YENİ SÖMÜRGECİLİK ZİNCİRİNDE ÜÇÜNCÜ DÜNYA ÜLKELERİ – Ayşe Tansever
Çağdaş Yol, Sayı 7, Mayıs 1989
Üçüncü Dünya Ülkeleri, kalkınmakta olan ülkeler, az gelişmiş ülkeler, geri bıraktırılmış ülkeler tanımlamasına giren 100’ü aşkın ülkenin ekonomik, politik konumlarını incelemek birçok faktörü değerlendirmekten geçer. Dünya güçler dengesi içinde ülke içi sınıf ve tabakaların sübjektif konumundan, bilim ve tekniğin üretimdeki yansıması objektifliğine kadar çeşit çeşit etmen belirleyici olur. Bilimsel bir değerlendirmede elektriğin sosyalist üretimi, elektroniğin ise komünist üretim temelini yarattığı söylenir. Üretim biçimi belirli bir bilimsel teknik temele dayanır. Gelişmekte olan 3. Dünya Ülkelerini incelemek ancak böyle çok boyutlu bir perspektiften bakmayı gerekli kılar. Ulusal Kurtuluş Savaşları günlerinde dünya nasıl bir güçler dengesine oturmuştu? Kıtasal faktörler nelerdi? Tek tek ülkeler içinde hangi sınıf ve tabakalar örgütlüydü? Bilim ve teknik ne durumdaydı? Şimdi yaklaşık 30-40 yıl sonra nerelere gelinmiştir? Ufukta elle tutulur neler görülmektedir? Yazımızın akışı içinde bu sorulara yanıtlar aramaya çalışacağız.
Bölüm I
2. Dünya Savaşı Etkileri
Bilindiği gibi II. Dünya Savaşı sosyalizmin, finans-kapitalin mantık sonucu faşizmi yenmesi ile bitmiştir. Hitler ve arkasındaki emperyalist güçler Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizmi yıkmaya çıkmışlar, ama yıkmak şöyle dursun Avrupa ortalarına kadar yayılan bir sistem olarak karşılarında bulmuşlardır. Dünya halkları açısından bunun anlamı emperyalist sömürünün bir kader olmadığıdır. Dünyanın her yerinde yoksul halklar ayaklanır, 400 yıllık sömürgecilik 10-15 yıl gibi kısa sürede çöker. İrili ufaklı yüzün üstünde bağımsız ülke kurulur. Sonuçta dünyamız, savaş galibi sosyalist sistem, savaş yeniği emperyalist sistem ve anti-emperyalist Üçüncü Dünya Ülkeleri dengesine oturur.
ABD ideolojik olarak yeniktir, ama savaştan zarar görmemiş, ekonomik olarak bir yayılmaya hazırdır. Oysa sosyalizm ideolojik olarak galip ama ekonomik olarak bir harabe durumundadır. Kendisini onarmaya, güç toplamaya ihtiyacı vardır. Üçüncü Dünya Ülkeleri anti-emperyalisttir, ama sömürgeciliğin tüm tahribatlarının üstüne modern bir üretim temeli kurmak istemektedirler.
Sosyalizm ideolojik olarak, sosyal bir bilim olarak varlığını kanıtlamıştır. Sosyal olayların kendisine doğru aktığının rahatlığı içindedir. İdeolojik olarak yenilgiye karşın emperyalizm güçlüdür. Sosyalizmi en azından o günkü sınırlar içinde tutmak, Üçüncü Dünya Ülkeleri şekilsiz denizinde yüzmek istemektedir. Sosyalizmin daha güçlenmek için de olsa demir perde arkasına girmesi emperyalizmin işine gelmektedir. Hatta bu nedenle biraz da kendisi onu demir perde arkasına itecektir. Sosyalizm ise bilimin rahatlığı ile dünya ülkelerinin kendisine akışını bekleyecektir. Üçüncü Dünya Ülkeleri 1950’lerde bağımsızlık bayrağı açtıklarında merkezler arasındaki bu denge içinde yerlerini alacaklardır.
Kıtasal Farklılıklar
Asya, Afrika ve Amerika kıtalarının her birinde kendine özgü farklılıklar vardır. Güney ve Doğu Asya ülkeleri güneş batmaz İngiltere ve Japon faşizminin sömürgeciliğinden kurtulurlar. Milyonlarca insan Çin’de Mao’nun peşinden sosyalizm yoluna çıkar. Hindistan peşinde irili ufaklı birçok ülkeyi sürükleyerek İngiliz sömürgeciliğini yıkar. Ama sosyalizme varmaz. Endonezya, Filipinler, Malezya vs. gibi Hindi-Çin ülkelerinin kaderini ise yaşayacakları iç güçler çatışması belirleyecektir.
Asya ülkelerinin bugünkü sosyo-ekonomik durumunu değerlendirirken onların binlerce yıl feodal ilişkiler içinde yaşadıklarını unutmamak gerekir. En zengin, gelişkin feodalist sistem Asya’da yaşanır. Bizzat bu gelişkinlik nedeniyle kapitalizme sıçrayamayacaktır. Kapitalizm feodalizmin en zayıf olduğu İngiltere’de doğacaktır. Asya ülkeleri yüzlerce yıldır feodal ilişkiler altında çürümüştür. Budizm, Teoizm, Konfüçyüsizm vs. gibi mistik düşüncelerin bura insanınca yaratılması hiç de bir rastlantı olamaz. Feodal ilişkilerin içine sıkışıp kalmış binlerce köylü küçük üretici kurtuluşunu ya Mao peşinde ya da Hindistan’daki gibi güçlü bir devletçilik peşinde arayacaktır. Emperyalizmin kendine çektiği Pakistan ve Bangladeş gibi ülkeler din afyonu ile faşizme varacak, burjuva parlamentarizmini bile kuramayacaktır.
İlk Kurtuluş Savaşının Anadolu toprakları üstünde verilmesi Ortadoğu göçebe bedevi kabilelerini pek etkilemeyecektir. Suriye, İngiliz ve ABD’nin bölgedeki çıkar çekişmesinden doğar. Onun sosyalizme yakınlığı, aynı zamanda emperyalizm için vazgeçilmez petrol yataklarının varlığı İsrail devletinin yaratılmasına kadar varan bir güçler dengesi yaratacaktır.
1960 Afrika yılıdır. O yıl tam 17 tane Afrika ülkesi bağımsızlaşır. Şimdi kıtada 50 ülke vardır. Libya, Tunus, Cezayir, Fas Avrupa kıtasına yakınlıkları nedeniyle emperyalist ilişkilerin etkisindedirler.
Afrika kıtasını iki bölümde incelemek daha uygundur. Akdeniz’e komşu olanlar ve Büyük Sahra Çölünün güneyindeki ülkeler. Güneyde feodal ilişkiler henüz tam gelişmemiştir. Feodalizm merkeziyetçiliği tam anlamı ile kurulamamıştır. Şefleri ile ilkel kabileler yaşamaktadırlar. Emperyalist güçler ulusal kurtuluş savaşları ile yıpranan prestijlerini biraz olsun kurtarabilmek için Paris ve Londra’da yaptıkları toplantılarda kıta için bir harita çizerler. Çıkarlarına göre ulusçuklar şekillendirirler. Bu burjuva sınırlar oradaki kabilelerin yapılarına uymaz ve günümüze kadar yaşadığımız sınır kavgaları görülür. Öte yandan özel mülkiyet kavramı olmayan ve insanların kapitalist ilişkilere sıçraması ileride değineceğimiz binlerce sorunu getirir. Genel olarak Afrika ülkeleri kapitalizmin hammadde depoları olarak kalırlar.
Latin Amerika ülkeleri, Afrika ülkelerine daha çok benzerler. İlkel komün geleneğinde iken 17. yüzyılda İspanyol, Portekiz sömürgeciliği ile tanışırlar. Tepeden inme bir feodalizm kurulur. Büyük toprak sahibi latifunda ağaları oluşur. İngiliz sömürgesi ABD bağımsızlık savaşı verdikten sonra 19. yüzyılda bu ülkelerde Portekiz ve İspanyolları kovarlar. ABD finans-kapitalinin en gerici yanlarının feodal latifunda ağaları ile rezonansa gelmesi uzun sürmez. Bu ağalar burjuva kurumu orduyu da yedeklerine alıp yıllarca Latin Amerika halklarını sömürürler. Genel olarak 1980’lere kadar askeri diktatörlükler ülkeleridirler. Ancak 1959 Küba devrimi sonrası ABD tarım tekelleri ittifak kurdukları tabakaları değiştirme ihtiyacını duyacaklardır. Emperyalizm o gün değişme eğilimindeki ekonomik çıkarlarına da uygun düşen bir burjuva ittifakı aramaya çıkar. 1980’li yıllarda Latin Amerika ülkelerinde tek tek askeri diktatörlükler yıkılıyor. İktidara gelenler işte o günlerde ittifaka sokulabilmiş yeni burjuva katmanlarıdır diyebiliriz.
Üretim Dağılımı
Kısaca, en belirgin özellikleriyle vermeye çalıştığımız dünya sosyo-politik durumunun üstünde yükseldiği ekonomik yapı nedir? Sömürgecilik yıkıldığında üretim paylaşımı nasıldır görelim:
1800 yılında üretimin %44’ünü gerçekleştiren Üçüncü Dünya Ülkeleri dünya nüfusunun %74’ünü barındırıyormuş. 1950’lere geldiğimizde ise üretimden aldıkları pay azalıp %17’e düşmüş. Ancak bu düşüş nüfuslarında gördüğümüz oransal düşüşün çok altındadır. 1.5 milyarın üstündeki Üçüncü Dünya insanları ancak %17 üretirken merkezler %83’lük paya sahiptirler. Bilim ve tekniğin insanlığa sunduğu imkânlar merkezlerin elindedir. Böylesi bir üretim dengesizliği kurtuluş savaşlarının ekonomik temelidir.
Tablo I
Veriler | 1800 | 1900 | 1950 | 1980 |
Toplam dünya üretimi (milyon $) | 230 | 970 | 2630 | 11.720 |
Üçüncü Dünya Ülkeleri payı (%9) | 44 | 19 | 17 | 21 |
Dünya nüfusu (milyon) | 944 | 1.673 | 2417 | 4333 |
Üçüncü Dünya Ülkeleri payı (%) | 74 | 66 | 67 | 75 |
Kaynak: World Development Report 1984 s. 6
1980’li yıllara yani 30 yıllık “bağımsızlık” dönemi sonucuna baktığımızda ise dünya üretim dengesinde büyük bir değişiklik gözleyemeyiz. Bu kez dünyadaki üretimin ancak 1/5’ine sahiptirler. Son 30 yılda üretim 150 yıldakinden 5 kat hızlı artmıştır, ama bu artış geri ülkelere yansımamıştır. Demek ki “politik bağımsızlık” yetmemekte başka etkenler Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin gelişiminin önünde durmaktadır. 1980 üretim paylaşım tablosu 1950’lerden pek farklı değildir. Öyleyse yeni bir paylaşım mücadelesinin ekonomik koşulları vardır ve yaşanmaktadır.
“Yetenekli işçiler kapitalistler için daha çok artı-değer yaratırlar. Aynı şey kalkınmakta olan ülkelerin sömürüsü için de söylenebilir. Bağımsızlaşalı beri önemli ekonomik gelişim kaydettiler ve şimdi yeni sömürgeci kapitalist ekonominin bir parçasıdırlar. Böylece emperyalist merkezler onlardan sömürge dönemlerinden daha çok kaynak sömürebilmektedirler.” (Social Sciences 1987, sayı 4, sayfa 202) Üçüncü Dünya Ülkeleri bağımsızlık yılları 1950-65 arasında emperyalizmin kendilerini daha çok sömürmesine imkân tanıyacak ekonomik gelişimleri yaşarlar.
1950-65: İlk Birikim Yılları
Bağımsızlık politik bir kavramdır, ancak ekonomik bir temele oturursa gerçek içeriğine kavuşur. Kurtuluş savaşları sonrası Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde iki birbirine bağımlı ekonomik gelişim yaşanır. Millileştirmeler ve kamu ya da devlet sektörleri. Millileştirmelerin düzeyi ülkeden ülkeye farklılıklar taşır. Eğer ki sömürgecilik döneminde ulusal burjuvazi az çok birikim yapabilmiş ve üretimin ilk ivmesi için bir sermayeye sahipse hükümetlerin hem millileştirmeleri sınırlı kalmış hem de kamu sektörlerini kurup geliştirmelerinde oynadıkları rol ufak olmuştur. Örneğin Lübnan, Singapur, Malezya, Kamerun, Gabon ve Fildişi Sahili ülkelerinde millileştirmeler altyapı hizmetleri ve bazı finans kurumlarıyla sınırlı kalmıştır. Öte yandan Nijerya, Uganda, Fas ve Filipin gibi ülkelerde de millileştirmeler çok sınırlı olmakla birlikte hükümetler genellikle hızlı bir kamu sektörleri kurmayı amaçlamışlardır. Sonuçta her ne kadar iki grup ülke de liberal politika izleseler de üretim temelinin baştaki düzeyi izledikleri ekonomi politikayı da belirlemiştir.
