POLİTİK DURUM DEĞERLENDİRMESİ
Düşünce ve Davranışta Yol, Sayı 3, Kasım 2002
A- Dünya Raporu
1- Emperyalizmin yarattığı dünya tablosu
Kapitalizmin geldiği aşama; üretici güçlerin temeli olan insan ve doğanın giderek daha fazla ve geri dönülmez biçimde tahribine dayanmaktadır. Bu tahribat “önlenebilir dışsal bir sonuç” veya “yan etki” değil, kapitalizmin meta üretimi gibi içsel niteliği, mantıksal sonucudur.
Kapitalizm vitrinleri dolduran şatafatlı tüketim mallarıyla birlikte, yaygın ve yoğun olarak yoksulluk üretmektedir. Son 50 yılda dünya GSMH’si 9 katına çıkmış ve bugün 30 trilyon dolara ulaşmıştır. Fakat bu gelirden dünya nüfusunun en zengin yüzde 20’si yüzde 86, en fakir yüzde 20’si ise ancak yüzde 1.3 pay almaktadır. Sadece 358 dolar milyarderinin servetlerinin toplamı, dünya nüfusunun en yoksul yüzde 45’inin gelirlerinin toplamı kadardır. Eşitsizlik çarpıcıdır ve giderek daha fazla derinleşmektedir. 1999 “İnsani Gelişim Raporu”na göre en zengin ve en yoksul ülkeler arasındaki yaşam standardı oranı; I820’de 3:1 iken 1913’te 11:1, I950’de 35:1, 1973’te 44:1, 1997’de ise 72:1 seviyesine yükselmiştir.
Kitleler halinde açlıktan ölüm, tarihte hiç olmadığı kadar insanlığın karşısına dikilmiştir. Bu durum burjuva ideologlarının söylediği gibi aşırı nüfustan veya gelişmemişlikten değil, bizzat kapitalizmin “gelişmesinin” sonucu olmaktadır.
Aşağı Sahra Afrikası’nın; Ruanda, Zimbabwe, Somali, Uganda gibi yoksul ülkeleri ‘70’lere kadar gıda bakımından kendine yeterli ülkelerdi. ‘80’lerden sonra ise; dış borçlarının ödenmesi için dayatılan IMF tarım politikaları, tarımsal üretimi çökertmiş ve yüzbinlerce insan açlıktan kırılıp, milyonlarcasının göç etmesine neden olmuştur. Bir Ugandalı’nın 1995’te kişi başına sağlık harcaması 2.60 dolarken, ödediği dış borç miktarı 30 dolardı. Afrika’nın bu tarzda finanse ettiği Amerikan halkı ise zayıflama rejimleri ve reçeteleri için yılda 35 milyar dolardan fazla para harcıyor. Bu miktar Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde her yıl engellenebilir ve kötü beslenmeden kaynaklanan hastalıklardan ölen 30 milyon çocuğun hayatını kurtarabilecek büyüklüktedir. Küreselleşme söylemlerinin arkasında, emperyalist sistemin dünyanın belli bölgelerini bataklığa çevirerek, merkeze doğru çekildiği bir tersine hareket de gizlidir. Sistemin zenginliklerini soğurarak yarattığı bataklıklarda; açlıktan, hastalıktan, kışkırtılmış savaşlardan giderek daha büyük boyutlarda insan üretici gücü tahrip edilmektedir. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde yaşayan 4.4 milyar kişinin dörtte üçü (3.3 milyar) temel gereksinimlerini karşılayamaz haldedir. Dörtte birinin (I. I milyar) temiz içme suyu yoktur, dörtte birinin barınacak uygun mekanı yoktur, yaklaşık beşte birinin (900 milyon) okuma yazması yoktur, yine yaklaşık beşte biri her gün aç yatmaktadır. Her yıl 17 milyon kişi, ishal, sıtma veya tüberküloz gibi tıbben tedavisi mümkün olan, ateşli ve paraziter hastalıklara yakalandığı için ölmektedir. Sadece Afrika’da on milyonlarca insan çağın vebası denilen AIDS’in pençesi altındadır.
Emperyalist devletlerin denetiminde yürütülen ve büyük karlar sağlayan sektörlere dönüştürülmüş uyuşturucu, fuhuş, kumar gibi illetler, yoksullukla yarışırcasına insanlığı çürütmektedir. Yıllık 600 milyar dolar civarında olan kara para trafiği 100’den fazla ülkenin GSMH’sinden daha büyüktür. Uyuşturucu tüketimi ilkokul çağına inmiş, fuhuş “seks turizmi” adı altında Tayland gibi birçok Üçüncü Dünya Ülkesi’nde resmi olarak desteklenir hale gelmiştir.
İnsan üretici gücünü böylesine tahrip eden sistem benzer bir yıkımı insanlığın ortak malı olan doğa üretici gücü üzerinde yaratmaktadır.
* 19. yüzyıldan beri katı yakıtlardan gökyüzüne salınan karbondioksit miktarı yüzde 25 oranında, atmosferin ortalama ısısı ise 0.3-0.6 derece artmıştır. Atmosferde toplanan gazların yarattığı sera etkisiyle artan ısı; ani iklim değişikliklerine ve kitlesel ölümlerle gelen “doğal olmayan” afetlere neden olmaktadır.
* FAO’nun açıklamalarına göre 1993-2000 yılları arasında tüm tropik ormanların yüzde 40’ı yok edilmiş durumda. Çokuluslu şirketler ise. 1995 yılında ağaç ihracatından 5.5 milyar dolar kâr elde ettiler. Ormanların tükenmesi sonucu artan erozyon milyonlarca yılda oluşan ince toprak tabakasını hızla eritmektedir.
* Ekilebilir toprak sürekli azalıyor. Kullanılan tarım ilaçları ve kimyasal gübreler sonucu artan tuz oranı toprağı verimsizleştiriyor ve çölleştiriyor.
* Atıklarla ve aşırı tuzlanma nedeniyle içilebilir ve kullanılabilir su sürekli azalıyor. Temiz su sorununun 21. yüzyılın en temel sorunlarından birisi olacağı öngörülmektedir.
* Hava kirliliği kentleri yaşanmaz hale getirmiştir. Araştırmacılara göre bu kirlilik sonucu; 2020 yılında her üç ölümden birisi akciğer hastalıklarına bağlı olacaktır.
* Hayvanat bahçesine çevrilen kimi sınırlı alanlar dışında, doğal yaşam ve canlı çeşitliliği aşırı avlanma ve ekolojik tahribat nedeniyle büyük bir hızla kurutuluyor.
Bütün bu tahribatın yüzde 75’inden zengin ülkelerde yerleşik yüzde 25 nüfus sorumludur. Bugün bir Bangladeşli’nin tükettiği enerji miktarı kömür cinsinden 69 kg iken, bir ABD’linin tüketimi 10.127 kg’dır. Çelik 2 kg’a 417 kg, kağıt 1’e 308, çimento 3’e 284 kg’dır. Bir Bangladeşli’nin ABD’li düzeyinde tüketmesinin, yani tüketim çılgınlığına dayalı emperyalist kapitalist sistemin evrenselleşmesinin ise doğada maddi karşılığı yoktur. Merkezlerin tüketim seviyesinin sürdürülebilmesi ancak insanlığın giderek daha büyük bölümünün zora dayanarak yoksullaştırılmasıyla mümkün olabilmektedir.
II- Emperyalist ekonominin krizi ve asalaklaşan sermaye
‘70’lerde yaşanan ve adına petrol krizi denilen, fakat esasta kapitalizmin doğasından gelen, kar oranlarının düşüş eğilimi ve aşırı üretim/eksik tüketimden kaynaklanan yapısal kriz; uluslararası para sistemini (Bretton Woods) çökertmiş ve günümüze kadar etkilerini gösterecek bir durgunluk (resesyon) dönemi başlatmıştı. İlk olarak Ford’un fabrikalarında uygulandığında sömürü oranını olağanüstü büyüten (Fordist) bant sistemi sermaye birikimini sürekli genişletmek zorunda olan sistemin ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geldiğinde, kar oranları düşüşü ve üretime yönelemeyen bir sermaye fazlasının oluşmasıyla kendisini gösteren ekonomik bunalım ‘70’lerden sonra merkez ülkeleri hızla kuşatmaya başladı. ‘73 petrol krizinin ardından büyük miktarlara ulaşan petro dolarların merkez ülkelere akışı, sigorta ve kredi fonlarındaki birikim, sermaye fazlası sorununu daha da yakıcı hale getirmişti.
Emperyalist ekonomiler yaşadıkları yapısal krizi öncelikle bağımlı ülkelere aktararak aşmaya yöneldiler. Bunun için uluslararası işbölümü yeniden düzenlendi ve merkez ekonomilerde yük oluşturan kar oranı düşük emek yoğun sektörler “ihracata yönelik sanayileşme” adı altında bağımlı ülkelere kaydırıldı. Bu yolla bağımlı ülkelerden ucuz tüketim malı sağlanarak, metropollerdeki yüksek emek maliyeti düşürülecek ve kar oranları artırılabilecekti. Bağımlı ülkelerdeki göreli yüksek ücrete ve iç pazara dönük -ithal ikameci- ekonomiler tümüyle tahrip edildi. Yerine iç tüketimin aşırı derecede kısıldığı, ucuz emeğe dayalı ihracat ekonomileri geçirildi. Meksika’dan Güneydoğu Asya’ya kadar uzanan bir kuşakta uygulanan ve sendikal-siyasal örgütlülüklerin dağıtılmasını gerektiren bu ekonomi politika; ancak faşist iktidarlar aracılığıyla hakim kılınabildi. Dönemin revaçtaki kavramı “ekonomik entegrasyondu. Emperyalist merkezler daha sonra ekonomik bloklara dönüştüreceği bu kuşağı; bir nevi serbest bölge haline getirerek, aşırı meta üretimini ve bunalım yaratan sermaye fazlasını eritme zemini yarattı, i Krizi merkezden çevreye taşıyan bu akış, bağımlı ülkelerde üretimi daraltıp hızla tahrip ederken, aktarılan sermaye fazlası da büyük borç krizlerine yol açtı. ‘73-’80 arası Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde borç seviyesi % 811 artarak 68 milyar dolardan 620 milyar dolara çıktı.
Diğer yandan merkezlerde kredi mekanizmalarıyla pompalanan tüketim çılgınlığı resesyona çözüm olmayınca, neoliberal politikalar ‘80’lerle birlikte başta ABD ve İngiltere’de olmak üzere emperyalist ülkelerde devreye sokuldu. Çevre ülkelerde uygulanan işçi sınıfına topyekün saldırı bu politikayla merkez ülkelere taşınıyordu. ‘29 dünya bunalımından sonra kapitalist sistemin can havliyle sarıldığı devlet kapitalizmi geçen sürede ekonomilerin neredeyse yakısını oluşturacak seviyelere ulaşmıştı. Neoliberalizm, açlıktan kendi kuyruğunu yiyen yılan gibi özel sermayenin kamu ekonomisini yağma tarzında tüketmesi sürecini başlattı. Özelleştirmeler, işten çıkarmalar, sendikasızlaştırmalar, sosyal devlet uygulamalarının tasfiyesi, kamu servetinin özel sermayeye dönüştürülmesinin aracı olarak devlet borçlanmaları ve sermaye hareketinin önünde engel oluşturan her türden yasanın ulusal ve uluslararası düzeyde kaldırılması neoliberal politikaların temel unsurları oldu.
Böylelikle uluslararası finans kapitalin önünde iki yol açılıyordu. Birincisi işçi sınıfının geriletilmesine ve daha fazla artı değer sömürüsüne olanak tanıyan “esnek üretime” geçiş. İkincisi ise; özelleştirmeler, devlet borçlanmaları, rant ve döviz piyasası vb. ile mali sektörün; dolayısıyla spekülatif kazanç olanaklarının olağanüstü genişlemesi. Tümüyle esnek üretime geçilmesine rağmen merkez ülkelerin ‘70’lerden beri devam eden büyüme oranlarındaki gerileme durmadı. Grafikte yukarı doğru yükselen yalnızca spekülatif sermayenin artan karı ve büyüyen hacmidir.
