“TEK TEK ATEŞLER’’DEN BİRİSİNİ YAKABİLMEK İÇİN! – MEHMET YILMAZER

Çağdaş Yol, Sayı 2, Temmuz 1987

“Çözüm” dergisinin eleştirisi

Küçük burjuva sosyalizmi “devrimci romantizm ” dönemini çoktan aşmış olmalıy­dı. Eğer 1960 sonrası yeniden doğuşu dikkate alırsak, 12 Marta kadar geçen dönem çocukluk ise, 12 Eylül’e kadar gelen dönem delikanlılık olmalıdır. 12 Eylül’den sonra ise, çocukluk ve delikanlılığın bazı sakarlıklarından kurtulabilmek gereklidir. Yeni Çözüm böyle görünmüyor.

“Eski”ye lanet okunduğu, bütünüyle utturulup hafızalardan silinmeye çalışıldığı “yeni” adı altında en bayağı reformizmlerin bin bir renkli giysiyle yeniden sahneye sürüldüğü bir ortamda eskiye sahip çıkabilmek olumluluk değil midir? Elbette ki eskiyi unutmayacağız. Hele hele eskiyle ilgili bayağı pişmanlık histerilerine kesinlikle kapılmayacağız. Geçmiş, olumlu ve olumsuzuyla bizim geçmişimiz. Onun körce inkârı insanı tam anlamıyla köksüz, ortalıkta bırakır.

Antik tarihte Şark toplumlarının binler­ce yıl sürüp giden batış çıkışları şarklı insanın bilincine kalın çizgilerle “inkâr” ve zuhur” biçiminde kazınmıştır. Çürüyen medeniyetin kendine çektiği barbar akm­an bir kılıç darbesiyle eskiyi yıkıp “inkâr” ederken, bu yıkıntı içinden yeni medeniyet “zuhur “edip çıkmıştır. Şark insanıyız, en keskin yol gösterici bilimsel sosyalizmi kendimize kılavuz edindiğimizi söylesek bile bilinç derinliklerimizde antika düşünce kalıntıları kıpır kıpır, capcanlıdır.

12 Eylül, “eski”yle ilgili ne varsa bir kılıç darbesiyle hepsini uçurdu. Ancak eskisinin bilinçlerden silinmesi için yalnızca böyle bir vuruş yeterli olamazdı. Kılıç darbesinin hemen ardından “sosyalist” papazlar ellerin­ce yeni’ kutsal kitapları yüzlerinde şefkatli, ağırbaşlı bir ifadeyle olayın etkisini yaşayanlara yepyeni bir din telkin etmek için yola çıktılar. Eskiden inandığımız ve savunduğumuz ne varsa hepsini yıkıntıların arasına fırlatıp, düşünce ve inançlarımızın yarattığı “katılıklardan” kurtulup, gökyüzüne doğru hafifleyecektik. Eski’yi ne kadar tiksintiyle inkar edersek, yeni’ye o kadar çabuk kavuşacaktık. Eskiyle bağlarımızı ne kadar köklü kopartırsak, yeni’yi bulmak için o kadar “özgür” olabilecektik!

“Yeni” ne idi? En eski en bayağı reformizm, kuyrukçuluk!

Bu inkâr fırtınası bazı başları eğmiş, başların içindeki düşünceleri boşaltmış, çürütmüştür. Fakat artık, bir kılıç darbesiyle eski medeniyetin çökertilebildiği antika toplumda değildik. Sınıf ilişkileri olduğu gibi durduğuna göre, unutturulmaya çalışılan pek çok şey yeniden hatırlanacaktı.

Böyle bir ortamda Yeni Çözüm’ün devrimci bir romantizmle de olsa eski’ye sahip çıkması elbette ki bir yönüyle olumluluktur. Ancak inkârın geçer akçe olduğu bir ortamda sırf ve yalnızca eskinin kalıpları içinde kasılıp kalmak, inkârcılığın iğrençliğine karşı duyulan tiksintiden öteye gidememiş, sığ bir tepki olur. Olumlu anlamda aşabilmek için eski’ye sahip çıkılmalıdır. Fakat Yeni Çözüm henüz bu adımı atamamış, Eski’yi aşamamıştır. Önce neler savunulduğuna bakalım, ardından savunulanların mevcut ortamda ne anlama geleceğini irdelemeye çalışalım.

