AFGANİSTAN’DA NELER OLUYOR? – Ali KEMAL

Çağdaş Yol, Sayı 7, Mayıs 1989

Neredeyse 10. yılını bitirecek olan Afga­nistan müdahalesine Sovyet askerlerinin geri çekilmesiyle bir “ara nokta” konul­du. Sovyet askerinin geri çekilmesini Tür­kiye’de ve dünyada bazı çevreler onayladı, bazıları da “Sovyetler’in yenildiği çığırt­kanlığını yapıp”, “yurtsever toprak ağalarının zaferini” sayfalarca yazılar ya­zarak tavırlarını sergiledi. Bugün Afganis­tan sorunu ülkenin sınırlarını çoktan aşmış; Sovyetler Birliği’nin içinde bir tartışma or­tamı yaratıp neredeyse “bir günah çıkar­ma komedisine dönüşecek” panik psikolojisine yol açarken;

Başta ABD olmak üzere emperyalizmin, birçok devrimci sol akımları da etkisi altı­na alınabilecek uluslararası alanda sağa sa­vurmanın yeni rüzgârlarını estirmeye baş­lamıştır.

Hem sosyalist hem de emperyalist dün­yadaki bu iki açılımı daha iyi kavrayabilmek ve sorunun bize öğrettiklerini gösterebilmek için önce devrim öncesi koşulları, daha sonra ise devrimin ardından yaşanan gelişmeleri kısaca özetlememiz gerekiyor:

650 bin metrekare yüzölçümlü Afganis­tan’da 1978’de 16,8 milyon insan yaşıyor­du. Nüfusun yüzde 50’ye yakını tarım, ti­caret, yönetsel mekanizmalarla ordu ve po­lis içinde önemli etkinliğe sahip Paştunlardan oluşuyor. Nüfusun yüzde 25’i ağırlıklı olarak çiftçilik ve küçük ticaretle uğraşan Taciklerden, geri kalan bölümü ise yüzde 9’u Özbek ve yine yüzde 9’u Hazarlardan meydana geliyor. Nüfusun yüzde 81’inin kırsal kesimde yaşadığı Afganistan’da tarım­sal üretim ekonomide buna paralel olarak bir ağırlığa sahip.

Birleşmiş Milletlerin verilerine göre Af­ganistan’da devrim öncesi ulusal gelir 1,6 milyar doları buluyordu. 16.8 milyonluk nüfusa böldüğümüzde kişi başına düşen ulusal gelirin 98 dolara geldiği ortaya çıkı­yor. Nüfusta olduğu gibi, ulusal gelirin ya­ratılmasında da birinci ağırlığa sahip tarım da mülkiyet yapısına baktığımızda karşımıza güçlü bir feodal yapı çıkıyor. Ülkenin eki­lebilir toprak miktarı toplam kırsal toprağın yüzde 12’sini geçmezken, mülkiyet yapısın­da bu toprakların yarısına sayısı 10’u geç­meyen ve bugün “mücahit liderleri” ola­rak dünya kamuoyuna lanse edilen toprak ağaları sahiptir. Dünyanın en büyük eroin trafiğinin de içinde bulunan toprak ağala­rının tarımsal üretimde sömürdükleri sınıf açıkça kavranabileceği gibi köylülerdir. Su­lamanın tamamen “Allah’a bırakıldığı” üretimde gübre gibi, traktör gibi kapitalistçe yöntemlerin kullanılmadığı bu topraklar da buğday, pirinç, pamuk ve haşhaş ekil­mektedir. Tarım ülkesi olmasına rağmen Afganistan şeker gereksiniminin yüzde 87’sini margarinin yüzde 58’ini ve sebze meyve gereksiniminin de yüzde 23’ünü it­halat yoluyla karşılamaktaydı. Enerjinin yüzde 70’ini petrol ithalatı ile sağlayan Afganistan’da 1967’de bulunup 1969’larda iş­letilmeye başlanan doğalgaz ise yeterli ya­tırımların olmaması ve o günkü krallık reji­minin tercihleri doğrultusunda enerji ihti­yacını gidermede önem kazanamamıştı.