Diğer Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde millileştirmeler ve kamu sektörlerinin kuruluşu çok daha kapsamlıdır. Tüm üretim olanaklarının rasyonel bir şekilde işletilebilmesi böyle bir tek elde toplanmayı gerekli kılmaktadır. Modern üretim yalnız sermaye değildir, bilimdir, tekniktir. O günkü koşularda hiçbir Üçüncü Dünya Ülkesi’nde böylesine bir bilim teknik düzeyi yoktur. Dışarıdan alınmak zorundadır.
Dünya finans-kapitali Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne karşı üretim tekelini elinde tutmaya kararlıdır. Geri ulusları kalkındırmak diye bir zaman derdi olmamıştır. O dönemin çoğu ağır sanayi yatırımlarını Sovyetler Birliği gerçekleştirir. Modern üretimin bel kemiği olan demir-çelik tesisleri, enerji için kömür, petrol çıkarımı, barajlar yapılması hatta tekstil sanayi ilk Sovyet yardımları ile gerçekleştirilir. Ereğli Demir-Çelik, İskenderun Demir-Çelik, Bandırma Kimya Sanayi, Nazilli Tekstil Sanayi, Seydişehir Alüminyum Tesisleri sosyalizm ile işbirliği sonucu yapılır. Suriye’de petrol üretimi ve rafinerisi, fosforlu hammadde çıkarımı, nitrik gübre yapımının %100’ü, elektriğin %80’i Sovyet sermayesi ile gerçekleştirilir. Mısır’da metal çıkarımının %95’i ve dünyanın en büyük barajı Assuan Sovyet yardımları ile yapılır. İran, İrak, Afganistan’da elektriğin yarısından çoğu aynı kaynaktan gelen yardımlarla elde edilir. Sovyet yardımlarının en yoğun olduğu ülke Hindistan’dır. Metal’in %40’ı, petrolün %60’ı, rafinerilerin %50’si, elektriğin %15’i Sovyet sermayesi ile çıkarılıp işlenmeye başlar. Bu ülkede bilimsel araştırma merkezleri kuran, sosyal konularda yardım eden yine onlardır. (İnternational Affairs, 1987 sayı 6, sayfa 44-52) Çin’deki ağır sanayi yatırımları da aynı ülkeden alınmıştır.
Kamu sektörlerinin kuruluşu, Sovyetler’in yardımları, baştan sanıldığı gibi sosyalizme giden bir yol olmaktan çok kapitalizme gitmeye hizmet etmiştir. Önemli olan kamu mülkiyetini yönlendiren sınıfların sınıfsal konumu ve bu konumun sonucu aldıkları yasal düzenlemelerdir. Bu düzenlemeler eğer ki burjuva sınıfının çıkarlarını kolluyor, feodal unsurlarla ilişkileri geliştiriyor ve yabancı sermayeye cephe almıyorsa kapitalist bir yolda gidiliyor demektir. Ama aksine işçiler, köylüler, küçük burjuvaların çıkarlarını kolluyor ve kamu sektörlerini onların çıkarına, yaşam koşullarını iyileştirmede kullanıyorsa sosyalizme doğru kayılıyor, demektir. Üçüncü Dünya Ülkeleri bu iki kutup arasında bir yelpaze oluşturmaya başlamışlardır.
Kapitalist yolda olmadığını söyleyen Üçüncü Dünya Ülkeleri Cezayir, Burma, Suriye, Tanzanya, Angola, Mozambik, Afganistan, Nikaragua, Etiyopya, Madagaskar, Gine, Benin, Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti vb. ülkelerdir. “Bu ülkelerde kamu sektörü ulusal gelirin büyük bir kısmını, bazılarında ise çoğunu oluşturur. Endüstride temel konuma sahiptir. Böylece 1970’lerin ortalarında Tanzanya’da ülkenin temel endüstri alanlarında kamu sektörü %75’lik üretime sahiptir; Cezayir’de devletin işlettiği ve öz yönetimi olan işletme ve kooperatifler ulusal gelirin %87’sini ve endüstriyel ürünün %75’ini gerçekleştirirler; Kongo’da kamu sektörü ulusal gelir ve endüstriyel ürünlerin %50’sini yapar; Burma’da GSMH’nin %35’ini kamu sektörü üretir. 1977’de Yemen Halk Demokratik Cumhuriyeti kamu sektörü endüstrinin %95’ini oluşturuyordu. Mozambik, Angola, Madagaskar, Gine, Benin’de devlet temel endüstri alanlarına hakimdir.” (Public Enterprises in Developing Countries, Progress Publishers, Moskova, 1983, s.13)
Kamu sektörünün en güçlü olduğu ülkelerden biri de Hindistan’dır. Tüm temel sanayi alanları devletindir. Sektörler devletin, özel sektörün ve karma olarak baştan gruplandırılmıştır. Çoğu ülkede olduğu gibi sermaye yoğun, düşük kârlılar devletindir. Afrika’da Kenya, Zambiya, Zaire, Senegal ve Tunus’ta buna benzer uygulamalar görülür.
Kamu sektörleri ile başlayan yeni üretim biçimi yavaş yavaş yeni üretim ilişkilerini de şekillendirir. Sömürgecilikte tıkanan hatta kurulamayan bir pazar oluşur. Maden çıkarımı, elektrik az sermayeli üretim alanlarında hareketlilik yaratır. Karayolları, demiryolları pazarın yayılabilmesine imkân tanır. İnşaat sektörü gelişmeye başlar. Kapitalizmin anayurtlarında tekniğin üretime uyarlanmasıyla 200+300 yılda kurulan düzen Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde bizzat devlet eli ile geliştirilir. Bu düzene ayak uyduranlar genellikle ya sömürgecilik döneminde merkezlerle bağlantısı olan komprador burjuvalar ya da en çok parası olan yani tefeci-bezirgânlardır. İç pazarın kuruluş sürecinde ya bunlar devletle bağlantı kurarlar ya da tam zıddı devlet yaptırılacak işlerde bu düzen artığı kişilerle ilişkiye geçer.
1965 yıllarına gelindiğinde Üçüncü Dünya burjuvaları ilk birikimlerini yapmış, devlet kadroları ile az çok buluşmuş, yeni bir hamle yapmaya, pazardan yeni kârlar devşirmeye hazır duruma gelmişlerdir. Böyle bir talep ancak karşılığı varsa bir ekonomik anlam, değer taşır. Şimdi kapitalist merkezlerde on beş yılda yaşananlara bakıp, böyle bir talebe cevap vermeye hazır olup olmadıklarına ekonomik yanıtlar aramaya çalışalım.
İlk Genel Krize Doğru
Emperyalizm ilk genel krizine 1972 yılında girecektir. Daha 1960’lardan bu krize doğru gidiş ipuçlarını vermiştir. Kapitalist merkezler yeni arayışlar içine girmiştir. Bünyesindeki çarpık gelişim bulunan çıkış yollarını sonuçta yine ama bu kez daha büyük bir çıkışsızlığa sürükleyecektir. Şimdi biz daha 1960’larda kendini gösteren sorunlara değinelim.
ABD finans-kapitali savaştan zarar görmemiştir. 1945’ten sonra Avrupa’yı onarmaya girişir. En başta Almanya, Uzak Doğu’da Japonya’ya büyük yatırımlar yapılır. Savaş, bilimsel teknik araştırmalara verilen önemi arttırmıştır. Uçaklar, araba yapımı vs. gibi yeni üretim alanları açılmıştır. Kapitalizm harıl harıl yeni fabrikalar kurar. Üretimdeki canlılığın anlamı hammadde tüketiminde artışı doğurur. Üçüncü Dünya Ülkeleri birer hammadde deposudurlar. Bu nedenle Üçüncü Dünya Ülkeleri ile bağlar kurulur. Yeni pazarlıklar yapılır. Hammadde çıkarımı için yatırımlara girişilir. Fakat dünya ilişkilerindeki anti-emperyalist hava emperyalizmin dizginsiz davranışını engellemektedir. Kapitalizmin yapısındaki korkaklık bu işi devlet eliyle yürütmeyi zorlamaktadır. Devlet kredileri ve “yardımları” dönemi başlar. Yardımların Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde kullanıldığı yerler, hep hammadde çıkarımı ve bunların limanlara taşımı için gerekli altyapı tesislerinedir. Merkezlerin üretimleri arttıkça hammadde ihtiyacı da paralel şeklinde artmaktadır. Kapitalist ekonomilerde talep fazlalaşınca fiyatlar artar. Üçüncü Dünya Ülkeleri emperyalizme karşı ellerindeki kozu kullanmaktadırlar. İlk birikimleri için koşullar uygundur. Öte yandan dünya finans-kapitalinin hammaddeye ödediği para arttıkça kârı düşmektedir. 1972 krizinin anayurtlardaki ilk belirtisi de zaten enflasyon olacaktır. Böylece ilk para oyunu başlayacak, doların altınla bağı kopartacaktır.
Hammaddeye talebin artmasıyla at başı gitmeye başlayan diğer olgu işgücü açığıdır. Ekonomilerdeki gelişme, yığınla fabrika açılması işgücünde duyulan talebi arttırmaktadır. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nden işçi ithaline başlanır. Akdeniz ülkelerinden Avrupa’ya, Asya ülkelerinden İngiltere, Japonya gibi merkezlere Latin Amerika’dan ABD’ye işçiler davet edilir.
Bunlara paralel bir durumla karşılaşılır. Avrupa ve Japonya ekonomik olarak ABD’ye yetişmeye, rekabet etmeye başlarlar. Merkezler arasındaki bu rekabet ucuza üretmeyi dayatır. Fabrikalarda kullanılan kayışın hızı sürekli arttırılır. Öyle bir hıza ulaşılır ki insan çalışma sınırı zorlanır. İş kazaları artar. Sendikalar buna karşı mücadelelerini yükseltirler. Güvenlik koşullarını gündeme getirirler. Grevler, iş uyuşmazlıkları artmaktadır. Emperyalizmin anayurtlardaki at koşturma alanları daralmaktadır.
Yine merkezler arasındaki rekabet her şeyde kısıntıyı zorlamaktadır. Çevre korumaya yönelik önlemler askıya alınmaya başlar. Tekelci devlet kumrularından tekellere harcanan paralar artar. Devlet şimdilerde yaşadığımız gibi sosyal harcamalarda kısmalara gider. Eğitimdeki kısmalara karşı öğrenci gençliğin protestoları yükselir. Gençlik hareketi işçilerle birleşmeye başlamıştır.
Bütün bu gelişmelerin anlamı şudur: Kapitalizm ekstansif büyümenin sonuna yaklaşmaktadır. Artık bol keseden hammadde yoktur, işgücü yoktur. Anayurtlardaki işçi sınıfının daha fazla sömürülebilme alanı daralmaktadır. Merkezler arası rekabet kâr marjlarını düşürmektedir. Öte yandan sosyalizmin varlığı ticaret savaşlarını sıcak bir savaşa döndürme olasılığını da ortadan kaldırmaktadır Üçüncü Dünya Ülkeleri’ndeki anti emperyalist tutum yeni bir sömürge savaşının önünü de tıkamaktadır. Kapitalist üretim ilişkileri bir darboğazdadır. Öyleyse ne yapılmalıdır? Nasıl olup da kârları arttırılmalıdır?
Yeni Sömürgeciliğin Başlaması
Üçüncü Dünya Ülkeleri ile yeni bir uluslararası işbölümünün temelleri atılmaya başlanır. Emperyalizm kendisine yük olmaya başlayan sanayileri bu ülkelere devre başlar. Eğer kâr getirecekse, merkezlere rakip olmanın koşulları ortadan kaldırılabilirse neden devredilmesin.
Yukarıda da açıkladığımız gibi Üçüncü Dünya Ülkelerinde burjuvazi de zaten böyle bir talep içindedir.
Ulusal burjuvalar ve yedeklerine aldıkları devlet kadroları uluslararası tekellere büyük kârlar sağlayacak koşulları elbirliği ile geliştirirler. En başta devlet belirli kefaletler altına girecektir. Özel sermayenin girebilmesi için politikalarda, yasalarda gerekli değişiklikler yapılır. Onlara özel ayrıcalıklar, kolaylıklar, teşvikler sağlanır. Kamu İktisadi Kuruluşları özel sektörlerin çıkarlarına hizmet eder hale getirilir. Devletler özel sektörü kanatları altına alırlar. Bu gelişmeler Üçüncü Dünya Ülkeleri politik ve ekonomik yaşantısına büyük alt üstlükler getirir.
Demir çelik hammadde demektir. Cevherin bol olduğu ülkeler yatırımlar yapılır. Ayrıca bu sanayide bilindiği gibi hava kirliliği yüksektir. Merkezlerde yatırım zorlaşmaktadır. Ayakkabı, tekstil yapımında işçilik çok fazladır. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde milyonlarca insan iş beklemektedir. Merkezlerde aynı işe alınan ücretin kat be kat ucuzuna çalışacaklardır. Gemi yapımcılığında da işçilik payı yüksektir.
Kimi ülkeye kredi açarak, kimi yerde ortak olarak bu sanayiler devredilmeye başlar. İşler satmakla bitmez. Patentler, tamirler, yedek parçalar, personel yetiştirme büyük yan gelir sağlar. Belki de en önemlisi Üçüncü Dünya Ülke ekonomilerinin emperyalist merkez üretimleri doğrultusunda şekillenmeleridir. Ülkelerin kaderini bundan sonra asıl belirleyici olan, merkezlerdeki ekonomik yapıya bağlantılı bir üretime geçiştir.
