantajını yakaladı.

Kuzey İttifak’ın kurduğu hükümetin açıktan açığa tanınmadığı söylenmedi. Çünkü Burhanettin Rabbani aslında BM’nin hala tanıdığı Afgan devlet başkanıdır. Ama ABD herkese baskı yapmaya başladı. Tanımayın komutu verdi. İttifak güçlerini baskı altına aldı ve de Kuzey İttifak böylece parçalandı. Razı olanlar Bonn yolunu tuttular. Bunlar genç ve reformist olarak adlandırıldılar. Artık Afganistan eski klasik aşiret liderleri tarafından değil yeni genç kuşak tarafından yönetilmelidir havası yaratıldı.

11 Eylül sonrası nasıl tüm dünya sanki ABD’nin arkasından Afgan Savaşı’na gönüllüydüyse şimdi de sanki tüm aşiretler Bonn toplantısına evet diyorlar havası yaratıldı. Rabbani hükümetin zaten kurulduğunu savundu. Görüşmelerin sonuna kadar Rabbani, Afganistan hükümetinin ancak Afgan topraklarında kurulabileceğini boşuna savundu durdu. Ve en sonunda kendisinin “razı edildiği” söylendi ve alkış tutuldu. 22 Aralık’ta da hükümet başkanlığını resmen devredeceği yazılıyor. Ama bazı TV haberleri Rabbani’nin yeni hükümeti tanımadığı haberini veriyor. Açıkçası ortalık daha karışıktır.

Kuzey İttifak’ın askeri lideri İsmail Khan’dır. İran’la yakın ilişkileri vardır. Çok sayılan Khan “23 yıldır düşmanla savaştık. Artık hiçbir gücün geleceğimizi belirlemesini istemiyoruz.” diyerek Batı’yı kendilerini rahat bırakmaya çağırdı. (Financial Times, 22 Kasım ‘01) Batı’nın kendi kontrolü doğrultusunda kurmaya çalıştığı hükümetin kurulma görüşmelerini protesto etti. Bonn toplantısına katılmayacağını açıklayarak bağımsızlıktan yana tavrını zorladı. Ama Batı yine Khan katılacak, razı ediliyor havası yarattı.

b. Yapıştırma çabaları

“ABD güvenlik için güç yerleştiriyordu. İngilizler ve Fransızlar tersine doğru hazırlanıyorlardı. ABD kontrolü yitirmek istemiyordu. AB savunma uzmanları, İngilizler’in Bagram’a ve Fransızlar’ın askerlerini aynı şekilde ansızın Mezar-ı-Şerif havaalanına yerleştirmelerine ABD’nin destek vermemesine şaşmış gibi görünüyorlar.” (Financial Times, 26 Kasım ‘01) ABD bu parçalanmanın nasıl üstünü örtmeye çalıştı ve belirli ölçülerde nasıl başardı?

Savaşın üçüncü dönemi bu çatışmalarla geçmiştir. ABD başka bir taktik hat benimsedi. Afganistan çeşitli aşiretlerden oluşur ve en büyüğü Taliban’ın Paştun aşiretidir. ABD’ye göre Taliban aşireti Paştun’un içinde olmadığı bir hükümet tanınamaz. Böyle bir hükümet Afganistan halkını temsil edemez. Afganistan tüm aşiretlerin kendi oranlarında temsil edildiği bir hükümet tarafından yönetilmelidir. Paştun aşiretinden biri bulunmalıdır. Eğer bu yapılmazsa Paştunlar ayrı bir devlet kurma çabasına bile girebilirler ve Pakistan içindeki aşiretdaşlarını alarak Paştunistan’ı kurabilirler. Pakistan parçalanabilir dendi. Böylece birinci dönemde Kuzey İttifak’ın askeri olarak açılan önü siyasi açıdan kapandı.