Mali piyasalarda faiz, rant, döviz kuru, hisse senedi gibi araçların arz-talebiyle oynayarak, değer ve fiyat arasındaki ilişkiyi dilediği yönde bozabilen spekülatif sermaye, üretim zahmetine girmeden artı değerin büyük bölümünü ele geçirebilmektedir. Sermayenin iki bileşeni (kapital ve finans sektörleri) arasındaki dengenin finans kesimi lehine bozulması; emperyalist dönemin ayırdedici karakteridir. “Kapitalizmin çürümesi, son derece büyük bir rantiyeler, ‘kupon keserek’ yaşayan kapitalistler tabakasının doğmasında kendini gösterir.” Lenin’in yüzyılın başında tespit ettiği bu gerçeklik günümüzde olağanüstü boyutlara ulaşmıştır. UNCTAD ‘94 raporuna göre “reel olarak yatırımlar 1914 seviyesinin gerisindedir. 20 yıl önce toplam sermayenin yüzde 20’si spekülatif alana yönelikti, şimdi yüzde 95’i”. Dünya Ticaret Örgütü’nün 1996 açıklamasına göre ise; 199 I ’de dünya çapında mayın gibi dolaşan spekülatif sermaye 8 trilyon dolar civarındaydı, bu seviye ‘96’da ise 34 trilyon dolara çıktı.
Neoliberal politikaların uygulanmasıyla merkezlerdeki borsalar ‘83-‘87 arasında ortalama yüzde 300 büyüdüler. 1980-90 arasında, tahvil ve hisse senedi piyasalarındaki işlem hacminin GSMH’lere oranı büyük bir sıçrama göstererek; ABD’de %9’dan %93’e, Almanya’da %8’den % 85’e, Japonya’da % 7’den %M9’a ve İngiltere’de de I985’de %386’dan % 690’a yükseldi. Sermayenin spekülatif alana doğru bu hızlı kayışı; para ve tahvil piyasalarının meta piyasalarına oranını; ‘79’daki 6 katından, ‘86’da 20 kata ulaştırdı. Bu sermaye, girdiği alanlarda üretimi kışkırtan sonuçlar yaratsa da, esas olarak üretimle değil, paylaşım aşamasıyla ilgilidir. Mali piyasalardaki para oyunları üzerinden kapitalizm tarihinde görülmedik ölçülerde; çevreden merkeze, kamudan özele, küçükten büyüğe doğru sermaye el değiştirmektedir.
Spekülatif sermayenin kanserleşme tarzındaki büyümesi; artı değerin giderek daha büyük bölümünün rantiyeci kesimlerin elinde toplanmasına, üretken sermayenin spekülasyona kaymasına ve mali krizlerin kalıcılaşmasına yol açmaktadır. Üretimin bolluğundan değil, kıtlıktan kazanan, ticaretten elde edilen fazlanın üretime dönmesini koyduğu ağır faizlerle engelleyen tefeci bezirganlık; Doğu toplumlarında kapitalizmin gelişmesinin önündeki temel engel ve sistemde açık bir çürüme belirtisiydi. Benzer ilişki günümüzde spekülatif sermaye için geçerli olmaktadır.
Gerek merkezlerde spekülatif sermayenin maddi karşılığına göre ölçüsüz büyümesi nedeniyle gerekse bağımlı ülkelerin varlıklarına el koymanın kolay yolu olarak mali krizler; istisna olgular olmaktan çıkmış ve sermaye hareketinin kuralı haline gelmiştir. Merkez ekonomilerde bile denetlenemeyen spekülatif sermaye hareketi; Üçüncü Dünya’nın kaderi olan istikrarsızlık ve sık sık gelen mali çöküntüleri merkez ekonomilerinin de işleyiş tarzı haline getirmiştir. ‘87 ABD borsa krizi, ‘92 İngiliz paundunun çöküşü, ‘92-‘93 Avrupa döviz piyasasındaki kriz, ‘97’den bu yana Japonya’nın içinden çıkamadığı kriz, ‘98 ABD’nin özellikle teknolojik alanda yatırım yapan şirket hisselerinin yüzde 50’lere varan düşüşü yakın dönemin birkaç örneğidir.
Amerikan Down Jones borsasında bir günde 500 milyar doların buharlaştığı ‘87 krizine kadar merkezlerde yoğunlaşan ve ölçüsüzce büyüyen spekülatif sermaye; bu tarihten sonra çevre ülkelere yöneldi. Sadece ‘90-‘94 arasında, 50 Üçüncü Dünya Ülkesi’nde yeni borsa faaliyete açıldı ve ‘89’dan ‘93’e kadar bu ülkelere akan net sermaye miktarında 15 kata varan bir yükseliş oldu. ‘86’da 2.1 milyar dolar olan yabancıların elindeki hisse senedi miktarı ‘93’e gelindiğinde 200 milyar dolara çıkmıştı. İletişim tekniğindeki gelişimin sağladığı olanaklarla, dünya çapında muazzam bir hareket hızı kazanan “spekülatif sermaye yayılması”, aynı süreçlerde gündemleştirilen “küreselleşme” söylemlerinin de maddi temeli olmuştur. Kavramın teknik bir durumdan ideolojik bir söyleme yükselmesi ise, yine aynı tarihlere denk gelen sosyalizmin çözülmesi ve kapitalizme yeni yayılma alanlarının açılmasıyla ilgilidir.
“Küreselleşme” ile Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde önceki tüm sömürge dönemlerini aşan derinlikte bir talan başlatılacaktır. Aşırı borçlanma, ulusal paraların devalüasyonlarla yıkımı ve ekonomilerin “dolarize” edilmesi, merkez bankalarının “özerk”leştirilerek ulusal devletten koparılması ve uluslararası finans kurumlarının kontrolüne verilmesi, özelleştirmelerle kamu ekonomisinin tasfiye edilişi, tarımsal üretimin çökertilmesi ve yeraltı yerüstü zenginliklerinin hızla ÇUŞ’ların eline geçişi, küreselleşmenin bağımlı ülkelere dönük temel uygulamaları oldu. Türkiye, Arjantin, Brezilya, Meksika, Rusya, Endonezya, Güney Kore, Cezayir, Nijerya, Tayland ve Malezya gibi ülkelerde son on yılda krizler kalıcı karakter kazandı. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin dış borçları 2 trilyon dolara ulaştı.
Spekülatif sermaye hareketinin önünü tıkayan Üçüncü Dünya Ülkelerimdeki sosyal-siyasal-iktisadi engeller ise; IMF programları, OECD, WTO, MAI üzerinden dayatılan kurallar ve suni olarak yaratılmış mali krizlerin zoruyla aşıldı. Bağımlı ülkelere dönük bu dayatmalar bir yandan ulusal devletleri fiilen tasfiye ederken diğer yandan NAFTA, ASEAN, AB ve OPEC gibi daha geniş bloklarda eritilme sürecine soktu.
Bu bloklaşmalar burjuva ideologlarının dillendirdiği “küreselleşme” söylemlerinin bir başka açıdan inkarıdır. Emperyalist egemenlik ilişkilerinin hakim olduğu bir dünyada sermaye yayılması “küreselleşmeyi” değil, aksine her emperyalist gücün kendi iktisadi-siyasi-askeri hegemonya alanlarını yarattığı, daha keskin sınırlarla ayrışmış bir bloklaşmayı dayatmaktadır. Dünyanın geri kalan bölgeleri ise sistemin içine alamadığı bataklıklara dönüştürülmektedir.
Birleşmeler yoluyla çok uluslu şirketlerin muazzam gelişmesi, ekonomilerin birbirleriyle bağlarının derinleşmesi ve çeşitlenmesi, emperyalist güçlerin çıkarları gerektirdiğinde ortak davranmaları; küreselleşmeci tezlere dayanak oluştururken, aynı olgu sol kesime de toptancı bir emperyalizm anlayışı olarak yansımaktadır. Bu yaklaşım emperyalizmi anlaşılmaz hale getirirken paylaşım savaşları gerçeğini de görünmez kılıyor.
Bugünkü “küreselleşme” olgusunun benzeri Birinci Dünya Savaşı öncesinde çok uluslu şirketlerin sahneye çıktığı mali yayılma döneminde yaşanmıştı. Kautsky bu olguyu; paylaşımın barışçıl yollardan yürütüleceği “ultra emperyalizm”e doğru bir gidiş olarak yorumlarken, Lenin; kapitalizmin “eşitsiz gelişim yasası”yla işlediğini tespit etmiş ve değişen güç ilişkilerine göre paylaşımın yeniden düzenlenmesinin zorunlu olduğunu, bunun ise esas olarak savaşlar yoluyla gerçekleşeceğini öngörmüştü. “Kapitalist düzen içinde, nüfuz bölgelerinin, çıkarların, sömürgelerin paylaşılması konusunda paylaşmaya katılanların gücünden, bunların genel ekonomik-mali-askeri vb. gücünden başka bir esas düşünülemez. Oysa paylaşmaya katılanların gücü aynı şekilde değişmemektedir, çünkü kapitalist düzende farklı girişimlerin, tröstlerin, sanayilerin, ülkelerin, eşit şekilde gelişeceği düşünülemez. Almanya, yarım yüzyıl kadar önce kapitalist gücü o zamanki İngiltere’nin gücüyle karşılaştırıldığı zaman zavallı önemsiz bir ülkeydi; Rusya ile karşılaştırıldığı zaman Japonya da aynı durumdaydı. On ya da yirmi yıllık bir süre içinde emperyalist güçlerin nispi kuvvetlerinin değişmeden kalacağını söyleyebilir miyiz? Kesinlikle söylenemez”, “güçler arasındaki ilişki değişikliğe uğradıktan sonra kapitalist düzende çelişkilerin çözümünü sağlayacak kuvvetten başka şey var mıdır?” Emperyalizmin hareket yasasını açıklayan bu tespitler; yirminci yüzyıl boyunca gerçekleşen iki dünya savaşı ve sayısız bölgesel savaşlar tarafından doğrulanmıştır.
III- Yeni Dünya Düzeni ve emperyalist paylaşım mücadelesi
“Küreselleşme”nin siyasal karşılığı “Yeni Dünya Düzeni” kavramıyla tanımlandı. ABD Başkanı Bush’un 90’da dillendirdiği bu kavram;
İki kutuplu dünya dengelerinin çözülmesiyle dizginlerinden kurtulan emperyalistler arası rekabetin dünya ekonomik krizinin de etkisiyle olağanüstü artışı,
Bolşevik Devrimi ve Halk Demokrasilerinin emperyalist paylaşımın dışına çıkardığı alanların yeniden paylaşım konusu olması,
Ve neoliberal politikalar etrafında dünya halklarına yöneltilecek emperyalist saldırının, askeri siyasi ihtiyaçları tarafından belirleniyordu.
Bu olguların üzerinde oturduğu zeminde ise; ana hatları II. Dünya Savaşı’nda kurulan emperyalistler arası güç dengelerinin süreçteki eşitsiz gelişim nedeniyle değişime uğraması ve oluşan yeni dengelere göre dünyanın yeniden paylaşımının zorunluluğu bulunuyordu. Tarihsel süreklilik içinden bakıldığında Sovyetler’in çözülüp yerini bir emperyalist güç olarak Rusya’ya bırakması ve paylaşılacak yeni alanlar açılmasının; mevcut emperyalist rekabete sadece yeni bir boyut kazandırdığı daha açık görülebilir. Emperyalizm, savaş yoluyla dünyanın yeniden yeniden paylaşılması demek olduğu iki kutuplu dünya atmosferinde oldukça silikleşmişti. Peş peşe iki dünya savaşına yol açtıktan sonra sosyalizm prangasıyla dizginlenen emperyalist güçler; uzlaşma ve koalisyonların istisnai, keskinleşen rekabet ve savaşların ise kural olduğu gerçeğini 90’dan sonra tüm çarpıcılığıyla bir kez daha dünyanın gündemine dayatacaklardır.