Geri Ülkelerdeki Mücadeleye Bakış

“Uluslararası emperyalist zincire eklemlenen dünyanın en ücra köşelerindeki ül­kelerde bile devrim tavına girdi. Artık tek tek ülkelerdeki üretim ilişkilerinin gelişim seviyesine ve olgunluğuna bakmak top­lumsal dönüşüm için temel olguları ifade et­mez. Artık devrim için gerekli olan olgu, objektif koşullar değil (çünkü emperyalist zincirin dünyayı sarmasıyla objektif koşul­lar olgunlaşmıştır), sübjektif koşullar yani devrim için örgütlülüğün oluşması sorunu­dur.” ( Y. Çözüm, sayı. 2)

Bizde bir ‘geri bıraktırılmış” ülkeyiz. Ken­ya ya da Arjantin’de aynı genel kavram içinde kalan “emperyalist zincire eklemlenen” ülkelerdir. Aralarında ne gi­bi farklar vardır? Eğer dünya deneylerin­den gerçekten öğrenmeye niyetli ve yete­nekli isek, bütün geri ülkeler için gerekli tek bir reçete hayalinden kurtulmalıyız.

Kaba kestirmecilikleri bir kenara bırakıp, geri bıraktırılmış ülkelerin tarih içindeki şe­killenmiş ve saf tutuşlarına bir göz atalım.

1905 Rus Devrimi yıllarında artık doğu uyanmaya başlamıştır. Henüz 1917 Devrimine gelinmeden, Türkiye’de Meşrutiyet Hareketleri (1908), Meksika’da köylü ayaklanmaları (1910) yaşanır ve Çin’de burjuva devrimi başlar (1912). Geri ülke­ler tamamıyla burjuva karakterli devrimlerle tarih sahnesine adımlarını atıyorlardı. Bu yıllar henüz klasik sömürgeciliğin ege­men olduğu yıllardır.

Ancak klasik sömürgeciliğin ilk gen adım attığı kara parçası Latin Amerika’dır. İspan­yol ve Portekiz sömürgeleri dünya kapitalizmindeki gelişime bağlı olarak sömürge merkezinden kopuşmaya başladılar. 1810’lar Latin Amerika ülkelerinde ilk ba­ğımsızlık mücadelelerinin yükseldiği yıllar­dır. Ardından gelen yıllarda bu ülkeler az çok bağımsız bir gelişim göstermişlerdir. ABD’nin bu ülkelere ilk aktif adım atabil­diği yıllar, kendi kıta parçasında iç savaşla kesin sanayi egemenliğini kurmasından sonraki yıllara, 1880’lere denk düşer. ABD sermayesi bu yıllardan sonra Meksika’dan aşağıya yavaş ama istikrarlı bir biçimde ak­maya başlar.

Kapitalizm Avrupa’dan Afrika’ya, Asya ve Latin Amerika’ya klasik-vahşi sömürgeciliği götürmüş, kendi ilk devasa sermaye birikimini bu yolla devşirmiştir. Fakat kapitalizmin İngiltere’den sıçradığı Amerika’da ise, bambaşka gelişmeler yaşanmıştır. Amerika bizzat kendisi İngiltere’ye karşı bağımsızlık savaşı vermiş, ardından Kuzey-Güney Harbi ile toprak köleliğini silmiş ve hızla İngiliz sermaye imparatorluğunun yanında yerini almaya başlamıştır. Amerika; Portekiz ve İspanyol sömürgeciliğinden sonra daha 1900’lu yıllarda henüz dünyada klasik sömürgecilik egemen iken, Latin Amerika’da yeni sömürgeciliğin ilk uygulamalarını yapıyordu. Yeni sömürgecilik olgusu tarihi olarak 1940’lar sonrasının olgusudur. Fakat genç Amerikan kapitalizmi Latin ülkelerine ilk adımlarını atarken elindeki “özgürlük” bayrağı ile klasik sömürgecilik yolunu izleyemezdi. Dolayısıyla Latin Amerika ülkeleri yeni sömürgecilikle ilk tanışan ülkeler olmuşlardır.

1. Dünya Savaşı’nın bitimi ve Sovyet Devriminin başarıya ulaştığı yıllar, geri ülkelerde burjuva demokratik ve ulusal kurtuluş hareketlerinin hızlandığı yıllardır. Asya ve Afrika kıtalarında klasik sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş savaşları II. Dünya Savaşı’na kadar iyice hızlanacak. Savaşın bir Sosyalist sistem yaratarak bitmesinden sonra, emperyalist zincirden kesin kopuşlarla önemli bir aşamaya gelecektir.

Çin, Vietnam ve Küba Devrimleri klasik sömürgeciliğin çöküşünün ilanı ölmüştür.