Elbette Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin kalkınması emperyalizmin bir sorunu hiçbir zaman olmamıştır. En çok kâr nerede ise oraya gidilir. 1976’da uluslararası tekellerin toplam yatırımları 287 milyar dolar olarak hesaplanmıştır. Bunun ancak 76 milyar doları ya da %26,5’i kalkınmakta olan ülkelere gitmiştir. 3/4’ü 29 ülkeye dağılır. Yarısı ise 11 büyük ülkeye, Brezilya, Meksika, Hindistan, İran vb.’ye dağılır. Yarısı ise 11 büyük ülkeye, Brezilya, Meksika, Hindistan, İran vb.’ye yapılır. Yatırımların sağladığı kârları tespit etmek güçtür. IMF 1970 başlarında 5,7 milyar dolarlık kâr transfer edildiğini yazar. Sovyet kaynaklarına göre ise 149 milyar doları bulmuştur. (Social Sciences 1986 sayı 1, sayfa 160) Şirketler arası gizli transferler ve fiyat değişimleri dikkate alınırsa bu rakam gerçekçi olabilir.
Uluslararası tekellerin Üçüncü Dünya Ülke özel sermayesi ve devletleri ile en yoğun ilişkiye geçtiği bu dönem tüm ülke ekonomilerine bir canlılık getirir. Yeni meta üretimleri devreye girer. Eskilerinde yenilenmeler, gelişmeler başlar. Şimdi çeşitli gruplar altında GSMH artış oranlarını görelim.
Tablo II
1965-73 arası GSMH artış oranı (%) | |
Ülke Grupları | 1965-73 |
Kalkınmakta olan ülkeler | 6,5 |
Düşük Gelirli Ülkeler | 5,5 |
Orta Gelirli Ülkeler | 7,0 |
Petrol İhraç Edenler | 7,0 |
Montaj Yapanlar | 7,4 |
Çok Borçlu Ülkeler | 6,9 |
Sahra Çölü Güneyi Afrika Ülkeleri | 6,6 |
Merkezler | 4,5 |
Kaynak World Development Report, 1988, s. 187 |
Üçüncü Dünya Ülkeleri ortalama yıllık kalkınma hızı ya da GSMH artış oranı %6,5 olarak gerçekleşmiş. Şimdilerde parmakla gösterilen %5’lik büyümelerin üstünde. Hatta merkezlerden daha çok büyümüşler. Düşük gelirli ülkeler yani Hindistan, Çin, Bangladeş, Pakistan, Etiyopya gibi, üstlerinde büyük insan yığınlarının olduğu, onun için kapitalizme kayışta daha tedbirli davranması gereken ülkeler bile %5,5’in üstünde gelişmişler. En büyük oran montaj üreten ülkelerde görülür Güney Kore, Mâlezya, Singapur. Endonezya, Hong Kong, Meksika ve Brezilya gibi Latin Amerika ülkeleri bu gruba girerler. Bizim gibi emperyalizme açılmada dizginsiz gitmeyen ülkeler ve petrol ihraç edenler %7’lik büyümüşlerdir. Tabloda bir de çok borçlu ülkeler grubu vardır. Borçlu olma kavramı 1970’lerin sonlarına doğru gelişen bir olgudur. Henüz o dönemlerde borçluluk bir sorun olarak dünya sahnesine çıkmamıştır. Özünde bu ülkeler montaj yapanlar içinde alınmalıdır.
İntansif Üretimin Başlaması: 1973-80 Arası
Emperyalizm her ne kadar hammadde kıtlığı, işgücü eksikliği, çevre kirliliği çalışma koşulları ve merkezler arası kızışan rekabet sorunlarını Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne yatırım yaparak çözmeye çalışsa da yeni yollar arayışı içindedir. Sosyalizm, uluslararası tekellerin sorunu, sıcak savaşla çözebilmelerinin önünde durmaktadır. II. Dünya Savaşı bilimsel teknik araştırmaları arttırmıştır. Bulguların üretime aktarılması büyük kârlar getirmiştir. Şimdi emperyalizm sorunlarını çözmek için yine bilime sarılır. Bulguları intansif üretim yapmak için kullanır. Yani eski sanayileri verirken kendi içinde daha modernlerini kurmaya başlar. 1972-73 krizinden böyle bir yatırım furyası ile çıkılmaya çalışılır.
Hammadde elde etme zorluğu en başta tasarruf etmeyi öğretmiştir. Fabrikaların izolasyonundan, hammaddelerin iktisatlı kullanımına kadar binlerce yol geliştirilir ve fabrikalar renove edilir. Eskiden atılan artıkların tekrar kullanılması ya da değişik biçimde üretime sokulması hız kazanır.
Geleneksel hammaddelerin yerine yapayları üretilmeye başlanır. Petrolden bir yığın madde elde edilir, doğallarının yerini alır. Pamuklu, yünlü kumaşlar yerine sentetikler, naylonlar, polyesterler her gün piyasaya girmeye başlar. Uçak motorlarında metal yerine seramik kullanılır. Gıda sanayide yapay tatlandırıcılar devreye sokulur. Bugün merkezlerde doğal şeker kullanımı %40’lara düşmüştür. Enerji tasarruf eden inşaat malzemeleri geliştirilir.
Üçüncü Dünya Ülkesi emekçileri kayış sistemine kendilerini adapla ededursunlar merkezlerdeki emekçiler şimdi otomatik sistem ile biraz soluklanmaktadırlar. Uluslararası tekeller için bu verimliliğin daha arttırılması, yani daha ucuza mal etme, yani kârların yükselmesi demektir. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin ucuz emek avantajına ilk saldırı başlar. Binek araba ve gemi yapımcılığı, tekstil sanayileri bu sistemle yenilenir.
Başka yeni bulgular sanayi haline getirilir. Elektronikteki bulgular üretim için çok geniş ufuklar taşımaktadır. 1950’lerde bölünemez, en küçük madde denilen atom parça parça edilmiştir Elektronik mikroskoplar atom içinde elektronların davranış kuralları bulunur ve bu üretime aktarılır. Bilgisayarlar, videolar, fotoğraf makinaları piyasalara sürülmeye başlar. Böylece elektronik sanayi kurulmuş olur. Buna paralel olarak robot yapımına yeni bir hız kazandırılır. Sanayide kullanılabilecek hale getirilir.
Emperyalizm Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne merkezlerin birer çiftliği, tahıl ambarları olmalarını, onlara “yeşil kalkınma modelleri” öneredursun kendisi de bunun tehlikelerine karşı korunma yolları aramaktadır. Tarımda verim nasıl arttırılacaktır? Gübre kullanımı geliştirilmelidir. Kimya sanayi bu konuda yeni yatırımlara girişir. Yeni yeni gübre türleri ortaya çıkar. Merkezlerin tarımsal ürünleri artmaya başlar. Üçüncü Dünya Ülke insanları kapitalizmin ilaçları ile tanışmıştır. Bu ilaç sanayi için büyük kâr alanları demektir.
1980 sonrası emperyalist sistemdeki yeni yapılanmaya baktığımızda bu yukarıdaki gelişmeler bir ön hazırlık anlamı taşır. Bugünkü modern üretim için altyapı hazırlıklarıdır. Bilgisayarlar, robotlar sadece üretilmektedir. Yoksa sanayide kullanılmalarına henüz geçilmemiştir. Bu Reagan’la yapılacaktır.
Sırası gelmişken değinelim. Sosyalizm işte tam bu noktada emperyalizmden geri kalmaya başlar. Sovyetler Birliği de hammadde sıkıntısı çekmiştir, ama Üçüncü Dünya Ülkeleri’ni sömürme gibi bir amacı yedeklerine almamışlardır. Sibirya’dan da olsa en zor doğa koşullarına göğüs gererek kendi zenginliklerini çıkarma yolunu seçmişlerdir. Ancak 1980’lerde böyle bir ekstansif büyümenin sonunu görmeye başladılar. Kendi sübjektif yanlışlıkları bir yana iki sistem arasındaki yarışta sosyalizmi geri düşüren böylesi bir ekonomik gerçekliktir.
Üçüncü Dünya Ülkeleri Kıskaca Giriyor
Şimdi emperyalizmde ekstansif büyümenin doğurduğu sıkıntılar ve getirilen çözümler ışığında Üçüncü Dünya Ülkeleri üstündeki etkilerini görelim.
Merkezlerin hammadde kullanımları azalmaktadır, ama Üçüncü Dünya Ülkeleri için yeni yeni başlamaktadır. O nedenle fiyatlarda düşme görülmez aksine yükselme eğilimini devam ettirirler. Yiyecek maddeleri ve yiyecek dışı hammaddelerde de hep artış gözlenir. Tablo III’e bakalım.
Tablo III
Üçüncü Dünya İhracat Fiyatlarındaki Artış (yıllık %) | |||
1965-73 | 1973-80 | 1980-88 | |
Yiyecek maddeleri | 5,3 | 9,1 | – 2 |
Yiyecek dışı maddeler | 4,5 | 10,3 | – 4,1 |
Metal ve mineraller | 2,5 | 4,7 | – 5,2 |
Yakıt | 8,0 | 27,1 | -4,0 |
World Development Report, 1988, s. 192 |
Hammadde fiyatlarındaki bu artıştan Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin kazançlı çıktığını sanmak yanlıştır. Daha sanayilerini yeni yeni kuran ülkelerin hemen aralarında bağlantı geliştirdiklerini düşünemeyiz. Ticareti yapan yine uluslararası tekellerdir. Hammaddeyi A ülkesinden alıp B ülkesine satmak, pazarlamak, taşımak, depolamak, tüm bağlantıları kurmak tekellere büyük kârlar bırakacaktır. Hatta fiyatlardaki artışın büyük kısmı ülkelerden çok bu tekellerin cebine girecektir. Böylece hammaddelerin kontrolünü da ellerine alacaklardır.
“Bu ülkelerin (merkezlerin b.n) uluslararası tekeller aracılığı ile gerçekleştirdiği meta ihracatı şöyledir: Fosfat ve şekerin %69 kadarı; pirinç, muz, doğal kauçuk, kalay ve petrolün %75’i; boksit, çay ve bakırın %85’i, kahve kakao çekirdeği, ananas, krom, tütün, jütün %85-90’ı, demir cevherinin %95’i. (New Times, 1988, sayı 48, sayfa 18). Hammadde fiyatlarındaki artışlar Üçüncü Dünya Ülkeleri ekonomik planlarını bozmaya ve 1980’lerdeki krizleri biriktirmeye başlar. Alımları düşer ve sonraki yıllarda fiyatların düşmesinin bir nedeni de budur.
Bu yıllarda emperyalizme bağımlı bir ekonomik yapılanışın acı sonuçları yavaş yavaş uç vermeye başlar. Hammadde için tekellere bağımlıdırlar. Onların taşınması, hatta aralarındaki ticaretler için yine tekellerin taşıma imkânlarına bağımlıdırlar. Bütün bunlar acımasızca soyulmalarına neden olmaktadır, ama şimdilik krize varmamıştır. Borç olarak kapatma olanakları vardır. Dünya finans-kapitali henüz elindeki tüm sermayeyi yatırma olanaklarına sahip değildir. O nedenle borçlanma koşulları nispeten iyidir. Ayrıca Üçüncü Dünya Ülkeleri büyük kârlar sağlamaktadırlar. Yumurta getiren tavukları kesmenin alemi yoktur. Borç 1980’li yıllarda ancak yeni bir sömürü aracı olacaktır.
Pazar arayışları: 1970’li yıllar Üçüncü Dünya burjuvalarının gelişip serpildiği yıllardır. Hatta çoğu ülkede zaten tüm açılamayan iç pazarlar tıkanmaya başlar. Dışarıya açılma girişimleri başlar. İhracat, borçlar için çare olarak düşünülmektedir. Bizim AET’ye girme sevdamız bu dönemde başlar. Orta-Doğu pazarını ele geçirmek hep finans-kapitalimizin ağzını sulandırmıştır. Mısır’da aynı şeyin peşindedir. İsrail savaş sanayi uzun zamandır Latin Amerika ülke pazarlarına girmiştir. Brezilya Afrika’nın eski Portekiz sömürgelerine tavuk satma derdindedir. Hindistan Güney Asya’nın merkezi olmak istemektedir. Güney Kore bizim yapamadığımızı becermiş, Arap ülkelerinde büyük inşaat projeleri gerçekleştirir.
Dünya ticareti dolarla yapılır. Değerindeki dalgalanmalar ihracat yapan ülkeye büyük kayıplar verdirtmektedir. Bu nedenle çeşitli Üçüncü Dünya finans-kapitalleri arasında ortak bir para birimi oluşturma çabaları görülür. “Örneğin daha 1961’de Orta Amerika Ülkeleri Ortak Pazarı (AOP) ticaret bürosu bölgenin ilk ortak para birimi pesoyu kabul eder. 1975’te kalkınmakta olan ülkelerin diğer iki ortak para birimi Batı Afrika Hesap Birliği, Asya para birimi doğdu. 1977’de Arap Para Fonu ödemelerini dinarla yapmaya başladı. Latin Amerika ülkeleri Andrean pesosunu ortak para birimi olarak benimsediler. 1986 başlarında Arap OPEC ülkeleri petrol fiyatlarının dolarla belirlenmesinden doğan kayıplarını telafi etmek için ortak bir para birimi belirleme kararı aldı. 1987 Temmuz’unda Arjantin, Brezilya başbakanları aralarındaki ticari işlemleri için ortak para birimi gavco üzerinde anlaşmaya vardılar. (New Times, 1988, sayı 35, sayfa 20) Bütün bunların anlamı Üçüncü Dünya Ülke burjuvalarının bir 20-30 yılda epey geliştiği ve sermaye ihracına giriştikleridir. Etine göre budu.