IV- Emperyalist güç dengelerindeki değişimin tarihsel niteliği
1. Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkan ve anayasaları Amerikan silahlarının gölgesinde yazılan Japonya, Almanya ve İtalya emperyalist rekabetten düşürülmüş, savaş yorgunları İngiltere ve Fransa ise egemen güç olma konumlarını yitirmişti. Dünya, SSCB ve ABD şahsında sosyalizm ve emperyalizm dengesine oturdu. ABD’nin yükselişine rağmen, “bir bütün olarak” emperyalizm, sosyalizm karşısında birçok cephede yenilgiye ve muazzam bir mevzi kaybına uğramıştı. Emperyalist kamp Nazi Almanya’sının Sovyetler’i dize getireceğini beklerken, Sovyetler Avrupa’nın yarısını da kapitalizmden koparmış, kalanı ise sosyalizmin kazandığı itibar ve savaşın yıkıcı etkileri nedeniyle devrim tehdidi altına girmişti. Birinci savaş sonrası yenilen Almanya’nın sosyalizmin kıyısından dönüşü egemenlerin hafızalarından silinmediği için, emperyalizm önce cephe gerisinde savaşmak zorunda kaldı ve ABD tüm olanaklarını Avrupa’da kapitalizmi yaşatmak için seferber etti. ABD, kapitalizmin geleceği için Avrupa’yı imar ederken kaçınılmaz olarak egemenliğini alttan alta oyacak dinamikleri, karşıtlarını da üretiyordu. Savaşla yıkılan Avrupa ve Japonya’nın ekonomileri sanayilerini inşa etmeye günün en ileri teknikleriyle başladılar ve geleneksel engellerden sıyrılmış ekonomi ABD’ye göre çok daha büyük bir hızla gelişti. Savaş büyük bir yıkımdı ve bu ülkelerde büyük bir yenilenme olanağı yarattı. Savaş sonrası eşitsiz gelişme yasası bu temelde işleyecek ve 70’lere gelindiğinde emperyalist güç dengelerini bir kez daha değişime zorlayacaktır.
İkinci savaştan üstün çıkan ve kapitalizmin dümenine geçen ABD emperyalizmi ise; kurumlan da (BM, NATO, IMF, OECD), kuralları da (Bretton Woods) belirliyor, yeni sömürgeci metotlarla müttefiklerinin elinden sömürgeleri parça parça koparıyor, sömürge tekelini ele geçirmek ve kapitalizmin dünyasal sorunlarıyla boğuşmak için askeri gücünü sistemli olarak artırıyordu. Savaş sonrasında uzun bir süre dünya GSMH’sinin yüzde 40’ını üreten ABD’nin, diğer emperyalist güçlerle karşılaştırılamayacak açık bir üstünlüğü vardı. Fakat ‘60’larla birlikte demir-çelik, dayanıklı tüketim malları, otomotiv gibi standart sektörlerde Avrupa ve Japonya büyük bir hızla gelişti ve giderek Amerikan pazarında etkili olmaya başladılar. ‘70’lere gelindiğinde dış ticaret açığı sürekli büyüyen ABD; korumacı önlemler almak ve aşırı ithalatı azaltmak amacıyla doların değerini düşürmek zorunda kaldı. İkinci savaş sonrası doları dünya parası haline getiren Bretton Woods Anlaşması’nı (doların altına karşılık olduğuna ABD güvencesi) Japonya ve Almanya’nın itirazlarına rağmen tek yanlı iptal etti. ‘70’te ABD’nin dünya GSMH’si içindeki payı dörtte bire düşmüştü. 1955-73 yılları arasında ABD ekonomisi yıllık yüzde 3, Batı Avrupa ülkelerinin ekonomisi yüzde 5-6 büyürken, Japon ekonomisi her yıl ortalama bir önceki yıla göre yüzde 9’luk bir büyüme gerçekleştirdi. Bu süreçte Avrupalı emperyalist güçler ABD ile rekabet edebilmek için önce AET’yi, sonra AB’yi oluşturacak ve Kuzey Afrika’yı da içine alacak şekilde kendi iktisadi-siyasi hegemonya alanını yaratmaya girişecekti. Japonya da Uzakdoğu’da benzer bir arka bahçe yaratabilmişti. ABD’nin iktisadi gerilemesi bu gelişmeleri engellemeye yetmedi. Güç dengelerindeki bu değişimin siyasal karşılığı ise; I. Dünya Savaşı’nda ölenlerden daha fazla can kaybının olduğu 30’u aşkın bölgesel savaştır.
Ekonomik açıdan rakiplerine hakimiyet kuramayacağının anlaşılmasının ardından, ABD’nin dünya sömürge tekelini ele geçirme hayali de on binlerce askeriyle birlikte Vietnam bataklıklarına gömüldü. Kapitalizmin dünyasal sorunları ABD’nin gücünü çok aşmıştı. Vietnam yenilgisi bir dönüm noktası oldu. Nikson Doktrini’yle II. Dünya Savaşı sonrası dönemin bittiği, bundan böyle Amerikan askerinin çatışmalarda kullanılmayacağı, müttefiklerinin kendi savunmalarını üstlenmeleri gerektiği ve ‘gelecek yönetimlerin görevinin, dünyanın neresinde çıkarsa çıksın Vietnam tipi bir savaşın olmasını önlemek’ olduğu söyleniyordu. ABD ilk kez Sovyetler’le nükleer silah indirimi anlaşması (SALT) yapmaya razı oldu. Dünya jandarmasının bu keskin dönüşü, Amerikan ekonomisinin içinde bulunduğu krizle bağlantılıydı. Nikson ve onu izleyen Carter döneminde uygulanan askeri harcamaların kısılmasına dayalı ekonomik strateji; kısmi bir genişlemeye yol açsa da, istihdam yaratıcı sanayiler beklendiği düzeyde gelişmedi. 1970’lerin sonunda enflasyon ve işsizlik hızla büyürken kar oranları küçülmeye devam etti. Diğer yandan emperyalist rakipleri istikrarlı gelişimlerini sürdürüyordu. 1972’den itibaren Japonya ulusal brüt üretiminin ortalama %17’sini yatırıma dönüştürebilirken ABD ancak %12’lik bir seviye tutturabilmişti.
V- Keskinleşen emperyalist rekabetin askerileşme eğilimi
Siyasi hegemonya için daha çok savaş sanayisi ile ekonomik rekabet için daha az askeri harcama ikilemi; 70’den 80’e kadar ABD ekonomisinin temel çelişkisi olmuştur. Bu çelişki Roma, Osmanlı ve İngiliz imparatorluklarının çöküş gerekçesi olan; hegemonyayı korumak için kaynaklarını artan oranda askeri alana kaydırma eğilimi yönünde çözülecek, 11 Eylül’e ve günümüze kadar gelen Amerikan ekonomi politikasının da temelini atacaktır.
‘79’a gelindiğinde İran, Nikaragua devrimleri ve Sovyetler’in Afganistan’a girişi gibi siyasal gelişmelerin nüfuz alanlarını daraltmasının da etkisiyle, Reagan yönetimi önceki dönemin tersine bütün ağırlığıyla ekonominin militarizasyonuna yöneldi. Askeri sanayi, onun araştırma-geliştirme çalışmalarıyla beslenen bilgisayar sektörü ve siyasi hegemonyayla doğrudan bağlantılı petrol sektörü, sermaye birikiminin öncü alanları kabul edildi. Reagan döneminde ABD askeri harcamaları; ‘83’ten sonraki beş yıl için 1.6 trilyon dolar olarak planlanmıştı. O süreçten günümüze dek her yıl ortalama 300 milyar dolar bu sektöre ayrıldı. Yeniden pişirilmiş anti-komünizm ve Rambo filmlerinin eşliğinde Amerikan toplumu yıldız savaşlarına kadar varacak bir militarizasyon yükünün altına çekildi. Sivil gereksinimler için harcanan her 100 dolara karşılık, 40 dolar askeri harcamalara gidiyordu. Bu oran Almanya’da 13, Japonya’da 3 dolar seviyesindeydi. 2.5 milyonu asker, yaklaşık yedi milyon kişiyi istihdam eden Amerikan Genelkurmayı Pentagon, yüz bin firmayla iş yapıyor hale gelmişti. O dönemde General Electric, Tenneco, General Dynamics, MC Donnel Douglas, Rayheon gibi tekeller Pentagon’un siparişleriyle iki yüz milyar doları aşan karlar elde ettiler. Reagan’ın ilk dönemindeki ekonomik parlaklık, İran-lrak savaşının bitişi ve Sovyetler’in çözülmesinin silah pazarında yarattığı önemli daralmalar nedeniyle; yükselişi gibi büyük bir hızla gerilemeye başladı. ‘87 borsa krizinin de etkisiyle bir kaç yıl içinde ABD’nin dış ticaret açığı devasa büyüklüklere ulaştı, iflaslar ve işten çıkarmalar çoğaldı. ‘89 yılında Japon ekonomisi ABD ekonomisinin yarısı kadar olmasına rağmen 549 milyar dolarlık bir yatırımla, ABD’nin 515 milyarlık yatırımını geride bırakıyordu. “Boş kalan değirmen taşının kendisini öğütmesi” gibi askeri sınai kompleks ABD ekonomisinin temelini öğütmeye başlamıştı. Savaş sanayisi kendi pazarını yaratmak zorundaydı. Libya ve Somali zorlandıktan sonra Saddam’a yapılan provokasyonla amaca ulaşıldı.
ABD’nin; YDD sürecine de damgasını vuracak bu savaş bağımlılığı, ekonomideki tıkanmaları silah aşısıyla giderme çabasının ötesinde; birbiriyle bağlantılı iki temel stratejik nedene dayanmaktadır. Birincisi; yüzde 90 oranında ithal petrole bağımlı Japonya ve AB’ye karşı rekabet üstünlüğünü korumak için hammadde kaynaklarını, dağıtım, fiyatlandırma ve gelirleri düzeyinde denetim altında tutabilmek, İkincisi; yine AB ve Japonya’nın “ekonomik güçleri ile doğru orantılı bir askeri siyasi konuma ulaşmalarını engelleyebilmektir”. Bu hedefin diğer ayağını Çin, Rusya, Hindistan ve İran gibi güçlerin dünya askeri güç dengelerini bozabilecek girişimlerinin ve özellikle emperyalist rakipleriyle olası ittifaklarının önünü kesmek oluşturur.
ABD’nin ikinci savaş sonrası dünya GSMH’sinin yüzde 40’ını üretebilirken, 2020 yılında ancak yüzde 10-20’lik bir ekonomik seviyeye gerileyeceği kendi ideologları tarafından söyleniyor. Askeri alandaki üstünlüğünü sürdüremezse, yaşadığı iktisadi gerileme ABD’yi hegemonik konumdan “güçlerden birisi” durumuna düşürecektir. Bu gerçeklikler ABD’nin neden sistemli bir askerileşme eğilimi içinde olduğunu açıklamaktadır.
11 Eylül ve sonrası gelişmeleri de esas olarak bu tarihsel süreklilik içinde görmek gerekir. 11 Eylül ABD’nin saldırganlığına meşruiyet uydurma ve ortalama yıllık 300 milyar dolar olan silahlanma harcamalarını (2003 için ) 379 milyar dolara çıkarma imkanı vermiştir. Bu silahlanma eğilimine hız kazandırması dışında 11 Eylül’ün ayırdedici yanı; ABD’nin içine dönük amaçlarıyla ilgilidir. Bunlar egemen sınıf içi ilişkilerin, en saldırgan kesimleri oluşturan petrol silah ve bilgisayar tekellerinin lehine düzenlenmesi ve “Vietnam sendromu”, “Amerikan tarzı yaşam”ıyla, egemenlerinin stratejik ihtiyaçlarına karşılık veremeyen Amerikan toplumunun, Nazi Almanyası veya İsrail tarzı bir askeri toplum olmaya doğru sürüklenmesidir. ABD emperyalizmi dışta savaştığı kadar içte de savaşmak zorunda kalacaktır.
Vietnam yenilgisinden sonra bir yalpalamanın ardından 30 yıldır istikrar kazanan militarizasyon ABD için geri dönülmez bir eğilimdir. Bizde her on yılda bir darbeyle ekonomik ilişkilerin yeniden düzenlenmesi gibi ABD ekonomisi de her on yılda bir devreye sokulan savaş dalgasıyla belini doğrultabilmektedir.