1960’lı yıllar Afrika’da pek çok ülkenin ”bağımsızlaştığı” yıllardır. Cezayir deneyinden ürken Fransa, Kongo, Kamerun, Çad, Merkezi Afrika Cumhuriyeti gibi ülkelere “bağımsızlıklarını’’ bağışlamıştır. İngiltere benzer yolu izlemiştir. Bu, emperyalizmin klasik sömürgeciliğin çöküşüne karşı uyum yapma çabasıydı. Artık klasik sömürgecilik yeni dünya güçler dengesi içinde yürümüyordu. İki savaşta yıkım görmeyen dev bir birikim yapan Amerikan sermayesi bu dönemde yeni sömürgeciliği Latin Amerika’dan öteye hızla yaymış, böylece emperyalizm için dünya seviyesinde yeni bir dönem açılmıştır.

1965’ere gelindiğinde ya güçlü ulusal kurtuluş savaşları, ya da ordu darbeleriyle klasik sömürgecilik pek çok üçüncü dünya ülkesinden tasfiye edilmişti. Hatta “Bağlantısızlar Bloku”nun dünya siyaset sahnesinde en popüler olduğu yıllar yine bu yıllardır. Çin Devrimiyle en önemli işaretini veren klasik sömürgeciliğin çöküşü 1965’lerde en yaygın noktasına varmıştı.

On yıllık bir durgunluk döneminden son­ra 1974’lerde Emperyalizm önemli bir kri­ze girince dünyada yeni kıpırdanmalar ya­şandı. 1974-75 krizi, başlıca üç gelişmeyi açığa vurmuştur. İlk olarak, klasik sömürgeciliğin son artıkları, Mozambik, Angola, Gine-Bissau Devrimleriyle süpü­rülmüştür. Eski büyük sömürgeci Portekiz, yeni gelişmeye ayak uyduramayınca, hem anayurtta, hem de sömürgelerinde hemen hemen eş zamanlı bir biçimde devrimlerle yüz yüze gelmiştir. Angola ve Mozambik’­te 1960’larda hızlanan ulusal kurtuluş sa­vaşları 1973-75 arası zafere ulaşmıştır, ikin­ci özellik, yeni sömürgeciliğin en vahşi ve hayasızca hüküm sürdüğü ülkelerde devrimlerin patlak vermesidir. Iran ’da mol­laların öncülüğünde geniş bir halk ayaklan­masıyla Şah devrilirken, Nikaragua’da Bo­rnoza diktatörlüğü Sandinista’ların öncülü­ğündeki, geniş bir cephe örgütlenmesiyle tasfiye edilmiştir. Üçüncü önemli gelişme, geri ülkelerin girdiği ve hâlâ çözümlenememiş olan “borç krizindir. Angola ve Mo­zambik Devrimleriyle klasik sömürgeciliğin son kalıntıları temizlenirken, İran, Nikara­gua Devrimleri ve yaşanan borç kriziyle ye­ni sömürgeciliğin ilk önemli iflas işaretleri kendini ortaya koymuştur.

Özetlersek, Yeni Çözüm’ün tutkun ol­duğu ve bütün “geri bıraktırılmış” ülkeler için önerdiği Çin, Mozambik ya da Ango­la tipi devrimler son tahlilde, çok geri ül­kelerde klasik sömürgecilik dönemine denk düşen mücadele yollarıdır.

Ancak bu ülkelerin klasik sömürgeciliğin tahakkümü altında olmaktan başka çok önemli bir özellikleri daha vardır. Çin ve Vietnam’ın geniş kır ekonomisine sahip olduğu bilinen bir gerçektir. Angola, Mozam­bik daha farklı bir durumda değildir. An­gola’da devrim yıllarında şehirli nüfus top­lam nüfusun yalnızca %17’sini meydana getiriyordu. Bu oran Mozambik’te daha düşük %8,68, Gine-Bıssau’da ise %23,73’dür. Bu gerçeklikler elbette ki mü­cadele parola ve biçimlerine yön vermiştir.

Konuya bir de şu anda geri ülkelerde  “üretim ilişkilerinin gelişim seviyesi” açısın­dan bakalım. “Emperyalist zincire eklemlenmek” üçüncü dünyayı nasıl etki­lemiş, nasıl farklılıklara yol açmıştır?

Üçüncü Dünya’daki farklılaşmayı özel­likle mücadele biçimleri açısından inceledi­ğimize göre, ülke nüfuslarının şehir ve kır­lara dağılışı çok kaba olarak ta olsa temel farklılıkları verecektir. Elbette ki, böyle bir sınıflandırmaya ilave olarak kırda toprak dağılımı, sanayideki tekelleşmenin duru­munun da bilinmesi gerekir. Fakat en ka­ba tasnif bile Üçüncü Dünya arasındaki bü­yük farklılaşmayı verecektir.