Bu arada Kuzey İttifak liderlerinin karalanmasına başlandı. “Kabil’deki devlet başkanı Rabbani’nin Osama bin Laden ve Taliban lideri Molla Ömer’den farkı yoktur. Osama bin Laden uluslararası teröristse Rabbani yerli teröristtir. ‘92 yılında askerleri Kabil’de 50 bin sivili katletmiştir.” (Financial Times, 26 Kasım ‘01) Her bir Kuzey ittifak liderinin şöyle ya da böyle bir yerlerden katliama bulaşmışlığı vardır. Dostum güçleri şimdi Kunduz’da katliam yaptılar. Teslim olmak isteyen militanları öldürdüler. Daha önce aynı işi Khan güçleri yapmışlardı. Bu lafları çok dikkatli bir şekilde yaymaya başladılar. Böylece Kuzey İttifakı’nın gücünü ve itibarını kırmaya çalıştılar. Söylenenlerin kimisi doğru, kimisi yarı doğru, kimisi çarpıtma, karalama ya da aklamaydı.

Ama ABD sırf karalamanın yetmeyeceğini ortaya bir eylem konulması gerektiğini çok iyi bilir. ABD çok kurnaz eylem taktikleri yürütmeye başladı. Kuzey İttifak güçlerinin arabalarla, yürüyerek Kabil’den aşağıya akmaya başladığını duyduk. Kandahar’ı, Kunduz’u almaya indiler. Ama sonra ne oldu?

ABD bu ara harıl harıl Paştun aşiretinden ama kendine bağlı birini aramaktadır. Paştun aşiretinden yıllar önce ABD’ye yerleşmiş, 3 Ekim’de apar topar Afganistan’a dönmüş Hamid Karzai bulunur. Hamid Karzai’nin bir ordusu olduğu ve bununla Taliban güçlerine karşı Kandahar’da savaştığı haberleri gelmeye başlar. Güneyden de şimdi Batı cephesine geçmiş eski Kandahar valisi Gül Ağa Şerzai ikinci bir ordu ile destek vermektedir denilir. Yine bu sıralar Bonn hükümet kurma çalışmalarında devlet başkanı tartışılmaktadır. Üstünde tartışılan isimler listesine birden Hamid Karzai eklenir. Yine hemen o günler içinde Hamid Karzai savaş galibi ilan edilir.

Hamid Karzai’nin zaferi kazanması ile devlet başkanlığına oturması aynı zamanlara rastlamıştır. Bir hafta öncesinden kimsenin duymadığı Hamit Karzai birden savaşı kazanmış ve devlet başkanı koltuğuna oturtulmuştur.

ABD’nin hem Kuzey İttifak güçlerini hem de çeşitli köşe başlarını tutmuş müttefiklerini kendi adayına razı etmesi yığınla diplomatik mücadelenin sonucudur. Bu dönemde sık sık uluslararası terörizm savaşının Irak’la devam edeceği gibi laflar duyuldu. ABD başından beri AB’nin Irak’a saldırmaya karşı olduğunu biliyor. Neden tam Bonn görüşmelerinin en kritik zamanında bu lafları yayarak bir ayrılık olduğu imajını vermeye kalksın? Ya da neden tam bu sırada Ortadoğu’daki yangına körükle gitmek anlamına gelen Hamas’ın finans kaynaklarının dondurulma kararını alsın? Ortadoğu, Afgan Savaşı’nın başlarındaki olumluya giden havadan tam tersi bir noktaya sıçradı. İsrail’in saldırısı şiddetlendi. Arafat’a baskı arttı. Ya da Ortadoğu’da ABD politik hattı yine saldırıdadır.

Ne olmaktadır? ABD savaş öncesi AB ile Ortadoğu konusunda yaptığı anlaşmadan geri mi dönmektedir? Bizce değil. İki merkez başka bir düzeyde anlaştılar çünkü. Gelecek için anlaştılar. Gelecekte Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne saldırıda anlaştılar. Ama savaş ganimeti üzerinde anlaşmadılar. Şimdi onda anlaşmanın pazarlıkları yapılmaktadır. ABD bizce şunu demektedir. “Benim hava gücüm ile Afganistan’a gireceksin, sonra Kuzey İttifak güçlerinin biri ile anlaşacaksın. Bir yerleri tutacaksın. Ondan sonrada karşımda pazarlık edeceksin. Olmaz. Bu iş bu kadar ucuz değil.”