11 Eylül öncesinde faizler son elli yılın en düşük seviyesine çekilmesine rağmen hemen hemen tüm sektörleri kuşatan gerileme engellenememişti. 11 Eylül’ün ardından ise; askeri harcamalar Vietnam Savaşı’ndan bu yana olan en büyük artışla yüzde 19.6’ya çıkartıldı. Bu artış ekonomide karşılığını derhal üretti ve büyüme oranı 2001 ’in son dört ayında yüzde 1.7, 2002’nin ilk dört ayında ise yüzde 5.8 seviyesine çıktı. Askerileşme yoluyla krizlerini erteleyebilen ABD; emperyalist ekonominin siyasi hegemonyaya ne düzeyde bağımlı olduğuna açık bir kanıttır. Tersine örnek ise Japonya’dır. Savunma harcamalarını GSMH’sinin yüzde 1’inden yukarıya çıkarması II. Savaş’la yasaklanan Japonya; 97 öncesinde uluslararası finans hareketinde kesin bir ağırlığı olan ve yüzde 8-9’la büyüyen bir ekonomiye sahipti. Fakat özellikle spekülatif sermaye hareketini siyasi hegemonya ile destekleyemediği için ‘97’den beri iktisadi etki alanındaki ülkelerle birlikte derin bir mali krizde debelenmektedir.
Emperyalizmin zora dayalı karakteri diğer emperyalist güçleri de bu yöne sevk etmektedir. ABD’nin askeri üstünlüğünü kullanarak elde ettiği rantı daha fazla ödemek istemeyen AB ise; kendi askeri organizasyonunu oluşturmaya girişmiş, AGSK (Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği) adı altında NATO’dan “maksimum otonomiye sahip” bir birim kurmuştur. Avrupa ordusunun nüvesi kabul edilen bu organizasyonun; Prusya militarizmi ve Fransız sömürgeciliği geleneğine sahip AB emperyalizmi tarafından hızla etkili bir güce dönüştürüleceği açıktır. Ekonominin militarizasyonunda ise alınan mesafe çok daha ileri seviyededir. ABD’nin 11 Eylül öncesi savunmaya ayırdığı 300 milyar dolara karşılık, AB 140 milyar dolar harcamaktadır.
Emperyalist güç dengelerindeki değişim ve yeniden paylaşımın zora dayanma diyalektiğinin bir başka kanıtı da; iki dünya savaşı öncesinde olduğu gibi uluslararası hukukun ve kurumların deformasyonunda görülüyor. Hegemonik güç olarak ABD; hem BM, NATO gibi kurumlan kendi istekleri doğrultusunda karar almaya zorlar ve işlevsizleştirirken hem de uluslararası ilişkilerini tek taraflı (unilateral) kurma eğilimi içindedir. İki kutuplu dünya dengesinde bir karşılığı olan uluslararası hukuk ve kurumlar, günümüzün giderek kızışan emperyalist paylaşım gerçekliğine artık karşılık gelmiyor. Güçler değişince hukuk ve kurumların da çözülmesi ve yerini zor hukukuna bırakması kaçınılmazdır. Ta ki hesaplaşmanın ardından yeni bir güçler dengesi oluşana dek.
VI- Yeniden paylaşımın pratik uygulamaları
Paylaşımı yürüten emperyalist iradelerin başında ABD, AB ve Japonya bulunuyor. Bunların ardından; Sovyetler’in yerini alan ve sahip olduğu hammadde kaynakları ve nükleer güce dayanarak etkili olmaya çalışan Rusya ve muazzam büyüklükteki iç pazarında yüzde 10’lara varan yıllık büyüme hızıyla Çin gelmektedir.
90’la birlikte Sovyetler’in çözülmesi Doğu Avrupa, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’ya kadar uzanan bir emperyalist paylaşım kuşağı yarattı. Bu kuşakta Doğu Almanya, Polonya, Macaristan, Çekoslovakya kısa sürede ve daha çok ekonomik metotlarla AB tarafından kapatıldı. Bu gelişmeyi engellemesi iktisaden mümkün olmayan ABD; NATO’nun bu ülkelere doğru genişletilmesiyle askeri varlığını derinleştirmeye yöneldi. Kendi stratejik önceliği ise; Ortadoğu’daki petrol kaynakları üzerindeki kontrolünü, Kafkaslar ve Orta Asya’ya yayma temelindeydi. Henüz Sovyetler çözülmeden Amerikan tekelleri Rusya ve Kafkaslar’daki; toplam üretimin yüzde 60’ını kapsayan ölçüde petrol ve doğalgaz anlaşmaları yapmıştı. ABD emperyalizminin bu stratejisinin zora dayanan ikinci adımı ise Körfez Savaşı’yla atıldı.
Irak “Yeni Dünya Düzeni”nin ilk icraatıydı. Uluslararası kurumların “hukuki” desteğinde, en gelişkin teknolojiler kullanılarak Irak halkı kırıma uğratıldı. Ülke fiilen üçe bölündü. Sistemli bombalamalar, ambargo ve iç muhalefetin örgütlenmesine varan saldırı bir anlamıyla emperyalizmin dünya halklarına gövde gösterisi oluyordu. Saldırıda ABD’nin temel amacı; emperyalist rakiplerinin kendi denetimi dışında petrol alanlarına girişinin önünü kesmekti. İran’a uygulanan ambargo ile AB ve Japonya’nın yaptığı büyük miktardaki petrol anlaşmaları boşa düşürülmüştü, Körfez Savaşı’yla da Fransa’nın Irak’la yaptığı petrol ve silah anlaşmaları bozuldu. Ekonomilerinde enerji maliyetinin ağır yükünü taşıyan ve bu petrolün yüzde 65’ini Ortadoğu’dan karşılayan AB ve Japonya; böylelikle en önemli ilişkilerinden mahrum edilmiş oluyordu.
Saddam’a yapılan provokasyon Kuveyt’in işgaliyle sonuçlandıktan sonra, AB ve Japonya’nın ABD’nin haracını ödemekten kaçınması ve sorunun dışında kalması mümkün değildi. Saldırı koalisyonuna gönülsüzce de olsa dahil oldular. ABD Körfez Savaşı’nın ekonomik maliyetini rakiplerine ödetirken ve silah satışından altyapı ihalelerine kadar bölge ülkelerine dayattığı faturayla, askeri üstünlüğünün rantını fazlasıyla alıyordu. Fakat kurulan emperyalist koalisyon üç ay sonra dağıldı. ABD’nin emperyalist rakipleri günümüze kadar yürüttükleri politikayla Körfez Savaşı’nı olmamışa çevirecek düzeyde Amerikan ambargosunu boşa düşürdüler. Gelinen noktada Irak kapısı ABD’nin savaş amacının aksine rakiplerine açılırken kendisine tümüyle kapanmış ve ABD’yi yeni bir müdahalenin eşiğine getirmiştir.
YDD’nin Balkanlar’da yarattığı felaket Irak’tan daha geri olmadı. Elli yıl boyunca etnik kaynaşmanın en ileri örneği olan Yugoslavya; başını AB’nin çektiği emperyalist kışkırtmalarla tam bir etnik kıyım coğrafyasına dönüştürüldü. ‘92’de Yugoslavya’nın dağılmaması için Miloseviç’e AB ve ABD’nin bir milyar dolarlık yardım yapmasının ve “ayrılıkçıların ödüllendirilmeyeceğinin” ilanının üzerinden iki ay geçmeden, Alman federal parlamentosu ters bir çıkışla Slovenya ve Hırvatistan’ın “Kaderini Tayin Hakkını” tanıdı. Ayrılıkçı eğilimleri kışkırtan bu gelişme Balkanlar’ı ateş topuna çevirdi. Yüzbinlerce insan yaşamını yitirdi, iki yüz bin kadına tecavüz edildi, milyonlarca insan topraklarından göç etmek zorunda bırakıldı.
AB emperyalizmi demokrasi, insan hakları söylemlerinin gölgesinde Slovenya, Hırvatistan ve Bosna’yı kapatmıştı. ABD karşı hamleyi Kosova üzerinden yaptı. Tarihsel ilişkilerini kullanmak için TC’yi de bölgeye taşıyan ABD; Arnavutluk ve Kosova’da etkili olmaya çalıştı. Fakat TC’nin “bayrak, kitap” söylemleri Kosova’ya 9l’den günümüze 6 milyar dolar aktaran AB’nin karşısında etkili olmamış ve adım adım AB emperyalizmi Kosova’yı da kapatmıştır. TC’nin bölgedeki varlığı alan tutmaktan çok, AB güvenlik doktrinine bir ABD saplaması olarak durma amaçlıdır. ABD bu politikasıyla bağlantılı olarak NATO’yu, AB ordusundan önce bölge ülkelerinde yerleştirmeye çalışmaktadır.
Balkanlarda henüz paylaşım bitmedi. Sırbistan’a bağlı Voyvodina, Montenegro (Karadağ) ve Sancak bölgesi emperyalist müdahalenin hedef tahtasındadır. Sırp hükümeti kendi liderini para karşılığı teslim edecek kadar dize getirildi, fakat asıl çatışma AB ve ABD arasında olduğu için sayılan özerk bölgelerin geleceğini de bu paylaşım ilişkisi tayin edecektir. Nitekim Montenegro yerel hükümeti Avrupa Birliği’ne girme hevesiyle peş peşe ayrılıkçı kararlar çıkarmaya devam etmektedir.
Doğu Akdeniz’e hakim jeostratejik konumuyla Kıbrıs; Türkiye ve Yunanistan arasındaki bir sorunmuş gibi görünse de, özde AB ve ABD arasındaki gerilimin şiddetle yaşandığı, yeniden paylaşımın en önemli gündemlerinden birisidir. Kıbrıs sorunu; AB emperyalizminin sınırlarını Doğu Akdeniz’e taşıyacak ve Ortadoğu’daki stratejik ağırlıkları önemli oranda etkileyecek bölgesel nitelikte bir sorundur. AB tıpkı Yugoslavya’da yaptığı gibi; Türk ve Rum kesimleri arasında uluslararası anlaşmalarla güvenceye alınan “denklik ilkesini” tek yanlı bozarak Güney Kıbrıs’ı AB üyeliğine alma çabasındadır. Diğer yandan Kıbrıs’taki imkanlarını yitirmek istemeyen ABD; TC’nin direnciyle, bu girişimlere engel olmaya çalışmaktadır. Türk Devleti kara para merkezi ve kontrgerilla eğitim kampına çevirdiği Kıbrıs’ta halkın istekleriyle ilgili değildir. Politikasını belirleyen temel unsur; Ecevit’in de ağzından kaçırdığı gibi Bakü-Ceyhan Haiti’nin açılmasıyla daha da önemli hale gelecek Kıbrıs’ın stratejik değeridir. Bu paylaşım gerçekliğinden bakıldığında Türk Devleti ve onun soldaki hempalarının sözde ulusalcılığının; AB ve ABD arasındaki pazarlık terazisinde gramaj ağırlığı olmaktan öte bir anlam taşımadığı daha açık görülebilir. Kıbrıs konusu TC’nin AB macerasını da, Avrupa ordusu denilen AGSP’nin gidişatını da doğrudan belirlemektedir. Pazarlıklar komplekstir ve şimdilik diplomatik siyasi yöntemlerle sürdürülmektedir. Fakat paylaşım sürecinin Yunanistan ile TC arasında bugünkü sahte dostluğu sıcak çatışma seviyesine sıçratma ihtimali küçük değildir.
Kilit coğrafyalardan birisi olan Kürdistan’da; Kuzey’deki haklı direniş, emperyalist güçlerin iç çelişkilerine rağmen elbirliğiyle darbelenirken, Güney’de Irak sömürgeciliğinden koparılan alan, ABD eliyle fiili bir devletleşme seviyesine getirildi. ABD stratejik önemi çok yüksek olan bu alanda işbirlikçi bir devletleşmeyi Körfez Savaşı’nda planlamış, fakat bölgedeki güç dengelerinin uygun olmaması ve özellikle TC’nin itirazları bu adımı atmasını engellemişti. Bölge devletlerinden birinin koruması olmadan, bir devletleşmenin yaşatılmasının olanaksız olduğu; ‘96’da Irak ve İran ordusunun alana girip muhaliflerini dağıtmalarıyla açıkça anlaşılmıştı. Aynı dönemlerde gerçekleşen İsrail-TC-ABD stratejik işbirliğinin ardından Türk Devleti bu ittifakın hedefleri doğrultusunda Güney Kürdistan’ın gardiyanı konumuna çekildi. İran, Suriye ve Irak tecrit edilirken Türk Devleti’nin istediği gibi alana girip çıkmasına, istihbarat ağını kurmasına, iktisadi ilişkilerini geliştirmesine ve Türkmenler üzerinden derinliğini artırmasına bu stratejik anlaşma çerçevesinde izin verildi. Eski Alman başbakanı Kohl’un “Türkiye’nin doğu sınırları belirsizdir” diye gösterdiği tepki bu gerçeklikle ilgilidir.