Üçüncü Dünya içinde Sınıf farklılaşma­sının en yoğun olduğu, ya da nüfusun %75’den fazlasının şehirlerde biriktiği ülke­ler genellikle Latin Amerika ülkeleridir:

I. Gurup Şehir Nüfusunun Toplam İçindeki Payı (%) Milli gelir içinde tarımın payı (%)
Arjantin 82.40 12.0
Şili 81.14 9.2
Venezüella 83.22 5.9
Uruguay 84.00 13.0

Encyclopedia of The Third World

Ayrıca Arjantin’de tarımda toprak sahiplerinin %5,5’i toprakların %75’ini elinde tutmaktadır. Şili’de toprak sahiplerinin %14’u toplam toprakların %70’ine sahiptir. Köylünün %86’sı topraksızdır. Fakat bu ülkelerde milli gelirin içinde tarımın payı oldukça önemsiz bir noktaya gerilemiştir. Sanayi, ülke ekonomisine kesin egemendir.

Nüfusunun yansından biraz fazlasının (%50-75) şehirlerde yoğunlaştığı ülkelerin yine başında Latin Amerika ülkeleri gelmektedir.

Şehir nüfusunun toplam Milli gelir içinde
II. Gurup içindeki payı tarımın payı (%)
Meksika 66.69 10.2
Brezilya 65.02 10.0
Kolombiya 70.20 29.9
Peru 67.43
Irak 71.62 10.3
Cezayir 60.85 9.1
(Ay)

Bu iki grup ülkenin en genel özelliği şe­hirlerde ve kırlarda sınıf saflaşmasının ol­dukça ileri boyutlara varmış olmasıdır. Özellikle Amerika kıtasının güneyinde ye­ni sömürgecilik, 1940’lar sonrası hızlanan bir sınıf farklılaşmasına yol açmıştır. Öte yandan kırda toprak dağılımının en uç nok­talarda kutuplaştığı kıta yine Latin Ameri­ka’dır. Toplam içindeki payı %86 olan üç hektardan az toprağa sahip küçük çiftlik­ler bütün toprakların yalnızca %3,7’ne sa­hiptirler. Oysa 514 hektardan fazla topra­ğa sahip %7,9 azınlık latif unda sahibi top­rakların %80,3’ünü elinde tutmaktadır. (Fidel Castro, The World Economıc and Socıal Crısıs) Bu korkunç saflaşmanın yaşandığı yıllar (1955-70) Latin Amerika’yı gerilla hareketleri sarmış, ancak bu hareketler başarılı bir yol izlemekten çok bu gidişe karşı radikal bir tepki olarak kalmış ve zamanla sönümlenmişlerdir. Artık bu ülkelerde mücadele proletaryanın sağlam bir örgütlenmesi olmaksızın ileriye adımlar atamaz.

Son iki grup ülke, nüfusunun yarısından doğu kırda yaşayan ülkelerdir. Proleterleşme yukardaki iki gruptan daha geride ve yavaştır. (Bakınız; Tablo No:3)

Tablo No: 3

III. ve IV. Gurup Şehir nüfusunun toplam içindeki payı (%) Milli gelir içinde tarımın payı (%)
İran 49.90 11.1
Türkiye 47.36 29.0
Mısır 45.37 30.7
Honduras 35.55 32.1
El Salvador 41.00 27.9
Bolivya 32.94 18.0
Filipinler 36.21 28.5
Pakistan 28.17 34.0
Zaire 39.53 21.0
Hindistan 22.26 43.8
Endonezya 20.21 34.2
Bangladeş 11.24 54.0
Kenya 14.0 33.5

Bu ülke grubunun başındaki üç ülke, ardından gelen Orta Amerika ülkelerinden bambaşka özelliklere sahiptir. Özellikle 1950lerden sonra bu ülkelerde hızlı bir proleterleşme yaşanmıştır. 1950 sonrası her üç ülkede de yaşanan politik altüstlüklerin altında yatan neden bu hızlı kapitalist gelişmedir. Küçük Orta Amerika ülkeleri ise, adeta Amerika’nın dev birkaç tarım tröstünün arazisi gibidir. Bu ülkelerde birkaç ürüne dayalı tarım ve bununla beslenen bir ticaret sektörü ekonominin hemen hemen tamamını meydana getirir. Örneğin, Honduras’ta hükümet ve iki ABD firması (United Brands ve Standard Fruit) toprakların %60’ını, geri kalan %27’lik toprağı ise 667 büyük toprak sahibi elinde tutmaktadır. El Salvador’da %4’lük bir azınlık, toprakların %60’ma sahiptir. Bu ülkeler, bir toprak beyinin, marabalarını yönettiği keyfilikle yönetilir. Topraksız tarım işçileri, ki Orta Amerika ülkelerinde çalışan nüfusun %50’sinden fazlasını meydana getirir, mücadelenin esas dayanak gücüdür.