Büyüme Hızında Yavaşlama
Yukarıda açıklananlardan anlaşılacağı gibi 1973-80 döneminde tüm Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin gerek büyümelerinde gerekse kişi başına düşen gelirlerde düşüşler gözlenir. Şimdi tablomuza bakalım. (Tablo IV)
Tablo IV
1973-80 arası GSMH artış oranı (%) | |
Ülke Grupları | 1973-80 |
Kalkınmakta olan ülkeler | 5,4 |
Düşük gelirli ülkeler | 4,6 |
Orta gelirli ülkeler | 5,7 |
Petrol ihraç eden ülkeler | 5,9 |
Montaj yapanlar | 5,9 |
Çok borçlu ülkeler | 5,4 |
Sahra Çölü Güneyi Afrika ülkeleri | 3,3 |
Merkezler | 2,8 |
Kaynak: ay |
Üçüncü Dünya Ülkeleri gene merkezlerden hızlı büyümektedirler, ama eski hızları kesilmiştir. En büyük düşüş Sahra Çölü güneyi Afrika ülkelerindedir. Dünya kapitalist işbölümüne sadece hammadde ile katıldığından büyümesi yarı yarıya düşmüş %3,3’e inmiştir. Ortalamanın bile altındadır. Öte yandan emperyalizmle bağları en az olan düşük gelirli ülkelerde düşüş diğer gruplara göre daha azdır. Yeni sömürgecilik rakamlarda da kendini gösterir.
Yukarıda değindiğimiz elektronikteki gelişmeler yepyeni üretim alanları açmıştır. Fakat bazıları henüz merkezler açısından kâr getirici değildir. Çünkü ufacık parçacıkları canlı emekle bir araya getirmek gerekmektedir. Elektrikli mutfak aletleri bu gruba girer. Bir de merkezlerde henüz pazarı doymamış hediyelik eşya ihtiyacı vardır. Bunların yapımı da yoğun emek gerektirmektedir. Bu dönemde uluslararası tekeller böyle yatırımlarını Uzak Doğu’nun yoksul ülkelerine yaparlar. Güney Kore, Singapur, Hong Kong, Malezya, Endonezya böylece büyümelerine bu dönemde devam edeceklerdir. Bu ülkeler genelde merkez pazarlarına yönelik üretim yaparlar ve oraların piyasa koşullarına tamamen bağımlıdırlar. Öte yandan petrol fiyatları OPEC örgütü nedeniyle pek düşmediğinden petrol ihraç eden ülkelerin büyümeleri devam etmektedir.
Kamu Sektörleri Çıkmaza Doğru
Kamu sektörleri kalkınmada öncülüklerini özel sektöre bu yıllarda devrederler. Yerli burjuvalar ülke ekonomilerini ele geçirmişlerdir. Kamu sektörlerini kendi çıkarları doğrultusunda kullanırlar. Kimisine ortak olurlar, kimisinin idare kurulularında görev alırlar. Böylece indirimli, öncelikli hammadde elde etme gibi hakları elde ederler.
Eğer ki kamu sektörleri özel sektörün yatırım yapmak istediği alanda üretim yapıyorsa, kamu sektörünü piyasadan çekmek için devlet kadroları ellerinden gelen kolaylığı gösterir. Özel sektöre hazır piyasa devredilir.
Öte yandan kamu sektörlerinin yeni yatırımları, büyüme, gelişmeleri engellenir. Bizzat geri bıraktırılır. Buraya ayrılacak devlet gelirleri özel sektörün çıkarına aktarılır. Devlet büyük yükler altına sokulur.
Kamu sektörüne burjuvazinin bakışı daima çelişkili olmuştur. Üstünde geliştiği kamu sektörlerinin kendisine rakip olmasını asla istemez. Onun geri bırakılması işine gelir. Ama öte yandan kendi üretimi onun üstünde yükseldiği için, onun geri üretimi sektörlerinin de modernleşmesidir. Bu iki istek asla uzlaşmaz bir çelişki olarak kalır.
Kamu sektörleri 1973-80 dönemlerinde geri bırakılmıştır ve şimdi finans-kapitalin yeni üretim temeli kurmasının önünde engel olmuştur. Kamu sektörlerinin modernleştirilmesi ya da özel sektöre devri çoğu Üçüncü Dünya Ülkesi’nde tartışılmaktadır. Ancak ulusal burjuvalar istedikleri kadar etlenip budansınlar koca devlet tesisleri tüm eskimiş ve hantallıklarına karşın altından kalkamayacakları büyüklüktedir. Öte yandan bugüne dek biriken borçlar ve sosyal sorunlar çoğu devletleri böyle bir yükü kaldıramaz duruma getirmiştir.
Sosyal demokrasiler hep devletçiliği savunmuştur. Yaban burjuvalar ya da küçük burjuvalar devlet çiftliklerinde aynı abileri finans-kapital gibi semirme özlemi taşımıştır. Şimdi kamu iktisadi teşekküllerinin içinde bulunduğu hantallık bu hayallerini silmiştir. Önde duran iki yol vardır. Ya finans- kapitalin peşinden gidip ona uşaklık edilecektir ya da proletarya sosyalizminin devletçiliğine varılacaktır. 1970’li yıllardaki gelişmeler kamu sektörleri ile birlikte sosyal demokratların ekonomik temelini alıp götürmüş, çaresizliklerini sipsivri ortaya çıkartmıştır.
İşgücü Dağılımı
Üçüncü Dünya Ülkeleri bağımsızlık yoluna çıktıklarında birer tarım ülkesidirler. 20 yıllık kalkınma hamlesi işgücü dağılımında bu konuda ne tür değişimler getirmiştir?
1965 yılında toplam nüfusun ancak %54’ü çalışmaktadır. Oran 1985 yılında %58’e çıkar. Nüfus artışının biraz üstündedir. Kapitalist gelişim bu ülkelerin işsizlik sorununa büyük bir çözüm getirmekten uzaktır. Öte yandan Afrika Kıtası’nda nüfus artışı dünya ortalamasının üstündedir. Burada çalışan nüfus 20 yıl öncesinin altına düşmüştür. Şimdi ancak her iki kişiden biri çalışmaktadır.
Çalışanların hâlâ büyük bir kısmı tarım sektöründedir. Gelişmiş merkezlerde her 100 kişiden ancak 7 tanesi toprakla uğraşırken, Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde rakam 62 kişidir. Köylülüğün en yoğun olduğu kıta yine Afrika Kıtasıdır. Çalışan her 4 kişiden 3’ü tarımda barınır. Düşük gelir grubu ülkelerinde de durum buna yakındır. Montajda gelişmiş ülkelerde durum çarpıcı farklılık göstermez. Çalışan nüfusun %65’i hâlâ kırlarda yaşar. Tarım nüfusunun en fazla düştüğü üst gelir grubundaki ülkelerdir. Latin Amerika’nın büyük ülkeleri, Avrupa’da Portekiz, Yunanistan gibi ülkelerde tarım nüfusu azalmaktadır, %30’lara kadar düşmüştür.
Çalışan nüfusun biraz artması, tarımdakilerin azalmasına karşılık endüstri ve hizmet sektörlerinde çalışanlar eşit oranlarda artmışlardır. Çalışan nüfusun ancak %16’sı endüstride, %22’si ise hizmet sektöründedir. Endüstri işçisinin payı merkezlerde bunun iki katından fazladır. Üçüncü Dünya Ülkelerinde en çok endüstri işçi oranı üst gelir grubundaki ülkelerde gözlenir. Demin saydığımız büyük Latin Amerika ülkelerinde oran %31’e kadar çıkar. Montaj yapanlarda endüstri işçisi tahmin edileceği gibi çok fazla değildir. Uluslararası tekeller modern teknik kullandıkları için özde işsizlik sorununu kendilerine dert edinmemişlerdir.
Hizmet sektörleri Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde şişmektedir. Ticarette, bankacılık, bürokrasi ve orduda çalışanlar giderek artmaktadır. Bu çarpık bir gelişimdir. Direkt üretime katılmadığı halde ulusal gelirden pay alanlar artmaktadır. Sağlıklı bir gelişim sayılamaz. Modern tekniğin uygulandığı sonuçta verimliliğin arttığı merkezlerde hizmet sektörünün gelişimi normal sayılabilir, ama geri teknikli Üçüncü Dünya Ülkeleri için bu parazitliğin işaretidir.
Sınıf Savaşları
Son yirmi yıldaki kalkınma çabaları doğal olarak yeryüzündeki proletarya sayısında artışa yol açmıştır. Kabaca Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde 301 milyon proletarya vardır. Sayılarının artmasına karşın merkezlerdekilerden çok kötü koşullarda çalışmaktadırlar. Onlardan 10-12 kat daha düşük ücret alırlar. Burjuva hükümetlerinin uyguladığı özel sektörden yana politikalarda durumlarını daha kötüleştirmiştir.
Çoğu ülkede henüz sendikal hakları yoktur. Mısır, Bangladeş, Endonezya, Suudi Arabistan gibi ülkelerde grev yapma hakkına sahip değillerdir. Yasak olmayan ülkelerde toplu pazarlık sürtüşmeleri bu yıllarda artmıştır. Ancak bütün ülke sınırlarını kapsayan bir özellik haline gelememiştir. Zaman, süre ve sektörel açıdan dağınıklık hâkimdir.
1970’li yıllar proletaryanın kendi gücünü öğrenmeye başladığı bebeklik çağıdır denilebilir. İşçi hareketinin temel özelliği şöyle konulabilir. “Yeni işçiler sanayi, üretiminin parçası haline geldikçe, küçük-burjuva, aşiret, din ve kast gelenekleri ve işverenlerin kendi sömürülerini arasına gizlemek istediği sınıf dışı hayaller ve önyargıları da beraberlerinde getirirler. Sonuçta modern proletaryanın içinden doğduğu sosyal ortamdan ‘hızlı kopuşma’ süreci büyük ölçüde yavaşlar.” (The Newly Free Countries in the Seventies, Progress Publishers, Moskova, s. 114)
Üretim modernleştikçe, proletaryanın da buna ayak uydurması gerekmektedir. Bir yandan eğitimsiz, deneyimsiz işçi çalıştırma olanaksız hale gelmekte öte yandan ikinci, üçüncü nesil işçi yüzdesi ve diğer kent tabakalarından gelen işçi sayısı artmaktadır. İşçi sınıfına katılan köylü tabakaların yüzdesi de azalmaktadır. Proletaryanın bilinci gelişmekte ve mücadelesi artmaktadır. Mücadele yavaş yavaş küçük-burjuva, öğrenci gençlik gibi güçlerin peşine takılmak zeminini yitirmekte ve proletaryanın kendi devrimci bilincine uygun partilerin arkasında boy göstermesinin önünü açmaktadır.
Emperyalist güçler Üçüncü Dünya burjuva hükümetlerine işçi sınıflarını parçalamak onları sindirmek için de yardım ederler. Kendi kanatlarına aldıkları sendika yöneticilerini merkezlerde eğitime tabi tutarlar. Sendikal hareket bölünür. Çoğu Afrika ve Asya ülkesinde birçok sendika merkezi vardır. Gerici sendikalar Uluslararası Özgür Sendikalar Konfederasyonu altında toplanmışlardır. İşçi hareketini burjuva sınırları içinde tutma mücadelesi verirler.
Bölüm II
Dünya Finans-Kapitalinin Diktatörlüğü
1980’den beri yaşadıklarımıza şöyle bir bakarsak ne diyebiliriz? İki karşıt sistem arasındaki detant bozulmuştur. Dünya soğuk savaşın içine girmiştir. Reagan sözcülüğünde emperyalizm sosyalizme savaş açmıştır. New York kentinden küçük Grenada adacığı işgal edilmiştir. Libya’nın üstüne bombalar yağdırılmıştır. Nikaragua Sandinista rejimine karşı Kontralar desteklenmiştir. Orta Doğu’nun çıbanbaşı Lübnan denizden ablukaya alınmıştır. Güney Kore’den kalkan uçak Sovyetler Birliği içine kadar sokularak nabız yoklanmıştır. Nedir bütün bunlar? Neden dünya finans-kapitali böyle bir terör havası estirmek zorunda hissetmiştir kendini? Sonuçta ne elde etmiştir? Daha aradan 5 yıl geçtikten sonra neden barış havariliğine soyunmuş? Neden sosyalizmin uzattığı barış dalını almıştır?… Değişen nedir? İki ayrı politikaların altında yatan ekonomik neden nedir? Ancak ekonomik temel dünya ölçüsündeki bu politikaları açıklayabilecektir.