ABD’nin Irak’a yeni bir saldırı hazırlığı içinde olduğu biliniyor. Bu saldırının amacı ne olursa olsun bölgesel güç dengeleri bir Kürt Devleti’nin oluşturulmasına izin vermeyecek niteliktedir. Böylesi bir müdahale eğer fiyaskoya dönüşmezse; olabilecek en ileri sonucu Irak’ta rejim değişikliğini sağlamak ve Kürt ve Şii bölgelerinin fiili durumunu özerklik veya federasyon temelinde hukukileştirmektir. Türk Devleti bu gelişmeleri kendi lehine çevirebilmek için oluşacak bir federasyonda Türkmenler’in de etkili olmasını sağlamaya çalışmaktadır. İsrail- ABD stratejik anlaşmasının gereklilikleri doğrultusunda gardiyanlık görevini yerine getiren Türk Devleti’nin; “Kürt devletini savaş nedeni sayarız” sözleri ise, ABD’ye karşı değil, bölge devletlerinin ve yerel iradelerin denetimsiz çıkışlarını engelleme amacı taşıyan sözlerdir.
ABD emperyalizmi 11 Eylül atmosferini kullanarak, Ortadoğu’da Körfez Savaşı sonrası kurulan, fakat geçen süreçte önemli ölçüde erozyona uğramış güç dengelerini kendi lehine yeniden düzenlemeye girişmiştir. Irak zayıflatılmış, fakat kesin sonuç alınamamıştır. Irak’ın zayıflaması ABD’nin asıl hedefi olan İran’ın fazlasıyla güçlenmesine yol açtı. İran’ın güçlenmesi ise; Kafkaslar ve Orta Asya’da pratik sonuçlar yarattığı gibi Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya kadar İslam ideolojisi temelinde bir etki alanının oluşması anlamı taşımaktadır. Arap yönetimleri ABD’nin etkisi zayıfladığı oranda özellikle Suudi Arabistan’da olduğu gibi ABD’ye ödedikleri haraca itirazlarını artırıyorlar.
Bush hükümetinin Irak saldırısı böylesi geniş çapta bir düzenlemenin parçası olmaktadır. Bu düzenlemelerin ilk adımı ise; İsrail’in Filistin halkına dönük katliamlarla yürüttüğü operasyondur. ABD bu pervasız saldırıyla; Arap yönetimlerinin dirençlerini kırmak ve kesin bir saflaşmaya uğratmak, Irak saldırısı sırasında cephe gerisinde patlak verecek Filistin- İsrail çatışmasını engellemek ve Filistin özelinde Oslo sürecinin, genelde ise Ortadoğu’da elini bağlayan Clinton döneminin Pax Amerikana politikalarını bütün sonuçlarıyla süpürmeyi amaçlamıştır. Fakat Filistin halkı yalnızlaştırılmasına ve dünyanın gözü önünde acımasız yöntemlerle saldırıya uğratılmasına rağmen hala dize getirilemedi. ABD’nin Filistin’i Irak’ın basamağı yapma politikası feda eylemleri direnişine takıldı. AB emperyalizminin soruna duyarsızlığı ve göstermelik itirazları ABD’yi Ortadoğu bataklığına itme ve yalnızlaştırma taktiği ile ilgilidir.
Orta Asya’ya açılan kapı olarak Kafkasya çok daha şiddetli bir paylaşımın coğrafyasıdır. Hala petrolün ve doğalgazın dünya enerji ihtiyacı içindeki payı % 60’ın üzerindedir, bölgenin taşıdığı trilyonlarca dolar değerindeki petrol ve doğalgaz zenginliği, bunun yaratacağı pazar ve daha önemlisi; bu kaynaklar üzerinde kurulacak hakimiyetin sağlayacağı rekabet üstünlüğü, emperyalist güçleri şiddetle karşı karşıya getirmektedir. Bu alandaki mücadele belki de Balkanlar’dakinden çok daha kanlı geçmeye adaydır. Rusya Kafkasya’da inisiyatifi kaybetmesinin bedelini emperyalist konumdan sömürge konumuna düşerek ödeyeceğinin farkındadır. Bunun için dezavantajlı olduğu ekonomik metotlara karşı tek dayanağı, çatışma ve savaşı sürekli gündemde tutmaktır. Rusya ‘93’lere kadar iç sorunları ve Baltık Cumhuriyetleri ile uğraşırken ABD ve Türk Devleti yeni oluşan Kafkas Cumhuriyetlerine derinlemesine girebilmişti. Fakat ‘93 sonrası Rusya’nın geliştirdiği yeni savunma konseptinin ardından Azerbaycan’da darbe, Gürcistan’da darbe girişimleri, Ermenistan’ın Karabağ’ı işgalini kışkırtma ve bölge ülkelerinin tümüyle askeri üsleri de içeren yeni anlaşmalar yaptı. ‘93 sonrası Rusya, Kafkaslar ı yeniden ele geçirdi. Rusya’nın darbeci yöntemlerine karşı ABD’nin kışkırttığı TC de bölgede karşı darbeler ve provokasyonlarda rol aldı. Bu çatışmalı sürecin ardından gelinen noktada Gürcistan; Şevardnadze’ye darbe girişiminde bulunanların kaçıp saklandığı Rus üslerini ve boru hatlarını koruma bahanesiyle davet edilen Amerikan askerlerini birlikte barındırmaktadır. Bu durum Gürcistan’ı olası bir ABD-Rusya geriliminin ilk patlak vereceği coğrafya yapmaktadır. Ermenistan, Rus inisiyatifi altındadır, ABD’ye yakınlaşan her yönetim ‘99 parlamento baskınında olduğu gibi pervasızca Rusya tarafından tasfiye edilmiştir. Azerbaycan, TC üzerinden ABD’nin denetiminde olmasına rağmen ancak Rusya’ya verdiği çeşitli ayrıcalıklarla ayakta kalabilmektedir. Iran, Rusya ile geliştirdiği ilişkiye dayanarak Hazar havzasında etkili olmaya çalışıyor. Buna karşılık TC ise Tebriz bölgesindeki Azeri nüfusu kışkırtarak ve Güney Kürdistan’daki Halkın Mücahitleri’ni destekleyerek İran’ı sıkıştırma politikası yürütüyor.
Emperyalist dış politika dünyasına “geç gelen” Rusya, diğerlerini geride bırakacak kadar ilkesiz ve pragmatik tutumlar geliştirebilmektedir. ABD ve AB arasında kıvrılarak yürütülen bu politikalar; aslında bir emperyalist güç olarak uzun vadeli stratejik çıkarları yerine kısa vadeli çıkarları esas alma zayıflığının bir göstergesidir. Bir yandan Çin ve Hindistan’la stratejik işbirliği yaparken, tümüyle bu ittifaka karşı bir üs oluşturma çabası olan ABD’nin Afganistan saldırısına onay verilmesi bu pragmatizmin sonucudur. Dünyanın en büyük petrol tekeli olan Gasfrom’un yüzde 25’inin Almanya’ya satılmasıyla; enerji konusunda AB emperyalizmiyle stratejik bir ortaklık geliştirildi. Bu yakınlaşmanın diğer ayağı da Türkiye içindeki AB uzantılarının marifeti olarak gerçekleştirilen ve Türkmen doğal gazını ABD inisiyatifinden Rusya’ya aktaran Mavi Akım projesiydi. Ancak Rusya; AB emperyalizmiyle kurduğu bu sıcak ilişkiyi pragmatik politikaları gereği dengelemiş ve bir kaç yıl önce “Doğuya yayılması savaş nedenidir” dediği NATO ile işbirliğine girmiş ve petrolü olabildiğince AB’den uzak tutmaya çalışan ABD’nin öne sürdüğü Bakü-Ceyhan Hattı’na, aktif karşı olma tutumundan vazgeçmiştir. Bizdeki sahte ulusalcıların bağımsız politika diye yutturmaya çalıştıkları ve açıklandığında sansasyon yaratan; Genelkurmay’ın “Rusya ile ittifak” önerisi, özünde ABD’nin Rusya ile taktik yakınlaşma politikasıyla bağlantılıdır.
Bu politika Afganistan ve Irak saldırılarında müttefiklerinden yeterli destek görmeyen ABD’nin Rus engelini aşma taktiğidir. Rusya’nın yürüttüğü denge politikalarının ömrü de ABD’nin Kafkaslar’ı gündemleştirme sürecine kadardır. Rusya; Kafkaslar’daki yaygın Rus nüfusu ve etnik gerilimlere dayanarak istediği anda istikrarsızlık yaratabilecek konumuna güvenerek, bugünkü pragmatik politikaları yürütebilmekte ve ABD’nin sızmalarına göz yummaktadır. Tek üstünlüğü elinde kalan askeri güç olan Rusya’nın diplomasiden çok gerilim politikasına yatkın olacağını kestirmek zor değildir.
11 Eylül sonrası ABD ilk hedef olarak Afganistan’a yöneldi. Bu seçim; Asya’da aleyhine oluşan stratejik dengeleri, dünya çıkarları açısından öncelikli tehdit olarak görmesiyle ilgilidir. Hint-Çin-Rus stratejik işbirliği anlaşması ve daha derinlemesine bir ilişki olan (Çin, Rus, Özbek, Kazak, Kırgız ve Taciklerin oluşturduğu) Şanghay İttifakı bölgede ABD’nin hareket alanını oldukça daraltan gelişmelerdir. Diğer yandan geçmişte Sovyetler’i çevreleme politikasının üssü olarak kullandığı Afganistan’ın kendi eliyle beslediği Taliban yönetiminde giderek denetimden çıkması; bölgede bir boşluk oluşturmuş ve bölge güçlerinin, özellikle Çin ve İran’ın etkinliğini fazlasıyla artırmıştır.
Afganistan saldırısında ABD’nin ilk amacı stratejik mevziyi yeniden sağlama alma çabasıdır. İkincisi; Afganistan kaynaklı yıllık ortalama yüz milyar dolarlık uyuşturucu ticaretini denetime almaktır, üçüncüsü ise; Orta Asya’dan Hint Okyanusu’na indirilecek petrol boru hatlarının rakiplerinin eline geçmesini engelleme amacıdır. Yapılan saldırının Amerikan ve onun kuyruğuna taktığı Türk askerinin alana yerleşmesinden öte ne kadar amaçlarına ulaştığı şüphelidir. Afganistan’a verilen biçimin kalıcı olmayacağı ve gerek dış güçlerin müdahalesi gerekse iç güçlerin iktidar mücadeleleri nedeniyle bir bataklığa dönüşme ihtimalinin son derece yüksek olduğu açıktır. Nitekim ABD’nin en yakın müttefiklerinin askerlerini alelacele çekip sorumluluğu Türk askerine devretmesi böylesi bir beklentinin göstergesi olmaktadır.