ABD’nin istediği doğrultuda Hamid Karzai Bonn’da kurulan hükümetin devlet başkanlığına getirildi. Kuzey İttifak’ın genç elemanları da en önemli dış, iç ve savunma bakanlıkları koltuklarına oturtuldular. Ellerine 5 yıl içinde Batı’ya gösterecekleri sadakata uygun olarak 7 ile 12 milyar dolar arasında değişebilecek bir kredi “sözü” verildi. Bu geçici hükümet 6 ay içinde Loya Jirga denilen yaşlılar meclisini kuracak ve görevini onlara devredecek. Plan budur. Gerçekten bu hükümet bunları yapabilecek midir? Söylenenleri yerine getirebilecek midir? Önümüzdeki günlerde göreceğiz.

Batı burjuvazisi kendine göre bir legalite arar. Ancak böyle bir legalite aracılığı ile baskı kurar. Kendi arasındaki oyunun kuralı budur. Şimdi bu legaliteyi kurmuştur. Saldırabileceği bir yasal çerçeve vardır. Artık gerisi gelecektir. Afganistan’da tarafların anlaştığı bir hükümet vardır. Bu hükümeti elinden geldiğince zorla iktidar yapacaktır. Yapmaya çalışacaktır. Yarın BM barış gücü yollanacaktır. Bunun arkasında da kendi ordusu ile duracaktır. Gerisi Afganlıların kendi suçları olacaktır. Kendi bölünmüşlükleri olacaktır. Kendi ilkellikleri olacaktır. Onlar tanıdıkları hükümete zoru dayatacaklar, alttan baskı geldikçe de ellerine para verecekler ve “cırtlak sesleri” bastırmaya çalışacaklardır. Batı kendi yasal zeminini zorla da olsa örmüştür.

c. Savaş bitti mi?

Bu satırların yazıldığı sıralar Tora Bora dağları ve mağaralarında Osama bin Laden ve Taliban lideri Molla Ömer aranıyor. Bush ölü ya da diri yakalanmaları emrini verdi. Yakalanırlar mı? Yoksa Pakistan gibi başka bir ülkeye kaçabilirler mi? Bilemiyoruz. ABD Savunma Bakanı Rumsfeld açıklıyor. “Yapacak daha çook işlerimiz var.”(Financial Times, 7 Aralık ‘01) Yakalansınlar, yakalanmasınlar daha ABD’nin çok işi vardır. Bu savaşı ABD zaten elinden geldiği kadar uzatma niyetindedir. Başından beri uluslararası savaşın uzun dönemli olduğu söylenmişti. Bu türden savaşlar onun yeni dünya stratejisidir. Savaş ateşi ile yeni dış politika sürdürme niyetindedir. Aslında Afgan Savaşı’nı şimdiki halinden daha uzun tutma, bunun etrafında sürekli ittifaklar kurma derdindeydi. O nedenle savaşı elinden geldiğince uzatmak onun niyetidir.

Diplomatik olarak da bir şey bitmiş sayılmaz. Altına imza atılan hükümeti tanımadıklarını söyleyenlerin sayısı her geçen gün artmaktadır. “General Abdul Raşit Dostum… kendilerinin azınlık Özbek çevresine yeterince temsil hakkı tanınmadığı için anlaşmayı boykot edeceklerini açıkladı. Çoğunluk Paştun aşireti ruhani lideri Pir Seyid Ahmed Gailani’de anlaşmayı dengesizlikle eleştirdi… Zaten dün azınlık Şii Müslümanları anlaşmayı eleştirmişlerdi.” (a.y.) Taraflar Tacikler’in hükümette haksız yere ağırlıkta olduklarını söylemektedirler. Dış ve İçişleri ve Savunma Bakanlıkları gibi en önemli üç bakanlık onların elindedir. Batı bunları, genç ve modern bulduğu için seçmiştir. Sonuçta diplomatik açıdan da savaşın bittiğini söylemek yanlış olur.