Bir yirmi yılda Üçüncü Dünya Ülkeleri ister montaj yaparak, ister hammadde sağlayarak olsun dünya iş bölümüne katılmış, bir kıyısından tutunmuşlardır. Gelişen burjuva devletler iç pazarları tıkandıkça dışa açılmak istemişler, ama uluslararası tekellerin rekabeti ile karşı karşıya kalmışlardır. Kârlarını arttırmak için ellerinde bilim ve teknik yoktur. Bunun tek yolu içte sömürü koşullarını arttırmak, yani halkın kemerlerini sıktırmak, böylece sağlanan birikimle emperyalist merkezlerden teknik almaktır. Alttaki halk muhalefetini bastırmak için kan ter dökerken, üstten de uluslararası tekellerle baş etmek zorundadırlar.
Bağlantısız Ülkeler Örgütü Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin en çok üye olduğu bir kurumdur. En ilerici Küba’dan en gerici Fas’a kadar çeşitli renkte ülke üyedir. Bu kozmopolitliğine rağmen bir talep etrafında toplanabilmişlerdir. Yeni bir uluslararası ekonomik düzen kurulmalıdır. Ekonomik ilişkiler adil ilkelere dayanmalıdır. Hammadde piyasası kapsamlı bir şekilde düzenlenmeli, uluslararası tekellerin ve yabancı sermayenin faaliyetlerine çeki düzen verilmelidir. Hammadde fiyatları ile montaj fiyatları arasında eşit bir denge kurulmalıdır. Uluslararası ilişkiler, ilgili tarafların karşılıklı çıkarlarını gözetecek şekilde belirlenmelidir. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin kalkınması için belirli kaynaklar yaratılmalıdır. 1980’lere gelindiğinde her Birleşmiş Milletler toplantılarında tartışılan ya da başka şeyler tartışılırken dönüp dolaşıp gelinen konu bu olmaktadır. Emperyalizm basın yayın kaynaklarında bu konuyu geçiştirmeyi pek güzel becerse de uluslararası forumlarda giderek artan bir şekilde duyulmaktadır. Üçüncü Dünya Ülkeleri politik ve ekonomik olarak giderek daha çok emperyalizme bağımlı hale geldikçe, bağımsızlık taleplerinin, şikâyetlerinin yükselmesinde yadırganacak bir şey yoktur. Bütün bu talepleri sosyalizm de desteklemektedir. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin sosyalizmle aynı yana düşmeleri çok sıklaşmıştır. Emperyalizm giderek yalnızlığa düşmüştür. Hatta çoğu alanda kendi saflarından bile kopuşmalar yaşanmıştır. Şimdiye kadar yürütülen sosyo-ekonomik politikalar bir çıkmaza girmiştir. Emperyalizm ve Üçüncü Dünya Ülkeleri arasındaki ilişkiler böylesine kızışmış ve teorik olarak incelmiştir.
Öte yandan başta ABD olmak üzere emperyalist ekonomiler bir yenilenme sancıları çekmektedirler. ABD eskilerin güçlü ABD’si değildir. “Bütün imparatorluklar gibi biz de çöküyor muyuz” umutsuzluğu ortaya yayılmış, ABD kendine güvenini yitirmek üzeredir. İşin kötüsü ABD ekonomisine duyulan güven bitmek üzeredir. Dünya pazarının çoğu yerinde ABD malları diğer merkez malları ile rekabet edemez duruma gelmiştir. Yeni bir ekonomik kriz esmektedir. Bütün bunların çaresi yeniden kılık değiştirmek, yenilenmektir. Ekonomi bunu zorlamaktadır. Böylesi bir ekonomik yenilenmeye girmek tüm kaynakların, ABD’de, yani bir merkezde toplanabilmesi demektir. Uluslararası tekellerin daha bir saldırısı demektir. Daha çok kâr demektir. Dışarıdaki bütün kaynakların içeriye transferi demektir. Bütün bu gereksinimler Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin istediklerinin de tam tersidir. Uluslararası ilişkiler daha adil olmayacak, daha bir soygun başlayacaktır. Hammadde fiyatları daha düşecektir. Dışarıdan daha çok mal alınmayacak aksine daha az alınacak, pazar kapanacaktır. Üçüncü Dünya için yeni kaynaklar yaratılmayacak, bunu bizzat merkezler kendileri için kullanacaklardır. Yenilenecek ekonominin dışarı ile bağlantısı değişecektir. Şimdiye kadar kurulmuş ilişkiler gelişmek değil, bozulacaktır.
İşte emperyalist merkezler böyle bir yapılanmanın içine girdiklerinde zaten zor durumda olan Üçüncü Dünya Ülkeleri daha da zorlanacaklardır. En güzel savunma saldırıdır. Emperyalizm kendisini savunmak için saldırıya geçmiştir. Eğer ki dünya güçler dengesinde aleyhine en ufak bir oynama olursa saldırmaya hazırdır. II. Dünya Savaşından beri sıcak savaşların zemini daraldı. Bölgesel hale geldiler. Şimdi ekonomik savaşlar yaşıyoruz. Emperyalizm de böyle diktatörlükler kuruyor. Böyle korkutuyor.
Modern Yatırım Özelliği
Bilim ve teknikte bulgular sonsuz bir hızla yani bir çığ gibi katlanarak ilerliyor. At başı birbirleriyle etki tepki içinde gelişiyorlar, eski ayrı özelliklerini yitirdiler. Üretime aktarılmaları uzun zaman almıyor. Eskiden bir fabrika kurulup üretime geçti mi eskiyinceye kadar kullanılırdı. Hatta eskiyen parçaları değiştirilip yeniden üretime sokulurdu. Şimdi bu süreyi bilim ve teknik belirliyor. 1970’li yıllarda süre on yıldı. Şimdi daha da kısaldı beş yıla indi. Yani üretim araçları yeni bir teknikle bu kadar zamanda demode oluyor. Bu nedenle günümüze Bilimsel Teknik Devrim çağı deniliyor.
Elbette böyle bir gelişim beraberinde yığınla sorunu da getiriyor. Bilimsel teknik devrim yeni bir üretim biçimi yarattığı gibi yeni üretim ilişkileri istiyor. Üretime uygulanması kapitalist üretim ilişkileri ile zıtlıklar taşıyor. Kapitalizm onu kendi çıkarı için kullanırken, eskisinden de hızlı bir şekilde kendi kuyusunu kazıyor.
Bilimsel Teknik Devrim yepyeni üretim tarzı getirerek tüm sektörleri içine alan bir özellik taşıyor. Bir yandan işbölümü büyük çeşitlilik kazanırken, öte yandan bunların birbiri ile bağları çok artıyor. A sektöründeki bir yenilik eğer B sektöründe uygulanmazsa, ekonominin çarkı aksıyor. Modern bir tekstil makinesi örneğin tarladan pamuğun daha farklı toplanmasını öngörüyor. Araba sanayi üretimindeki robotlar çok hızlı çalışıyor, bilgisayarlar buna ayak uyduruyor, ama eğer demir-çelik endüstrisi kendini yenilemezse robotlar iş yapamıyorlar. Yani günümüzde bilimsel tekniğin üretime geçirilmesi bir bütünlük içinde olmazsa, eğer bütün ekonomiyi kapsamazsa işe yaramıyor.
Yukarıda anlatılanlar yazımız açısından iki yönüyle önemlidir. En başta böylesine kapsamlı bir yenilenme aynı ölçüde büyük sermaye gerektirmektedir. ABD, 1980’lerde yenilenmeye çıktığında tüm dünya sermayesini ülkesine çekmek zorunda kaldı. Avrupa’da tek bir sektörün yenilenmesinin 100 milyar dolar olduğu hesaplanmıştır. Şimdi ABD dünyanın en borçlu ülkesi oldu.
İkinci önemli sonuç yeni üretim biçiminin uluslararası ilişkilere getirdiği, daha doğrusu olması gerekenlerdir. Nasıl yenilenme ulusal bir ekonominin tüm sektörlerinin değişimini zorluyorsa, aynı şekilde uluslararası ekonomik ilişkileri de farklı zemine sıçratıyor. 1970’li yılların üretimi ulusal sınırları çok açmıştı, uluslararası işbölümünün arttırılmasını dayatıyordu. Şimdi son teknik bu ilişkilerin daha da geliştirilmesini istiyor. Oysa emperyalizmin yapısı bilimi tekniği yaymamayı onu tekelleştirmeyi gerektiriyor.
1980’lerden beri merkezler kendi aralarında böyle bir kaynaşmayı becermeye çalışıyorlar. Tekelci rekabete rağmen ve onunla birlikte bunu yürütmenin yollarını arıyorlar. Ama Üçüncü Dünya Ülkeleri için böyle bir şey söz konusu değildir. Artık onlar merkezlerin üretiminden giderek kopuyorlar. Ne verimlilik açısından ne kalite açısından yeni üretim çarkı ile bağlantıları yok kadar az. Nasıl bu ülkelerin kamu sektörleri finans-kapitallerin üretim kalitesinin gerisinde kaldı ve uyumsuzluk yaratıyorsa aynı şekilde merkezler ile Üçüncü Dünya Ülkeleri arasında uyumsuzluk söz konusudur. İleride bir uyum sağlanır mı, ne derece sağlanır, göreceğiz. Şimdi emperyalizmin güncel sorunu bu. Bunun sancılarını çekiyoruz.
Borç Sorunu
Üçüncü Dünya Ülkeleri emperyalizmin yenilenmesine borç ödeyerek yardım ettiler. Eğer bugün bir borç çıkmazında isek nedeni başta ABD olmak üzere merkezlerin yeni yatırımlarıdır. Onlara elini verdin mi kolunu kurtaramazsın. Yeni sömürgecilik yeni bir boyut kazanarak finans ipini de takmış oldu. Oysa sorunu başka türlü koyup Üçüncü Dünya Ülkeleri’ni hesapsızlıkla suçluyorlar. Bizzat destekledikleri burjuva hükümetlerinin ya da nereye harcadıklarını adım adım kontrol ettikleri bu ülke özel sermayelerinin yanlışlığı olarak göstermeye çalışıyorlar. Oysa olay bilinçli bir şekilde bu hale getirilmiştir. Uluslararası çarpık ilişkilerin, emperyalizmin soygun mantığının bir sonucudur. Kastro’nun dediği gibi, “Sorun borçların ertelenmesi, silinmesi ile (de) çözülemez. Borç sorununa yol açan faktörler durdukça yine aynı duruma varılacaktır. Bu nedenle, borçların silinmesi ve yeni bir ekonomik düzenin kurulması sorunları bizce birbirine bağlıdır.”
ABD sermaye çekebilmek için faiz oranlarını yükseltmeye başladı. Böylece doların değeri de yükseldi. Borçların da faizleri yükselmeye başladı. Borçlar durduk yerde artmaya başladı. Öte yandan dünya ticareti de dolarla yapıldığından alınan mallar pahalandı. Üçüncü Dünya Ülkeleri daha ucuza daha çok satmakla yüz yüze geldiler. Hammadde fiyatları düşerken döviz girdileri azaldı. Borçlan ödeyemez duruma geldiler. Bir süre yeni borç alarak borç ödemeye başladılar. Sonuçta 1965 yılında 6 milyar olan dış borç 1975’te 180 milyar dolara çıkarken, bugün ise 1200 milyarı geçti. Tabloda görelim. (Tablo V)
Tablo V
Sermaye İthal Eden Üçüncü Dünya Ülkeleri Toplam Borcu (Milyar Dolar) | ||||||
1980 | 1982 | 1984 | 1985 | 1986 | 1987a | |
Toplam borçb | 656 | 831 | 958 | 1038 | 1120 | 1190 |
GSMH’ya oranı (%)c | 33,6 | 42,4 | 50,2 | 52,8 | 53,8 | 53 |
İhracata oranı (%)d | 136,8 | 182,6 | 201,7 | 221,1 | 247,6 | 226 |
a. tahmin
b. sosyalist ülkeler, Yunanistan, Portekiz dahil, Petrol ihraç edenler yok. c. 96 ülke d. 103 ülke |
1975’lerde 180 milyar olan borç bir beş yıl sonra 656 milyar dolar olmuş. Sonraki yedi yıl içinde de 1200 milyar dolar. Neredeyse iki kat olmuş. GSMH’ye olan oranı ise %53’e çıkmış. Yani Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin yediği her iki lokmadan biri borçtur. İhracata oranı ise sorunun çıkmazlığını açıkça gösteriyor. Daha 1980 başlarında %136’dan 1986’larda 247,6’ya çıkmış.
Bir de ödediklerine bakalım. “1982’de ödenen borç faizi 131 milyar dolardır ve 1975’ten 1982’ye kadar toplam 564 milyar dolar ödediler…” (International Affairs, 1985 Nisan, sayfa 68) Şimdiki borçlarının yarısı kadarını zaten ödemişlerdir. Ona rağmen borçlar azalmak şöyle dursun artıyor. Üçüncü Dünya Ülkeleri her gün biraz daha soyuluyorlar. Halklar biraz daha yoksullaşıyor.