Uzakdoğu’da Japonya’nın zayıflaması, eşitsiz gelişim ilişkisini bir başka biçimde işletmiş ve Çin’in öne çıkarak kendi hegemonya alanını yaratma girişimlerine hız kazandırmıştır. I997’de Hong Kong’un devredilmesinin ardından stratejisini daha dışa dönük hale getiren Çin; Tayvan’ı da topraklarına dahil etmenin çabası içindedir. 1992-1995 arası dönemde 33 milyar dolarlık silah alımıyla dünyanın en büyük silah ithalatçısı olan Tayvan, ABD’nin bölgedeki yegane dayanağıdır. Tayvan’ın düşürülmesi ABD’yi Güneydoğu Asya’dan süpürecek bir gelişme olacaktır. Çin’in hak iddia ettiği ve gerilimi artırdığı diğer alan zengin petrol yataklarının olduğu Spratly takım adalarıdır. Çin, petrol bakımından da son derece zengin olan Spratly takım adalarının kendi karasuları içinde olduğu ve Tayvan, Malezya, Filipinler ve Vietnam’ın haksız işgali altında olduğunu öne sürmektedir. Çin’in hegemonya alanını genişletme adımları Japonya’yı da ürkütmüş ve ABD ile kapsamlı bir savunma işbirliği antlaşması imzalamaya itmiştir. Japonya’nın bu doğrultudaki diğer adımı BM Güvenlik Konseyi üyeliğine başvurusudur. Fakat Çin veto etme hakkını kullanarak bu girişimi engellemektedir. Çin’in bu yayılmacı eğilimlerine karşı ABD insan hakları söylemleriyle ve Sincan-Uygur bölgesindeki Müslüman azınlık ile Tibet’i kışkırtarak Çin’in iç gerilimlerini derinleştirmeye çalışmaktadır.
Sonuç olarak; neoliberal politikaların tıkanmasıyla emperyalist paylaşım mücadelelerinin artışı arasında doğrusal bir ilişki vardır. Liberalizmin tükenişinin en açık belirtileri; tıpkı 20. yüzyılın başında olduğu gibi krizlerin kalıcılaşması ve emperyalist rekabetin askerileşme eğilimiyle kendini göstermektedir. Liberalizmin geçmişteki çöküşü, temelini askeri sanayinin oluşturduğu Keynesyen politikalarla (devlet kapitalizmi) ikame edilmeye çalışılmış, bu da insanlığı da iki dünya savaşına ve faşizmlere sürüklemişti. Rosa Lüksemburg’un yüzyılın başında liberalizmin çöküşünü değerlendirirken söylediği “ya sosyalizm ya barbarlık” sözü, “yeni liberalizmin” çöktüğü günümüzde bir kez daha ve bütün ağırlığıyla insanlığın gündemine girmiştir.
B- Türkiye Raporu
Uluslararası finans kapitalin; ‘70’lerde başlayıp esas olarak ‘80 sonrasında hakim kıldığı neoliberal politikaları ve ‘90 sonrası Sovyetler’in çözülmesinin ardından azgınlaştırdığı emperyalist paylaşım mücadeleleri; bağımlı ülkeleri çeşitli şiddetlerde etkisi altına alan temel uluslararası dinamikleri oluşturmaktadır. Bu iki yönlü emperyalist dayatma; devletsizleştirmeden sınır değişimlerine, iktisadi siyasi yapıların deformasyonundan sınıf ilişkilerinde köklü değişimlere kadar, bağımlı ülkelerin kaderini belirleyen çarpıcı sonuçlara yol açmıştır.
Türkiye her iki emperyalist dinamiğin kesiştiği, dolayısıyla sonuçlarını bütün unsurlarıyla yaşayan ender ülkelerden birisi konumundadır. Son onbeş-yirmi yıl içinde milli hasılasına göre dünyanın en borçlu, gelir dağılımı en bozuk, krizlerin kronikleştiği, gelirine göre en fazla silahlanan vb. ülkesi konumuna gelişi, sözü edilen kesişmenin görünen sonuçlarıdır. Arka planda ise yakın döneme olduğu gibi, geleceğe de damgasını vuracak daha derin zemin kaymaları bulunmaktadır.
I- Ekonomik durum
Neoliberal politikaların ilk büyük dalgası 24 Ocak ‘80 kararlarıyla Türkiye’ye dayatılmıştı. Ekonomi yapısal bir değişime uğratılarak; iç pazara dönük olmaktan çıkartılıp, merkez ülkelerdeki emek maliyetini düşürecek ucuz tüketim malı üreten ihraç ekonomisine dönüştürüldü. Bunun zorunlu koşulu ülke içindeki üretim maliyetinin radikal bir şekilde kısılmasıydı. 12 Eylül faşizmi neoliberal uygulamaların siyasi yanını üstlendi. İşçi sınıfının sendikal ve siyasal örgütlülükleri dağıtılarak, reel ücretler büyük oranda geriletildi.
Emperyalizmin dayattığı uluslararası işbölümüne göre tekstil, gıda, turizm, hafif metal vb. bir kaç sektörde uzmanlaştırılarak tek yanlı bir gelişim içine sokulan Türkiye ekonomisi, merkez ekonomilerine daha derin bir bağımlılık ilişkisiyle “entegre” edilmiş oluyordu. 65-80 arasında uygulanan “ithal ikameci sanayileşmede” temel olan yaygın fabrika üretimi; ekonominin tek yanlılaştırılması, iç pazarın daraltılması ve serbestleştirilen ithalat nedeniyle bir yandan daha yüksek tekelleşmeye doğru, diğer yandan fason üretim yapan yan sanayiye ve hizmet sektörüne çözülerek büyük oranda tasfiye edildi.
’80 sonrasında ortaya çıkan üretim temelindeki değişimin en önemli sonucu; toplumsal muhalefeti de zayıflatacak şekilde işçi sınıfının yatay ve dikey parçalanmaya uğramasıdır. Yaygın fabrika üretimine dayanan ithal ikameci model, kırdan gelen göçün hızla proleterleşmesine olanak tanıyor ve yarı proletarya ile sanayi proletaryası arasında kendiliğinden bir ittifak kurulabiliyordu. Kent küçük burjuvazisinden köylülüğe kadar etki alanına sahip olan bu ittifak, ‘65-‘80 arasının büyük kitle hareketlerinin de temelini oluşturmuştu. ‘80 sonrasında üretimdeki daralma ve farklılaşma, toplumsal muhalefetin her iki bölüğü arasındaki bu geçişkenliği büyük ölçüde kırdı. Varoşlardaki nüfus kayıt dışı ekonomiye ve yarı proleter konuma hapsedildi. Mücadelenin motor gücünü oluşturan sanayi proletaryası ise kamu işçisinin eritilmesi, hizmet sektörünün yaygınlaşması ve yüzde 30’lara varan işsizler ordusunun kuşatması nedenleriyle daha uzlaşmacı bir çizgiye geriletildi. Diğer yandan küçük ve orta burjuvazinin çıkarı işçi sınıfının daha yüksek ücret almasına bağlı olduğu ve siyasal eğilimleri de bu yönde şekillendiği ‘60-‘80 döneminin aksine; kırdaki mülksüzleşmenin artışı, göçler ve emeğin zor yoluyla ucuzlatılması tekellere olduğu gibi burjuvazinin diğer kesimlerine de bir emek yağması olanağı yaratmış, orta ve küçük burjuvazi fason üretim ve hizmet sektörü üzerinden yağmaya katılarak siyasi tutumunu da bu gerçekliğe göre yeniden şekillendirmiştir. Muhalefetin üç dinamiği arasındaki ilişkinin bu tarzdaki değişimi kendiliğinden kitle hareketlerinin bitişinin de temel nedeni olmuştur.
Ekonomideki yapısal dönüşüm ‘90’ların ilk yıllarına kadar Türkiye kapitalizminde belli bir genişleme yarattı. Bu genişlemenin kaynağı; benzer ekonomik modelin uygulandığı Güney Kore, Tayvan vb. ülkelerde olduğu gibi ihracatın katlanarak büyütülmesinden çok reel ücretlerin faşizm zoruyla geriletilmesine, ranta ve kamu ekonomisinden çeşitli yollarla özel sermayeye değer aktarılmasına dayanmıştır. Türkiye finans kapitalinin geleneksel eğilimi olan bu aktarım ilişkisi; “ihracata yönelik sanayileşme”nin tıkanmasıyla devreye sokulan neoliberal politikaların ikinci dalgasında olağanüstü boyutlara ulaşacaktır.
İhraç ekonomileriyle merkez ekonomilerine aşırı derecede bağımlı kılınan ülkeler, merkezlerdeki her tıkanmanın bedelini büyük dış ticaret açıklarıyla ortaya çıkan ekonomik krizlerle ödediler. “İhracata yönelik sanayileşme”de başarılı olamayan ve ‘90’ın ilk yıllarından itibaren peş peşe krize giren Türk ekonomisi, bütün ağırlığıyla kamu servetinin yağmalanmasında derinleşti. Merkez ekonomilerinde ‘90’lar sonrası büyük bir ivme kazanan sıcak para hareketi, Türk ekonomisinin bu eğilimiyle üst üste düşüyordu. Özelleştirmeler, devlet borçlanmaları yoluyla açıktan, banka kurtarma, batık krediler ve “görev zararları” olarak üstü kapalı yoldan kamu serveti dehşetli bir hızla özel sermayeye dönüştürüldü. Önceleri kirli savaşın finansmanı için kullanılan devlet borçlanması, süreçte bu aktarım ilişkisinin en aktif mekanizması haline getirildi.
Devlet borçlanması sayesinde kamu ekonomisi hızla tasfiye olurken, özel sermaye büyük oranda tefecileşti. (Kayıtlı verilere göre en büyük 100 şirketin gelirlerinin yüzde 80’i faiz ve rant gelirlerine dayanmaktadır.) Kamunun tasfiyesi ve özel sermayenin spekülasyona kayması ekonominin üretim temelini tümüyle daralttı ve yüzde otuzlara varan işsizlik, ihracatın kesilip ithalatın patlaması gibi yıkıcı sonuçlara rağmen, aynı aktarım ilişkisi ağırlaştırılmış vergiler ve dış borca dayanarak sürdürülmeye çalışıldı. Uluslararası sermayenin de dahil olduğu bu yağma politikası; ‘96’da milli gelirin yüzde 59’u seviyesinde ve 108 milyar dolar olan iç ve dış borç toplamını, 6 yılda ikiye katlayarak 204 milyar dolara ve milli gelirin yüzde 134’üne çıkardı.
Neoliberal politikaların birinci dalgası Türkiye ekonomisini merkez ekonomilerine entegre ederken, ikinci dalgası ise ekonominin tümüyle uluslararası finans kapitalin denetimine geçişini sağladı. Günümüzde bu denetim; sıcak para hareketinin kriz yaratma potansiyeli de kullanılarak siyasal kararların yönlendirilmesi seviyesine sıçramıştır. Latin Amerika’daki benzerlerinden farklı olarak emperyalist paylaşım kuşağının kritik coğrafyalarından birisinde bulunması Türkiye’nin, en az iktisadi gerekçeler kadar siyasi gerekçelerle de krize sürüklenmesine neden olmaktadır. Kıbrıs’taki gerilim nedeniyle Alman Merkez Bankası’nın 6 milyar doları bir günde çekerek finansal krize yol açtığı 2001 Şubat Krizi buna örnek verilebilir. Spekülatif karakteri ekonomiyi siyasi gelişmelere aşırı derece duyarlı hale getirmiş ve geçmişte on yılda bir olan kriz periyodunu; ‘90 sonrası neredeyse iki yılda bire indirmiştir. (‘94, ‘96, ‘98, 2001-02 krizleri.)
Neoliberal uygulamalar ekonomide yarattığı yıkımla birlikte sınıf ilişkilerinde de köklü zemin kaymaları yaratmıştır;
Geçmişte kamu ekonomisi, burjuvazinin çeşitli kesimleri arasında artı değerin paylaşımını dengeleyerek (ucuz hammadde, altyapı sağlama ve en büyük alıcı olma konumuyla) burjuvazinin iç ilişkilerini düzenleme fonksiyonuna sahipti. Kamu ekonomisinin tasfiyesiyle bu düzenleyici mekanizma büyük oranda boşa düştü. Askeri bürokrasiyle finans kapital arasındaki siyaset ve ekonomi yönetiminin paylaşıldığı geleneksel işbölümünü hızla erozyona uğratan bu gelişme; Genelkurmay’ı siyasi gücünü kabalaştırmanın zorunlu şartı olarak iktisadi ayaklarını inşa etmeye yöneltirken, TÜSİAD’la temsil olunan en iri sermaye gruplarını da askeri bürokrasiye teslim ettikleri siyasi vekaletlerini, adım adım uluslararası finans kapitalin “küreselleşme hukuku”na devretmeye yöneltti. Kamu ekonomisinin tasfiyesi ve yerini rant ekonomisinin vahşi rekabetine bırakması; ucuz emek yağmasıyla palazlanan tekel dışı burjuvazinin de geleneksel sermaye bloğundan kopuşmasına ve İslami kesimin açık, ticaret odaları çevresinin ise daha belirsiz olmak üzere kendi siyasal temsiliyetlerini oluşturmalarına neden oldu.