Ayrıca 20 yıldır savaşan bu ülkenin kendilerine bu kez tepeden dayatılanları kabul edeceklerinin hiçbir güvencesi yoktur.

Tepede gelişen bu politik ekonomik olayların altında bir insan gerçekliği, bir sosyal gerçeklik vardır. 20 yıldır yaşanan savaş Pakistan’a 2 milyon Afgan’ı göç ettirmiştir. 1 milyon göçmen de İran’da vardır. 11 Eylül sonrası ise 8 milyon kişi daha eklenmiştir. Asya kara kıtasının soğuk kış koşulları başlamıştır. Bu insanlar yalın ayak ya da lastik pabuçlarla, bulabilenlerin sırtlarına sardıkları bir battaniye ile bez çadırlarda çoluk çocuk aç kalma ile yüz yüzedirler. Tarıma bağlı bu insanlar ekinlerini bırakıp geldiler. Pakistan’a alınmıyorlar. Pakistan’a göç etseler bile sorunları elbette çözülmüş olmamaktadır. 11 Eylül’ün bedeli işte böyle milyonlarca genç-yaşlı, kadın-erkek insanın yerinden edilmesi olmuştur. Aç, susuz, hastalık ve soğuktan ölmesi anlamına gelmektedir. Ancak ABD’nin en başta açıkladığı gibi bu görüntüler karşımıza gelmiyor. Çünkü bu alanlara basın alınmamaktadır. Buralarda yaşanan insanlık vahşeti ve dramı Batı halklarının gözünden saklanmaktadır. Günümüzün global savaşları halkların yoksullaşma tarihinin en karanlık sayfaları olacaktır. Savaş, hümaniter boyutta devam etmek zorundadır.

Afganistan Savaşı sırasında çeşitli sorunlar yaşandı. Bunların en önemlilerinden biri de savaş esirleri sorunu oldu. Osama bin Laden kamplarında binlerce Suudi, Pakistanlı, Çeçen olduğu söylenen militanlar vardı. Bunlar en başta Mezar-ı-Şerifte teslim olmak istediler. ABD Savunma Bakanı Rumsfeld “Ya yakalansınlar ya ölsünler. Ülkeyi terk etmelerine yarayacak görüşmelere karşıyız. Sonra gidip başka ülkeleri karıştıracaklar, ABD’ye saldıracaklar, engellemeye çalışacağımız her şeyi yapacaklar.” diyerek bunların ölüm fermanını yazdı. (Financial Times, 22 Kasım ‘01) İşte burjuva yasallığı da bu kadardır. Aslında Savunma Bakanı bununla Cenevre Savaş Esirleri Anlaşması’na aykırı davranmaktadır. Savaşta teslim olanlar öldürülmezler. Böylece bu militanlar Afgan Savaşı boyunca katledildiler. Ayrıca öldürüleceklerini bildikleri için de bu militanlar sonuna kadar direndiler. Savaş çok kanlı oldu. Bu insanların sesi kesilmiş midir? Bunlar barışı kabul ediyorlar mıdır? Hayır, sanırız Rumsfeld’in dediği doğrudur. Daha Afganistan’da her şey belki de başındadır.

c. Bir sorucuk

Biz burada küçük bir soru sormak istiyoruz. Afgan Savaşı sırasında, insanlar bunca acı çekerken, yerlerinden edilip, göçe zorlanırken ya da bombalar altında ölürken ya da savaş esirleri, ellerini kaldırmış insanlar arkalarından kurşunlanırken Batı’nın sivil halk örgütlenmeleri nerelerdedir? Bunların arasında hümaniter olanı vardır. Çevreci olanı vardır. Savaşa karşı olanı vardır. Aralarında Üçüncü Dünya Ülkeleri sömürüsüne karşı olanları vardır. Hatta kapitalizme karşı olanları vardır. Anti-kapitalist örgütlenmeler olarak imza atmaktadırlar. Nerededir bunlar? Seattle, Davos, Prag, Cenova toplantılarında tozu dumana katan bu gruplar neredeler? Neden aynı araçlarla ortalığı tozu dumana katmıyorlar? Neden kapitalizmin kurumlarına saldırmıyorlar? Çevre bombalarla kirlenmiyor mu? Ya da Üçüncü Dünya insanının acı çektiği günler değil midir bunlar? Kapitalizmin sömürüsünü güçlendirdiği eylemler değil midir bunlar? Neredeler? İddia edildiği gibi bunlarda mı acaba 11 Eylül günü ikiz kule enkazının altında kaldılar?