Emperyalizm paralarını geri alabilmek için IMF ve Dünya Bankası’nı kullanıyor ve bu kurumlar Üçüncü Dünya Ülkeleri ekonomilerini kontrol ediyorlar. Kendi çıkarları doğrultusunda önerilerde bulunuyorlar. Ancak bir kez kapitalizm yoluna çıktıktan sonra bu önerileri umacı gibi görmenin alemi yoktur. Eğer ki özel mülkiyetin arkasında gelişilecekse önerilerden yakınmaya gerek yoktur. IMF ve Dünya Bankası sermayenin daha çok gelişimi için gerekli olanları önerir.
Pazar yabancı sermayeye açılmalıdır, onları çekmek için garantiler verilmelidir ve gerekli yasal, ekonomik düzenlemeler yapılmalıdır. Devletçiliğin oynadığı rol kısılmalıdır. Sermaye bu koşullarda elbette daha iyi gelişecektir. Ayrıca devletin eğitim, sağlık gibi sosyal harcamaları azaltılmalı, sübvansiyonlar kaldırılmalıdır. Böylece elde edilecek fonlarla devlet borçlarını daha kolay ödeyebilecektir. Ayrıca finans-kapitalin gelişimi için gerekli bazı yatırımlar yapabilecektir.
Öneriler finans-kapital çıkarlarını koruduğu derecede halkın çıkarlarından kopar. Hükümetler açısından uygulanabilirliği giderek zorlaşır. Son yıllarda kemer sıkma politikalarına tepkiler giderek yükselmektedir. Hatta bazı hükümetler halkın öfkesini yatıştırmak için geri adım atarlar. Mısır, Tunus, Cezayir, Sudan, Nijerya, Latin Amerika’da Arjantin, Peru, Brezilya, Meksika vs. bu tür olayların yaşandığı ülkelerdir.
Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin borçları dünya finans-kapitali arasında çatlaklar yaratmaktadır. İki farklı ana görüş vardır. Birincisi ABD’den gelir. Borçlar, ne pahasına olursa olsun ödettirilmelidir. Alacaklılar birleşmeli, dövüş güçlerini arttırmalıdırlar. Bu nedenle çoğu bankanın sermayesi arttırıldı, Baker Planı gibi oyalamalara başvurulur. Üçüncü Dünya Ülkeleri borçlarını ödeyemeseler bile kârlı bazı madenlerini, şirketlerini pekala karşılık olarak verebilirler. Buna zorlanmalıdırlar.
Japonya daha farklı bir yaklaşım içindedir. ABD’nin elindeki dizginleri almak ister. IMF ve Dünya Bankasının dünya halkları gözünde deşifre olduklarını iddia ederek yeni kurulan ve kentlisinin ağırlıkla olduğu Uluslararası Finans Enstitüsünün bu görevle donatılmasını ister. Var olan borçlar yeni kredilerin, yani yeni sömürü yollarının önünü tıkamaktadır. Üçüncü Dünya Ülkeleri bu tıkanıklıktan elbirliği ile çıkarılmalıdır. Sonuçta ABD koparabildiğini koparmak, Japonya bu soygundan payını almak derdindedir.
Ekonomiler Tepesi Taklak
Borçlar, hammadde fiyatlarının düşmesi, teknolojik sömürü, taşıma sömürüsü, ticari kısıtlamalar vs. vs. gibi yeni sömürgeciliğin soygunu altında Üçüncü Dünya ülkeleri ekonomilerinin 80’li yıllardaki durumunu tahmin etmek zor değildir. Merkezler her on yılda bir krize girerler ve bu Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne yansımazdı. İlk defa bu kriz artık merkezlerin sınırlarından dünyaya yayılacaktır. Üçüncü Dünya Ülkeleri kriz dönemlerinde onların yaylanabildikleri, soluklandıkları yerler haline geldi. Emperyalist merkezlerle ilişkiler arttıkça ekonomik göstergeler de kötüleşiyor. Şimdi Tablo VI’ya bakalım.
Tablo VI
1980-87 Arası GSMH Artış Oranı (%) | ||||
Ülke Grupları | 1980-84 | 1985 | 1986 | 1987a |
Kalkınmakta olan ülkeler | 3,0 | 5,1 | 4,7 | 3,9 |
Düşük gelirli ülkeler | 7,1 | 9,2 | 6,4 | 5,3 |
Orta gelirli ülkeler | 1,4 | 3,3 | 3,9 | 3,2 |
Petrol ihraç eden ülkeler | 0,5 | 3,7 | 0,3 | 0,8 |
Montaj yapanlar | 5,2 | 7,9 | 7,2 | 5,3 |
Çok borçlu ülkeler | -0,7 | 3,8 | 3,5 | 1,7 |
Sahra Çölü güneyi Afrika ülkeleri | -1,5 | 5,8 | 2,6 | -1,4 |
Yüksek gelirli petrol ihraç eden ülkeler | -2,1 | -5,9 | -8,1 | -2,9 |
Merkezler | 2,0 | 3,0 | 2,7 | 2,6 |
a: İlk verilere göre
Kaynak: Dünya Kalkınma Raporu, ay |
1980-82 emperyalizmin topyekün kriz dönemidir. Bu kez Üçüncü Dünya Ülkeleri de kapitalist ekonominin bu özelliğinden paylarına düşeni alırlar. Hatta onlar da daha da uzun sürer. Bu dönemin diğer bir özelliği ülkelerin kapitalist uluslararası işbölümündeki yerlerine göre farklılıkları giderek artmaktadır.
1980-84 arası Üçüncü Dünya Ülkeleri GSMH’larını %3 arttırmışlar. Ancak düşük gelirli ülkeler ve montaj yapanları çıkarırsak kabaca durum sıfırdır diyebiliriz. Yani 4 yıldır yerlerinde saymışlardır. Düşük gelirlilerdeki rakamın yüksekliği, Çin ve Hindistan’ın %8,4’lere varan rakamlardır. Oysa grup içinde diğer yoksul Afrika ülkelerinin gelişimi %3’ün altındadır.
Merkezler bile 80-82’deki sıfırlara karşın %2’lik gelişirken çok borçlu Latin Amerika Ülkeleri, Sahra Çölü altındaki Afrika ülkeleri ve Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Amirlikleri ve Libya vs. gibi çok petrol ihraç eden ülkelerde büyüme yok, geriye sayıma başlamış.
Merkezler 1983’lerde krizden çıkarlar. Oysa Üçüncü Dünya Ülkeleri ancak 1985’te kendilerini toparlayabilirler. Ama bu iyilik pek uzun sürmez. GSMH rakamları her ne kadar bir ülkenin kalkınma derecesi konusunda sağlıklı bir değerlendirme vermekten uzak olsa da yine rakamlar artık işlerin eskisi gibi olmadığını, eski hızların kesildiğini, iyileşmelerin geçici kaldığını, sağlıklı bir istikrar kazanamadığını göstermektedir.
Bir Arpa Boyu Yol
GSMH oranlarındaki düşmelere paralel olarak kişi başına düşen gelirde de azalmalar görülür. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde kişi başına 1980’de düşen gelir 670 dolardır. Oysa altı yıl sonra tam altmış dolar eksilerek 610 dolara inmiştir. Merkezler son ekonomik yenilenme ile paylarını 10.760’dan 12.960 dolara yükseltmişler. (Dünya Kalkınma Raporu, 1988, sayfa 222) Bu ne demektir? Merkezlerle, Üçüncü Dünya Ülkeleri üstünde yaşayan insanların ortalama gelir farkı 16 kat iken 1986’da 21 kata çıkmıştır. Kurtuluş savaşlarından beri yürütülen ekonomik politikalar farkı azaltmak bir yana fazlalaştırmaktadır. Ayrıca 610 dolar sadece bir ortalamadır. Oysa düşük gelirli ülke topraklarında yaşayan 2.493 milyon insanın yıllık geliri sadece 270 dolardır. Oysa en zengin ülke olan İsviçre’deki 6,5 milyon insana yılda 17.680 dolar düşmektedir. Yani bir İsviçreli, yoksul ülke insanından tam 65 kat fazla gelire sahiptir. Kapitalist sistemin kurduğu uluslararası ilişkilerin özü böyle somutlanabilir. Ayrıca kapitalist gelişim tek tek ülkeler içindeki gelir dağılımında da farklılık gösterir. Üçüncü Dünya Ülkeleri toplam nüfusunun %5’inin ulusal gelirin %60-65’ini aldığı söylenir. Kenya için 10 tane milyoner 10 milyon yoksul, ülkesi denir.
Dünya Ticareti
Yeni-sömürgeciliğin aldığı son biçimler ışığında dünya ticaretindeki dalgalanmaları anlamak zor değildir. Tablo VII’yi inceleyelim.
Tablo VII
İhracat hacmi | 1976-80 | 1981-87 | İthalat hacmi | 1976-80 | 1981-87 |
Dünya | 5,1 | 2,6 | Dünya | 5,5 | 3,2 |
Merkezler | 6,6 | 3,2 | Merkezler | 5,6 | 4,3 |
Üçüncü D. Ülk. | 1,9 | 1,0 | Üçüncü D. Ülk. | 5,5 | -0,3 |
Kaynak: Birleşmiş Milletler Raporu, 1988 |
Görüldüğü gibi ithalat ve ihracat dünyada son yıllarda 70’li yılların yarısına kadar düşmüştür. Bilimsel teknikli devrim, üretimde işbölümünün çok daha arttırılmasını gerektirirken emperyalizm altında tam zıddı sonuçlar doğurmuştur. Merkezlerin ihracatları fazla, ithalatları azken, Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde tam tersi, ithalatları ihracatlarının neredeyse üç katıdır. Ve son yıllarda eski oranın bile altına inmiştir.
Aynı grafiği birde ithalat ve ihracat birim değeri açısından inceleyelim.
Tablo VIII
İhracat birim değeri | 1976-80 | 1981-87 | 87 İthalat birim değeri İthalat birim değeri | 1976-80 | 1981-87 |
Dünya | 12,2 | 0,5 | Dünya | 11,7 | -0,3 |
Merkezler | 9,8 | 1,4 | Merkezler | 12,1 | -0,5 |
Üçüncü D. Ülk. | 19,0 | -2,5 | Üçüncü D. Ülk. | 12,15 | 0,5 |
Kaynak: ay |
İhracat hacmi %2,5’lik değer yitirirken birim değeri %11,7’lik değer yitirmiştir. Fakat ihracat mallarının değeri en çok azalan yine Üçüncü Dünya Ülkeleri olmuş. %21,5’lik değer yitirmişler. Merkezlerinki de eski artış oranını tutturamamış ama yine %1,4’lük değer artışı kaydediyor ihraç ettiği mallar. Oysa Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin malları 70’li yıllardan %2,5 daha ucuza satılıyor.
Üçüncü Dünya Ülkeleri 80’li yıllarda daha az değerde mal alıyorlar. Yine merkezler kârlı, çünkü dışarıdan aldıkları mallara eskisinden %5 daha az para ödüyorlar. Oysa Üçüncü Dünya Ülkeleri aynı oranda fazla ödüyorlar. En genel olarak Üçüncü Dünya Ülkeleri 70’li yıllardan hacim olarak %3’lük az mal alıyor, ama %5’lik fazla para ödüyorlar. Oysa merkezler aynı dönem için %4,3 daha fazla meta alıyorlar, ama karşılığında eskisinden %0,5 daha az ödüyorlar. Daha çok alıp daha az para vermek, yeni sömürgeciliğin sonucu budur.
Bölüm III
Burjuvalaşmada Kıtasal Özellikler
Bilimsel teknik devrimin kapitalizm elinde yeni sömürgeciliğin kurulmasına hizmet etmesini yalnız merkez finans-kapitalinin becerisi olarak görmek yanıltıcıdır. Üçüncü Dünya Ülkeleri’ndeki gerici unsurlarla hep çıkar ilişkisi içinde olmuştur. Elbette çıkar ilişkileri, tek tek ulusların dünya ve bölgesel güçler dengesi içindeki yerinde somutlaşır. Ayrıca genelde tipik bazı kıtasal özellikler de taşır. Yazımızın başında da bu temeli koyarak Afrika kıtasının feodalizm öncesi özelliklerini, Latin Amerika’da ise tepeden kurulan feodalizmin üstüne oturmuş bir ABD finans-kapital sömürüsüne değindik. Oysa Doğu Asya ülkelerinde ise Afrika kıtasının tam aksine çok gelişkin hatta çürümüş bir feodalizm vardır. Şimdi bu eski özelliklerin kapitalizmin gelişmesini nasıl etkilediğini görmeye çalışalım.
Afrika
İstatistiklerde gördüğümüz gibi Sahra Çölü güneyi ile Güney Afrika Cumhuriyeti kuzeyi arasında kalan ülkelerden söz edeceğiz. Asya kıtasında Moğolistan Sosyalist Cumhuriyeti’nin kapitalist ilişkileri kurmadan sosyalizme sıçradığı kabul edilir. Afrika’nın bu bölgesi de feodalizmin merkeziyetçiliğini yaşamadan kapitalizme geçmiştir.
Bağımsızlık savaşları döneminde Avrupa’da bir dizi toplantıdan sonra bu ülkelere bağımsızlık “verilip” tepeden burjuva devletçiliği kurulur. Burjuva üretim ilişkileri olmadan böyle bir devletçiliğin özünde maddi temeli de yoktur. O dönemde yeraltı ve üstü zenginliklerin olduğu yerde bir iki tesisten başka bir şey yoktu. Halklar henüz kabileler halinde yaşamaktadırlar. Kan bağı özellikleri hâlâ hüküm sürmektedir. Özel mülkiyet olmadığı için sınıflı toplum yapısı bile şekillenmemiştir. Üretimin düzeyi bir ulusal pazar oluşturacak özelliğe ise hiç sahip değildir.