Egemen sınıf içi rekabeti sertleştiren ve ittifak ilişkilerini deforme eden diğer unsur; kamu servetinin özel sermaye/e dönüştürülmesi sürecinin iktisadi metotlardan çok siyasi metotlara dayanmasıyla ilgilidir. Kamu servetinin yağmalanmasına, kirli savaşa ve uyuşturucu gelirlerine dayanan rant ekonomisinde; paylaşımın aşırı derecede siyasallaşması, hatta mafyalaşması bir yanda türedi zenginler yaratırken, diğer yanda siyasi olanakları daralan kimi finans kapital gruplarını iflasın eşiğine sürüklemiştir. “Yolsuzlukla mücadele” görüntüsünün arkasında tümüyle siyasallaşmış paylaşım mücadelesi bulunmaktadır.
Geçmişte siyasi partilerin kamu sektöründe yaratılan değerleri kendi tabanlarına bir çeşit patronaj ilişkisiyle aktarması, burjuvazi gibi kitlelerin de ikili parti sistemi etrafında toparlanmasını sağlıyordu. Tasfiye süreciyle birlikte bu ilişki ortadan kalktıkça Siyasal İslam dışındaki burjuva partileri tabansızlaştılar ve büyük bir temsiliyet kaybına uğradılar.
Ortaya çıkan tablodan da anlaşılabileceği gibi; neoliberal politikalar gerek ekonomik yapıda gerekse sınıf ilişkilerinde derin bir paralizasyona yol açmıştır. Bu olgu önümüzdeki süreçte de etkili olmaya devam edecektir. İhraç ekonomisinin merkezlerdeki tıkanıklık nedeniyle başarı şansı kalmamıştır. Ekonomi içine düştüğü borç girdabı nedeniyle sıcak para hareketine tümüyle bağımlıdır ve bu nedenle mevcut yağma politikası mantıksal sınırlarına kadar sürdürülecektir. Bu süreç aynı kategorideki ülkelerde olduğu gibi tarımın tasfiyesini, kamu servetinin son kuruşuna kadar özelleştirilmesini ve mülkiyetin artan oranda yabancı sermayeye devrini getirir.
Sistemin yeni bir sermaye birikim modeli şansı yoktur. Yalnızca Genelkurmayın öncülüğünü yaptığı savaş sanayisi ile mevcut ihraç ekonomisine “asker ve silah ihracını” ekleme seçeneği gündemleştirilmektedir. Bunun ne derece uygulanacağı ise bölgede yürütülen emperyalist paylaşım mücadelesi tarafından belirlenecektir.
II- Politik durum
‘90 sonrası süreçte Türkiye’nin politik ortamı önemli oranda, bölgedeki emperyalist paylaşım mücadelesinin sonuçları tarafından belirlenmiştir. Neoliberal politikaların iktisadi yapı ve sınıf ilişkilerinde yarattığı paralizasyonun bir benzeri de, emperyalist paylaşım tarafından Türkiye’nin stratejik konumlanışı ve siyasi kurumsal yapısı üzerinde yaratılmıştır. Türk Devleti’nin emperyalizme bağımlılığının yüksekliği dış politik gelişmelerin doğrudan iç siyasetine yansımasına ve onu biçimlendirmesine neden olmuştur.
İki kutuplu dünyada NATO’nun güneydoğu kanadının en önemli ülkesi ve sosyalizme karşı kapitalizmin uç karakolu olan Türkiye; bölgedeki her türden sosyalist ve anti emperyalist gelişmeye karşı kalkan rolü üstlenmiş ve aynı politikaları iç siyasetine de yansıtmıştı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalizmin uluslararası siyaseti bölgede çeşitli iniş çıkışlar yaşasa da, stratejik işbölümünde Türkiye’ye biçilen bu statik rol neredeyse kırk yıl önemli bir değişikliğe uğramadı. Türkiye’nin siyasal kurumsal yapısı da ana hatlarıyla bu statik rolün gerekliliklerine göre biçimlendi.
Askeri ve siyasi olarak ABD’ye, ekonomik ilişkileri bakımından büyük oranda AB’ye bağlı olan Türkiye; geçmişte, Sovyetler’e karşı blok tutum alan emperyalist güçler tarafından aynı doğrultuda yönlendiriliyordu. Fakat Sovyetler’in çözülmesiyle ortaya çıkan güç boşluğunun emperyalist yeniden paylaşıma tabi olması Türkiye’nin statik konumunu tümüyle boşa düşürmekle kalmadı, çelişen çıkarlar ve hegemonya mücadelesi nedeniyle farklı emperyalist stratejiler arasında şiddetli bir gerilime düşmesine yol açtı. Emperyalist tarafların tarihsel derinlikleri ve kendi uzantılarını yaratmaları, paylaşım mücadelesinin içsel bir olgu olarak yaşanmasına neden olmaktadır. Bu durum Türkiye’nin siyasal kurumsal yapısının hızla deformasyonuna, egemen sınıfın emperyalist taraflara göre saflaşmasına ve iktisadi ve siyasi krizlerin kalıcılaşmasına yol açmıştır.
Pratik gelişmeler izlendiğinde sözü edilen olgunun hangi evrelerden geçtiği daha net görülebilir. ‘90’da Körfez Savaşı’nın ardından Türkiye’nin güneyinde ABD eliyle yaratılmış bir iktidar boşluğu doğdu. Bunu Rusya’nın Baltık ülkeleri ve iç sorunlarıyla uğraşması nedeniyle etkisinin azaldığı Kafkaslar’da; petrol ve doğalgaz bakımından son derece zengin yeni devletlerin ortaya çıkışı izledi. Bu önemli bölgesel gelişmelere; Avrupa Birliği’nin genişleme rotasını Doğu Avrupa ve Balkanlar’a doğru değiştirmesi ve Türkiye’nin adaylığını geri plana düşürmesi eklenince; Türk Devleti 90 öncesiyle karşılaştırılamayacak bir stratejik konum belirsizliğine yuvarlandı.
Sovyetler’in çözülmesiyle kaybettiği jeo stratejik rantı yeniden kazanmak isteyen Türk Devleti, ‘90 Körfez Savaşı sırasında emperyalist politikaların iştahlı uygulayıcılığına soyundu. ‘90-‘93 arası Özal’ın başını çektiği bu eğilim; Güney Kürdistan’da hamilik önerisi ve desteklediği Elçibey’in Azerbaycan’da iktidara gelişine ve Balkanlarda Boşnaklar’la geliştirilen ilişkilere dayanarak “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar Türkiye” söylemleriyle Neo-Osmanlıcılık hayalinin peşine takıldı. ‘90-‘93 arası; Türk Devleti’nin geleneksel statik konumunu değiştirerek, ABD hattında yayılmacı eğilimlere girdiği bir süreç olmuştur. Bu yönelişin içteki yansımaları ise kuzeydeki KUKM engelinin aşılabilmesi amacıyla “federasyon bile tartışılabilir” ifadeleri, ikinci cumhuriyet tartışmaları ve başkanlık sistemi önerileriydi.
Olaylar TC’nin hayalleri yönünde değil, bölgedeki emperyalist güç dengeleri tarafından belirlendi. Rusya yaşam alanı olarak gördüğü Kafkasları kolaylıkla bırakmayacağını ‘93 başında ilan ettiği yeni savunma konseptiyle kanıtladı. Ermenistan’ın Karabağ’ı işgalini destekledi, yine Azerbaycan’da örgütlediği darbeyle Elçibey’i indirdi, Çeçenistan’ı işgal etti, Azerbaycan ve Gürcistan’da askeri üs kurdu ve böylelikle TC’nin bölgedeki girişimlerinin tamamını çok kısa sürede boşa düşürdü.
Bu gelişmelerin ardından Türk Devleti; Kürdistan’ın Güneyi ve Kuzeyi’ne kirli savaşla, Kafkaslar’a ise karşı darbeci taktiklerle yöneldi. ABD’nin isteği doğrultusunda Azerbaycan ve Gürcistan’da darbe girişimleri, Çeçenistan’ın kışkırtılması gibi adımlarla Rusya’yı geriletmeyi amaçlayan bu yöneliş, iç siyasete de benzer nitelikte yansıtıldı. Genelkurmay güdümünde MHP kadroları ve DYP’nin parlamento desteğiyle oluşturulan özel savaş yönetimi; yükselen KUKM’nin batıdaki işçi sınıfıyla birleşmesi ihtimaline karşı; Gazi tipi kitlesel katliamlardan yargısız infazlara, aydınlara dönük provokatif suikastlardan Hizbullah tipi kontra örgütlenmelerine kadar cumhuriyet tarihinin en kirli uygulamalarını hayata geçirdi. Bugün demokrasinin şampiyonluğunu yapan AB emperyalizmi Rusya’nın geriletilmesinde çıkarı olduğu için Türk Devleti’nin bu politikasını PKK’nin faaliyetlerine yasak koyarak desteklemişti.
Fakat özel savaş ne dışarıda ne de içeride beklenen sonuçları vermedi. Özellikle Güney Kürdistan’da ‘96’da yaşanan fiyasko, Kafkaslar’da Rusya’nın hakimiyetini sağlamlaştırması ve Körfez Savaşı’nda kurulan dengelerin erozyona uğraması ABD’yi bölgede daha ileri adımlara zorladı. Temelleri kirli savaş döneminde atılan TC-İsrail ilişkisi, ABD güdümünde stratejik işbirliği seviyesine sıçratıldı. Bölgedeki güç dengelerinde köklü bir değişim yaratan bu ittifakın hedefleri; Kürdistan ve Kafkaslar başta olmak üzere Doğu Akdeniz’den Orta Asya’ya kadar uzanan geniş bir alanı kapsamaktadır.
TC’nin Sovyetler’in çözülmesiyle ortaya çıkan stratejik konum belirsizliği; ‘96’da yapılan bu işbirliğiyle ABD-İsrail hattına perçinlenmiş oluyordu. Bu derin ilişkinin iç siyasete yansıması da kapsamlı oldu. Önce içeride ve dışarıda işlevini tamamlayan ve giderek denetim dışına çıkmaya başlayan MHP kökenli kirli savaş kadroları, emniyet içindeki uzantılarıyla birlikte tasfiye edildi. Ardından büyümesi engellenemeyen Siyasal İslam’a karşı 28 Şubat “postmodern darbe”si yapıldı. Arkasını stratejik anlaşmaya dayayan ve böylelikle geniş bir hareket alanı kazanan Genelkurmay, gerek burjuva siyaseti üzerindeki ağırlığını, gerekse siyasi inisiyatifini kullanarak iktisadi imkanları olağanüstü genişletti. Rant ekonomisinin aşırı derece siyasallaşan paylaşım sürecinde, diğer finans kapital grupları gerilerken, OYAK Holding yüzde 500’lere varan karlılık oranlarıyla Türkiye’nin en büyük beş holdinginden birisi haline getirildi. Bütçeden alınan yüzde yirmilik pay, her yıl ortalama 7-8 milyar dolarlık silah alım harcamaları, savunma sanayi fonları ve bu sektörde öbeklenen sermaye bir araya getirildiğinde Genelkurmayın açık veya dolaylı olarak denetlediği sermaye miktarı diğer finans kapital gruplarının çok ötesine geçti.