d. Batı’nın denedikleri

Afganistan Savaşı başta da değindiğimiz gibi global bir savaşın, Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne yapılacak savaşların ön provasıdır. Küreselleşmeyle sömürünün şiddeti arttı. Halkın yoksullaşması hızlandı. Merkezler derin bir krize doğru yelken açtılar. Bunun tek sonucu olabilir. Önümüzdeki dönemde dünya ölçüsünde halk hareketleri yükselecektir. Sonuçta ya Batı’nın desteklediği hükümetler devrilecek ya da tek başına ayakta duramayacak hale gelecektirler. Yani Batı çıkarları doğrultusunda politikaların yürümesi zorlaşacaktır. Batı bu durumda ne yapacaktır? İşte Afganistan’da ilk provayı seyrettik.

Birincisi ABD bunların altından tek başına kalkamayacaktır. Ortak ittifak içinde olmak gerekmektedir. İttifakın kurulması, yürümesi, sonra ayrılması ve tekrar ABD güdümüne girmesi yaşandı.

İkincisi görüldüğü gibi kesinlikle hava bombardımanı herhangi bir iktidarın devrilmesi için yeterli koşul değildir. Mutlaka karadan dövüşecek bir güç bulunmak zorundadır. Batı’nın savaşı bununla inmelidir. Tekniği yaratıyor, ama savaşacak insanı bulamıyor. Afganistan’da saldırılan ülke insanı ile ittifak yapma denendi. Kuzey İttifak istenmediği halde kullanıldı ve sonra önü kesildi ve öz güç devşirilmeye çalışıldı. Bütün bu süreçte Batı ittifak güçleri arasında yaşananla: Kandahar önünde Paştun güçleri eğitildi. Onlara silah ve akıl verildi. Ve de bütün bunlar tüm riskler karşı tarafa aktarılarak mümkün olduğu kadar kendilerinden az kayıp verilerek yapılmaya çalışıldı. Tüm bunların nasıl örgütleneceğinin provası yapıldı. Hepsi yeni bir Üçüncü Dünya Ülkesi’nde oynanması olası oyunların provalarıydı.

Ayrıca Pakistan başka bir örnektir. Afganistan’la olan yılların ittifakı parçalanmıştır. Baskı, zor, gerektiğinde kredilerle, vaatlerle, ticari tavizlerle koskoca bir ülke iç ve dış politikası bir günden diğerine 180 derece değiştirtilmiştir. Hükümetin bu koşullarda ayakta durabilmesi sağlanmıştır. Yeni yasal değişikliklerle baskıyı artırması ve de gelecekte de ayakta durabilmesi için neler yapılması gerektiği görülüp eyleme geçilmiştir. Dış ülkelerle olan ilişkilerde ortaya çıkan Keşmir gibi çok ciddi sorunların üstesinden nasıl gelinebileceği konusunda deneyler elde edilmiştir. Her konuda da ittifak güçleri ile gerekli bağlar kurulmuştur.

Batı, gelecek savaşların çok güzel bir tatbikatını yaptı.