Peki, bu durumda tepeden kurulacak burjuva devletçiliğin işlerliği ne olacaktır? Devlet başkanları kaçınılmaz olarak kabile reisi özelliği taşıyacaklardır. Bölgedeki devlet başkanlarına verilen kurucu baba, şeflerin şefi gibi isimlerde bunu açıklar. Aynı kabilelerde olduğu gibi başkanlar ömür boyu olarak başkan seçilirler. Devlet mekanizmasında partiler, muhalefet gibi sınıfsal ayrışmanın doğurduğu burjuva bürokratik özelliklere pek rastlanmaz.
Ulusal devlet demek ulusal bir pazar demektir. Ulusal pazarı kapitalist üretim zenginliği doğurur. Böyle bir üretim zenginliği olmadan ulusçuluk oynamak ne sonuç verecektir? “Ulus olmanın kavranmaya başlanmasına rağmen, komünal ve kabilesel bilincin üste çıktığını görmek mümkündür. Öte yandan çoğu Afrikalı için devletle yasal bir ilişkiden çok belirli bir etnik grubun üyesi olmak öncelik taşır.” (International Affairs, 1988, sayı 1, sayfa 48) Avrupa’dan Afrika sınırları çizilirken bu etnik özellikler değil merkezlerin çıkarları belirleyici olunca günümüzdeki çoğu sınır kavgasının zemini baştan doğmuş olur.
Kapitalizmin zenginliği yaşanmadan sosyalizmi kurmak da feodalizmi yaşamamış bu ülkeler için zordur. Devletin görevi çok artmakta oysa üretimi aynı derecede arttırma imkânı sınırlı kalmaktadır. Demokratik güçler komünün olumlu yanları; kolektivizm, karşılıklı yardımlaşma vs. gibi özellikleri sosyal ilerlemede kullanmaya çalışırlar. Örneğin Tanzanya’da köy komünü özyönetim birimi olarak geliştirilmeye çalışılıyor. Madagaskar’da komün anlayışı modernleştiriliyor. “Ancak geleneksel komünü gelecek sosyalist toplumun bir çekirdeği olarak sunma çabaları burjuva öncesi sosyalizm ütopya ve hayallerine hizmet etmekten öteye gitmiyor… Temel sorun, eğitim, (eğitimli personel) sağlık, açlık ve yoksulluk sorunlarını çözmeye harcanan paralar devletin üretime ayırdığı yatırımlarda önemli kısıntılara gitmekle sonuçlanıyor.” (ay, s. 49) Sosyalizm yoluna çıkmış ülkeler bu iki tür yatırımda denge kurma sorunlarıyla karşılaşmışlardır. Emperyalist güçlerde bu dengeleri bozmada ellerinden geleni artlarına koymamışlardır.
Sistemden bağımsız olarak devlet tek yatırımcıdır. Yatırımların yapıldığı yerler kent olarak gelişmeye başlar ve buralara büyük bir akın vardır. Afrika kırları %2-3, kentler %5, gecekondular %10 artıyor. (International Affairs, 1987, sayı 4, sayfa 70) Afrika ülkelerinde kentler bizlerde görülenden çok daha hızlı gelişmektedir. Bu bir yandan büyük bir işsizlik sorunu yaratmakta öte yandan tarımsal üretimin azalmasına yol açmaktadır. Afrika kıtasında çoğu ülkenin yaşadığı açlık sorununun bir nedeni kapitalizmin böyle birden çarpık gelişimidir.
Büyük Sahra Çölü son 20 yılda 150-200 km güneye ve kuzeye doğru ilerlemiştir. Doğa dengesi kıtada epey değişmiştir. 1970 yılında bilinen en uzun kuraklık yaşanır. Beş yıl mahsul alınamaz. Tohumlar yenilir. Arkasından seller yaşanır. Sonuçta Afrika ülkeleri krediler ile tahıl ve gıda maddesi almak zorunda kalmıştır. Sonra hammadde fiyatları düşmeye başlar. Şimdi Afrika’nın merkezlere 175 milyar dolar borcu vardır. Dışarıdan mal alamadığı için üretim yapılamıyor. Üretim yapamayınca borçlarını ödeyemediği gibi dışarıdan bir şey alamıyor. Yani ekonomik çarkı bir tıkanıklık içindedir. Sosyo-ekonomik özelliklerinin kapitalist sömürüye uygunluğu Afrika kıtasını bugün gelişmek bir yana ölüm kalım mücadelesi veren bir kıta durumuna getirmiştir.
Latin Amerika Ülkeleri
ABD emperyalizminin hemen burnunun dibindeki bu ülkelerin gelişimi Afrika ve Asya ülkelerinden farklıdır. Ne Asya’daki gibi yüzyıllarca feodal ilişkilerin çürümesinin altında kaderciliği ilke edinmişler, ne de Afrika ülkeleri gibi kapitalist üretim ilişkilerine yabancı kalmışlardır. Dünya kapitalizminin ilk birikim döneminde İngiltere Kuzey Amerika kıtasını, İspanya ve Portekiz ise güney kısmını sömürge haline getirmiştir. Bilindiği gibi kapitalizm Portekiz ve İspanya’da güçlü feodalizm nedeniyle dizginsiz gelişememiştir. Aynı güçlü feodalizm Latin Amerika ülkelerinde kendini feodal ilişkilerini geliştirme yoluna gitmiştir. Afrika kıtasında devlet başkanları nasıl şefsel özellikler taşıyorsa, buralarda da kabile şefleri, Kızılderili vb. şefler birer latifunda ağası olmuştur. Hatta çoğu latifunda ağası bizzat Avrupa’dan ithaldir. Latin Amerika halkları yıllarca köle olarak çoğu insanca haktan yoksun yaşamıştır.
ABD, İngiliz sömürgeciliğine karşı kurtuluş savaşı verir. Latin Amerika ülkeleri de Portekiz ve İspanyolları atarlar ve 19. yüzyılın başlarında bağımsız birer devlet olurlar. Arada burjuva hükümetler kurulur, ama üstlerinde durdukları ekonomik temel ABD tekelleri ile karşılaştırıldığında o kadar cılızdır ki uzun süre iktidarda kalamazlar. ABD finans-kapitali sömürgeciliğin armağanı latifunda ağaları ile bu ülkeleri kendi güdümünde tutar. Sonuçta adları birer cumhuriyettir, ama birer Muz Cumhuriyeti yani ABD tarım tekellerinin birer çiftliğidirler.
Ordu bir burjuva devletçiliği kurumudur. Oysa Latin Amerika ülkelerinde latifunda ağaları ile iç içe girecektir. Tepedeki ABD tekel çıkarları tek tek ülkelerde latifunda ağası-ordu işbirliği ile yürütülecektir. O nedenle bu ülkeler, askeri diktatörlükler olarak da tarihe geçerler.
Burjuva devletçiklerinin kuruluşu köylü ayaklanmaları sonucudur, ama burjuvazinin latifunda-askerlerin yanında ekonomik güç olabilmeleri Küba Devrimi ile başlar. II. Dünya Savaşı sonunda Avrupa ve Japonya’nın birer rakip olarak dikilmesi ABD’yi ucuz emek aramaya iter. Kıtaya yatırım cazip gelmeye başlar. Küba devrim ateşinin kıtaya yayılması ABD’yi yeni bir sınıfla ittifaka zorlar. Bunlar da kitleyi arkalarında sürükleyebildi burjuvalar olacaktır.
Latin Amerika ülke burjuvalarını diğer kıta burjuvalarından ayıran diğer bir özellik, bir sınır korumacılığından pek yararlanamamalarıdır. ABD dış yatırımlarının 3/4’ünün buraya yapılmasının da nedeni budur. Yerli burjuvalar adeta bir açık pazar olan ülkelerinde pek öyle arkasına gizlenecek gümrük duvarı korumacılığına sahip olamamış, hep ABD tekelleri ile ve onlara karşın gelişmek zorunda kalmışlardır. ABD metası çoğunlukla gümrüksüz içeri girer. ABD tekelleri hammadde alırken büyük kolaylık ve ayrıcalıklara sahiptirler. Piyasa fiyatının çok altında fiyat öderler. Çoğu şirketin bizzat ortağıdırlar. Kârlarını kontrolsüz, engelsiz diledikleri gibi merkeze taşırlar. Böylesi fütursuz bir soygunun Şili’de Allende’yi yaratması bir rastlantı değildir. Hele Allende’nin CIA eli ile öldürülmesi ise tekeller açısından bir zorunluluktur. Eğer burjuvaziye gerekli ders verilmezse uluslararası tekellerin hali felakettir. Ama buna karşın 1973’lerden başlayarak çeşitli ülkelerde millileştirmeler başlar. Madenler-plantasyonlar ve dış ticaret millileştirilir. Ama bu burjuvaca millileştirmedir ve halklar açısından dişe gelir bir özellik taşımaz. Sadece burjuvazi kendine delik deşik bir zırh giymiş olur.
Ülke ekonomileri o denli uluslararası tekellerin çıkarlarına göre şekillenmiştir ki bu tür millileştirmeler bir sonuç vermez. Örneğin Venezüella’da plantasyonlar millileştirilir, ama ABD tekelleri daha işlem yürürlüğe girmeden hileli satışlarla topraklarını yerlilere kiralarlar. Muzların satışını kontratlarla garantilerler. Yerli kiracı, burjuvalar bu işten çok memnundurlar muz satışı garantidir. Ama sonuç hiç de Venezüella burjuvazisinin hesapladığı gibi olmaz. Muzların paketlendiği iki karton fabrikası yine aynı tekellerindir ve fiyatları öyle yükselir ki içinde taşıyacağı muzun bedelinin biraz altına da durur. Sonuçta bu farkı hem milli burjuva hem de işçi kırışacaktır. Böylesi burjuva millileştirmeler halklar açısından millileştirmemekten kötü sonuçlar vermiştir. Millileştirmeler çoğu zaman ABD tekelleri icazetlidir.
Latin Amerika ülkeleri kapitalizmin en azgın geliştiği ülkelerdir. 1970’lerde kalkınma düzeyleri Brezilya, Arjantin, Meksika’nın Portekiz, İspanya ve Yunanistan gibi Avrupa ülkesinden daha yüksekti. Bu ülkeler uçaktan son teknik kompüterlere kadar modern üretim yaparlar. Hatta Brezilya uzay araştırmaları bile yapmaktadır. Araba yapımında milyonlarca işsizine rağmen robot bile kullanıyor.
Bu denli gelişmişliğin nedeni sömürgeciliğe karşı korunmasız olmalarından gelir. Bizzat bu yüzden 1980’li yıllarda tam bir felaketin içine girdiler. Arjantin Devlet Başkanı Alfonsin İtalya gezisi sırasında “Arjantin ve Latin Amerika ülkelerinin ekonomileri gerçekten tükenmiştir.” (New Times, 1989, sayı 4, sayfa 18-19) diyerek ne kadar çaresiz olduklarını dile getiriyordu. Kişi başına gelir 1976’ların düzeyindedir. Üretimler düşmüştür. İşsizlik çok artmıştır. İşçi gelirleri düşmüştür. Bazı ülkeleri örnekleyelim.
İşçi ücretleri artışı
Ülkeler | 1970-80 | 1980-85 |
Brezilya | 4,0 | -2,1 |
Meksika | 1,3 | -5,9 |
Arjantin | 1,4 | 4,1 |
Venezüella | 3,8 | 0,5 |
Şili | ….. | 0,0 |
Burjuvazinin birikimleri azalmıştır. Örneğin 1977-8 arası merkezlere kaçan paranın 150 milyar dolar olduğu sanılıyor. (International Affairs, 1987 Mayıs, sayfa 75) İhracat düşmüş, ithalat da azalmıştır.
Latin Amerika burjuvazisi 1980’li yıllarda yeni arayışlar içindedir. Çoğu diktatörlüklerin bu dönemde yıkılması bir rastlantı sayılamaz. Şimdi iki tane kaldı. Son olarak aralarındaki ticareti arttırarak krizden çıkmayı deniyorlar. Tüm Latin Amerika ülkelerinin dış ticareti yıllık 130 milyar dolardır. Şimdiye kadar bunun %4’ünü kendi aralarında gerçekleştiriyorlar. Şimdi tekeller aracılığını ortadan kaldırıp, karşılıklı ilişki içine girmeye çalışıyorlar. Ulusal tekellerin ve hükümetlerin uluslararası tekellere olan bağımsızlığı düşünülürse, böyle bağımsız bir tavrın ne derece olumlu olacağını kestirmek zor değildir.
Montaj Üretenler
Montaj yapan ülkeler dendiğinde Güney ve Doğu Asya ülkeleri Güney Kore, Hong- Kong, Singapur, Tayvan, Malezya, Endonezya gibi ülkeler akla gelir. Endonezya petrol ihraç etmesine ve fiyatların düşmesine rağmen montaj nedeni ile biraz ayakta durabilmiştir. Güney Kore 1965-80’lerin %16,5 ve %18,7’lik büyüme rakamlarına ulaşamasa da 1980’li yıllar için %10,2 ve %9,80’ler hiç de kötü değildir. Genelde bu ülkeler eski büyüme hızlarını yitirseler bile gene de Latin Amerika ve Afrika ülkelerinin 70’lerdeki hızlarına sahiptirler.