Gruptaki diğer ülkeler Asya ve Afrika’daki henüz proleterleşmenin geri olduğu ülkelerdir. Filipinler, Pakistan, Zaire sınıf saflaşmalarının hızlanmaya başladığı ülkelerdir. Bangladeş ve Kenya gibi ülkeler henüz geniş köylü ekonomisine dayanmaktadır. Afrika’da ve Uzak Asya’da toprak dağılımı Latin Amerika ülkelerindeki gibi aşın kutuplaşmaya varmadığı için kırlarda da sınıf saflaşması ağır yürümektedir.

Üçüncü Dünya’nın bu en genel tablosu “tek tek ülkelerdeki üretim ilişkilerinin gelişim seviyesi’’nin ne denli önemli olduğunu göstermektedir.

“Devrim için örgütlülüğün” geri bıraktırılmış ülkelerde neden olağanüstü farklılıklar gösterdiği sorusu, tek başına bu ülkelerde “üretim ilişkilerinin gelişim seviyesi”nin “temel olgu” olmaktan çıktığı tezini çürütmeye yeterlidir. Eğer bu farklılık o ülkelerdeki tek tek objektif sınıflar mücadelesi durumuna bağlı değilse, bu temel gerçeklikten bağımsızsa, geriye ülke devrimcilerinin subjektif becerileri ya da beceriksizlikler kalır ki, olaylara böyle bir yaklaşım bilimsel sosyalizm açısından değil, devrimci romantizm yönünden bakmak olur. En küçük bir radikal davranışın öne çıkartılmasını kocakarıca sızlanmalarla “ihtiyat” tavsiye edildiği dönemlerde, “devrimci romantizm” bu bayağılığa karşı bir tepkiyi temsil etse de, sınıf mücadelesi yalnız öfke ve coşkuyla değil keskin bilinçle yürür.

Tek tek ülkelerdeki mücadelenin objektif iniş ve çıkışlarını kavramamak, ya da ülkedeki her objektif somut değişime ayak uyduramamak, “devrimi” her an “tavında” sanmak, ya insanı söylediklerini yapamayan kof çığırtkanlar konumuna iter, ya da objektif koşulların inatçı duvarına ikide bir çarpmaya zorlar. Güçleri ne kof çığlıklarla çürütme, demoralize etme; ne de hazırlıksa çıkışlarla ezdirme lüksüne sahip değiliz.

Emperyalist zincire eklemlenmek nasıl oluyor da, geri ülkeler arasındaki devrim için var olan bütün objektif farklılıkları silebiliyor? Böyle bir yaklaşım mücadeleye sınıflar saflaşması yönünden bakamaz. Örneğin Şili ya da Arjantin’de proletaryanın doğrudan davranışını dikkate almayan her hareket, yenilgiye mahkûmdur. Fakat bir Honduras’ta kır proletaryasının ya da topraksız köylünün örgütlenmesi, Bangladeş’te köylülüğün harekete kazanılması hayat önem taşır. Fakat Yeni Çözüm için emperyalist sömürü” ve “devrim” karşıtlığı tek odak noktasıdır. Bu ise olaylara, yalnızca ulusal kurtuluşçu, yani küçük burjuva yurtseverliği açısından bakmak olur.

Günümüzde hele hele ülkemizde sırf “anti-emperyalizm” gerçekleri kavramaya yetmez.

Yeni Sömürgecilik ve Geri Ülkelerdeki Mücadele

Yeni sömürgeciliğin “geri bırakılmış” ül­kelerdeki mücadeleyi nasıl etkilediği soru­nuna Yeni Çözüm bütünüyle kayıtsız de­ğildir. Başlıca şu tespitleri yapar:

“Birinci olarak emperyalizm yeni sömür­gelerde kendisine göbekten bağlı işbirlikçi tekeller yaratarak, sömürgeciliğini bu işbir­likçi tekeller eliyle yürütmeye başladı… İkinci olarak emperyalizm, yeni sömürge­lerde açık işgalleri bir yana bırakarak, sö­mürge ülke ordularını iç savaş ordusu ha­linde örgütlendirerek gizli işgallere yönel­di. Kısacası emperyalizm yeni sömürgeler­de içsel olgu haline geldi.” (ay)

Yeni Çözüm emperyalist sömürü biçi­mindeki değişimin nedenleri ve yol açtığı gelişmelerle çok sınırlı ölçüde ilgilidir. Emperyalizm geri ülkelere yaptığı doğru­dan yatırımlarla büyük kârları ülkesine transfer ediyor. Bunu “işbirlikçi tekeller” eliyle yapıyor. En önemlisi, emperyalizm artık yeni sömürgelerde “içsel” bir olgu ha­line gelmiştir. Söylenenlerde bundan öte­ye bir derinlik yoktur.