ABD bölgedeki stratejik ittifakının elini sonraki yıllarda da kuvvetlendirmeye devam etti. TC’nin Kafkaslar ve Ortadoğu’ya dönük müdahalelerinde önü açmak için PKK Genel Sekreteri Öcalan, Mossad ve ClA’nın tezgahladığı bir operasyonla Türk Devleti’ne teslim edildi. Aynı yıl yapılan AĞIT zirvesine gelen ABD Başkanı Clinton meclis konuşmasında; OsmanIı’nın geçmişteki etki alanlarında mirasçılarının yeniden söz sahibi olması gerektiğini söylüyor ve TC’nin stratejik ufkunu çiziyordu. Hemen zirve öncesinde Yunanistan’ın şiddetli itirazlarına rağmen Türk askeri ABD eliyle Bosna’dan sonra Kosova ve Arnavutluk’a taşınmıştı. Yine AGİT zirvesinde ABD’nin TC’ye biçtiği rolü pekiştiren diğer gelişme Bakü-Ceyhan Boru Hattı Anlaşması’nın imzalanmasıdır. Bu anlaşma ile TC, Kafkas petrollerine eklemlenirken bölgedeki askeri varlığının da önü açılıyordu. Boru hatlarını koruma gerekçesiyle Gürcistan ve Azerbaycan’a Amerikan askeri ile birlikte Türk askeri de yerleştirildi. Diğer yandan sözü edilen anlaşma çerçevesinde Irak, Suriye ve İran Güney Kürdistan’dan tecrit edilirken, Türk Devleti’nin iktisadi-siyasi ve askeri olarak derinlemesine nüfuz etmesine olanak tanındı.
Aynı süreçlerde TC’nin Helsinki zirvesinde aday olarak kabul edilmesi için AB ülkelerine yoğun bir diplomatik baskı uygulandı. Bugün de devam ettirilen bu yönelişle ABD’nin ulaşmak istediği esas amaç; askeri inisiyatifini tekelinde tuttuğu Türk Devleti’ni bir “Truva atı” olarak Avrupa Birliği’nin ordusu kabul edilen (AGSK) Avrupa Güvenliği Savunma Kimliği’ne sokabilmektir. ABD’nin bu adımını; “AB’nin ekonomik gücüyle doğru orantılı bir askeri-siyasi güce ulaşmasını engelleme” stratejik hedefiyle bağlantılı ve AB’nin Balkanlar ve Doğu Avrupa’da ekonomik yoldan kapattığı alanları NATO üzerinden askeri olarak kuşatma politikasının bir parçasıdır.
Bu gelişmelere karşılık Avrupa Birliği verdiği aday üyelikle Türkiye’yi yörüngesinde tutarak, sözü edilen ittifakın bölgede aleyhine gelişecek sonuçlarını azaltmayı ve eğer becerebilirse ekonomik ağırlığı ve içerideki uzantıları üzerinden kendi hegemonya alanını Kıbrıs ve Türkiye’nin doğu sınırlarına kadar genişletmeyi planlamaktadır. AB emperyalizminin sürekli gündemleştirdiği “demokrasi” söylemleri; elbette demokratik bir toplum istediğinden değil, daha zayıf bir emperyalist güç olması nedeniyle -tıpkı bir zamanlar İngiltere’ye karşı “ulusların kaderlerini tayin hakkım” savunarak sömürgelerde yayılan ABD gibi- hegemon güce karşı oluşmuş tepkileri kullanarak yayılma amacından kaynaklanıyor. “Demokrasi” söylemlerinin daha özeldeki amacı ise; ABD-İsrail stratejik işbirliğinin içerideki uzantısı olan Genelkurmay’ın, siyaset üzerindeki ağırlığını boşa düşürmek ve böylelikle ABD’nin, Türkiye ve bölgedeki etkinliğini daraltmaktır.
‘90’ların ortasından itibaren yoğunlaşan müdahalelerle emperyalist paylaşım mücadelesinin içsel bir olguya dönüştüğü Türkiye’de; her iki emperyalist gücün çıkar çatışmasının sonuçları ekonomiden siyasete, askeri alandan kültürel alana kadar hemen her düzeyde şiddetle yaşanmaktadır. Siyasal-kurumsal yapı bu gerilim altında hızla deforme olurken, zaten neoliberal politikalarla iç ilişkileri gevşeyen egemen sınıf da emperyalist ikiliğe göre yeniden ve keskin bir saflaşmaya uğramaktadır. Bu doğrultuda Genelkurmay “güvenlik” kavramını öne çıkararak, ABD-İsrail hattının gereklerini yasaklar ve provokasyonlarla topluma benimsetmeye çalışırken, TÜSİAD’ın arkasında durduğu “Avrupacı kesimler” ise sözde demokrasi söylemleriyle başka bir emperyalist hegemonyayı ülkeye hakim kılma çabasındadır.
Fakat özellikle İsrail’le yapılan stratejik işbirliğinin ardından TC’nin AB ve ABD arasında duran geleneksel dengesi ABD lehine önemli oranda bozulmaya başlamıştır. AB gündemlerinde kopartılan cayırtılar ABD-İsrail eksenindeki katlanarak yürütülen ilişkinin üstünü örten bir işlev üstlenmektedir. Bu stratejik gidişatın getireceği sonuçları ise tahmin etmek güç değildir. Genelkurmay öncülüğünde daha fazla ABD’nin emrine çekilen Türk Devleti’nin, bölgede “ikinci bir İsrail” rolü üstleneceği, bölge halklarına olduğu kadar Türkiye halklarına da daha fazla anti-demokrasi ve daha fazla gericilik getireceği açıktır.
Truman Doktrini’yle “siyasi sorumluluğunu” İngiltere’den devraldığı 1947’den bu yana ABD’nin TC ile kurduğu ilişkinin tarihi; topraklarını füze rampası ve askeri üs olarak kullandığı, dış politikasını anti-sovyetik paktlarla, “yeşil kuşak” projeleriyle yönlendirdiği, askeri darbelerle ve istikrarsızlaştırma operasyonlarıyla iç siyasetine derinlemesine nüfuz ettiği pervasız bir istismarın tarihidir. Bu ilişki bugün gerek stratejik işbirliği gerekse ABD’nin yeni saldırı politikalarında TC’nin bölgedeki en önemli ittifakı olması nedeniyle en üst noktasına tırmandırılmıştır. Bu doğrultuda ABD emperyalizmi; uzun yıllar AB’nin üzerine yıktığı TC’nin “iktisadi yükünü”, askeri-siyasi inisiyatifini süreklileştirebilmek adına belli düzeyde üstlenmek zorunda kalmaktadır. IMF’den yapılan büyük miktarda sermaye aktarımı, yeni bir sermaye birikim modeli olarak savunma sanayinin önünün açılması, İsrail üzerinden ABD’ye ihracat imkanı tanınması, yüksek teknoloji üretimi yapılacak “nitelikli sanayi bölgeleri”nin kuruluşu, petrol ve doğalgaz boru hatlarının geçirilmesi, Güney Kürdistan’ın petrol ve pazar imkanlarının açılışı vb. bu yönde atılmış adımlardır.
Sistem iç siyasetini de şiddetle belirleyen iki temel stratejik seçenek arasında salınmaktadır. Daha baskın olanı Genelkurmay öncülüğünde Türk Devleti’nin ABD’nin bölgesel ihtiyaçlarına doğru hızlı bir stratejik kayma yaşaması, AB ile ilişkilerin kopma noktasına getirilmesi ve dışa dönük saldırgan politikaların, kimi sermaye gruplarını da kapsayacak şekilde içteki muhalefete de yöneltilmesi durumudur. Orgeneral Kılınç’ın sansasyon yaratan açıklamaları bu doğrultuda bir niyetin ifşasıdır. Yine Genelkurmayın kendi teamüllerine aykırı olarak en saldırgan unsurlarını başa getirmesi bu temelde bir pozisyon alma olarak yorumlanmadır. Diğer seçenek ise; AB’nin karşı ataklarla ağırlığını artırması ve toplumun tüm kesimlerinin emperyalist ikileme göre saflaştığı uzun yıllara yayılan bir iç gerilim ve çatışma sürecine girilmesidir.
Ancak henüz ne bölgede emperyalistler arası ne de içeride egemen sınıf klikleri arasında kalıcı bir güç dengesi oluşmamıştır. Neoliberal politikaların egemen sınıf içi geleneksel ittifak ilişkilerini çözmesi, emperyalist paylaşımın içsel bir olguya dönüşerek yeni bir saflaşma dayatması ve bir bütün olarak bu dinamiklerin siyasal kurumsal yapıyı erozyona uğratışı sürecin temel belirleyenleridir. Güç ilişkileri köklü bir değişime uğramasına rağmen ona karşılık gelmesi gereken siyasal kurumsal yapı böylesi bir değişim yaşamamıştır. Sistemin yeniden yapılanma sorununu tarif eden bu durum, her kesimin “kendi yeniden yapılanma modelini” hakim kılma çabası nedeniyle siyasi krizlerle yaşanmaktadır. Sistemin içinde bulunduğu konak geleneksel bağların çözüldüğü, her kesimin kendi ittifak güçlerini oluşturmaya çalıştığı bir dağılma ve yeniden saflaşma konağıdır. Bu paralizasyon süreci kapsamlı bir iç hesaplaşmayla tamamlanmadan, ne iç siyasette bir denge ve istikrar oluşması ne de herhangi bir stratejik hattın kalıcılaşması mümkün değildir.
Her sermaye grubunun kendi dolaysız temsilcisini siyaset sahnesine sürmeye çalışması, AB ve ABD’nin uzantıları üzerinden yaptıkları müdahaleleri ve kirli savaşla derinleşen “MGK direktifleriyle hükümet yönetme” tarzı, burjuva siyaset merkezinin tümüyle dağılmasına neden olmuştur. Uzun yılların faşizm koşullarında iradesizleşen burjuva parti ve hükümet sistemi, sözü edilen çok yönlü müdahaleleri dengeleyememiş ve tam anlamıyla çökmüştür. En geniş koalisyona ve muhalefetsizliğine rağmen mevcut hükümetin çözülmesi, çok sayıda ve birbirine tümüyle benzeyen partinin ortaya çıkışı, partilerin sübjektif zaaflarının değil temeldeki bu dinamiklerin sonucudur. Ancak paralizasyon sadece parlamenter düzlemde değil, sistemin tüm kurumsal yapısını kapsayacak boyuttadır. Yasama alanında mahkemelerin birbirini boşa düşüren ve tümüyle siyasal nitelikteki kararları, yürütme alanında MİT ve Genelkurmay’ın özellikle AB ve Kürt konusunda birbirleriyle çelişen açıklamaları bu durumun örneklerini oluşturmaktadır.
Böylesine çok yönlü paralizasyonun hakim olduğu koşullarda yapılacak seçimlerin sistemin siyasi istikrar sorununu çözemeyeceği, aksine dağılıp bozulan koalisyonlarla kalıcı bir kriz sürecine girilmekte olduğu açıktır. Ancak bu sürecin son on yılda yaşanan krizlerden kimi farkları da vardır. Burjuva parlamenter yapısının iradesizliği, özellikle kirli savaş döneminde MGK’nın hareket alanını genişleten bir nitelik taşımıştır. Fakat partiler teker teker kullanılarak posalarının çıkartıldığı, siyasal merkez erirken dışlanmaya çalışan kesimlerin güç kazandığı bugünkü süreçte Genelkurmay aynı hareket kolaylığına artık sahip olamayacaktır.
Herhangi bir stratejik hat salt dış güçlere dayanarak hakim kılınamaz. Gerek egemen sınıf kliklerinin birbirlerine güç yetirememeleri nedeniyle gerekse yeniden yapılanmanın kitlesel dayanaklarını oluşturma amacıyla geçmişe oranla kitleler siyaset alanına daha fazla çekilecektir. Avrupacı kanat liberal temelde kitleleri kapatmaya çalışırken, diğer yanda yarı proleter kesimleri faşizmin kitle tabanına dönüştürme çabaları vardır.
Sonuç olarak olguların kapsamından da anlaşılabileceği gibi mevcut durum basit bir “egemen sınıf içi çatlak” olmaktan çok daha öteye, sınıf ilişkilerini ve politik akışı belirleyecek derinlikte bir zemin kaymasıdır. Dolayısıyla bu gerçeklikten “emperyalistler arası veya egemen sınıf içi çelişkileri kullanma” tarzında yüzeysel bir taktik çıkartılamaz. Çıkartılması gereken sonuç; politik akışın temel dinamiklerini doğru kavrayarak Avrupacı ve Amerikancı stratejilere karşı “üçüncü taraf”ın inşa edilmesi zorunluluğudur. Halkların ittifakı temelinde ve demokratik devrimin asgari programı çerçevesinde bir siyasi irade oluşturulmadığı sürece demokrasi güçlerinin emperyalist kategorilere dahil olması ve bunların siyasi sermayesine dönüşmesi engellenemeyecektir.