Sonuç

Kapitalizm en zor günlerini yaşamaktadır. İçten ve dıştan baskı altındadır. Küreselleşme ve son teknik dünyamızı birbirine daha çok bağlamıştır. Sınırları çeşitli açılardan siyasal ve ekonomik olarak kaldırmıştır. Sorunları yaymış ve olmadık derecede artırmıştır. Bütün bunlar kapitalizmi, Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde çıkarlarını daha etkin korumaya zorlamaktadır. Sosyalizm öcüsünün olmaması da elini kolunu bağlamaktadır. Uluslararası terör ideolojisiyle bu eksikliği kapatmaya, elini kolunu serbestleştirmeye çalışacaktır.

Afganistan olayı bunun pratikteki ilk denemesidir. Afganistan bir ihtiyacın parçasıdır. Afganistan bir modeldir. Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne saldırmanın gerekçelerinin hazırlanmasına olanak tanımıştır. Ekonomik, siyasi, yasal, sosyal tüm gerekçelerin hazırlanması ve provasının yapılmasına olanak tanımıştır. Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne bundan böyle yapacağı saldırılarda söz konusu ülkeyi tecrit etmekten ve tüm dünyayı ona karşı kendi cephesine almaktan, saldırılan ülke içinde halk cephesini bölmeye kadar binlerce zenginliği denemiş ve dersler çıkarmıştır. Bugün Afganistan’da oynanan oyun yarın herhangi bir ülkede oynanmaya devam edecektir. Oynanabilme olgusunun kendisi bile kapitalizmin elinde tutmak istediği bir sopadır.

O artık böyle sopalarsız yaşayamayacak durumdadır. Bunu anlamak için kendimizi şöyle bir şey düşünmeye zorlayalım. Eğer ikiz kulelere saldırılmamış olsa acaba dünyamız bugün nasıl olabilirdi? İçine girilen ekonomik, siyasi, sosyal krizin şiddeti çok daha fazla olacaktı. Borsa düşüşleri, banka ve şirket iflasları, işçi çıkartmaları, ekonomik göstergelerdeki aşağıya inişler, dünya ticaretinin düşmesi, yarattığı ekonomik alt üstlükler, Üçüncü Dünya borçları, ülke iflasları, başkaldırılar ile ortalık tam bir cehennem görüntüsünde olacaktı. Ve bu onun zaten kalmayan itibarını yerlerde süründürecekti. Ve de kapitalizm, belki de bu fırtına sırasında çökecekti. Afgan Savaşı ile bu felaket engellenmiş oldu. Kapitalist ekonomik çöküşün çirkin göstergeleri bu savaş paravanası arkasına gizlenebildi. Çökerken çıkardığı sesler bombaların gürültüsüne karıştı. Üçüncü Dünya Ülkeleri’ndeki savaşlar, açlık sefalet vs. bütün olumsuz görüntüler flu bir fon olarak kaldı.

Önümüzdeki günlerde kapitalizmin sorunlarının üstesinden gelebilmenin kapitalizm açısından başka yolu kalmamıştır. Onun böyle paravanlara ihtiyacı vardır. O artık çıkarlarına en ufak dokunulmada böyle saldırılara girişmek zorundadır. Krizlerini böyle savaşlarla, Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne saldırılarla gidermek zorundadır. Her krizde yeni ittifaklar, yeni ortaklar, yeni düşmanlarla. Rol arkadaşı diğer dünya burjuvaları da bütün bu ahlaksızlıklara, yalanlara, dolanlara, çirkefliklere, vahşete, kısacası insanlık dışı ne varsa her şeye katılarak ve kendi paylarını almaya çalışarak burjuva ekonomik düzeni bir yana, ahlakının ve ideolojisinin de dönemini çoktan kapatmış olmasının kanıtlarını sunacaklardır.

Ancak unutmayalım yeryüzünde burjuvadan başka bir sınıf daha var. O sınıf dünyadaki tüm burjuva olumsuzlukların zıddının taşıyıcısı olarak durmaktadır. O yeryüzündeki tüm güzelliklerin taşıyıcısı olarak durmaktadır. Ama ne yazık ki henüz böyle potansiyel bir taşıyıcıdır. Ve de durmaktadır. Bizlerin bütün derdi de bu potansiyelliği aktif hale getirebilmek. Değil mi???