Yeni sömürgecilik, emperyalizmin bir taktik tercihi değil, kapitalist ekonomiler­deki gelişimin ve dünya güçler dengesinin zorladığı bir adımdır. Anayurtlardaki dev sermaye birikimleri geri ülke zenginlikleri­ni daha dakik sömürmek için Üçüncü Dün­yaya akmıştır. İki dünya savaşına da katıl­mayan ama savaş ticareti ile dev birikim­ler yapan ABD, yeni sömürgeciliğin lider­liğini yapmıştır. Öte yandan, dünya Sosyalist Sisteminin varlığı ve ulusal kurtuluş savaşlarının sosyalizme varma şansı, emperyalizmin sömürge valiliği yolunu tı­kıyordu.

Tablo No: 4 Toplam Doğrudan Yatırım (dağılım % olarak)
1967 1971 1975
Gelişmiş Kap. Ülkeler 69 72 74
Geri Kalmış Ülkeler 31 28 26
Toplam 100 100 100
(Dünya Ekonomisi ve     Sosyal Krizi, F. Castro, s. 138)

1950’ler sonrası geri ülkelere sermaye akını hızlanmıştır. Fakat son yıllarda bu akın yavaşlamış, kapitalist anayurtlar arasında­ki sermaye akını yükselmiştir. (Bakınız: Tab­lo No: 4)

Geri ülkelere sermaye akını 10 yılda %31’den %26’ya düşmüştür. Bunun en klasik nedeni, elbette ki, sermayenin gü­venlik korkusudur. Fakat olayları yalnızca bu gerekçeyle açıklayamayız Özellikle 1970 sonrası gelişen bilimsel teknik devrim, es­ki üretim araçlarını hızla devreden çıkarır­ken, kapitalist anayurtlar arasında rekabet hızlanmıştır. Ve en son teknikli yatırımlar genellikle gelişmiş ülkelerin kendi arala­rında yapılmaktadır.

Fakat buna karşılık kâr devşirmede du­rum tersine, özellikler göstermektedir. ABD 1970-1980 yılları arasında gelişmiş ülke­lere 35 milyar doğrudan yatırım yaparken, geri kalmış ülkelere yalnızca 8 milyar do­larlık yatırım yapmıştır. Buna karşılık geri ülke yatırımlarından elde edilen kârın %71’i ABD’ye transfer edilirken, gelişmiş ül­kelerden elde edilen kârların yalnızca %47’si transfer edilmiş, gerisi yeniden yatı­rıma dönmüştür. Gelişmiş ülkelerde top­lam kâr oranı %16,6 iken, geri ülkelerde bu oran % 24,1’dir. (ay. s. 140)

Yeni sömürgecilik koşullarında İkinci önemli değişim, geri ülkelere akan serma­ye biçimindedir.

“1980 yılında 40,7 milyar dolarlık top­lamın yalnızca 8,9 milyarı doğrudan yatı­rımlara gelmiş, 12,6 milyar doları özel ih­racat kredisi ve 19 milyardan fazlası da özel banka borcu biçimindedir. Sonuç olarak, özel ihracat kredileri ve uluslararası banka­ların operasyonları, gelişmekte olan ülke­lerden mali sömürünün esas kanalları oldular” (Asıa and Africa Today, Nisan 1983). 40 Milyar dolarlık sermayenin yal­nızca beşte biri doğrudan yatırım için, ge­risi modern tefeci-bezirgânlık içindir. Hiç şüphesiz ki, uluslararası finans-kapitalin banka ve kredi oyunları geri ülke ekono­milerini iyice çürütmektedir. Bu dönüşün temel nedenlerinden ilki, emperyalist eko­nomilerde meta üretimi temelinin çürüme­si, bunun yanında muazzam para spekü­lasyonlarının artmasıdır. Diğer neden, ge­çen on yıllarda uluslararası sermayenin geri ülke ekonomilerinde kurduğu tekelci ya­pılardır. Artık geri ülke Finans-Kapitalistleri kendi ülkelerinin tek egemeni durumunda­dır. Emperyalizm için bu yapının üzerinden faiz devşirmek daha zahmetsiz görünmek­tedir.

Son olarak, geri ülkelere sermaye akışı doğrudan onların ekonomik konumlarıy­la bağlantılıdır. “En azgelişmiş ülkelere ki­şi başına 24,75 dolar, düşük gelirli ülkele­re 11,77 dolar, orta gelirli ülkelere 54,85 dolar, en gelişkin ülkelere kişi başına 63,33 dolar kredi akmaktadır.”(ay) Bu duruma göre Latin Amerika ülkeleri geri Afrika ve Orta Amerika ülkelerinden hemen hemen 6 kat fazla kredi almaktadırlar. Sermaye geri ülkelerde yoğun olduğu bölgelere da­ha çok akmaktadır.