Bilindiği gibi montaj sanayi ucuz emek demektir. Merkezlerin arasındaki rekabet bol emek isteyen sanayileri emeğin ucuz olduğu ülkelere götürmeyi zorunlu kılmıştır.
Bölgenin sosyo-ekonomik yapısı diğer kıtalardan farklıdır. Oldukça gelişmiş ve merkezileşmiş bir feodal ilişkiler zinciri vardır. Hindistan ve Çin gibi bazı ülkeler ilk sömürgeciliğin merkezleri gibidir. Montaj sanayinin verildiği ülkeler ise bu halkanın o dönem nispeten dışında kalmış olanlarıdır. Emperyalizm onlara başka bir iş bölümü verecektir. Bu ülkelerin “başarısı”, Japonya’da doruğuna çıkan, feodalizmin köleliğini kapitalizmin ücretli köleliğine oturtabilmelerindedir. Boğaz tokluğuna ağasının topraklarında kölelik yapan köylü şimdi fabrikada patronun ücretli kölesidir. Bizzat bu nedenle emperyalizm yatırımlar yapmış ve işçi sınıfını acımasızca sömürmektedir.
Kapitalizmin “ekonomik mucizesi” diye bütün Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne örnek gösterilen Güney Kore’ye baktığımızda iki tane ayrı denebilecek ekonomi görürüz. Birincisi tekellerin üretim yaptıkları adacıklar. Burada dünya pazarları için üretim yapılmaktadır. İkincisi büyük köylü kitlelerinin olduğu, merkezlerde üretilenlerle hiç ilgisi olmayan asıl Güney Kore, ikinci ekonomi vardır.
Birinci ekonomiye 4 tekel hâkimdir. Dünya tekelleri sıralamasında ilk 100’e girerler. Diğer 6 tekel ise ilk 500’e girer. En büyük tekel Hyundai, Yong ailesinindir. Gemi, araba, elektronik, inşaatçılık alanlarında faaliyet gösterir. İkinci sıradaki Samsung tekeli Lee ailesinindir, yine gemi, tekstil, makine aletlerine yatırım yapmıştır. Daewoo, Kim ailesinin, Lucky God Star Ku ve Ha ailelerinindir. Bu dört aile ülke GSMH’sının %40’ını üretirler, ihracatın yarısını yapar, işgücünün ise %4’ünü barındırırlar. Diğer 6 aile ile birlikte ele alırsak GSMH’nin %60’ını ihracatın %70’ini gerçekleştirirler. Güney Kore mucizesi denilen, özünde 4-10 ailenin zengin olma hikâyesidir. İkinci ekonominin üstünde oturduğu kamu sektöründe ise 24 tane kamu kuruluşu ülke üretiminin ancak %10’unu gerçekleştirir. (Far Eastern Affairs, 1988, sayı 5, s. 1-44)
Dünya sıralamasına giren Güney Kore tekellerinin bir de sermayelerine bakıp uluslararası kardeşleri ile ilişkilerinin temelini görelim. İlk sıradaki Hyundai tekelinde yerli sermaye miktarı %1,5’tur. Deowoo’nun %10, diğer ikisinin ise biraz daha fazla %15 (ay). Peki, bunlara Güney Kore tekeli demek yerinde midir? Sadece Güney Koreli bir avuç ailenin arkasına gizlenmiş, onların adı ve eliyle milyonlarca insanı sömürmeye oturmuş, emperyalizmin kolları. Montaj üreten ülkelerin başarısı denen şey uluslararası tekellerin söz konusu ülkedeki gelişiminden başka bir şey değildir. Mucize ne pahasına yapılır? Korkunç bir işçi sömürüsü pahasına. Güney Koreli bir işçi ABD’de aynı işi yapan işçiden 8, Japonyalıdan 6 kat düşük ücret alır. Ortalama çalışma saati 54’tür. Orta ve küçük işletmelerde 60-70 saate kadar çıkar. Grev yasaktır. Sendikalar federasyon kurup merkezi bir güç oluşturamazlar. 10 milyon işçinin ancak 830.000’i sendikalıdır. Bu koşullar işçi sınıfının örgütlü mücadelesini kırıp sömürü imkânını yani tekellerin kâr marjlarını yüksek tutmasına yarar.
Bilimsel teknik gelişim hızlı adımlarla ilerliyor. Mikroprocessor (ışınlı işleme) adı verilen yeni bir yöntem yakın gelecekte ucuz emek avantajını ortadan kaldıracaktır. Hatta bazı yerlerde üretime sokuldu bile. Lazer ışınlarıyla kumaşların kesimi canlı emekten daha verimli. Çeşitli minicik vidaların, parçaların montesi yine ışınla daha kaliteli ve kolay oluyor. Işın böyle sanayilerin yapısını tamamen değiştirecektir. Kalite çok yükselmektedir. Bu mamullerin üretiminde böyle bir değişiklik Üçüncü Dünya Ülkelerinin ellerindeki tek “avantajı” ucuz emek imkânını alacaktır. O zaman bu ülkelerin durumunun belki de Afrika ülkelerinden daha kötü olacağını söylemek falcılık değildir.
Sonuç
Emperyalizm II. Dünya Savaşı’ndaki ideolojik yenilgisine rağmen, tekelci yapısındaki hantallığa rağmen, yeni sosyo-ekonomik-politik koşullara uyabilme esnekliğini gösterebilmiştir. Eski sömürgecilik tarihe gömülmüştür, ama şimdi yeni kanallardan yeni yollarla eskisini aratırcasına yeni sömürgecilik dünyamızın ilerlemesi önünde durmaktadır.
II. Dünya Savaşı enkazının altında yükselen Avrupa ve Japonya emperyalizme ilk ivmeyi kazandırmış, onu hammadde bulma sorunu ile yüz yüze getirmiştir. Emperyalizm böyle bir ihtiyaç sonucu Üçüncü Dünya ile ilişkileri geliştirmek zorunda kalmıştır. Hammadde kaynakları daralmaya ve Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin elinde bir koz olmaya başlayınca tasarruf ve yapay hammadde elde etme yöntemleri bilimden alınıp üretime sokulmuştur. Eski hammadde yoğun üretim biçimleri de iyi fiyata Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne satılmıştır. Böylece hem Üçüncü Dünya Ülkeleri kapitalist üretim ilişkilerine çekilmiş hem de teknolojik sömürü, taşıma ve ticari sömürü yöntemleri doğmuş, emperyalist merkezlerin ve uluslararası tekellerin kârları artmıştır. Emperyalist tekel fiyatları ve finans kumrularının keyfiliği Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin boynuna bir de borç halkasını geçirmiştir.
Üçüncü Dünya Ülkeleri merkezlerin ekonomik çıkarlarına göre ekonomik bir şekillenmeye girmişler, tek tek ülke sınırlarında halklarından kopmuşlardır. Daha ülkede açlık ve yoksulluk büyük halk yığınları için bir gerçeklik iken, kentlerde kümelenmiş bir avuç burjuvazi bolluk içinde yüzmektedir. İki grubun ihtiyaçları farklılaşmakta, finans-kapitalin merkezlere bağımlı üretimi bu bir avuç insana seslendikçe kendi pazarını daraltmaktadır. Geniş halk yığınlarının kapitalist pazarla olan bağı giderek kopmaktadır.
Bilimsel teknik devrimin ucu bucağı henüz ufukta yoktur. Çığ gibi ilerlemektedir. Elektronik, robot, yeni kimyasal bulgular emperyalizme yeni yatırım alanları, sektörler açmıştır. 1980’li yıllarda bunların bizzat üretime geçirilmesi ise bu kez merkezleri çevrelerinde oluşturdukları Üçüncü Dünya Ülke burjuva üretimlerinden kopartıp, sivriltmiştir. Şimdi yeni olanaklar ile üretim yapmak için pek bu ülkelere ihtiyaçları yoktur ve ayrıca aradaki üretim farklılığı onlardan yararlanmayı zor hale getirmektedir. Başka bir değişle 1960-80 arası tüm çarpıklığına rağmen kurulan uluslararası ilişkiler bir alt üstlük yaşadı. Reagan’la estirilen terör havası bunların doğurabileceği tepkilere karşı eline sopa almaktı.
Şimdi Reagan ve Gorbaçov arasında imzalanan anlaşma dünyamızı bir barış havasına soktu. Emperyalizmin sosyalizmle imzaladığı, yumuşamaya yol açan anlaşma emperyalizmin savaştan vazgeçtiği ya da insancıllaştığı anlamını taşımaz. Sadece emperyalizmin ekonomik çıkarları bunu zorlamaktadır. Şimdi dünya halkları ile iyi geçinme isteğinin altında başka bir ekonomik çıkar yatmaktadır.
Bilimsel teknik bulgular üretimin hızını, verimini ve yoğunluğunu belki bir 20 yıl önce tahmin edemeyeceğimiz şekilde arttırdı. Bu artış uluslararası ilişkileri daha da çok geliştirmeyi zorunlu kılmaktadır. Mikro-elektronikten mikro-biyolojiye, genetik biliminden uzay bilimine, üretim için öylesine yeni ufuklar açılmaktadır ki artık tek bir ülkenin tüm bu alanlarda yatırım yapması hele hele dünya üstünlüğünü hepsinde elinde tutması imkânsızdır. Üretim çeşitliliği merkezlerin toplam sınırlarını bile aşmıştır. Eğer ki bütün bu bulgular insanlığın hizmetine sunulacaksa tüm insanlığın el vermesi gerekmektedir. Bilimin insanlığın hizmetine sunduğu imkânlar günümüzdeki global sorunları, açlığından sağlığına, çevre korunmasından eğitimine kadar kısa sürede çözmeye yetecek düzeydedir.
Ama emperyalizmin bencil çıkarları onu bu imkânları değerlendiremez hale getirmiştir. İlk topyekün krizini 1973’te yaşayalı beri bilimi üretime aktardıkça manevra alanını daraltıyor. Belki kendini yeniliyor, kârını arttırıyor, ama tam zıddı yönde de alanını daraltıyor. Pazarını açmak istedikçe bir sonraki pazar imkânını daraltarak yenileniyor. 1980’lerden beri yenilenişin en topyekünu, en kapsamlısıydı o nedenle de 20 yıldır yetiştirdiği Üçüncü Dünya Ülkeleri burjuvalarından da kendini epey kopardı.
Yıl 1989. 5-6 yıldır yeni üretimin meyvalarını topluyor. Toplaya dursun. Ama dünya ticaret göstergeleri kırmızı ışıklar yakıyor. Ticaret savaşları çıktı çıkacak. Eğer böyle bir kıvılcım çakarsa bir anda ortalığın yangın alanına dönmesi işten bile değildir. Batının ekonomik raporlarından istediğinizi açın, hepsi ticaretin önünün açılması gerekliliği üstünde duruyorlar. Reagan bu nedenle yumuşamak zorunda kaldı. Yine aynı nedenle Bush diktatörlükler devri bitti demokratikleşme süreci başladı diye uluslararası ilişkilerdeki yeni masklarından söz ediyorlar. Şimdi ticaret yollarının açılma dönemidir. Nasıl açılacak, açılabilecek mi göreceğiz.
Üçüncü Dünya Ülkeleri’ni gördük, merkezlere borçlar, ticaret kanallarını tıkamıştır. İçeride enflasyonlar devalüasyonlar, bütçe açıkları burjuvaziye birikim için gösterilen kolaylıklardır. Yeni yatırımlar yapılamıyor, eskiler kapasite altı çalışıyor. Halklar kemer sıkma politikaları, istikrar programları altında ezildikçe ezildi. İhracat teşvikleri devalüasyonlar iç pazarların tıkanışına karşı yerli finans-kapitalleri kayırma politikalarıdır. Bu ülkeler kendi içlerinde merkezlerin bugün Üçüncü Dünya Ülkeleri ile arasındaki gibi bir kutuplaşmaya varmışlardır. Kentlerde yaşayan, merkezlere uygun tüketim alışkanlığına ulaşmış birkaç milyon insan ve en doğal yeme, içme, barınma hatta ısınma ihtiyacını karşılayamayan milyonlarca halk yığınları ve onların farklı tüketim ihtiyaçları. Ulusal finans-kapitallerin pazarları merkezlere bağlılıkları nedeniyle de bu geniş yoksul halk yığınları yerine, kentlerdeki burjuvalara yönelik üretim içindedirler. Merkezlerden aşağıya doğru nasıl bir gelişim, değişim yapılabilecektir ki hem tekellerin çıkarları korunacak hem de bu çıkarlar halk yığınlarının bugün yüz yüze bulunduğu sorunları çözecektir? Başka bir değişle uluslararası ve ulusal tekellerin çıkarları nasıl bir evrimle ulusal çıkarlarla uzlaşacaktır? Bizce çözüm tepeden bir evrimleşme ile olacak iş değildir. Olsa olsa aşağıdan halk yığınlarının bilinçli örgütlü ayaklanışı, bir devrim ve devrimler zinciri ancak kangrenleşen yarayı söküp atacaktır.