Yeni sömürgecilik, emperyalizmin “içsel” bir olgu olmasından, öteye özelliklere sahip­tir. Yaşadığımız günlerdeki “borç krizi” yeni sömürgeciliğin iflas işaretleridir. Fakat on­dan da önemlisi üretim araçlarındaki son gelişmelerin geri ülkelere de akma kaçınıl­mazlığıdır. Emperyalist anayurtlar, 1970’lerden beri tekniğin son baş döndü­rücü gelişmelerini üretime geçirme yarışın­dadırlar. Bu yarış kaçınılmaz biçimde geri ülkelere de yansıyacaktır. Elbette ki emper­yalist ana yurtlar, tekniğin son sözünü ge­ri ülkelere bin bir patent işkencesiyle akta­rırlar, ama son tahlilde dünya kapitalist pa­zarının en ücra köşelerine bile dalga dalga bu gelişim yayılacaktır. Böylece dünya kır­larının ıssızlaşması daha da artacaktır.

Yeni Çözüm, değişimleri bu yönde gör­mez. Eskiden “emperyalizmin… açık ve yarı açık işgali” “işbirlikçi kukla yönetimle­rinin niteliğinin kitleler tarafından kolayca görülmesini sağlıyordu. Yaygınlaşan ulu­sal bilincin mücadele içinde kısa sürede yı­ğınları kucaklaması” mümkündü. “Yeni sö­mürgecilik… yeni sömürge ülkelerdeki devrimci mücadeleyi de yeni bir içeriğe bü­ründürdü. Emperyalizmin varlığını, açığa çı­kartan, emperyalist kültür politikalarının, demagojilerinin yarattığı politik duyarsızlı­ğı kırıcı nitelikte bir siyasi gerçekleri açıkla­ma kampanyasını öngören, silahlı müca­deleyi politik perspektifte yürüten bir ön aşamayı, halk savaşının öncül halkası ola­rak biçimlendirir.” (Yeni Çözüm)

Yeni sömürgeciliğin, sınıf saflaşmasını daha fazla keskinleştirdiği, proleterleşme­yi hızlandırdığı tespitleri yerine bambaşka sızlanmalarla karşı karşıyayız. “Ulusal bilincin kısa sürede yığınları kucaklaması” imkânını yeni sömürgecilik elimizden almış­tır. Emperyalizmin sömürüsü eskiden çok açık iken şimdi bizzat “emperyalizmin var­lığını açığa” çıkartmak için bir “Ön kampanya” gereklidir. Ve en kötüsü yeni sömürgecilik yığınlarda “politik duyarsızlık” yaratmıştır!

Yeni Çözüm, emperyalizmin sömürüsü­ne karşı, küçük burjuva yurtseverliğinden öteye gidemeyen tepkisini bu cümlelerde en güzel biçimde yansıtmaktadır. “Emperyalizmin varlığını açığa” çıkartmak Yeni Çözüm’e göre ayrı bir çabayı gerektirmek­tedir. Çünkü Yeni Sömürgecilik dönemin­de Emperyalist sömürü içsel bir olgu ol­muştur. Yani kapitalizmin geliştiği geri ül­kelerde emperyalizm ülke tekelci burjuva­zisiyle, ya da daha doğru deyimiyle Finans- Kapitaliyle etle tırnak gibidir. Fakat Yeni Çözüm, bu yola çıktığında “politik duyar­sızlık”la karşı karşıya gelmektedir. Oysa “politik duyarsızlık” denen şey, mücade­lenin ulusal kurtuluşçu zeminden sosyal kurtuluşçu zemine yükselmesinin sancıla­rıdır. Hiç şüphesiz ki, ulusal kurtuluş zemini daha geniş sınıf ve tabakaları kapsar, an­cak sosyal kurtuluş mücadelesi kesin bir sı­nıf saflaşmasını varsayar ve genel olarak proletarya ile yoksul köylülüğe dayanır.

“Politik duyarsızlık”, emperyalist sömü­rüye öfke duyan küçük burjuvanın, geniş yığınların aynı sömürüye kendisi kadar şid­detle öfke duymaması karşısında uğradığı düş kırıklığının ifadesidir.

Oysa kapitalizmin geliştiği geri ülkeler­de, geniş halk yığınları içinde burjuvazi ka­çınılmaz biçimde bin bir ince bağla etki ku­rabilmektedir. Ve bu bağlan koparabilmek sırf ve yalnızca “emperyalizmin varlığını açığa” çıkartmakla olmaz. Bu noktada ko­nu kesin ve açık biçimde sınıf çıkarlarının kavranmasında odaklaşır. Fakat Yeni Çözüm, sınıflarla ilgili değildir. Henüz müca­dele ufkunu o seviyeye yükseltememiştir.

Yeni Çözüm’e “politik duyarsızlık” gibi görünen şey, yığınların kendi sınıf çıkarla­rını kavrama sancılarıdır. Elbette ki, ulusal bir kurtuluş için topyekün davranış imkânı yığınlarda, daha hızlı bir politikleşme doğu­rabilirdi. Fakat yeni sömürgecilik geri ülkelerde sınıf saflaşmasını arttırarak mücade­lenin ufkunu sosyal kurtuluş seviyesine yükseltmektedir. Geri ülkelerdeki devrim­ler artık bir nitelik sıçramasının eşiğinde­dir. Ve devrimlerin proletaryanın iyice yo­ğunlaştığı Latin Amerika ülkelerinden ülkemize kadar uzanan bir zincirde patlak vermesi, geri ülke devrimlerine bambaşka özellikler kazandıracaktır. Ve bu ülkelerdeki başarılı devrimlerin çok daha hızlı sosya­lizme varabilmesi mümkündür.

Sonuç

Yeni Çözüm, “metropollerde” işçi sınıfı aristokrasisinin yaratıldığı, “tepkilerin nöt­ralize edildiğini”, o nedenle yeni sömürge ülkelerin “tek tek zaferlerinin” metropol ül­ke proleterlerinin kurtuluşunu getireceğini söylemektedir. Belki de söylenenler için­de en doğru olanı budur. Fakat önce, tek tek ülkelerde zaferler kazanabilmek, o ül­kelerin koşullarının ülke devrimcileri tara­fından iyice kavranmasından geçer. Her yeni sömürge ülke için “uzun süreli halk savaşları” zaferi getirmez. Öte yandan, emperyalizmin zincirinin zayıf noktaların­dan koptuğu bir gerçeklik. Ancak yaşadı­ğımız günler geri ülkelerdeki mücadelele­rin ulusal kurtuluş ufkundan, sosyal kur­tuluş ufkuna yükseldiği günlerdir. Latin Amerika ülkelerinin büyük çoğunluğu, Uzak Doğu’da, Güney Kore gibi ülkeler, Orta-Doğu’da Iran, Irak, Türkiye, Afrika’da Mısır vb. ülkeler bu yönde tar­tışılmaz adaylardır.

Ancak, bu ülkelerde proletaryanın sağ­lam bir örgütlenmesi olmadıkça bir adım ileriye atılamaz. Bu gerçekçiliklere rağmen bütün yeni sömürge ülkeler için “uzun sü­reli halk savaşı” önermenin çocukluk ya da toyluktan öteye bir anlamı olmalıdır. En azından on beş yıllık bir deneyden sonra, 1968’lerin ufkunda kalmak başka bir an­lama sahiptir. 1965’lerde geniş gençlik yığınları Anti-Amerikan sloganlarla kendini ortaya koydu. Ancak deneyler bu ufkun yeterli olmadığını gösterdi. Proletaryaya yalnızca bir “ideolojik öncülüğün” bahşedildiği yıllarda işçi sınıfı fiili gövdesiyle mü­cadele arenasında yer aldı. Ve sınıfa sağ­lamca tutunmayan hareketlerin nasıl zor günlerde hızla çöktüğü yaşandı. Bütün bu deneylerden sonra hâlâ eski kalıpların için­de kasılıp kalmak teorik düşüncede bir çü­rüme tehlikesine, pratik davranışta ise mo­ral hırpalayan zikzaklara yol açabilir. Li­beral bayağılığa tepki olarak eski kalıpla­rın içine çekilmek, ileriye değil, geriye adım olur. Liberal bayağılığın tuzağına düş­meden eski hataları eleştirebilmek ve aşa­bilmek cesaretinde olmalıyız.

“Emperyalizmin varlığını açığa çıkartmak” için “ön kampanyalar” müca­delenin ufkunu aşırıca daraltabilir. Emper­yalizme kenetlenmiş bir avuç Finans-kapitalin tasfiyesi ise, başta işçi sınıfının ka­zanılmasını zorunlu kılar. Bir El Salvador ile Şili ya da Arjantin’de aynı yol tutulamaz.

Oturaklaşan, tiksinti veren burjuva kuyrukçuluğunu, on beş yıl önce yanarak eleş­tirmek tartışmasız olumlu bir misyona sa­hipti. Bu atılımdan burjuva reformizmi hiç­bir şey öğrenemezdi. Öğrenmedi. Devrimci direniş ruhunu yitirmeyenler ise, öğrenmek zorundadır. Artık burjuva reformizmini, işçi sınıfı ve köylülüğü cesaret ve ustalıkla bu bataktan kopararak, eleştirebilmeliyiz.

Başka “yol”umuz yok!