1978’de devrim öncesinde nüfusun yüz­de 8’i okuma-yazma biliyordu. Çocuk ölümlerinde Afganistan dünya birincisiydi. Her bin çocuktan 329’u 1 yaşına basma­dan ölüyordu. Ülkede hastanelerin yatak kapasitesi 3600’dü.

İşte, ülke aşırı derecede yoksullaşan böyle bir süreç içinde, sınıfsal çelişmelerde; özellikle köylüler, işçiler, küçük burjuvalar ve gelişmekte olan burjuvaziyle feodal ya­pıyı elinde bulunduran güçlü toprak ağa­ları arasındaki çelişmenin kesinleşmesiyle yüz yüzeydi devrim öncesinde. 1978 Afga­nistan devriminin gerçekleşmesine geçmeden önce, ülkede politik liderliği o dönem ve daha sonra elinde bulunduran Afganis­tan Demokratik Halk Partisi’nin kuruluş ve sonrasına bir göz atalım:

Başını Nur Muhammed Tarakki, Ahbar Haybar (Partinin ideoloğu) Babrak Karmal ve Badanşair’in çektiği bir grup devrimci 1964’de bir gizli kongre topladılar. 50’sini çeşitli mesleklerden sivillerin 27’sini ise değişik rütbelerden askerlerin oluşturduğu 77 militanla gizli olarak gerçekleştirilen bu kongrede Parti’nin yasal olarak kuruluş ta­rihi 1 Ocak 1965 olarak saptandı. Diğer ku­rucular Politbüroya seçilirken, Babrak Kar­mal Merkez Komitesi Genel Sekreterliğine atandı. 1953 yılında ilerici gösterilerde yer aldığı için 3 yıl süreyle hapis yatmış Karmal, 1964 ve 1973 yıllarında 12. ve 13. dönem milletvekili seçilmişti. Toplanan Kongrede partinin izleyeceği politik hat; le­gal faaliyetin avantajlarından azami dere­cede yararlanmak ve legal çalışmayı özellikle ordu içindeki illegal çalışmayla kaynaştırmak olarak belirlendi. Kongrede alınan kararlar iki grupta toplanabilir:

1- Kısa erimde ülkedeki tüm ileri ve diri güçlerin birleştirilmesi ve koşullar olgunlaş­tırıldığında bu güçlerin devrime seferber edilerek monarşiyi yıkmaları ve feodal ya­pıyı parçalamaları; böylelikle “Kapitalist olmayan yoldan gelişmeyi (abç) başlat­maları idi. Kongre, bu hedefin ancak bir devrimle gerçekleşebileceğini ve ülke koşullarında devrimin “ulusal demokratik devrim” karakterinde olacağını saptadı. Bu tip bir devrim ise “örgütlü veya örgüt­süz tüm halk yığınlarının (abç) emperyalizme ve monarşiye karşı ekonomik, sosyal ve siyasal bakımdan bir asgari program etrafında toplanılmasını gerektirirken, uzun erimli hedef ise kapitalist olmayan sos­yal gelişme yolunun (abç) sosyalist kuruluşa, giderek sınıfsız topluma ulaşmasıydı. Kongrede oluşturulan programın temel, hedefleri ise:

“Kamu sektörünün güçlendirilmesi, plan­lı ekonominin gerçekleştirilmesi, ülkenin sanayileştirilmesi, dış ticaretin kontrol altına alınması, demokratik reformun yapılması, cehalete savaş açılması, işsizliğin tasfiyesi” gibi demokratik hedeflerdi. Programda bu hedeflere ulaşılması için “ülkenin feodali­teden kurtulması ve geri kalmışlıktan kurtulmasını isteyen tüm demokratik, politik güçleri ve toplumsal katmanları içine alan en geniş ittifakların gerçekleştirilmesinin tek araç olduğu” belirtiliyordu. (1)

Belirlenen programın eleştirisine daha sonra değinmek üzere, şimdi de parti için­de giderek kristalleşen iki eğilimin: Halkçı ve Bayrak eğilimlerinin oluşumuna bakalım:

Partide programa ilişkin ilk tartışmalar 1966’da partinin yeni üyelerinden ve dönem milletvekillerinden Hafızullah Amin tarafından başlatıldı. Amin’in diğerlerine gö­re daha radikal davranması parti içindeki taraftarların sayısını hızla arttırırken, Amin, partinin temel politik hattı olan “cephe po­litikasına”, “sınıf işbirlikçiliği” ve “Parti’nin likidasyonu” gibi ağır suçlamalar getiriyordu. Amin, bu suçlamalarıyla, az sayıda işçi dışında, çoğunlukla aydınlar, me­murlar, küçük zanaatkarlar, işsizler, lü­mpenlerden; yani tamamen heterojen ve işçilerin azınlıkta kaldığı partide taraftar bul­maya devam ederken, bir süre sonra Partinin orduyla yürütülen ilişkilerinin başına geçti.

Parti içindeki bu iki eğilim arasındaki ay­rılık bir 10 yıl kadar sürdükten sonra 1977 Nisan’ında başlayan gelişmeler her iki siya­sal eğilimin birleşmesine yol açtı. Başını Tarakki’nin çektiği Bayrak eğilimi, Halkçı eğilimle birleşmek için Amin’in tasfiyesini ön koşul olarak ileri sürüyordu. Amin’in tasfiyesi gerçekleşmezken, iki eğilimin sadece legal düzeyde; tek bir Merkez Komite altında, bir partide birleştirilmesi kararı alın­dı. Birleşmeye partinin illegal örgütlenme­si olan ordu katılmamıştı. Partinin bu ille­gal örgütlenmesinde ise esas söz sahibi Hafızullah Amin’di.

1978’e, Afganistan Demokratik Halk Par­tisi (ADHP) yoğun kitle gösterileri ile girer­ken iki çok önemli gelişme yaşandı. Parti, Hafızullah Amin’in partiden ihraç kararını aldıktan hemen sonra; bu kararda önemli rol oynayan Partinin ideoloğu Ahbar Haybar bir suikast sonucunda öldürüldü. Par­ti, Haybar’ın cenaze töreninde büyük bir gösteri düzenlerken, Amin’in ihraç kararı­nı da bir süre için askıya aldı.

1973’de Zahir Şahı devirip iktidara ge­çen Davud Han 24 Şubat 1977’de hazır­lattığı anayasayı, Cumhurbaşkanının seç­tiği ülkenin “ileri gelenleri” ve aşiret re­islerinden oluşan “Loya Jirga” adlı meclise onaylattırdı. Partilerin faaliyeti böylece yasaklanırken, Haybar’ın cenaze töreninin ardından Davud Han ADHP’nin önderle­rinden Tarakki, Karmal ve diğerlerinin tututuklattırılması kararını aldı, ama ilginç olan Davud Hanın Amin’in tutuklattırılmasını bir gün süreyle geciktirmesiydi. ADHP önderlerinin tutuklattırılmasıyla birlikte ordu içinde etkin olan parti örgütü harekete geçe­rek, tanklarla Kabil’in en etkin noktalarını ele geçirdi. Hava Kuvvetleri de yine aynı tarihte; 27 Nisan 1978’de Kraliyet Sarayı­na saldırırken, yoğun sivil halk ve parti üye­leri ordu birlikleriyle Saraya dayandı. Sal­dırıya iki saat dayanılabildi. Sarayı ele ge­çirenler Davud Han ve ailesiyle tepki du­yulan bir kaç bakanı topluca kurşuna diz­diler.

Devrim Sonrası Gelişmeler

Tarakki önderliğinde oluşturulan Devrim Konseyi Devlet Başkanlığına Tarakki, Başbakanlığa da “ihraç kararı askıya alınan” Amin getirildi. Karmal ise, Devrim Konseyi Başkan Yardımcılığı ve Başbakan Yardımcılığı görevini üstlendi. Konsey’in al­dığı ilk kararlar geniş bir toprak reformuna girişmek oldu. Davud Han’ın onaylattırdı­ğı Anayasa yürürlükten kaldırılırken yiye­cek fiyatları düşürüldü, devletin adı da “Af­ganistan Demokratik Cumhuriyeti” diye değiştirildi. Okuma yazma seferberliği başlatılırken halkın örgütlülüğünü yükselten, işçi sendikaları, ilerici gençlik ve kadın ile başka meslek örgütleri kuruldu. 1973 darbesiyle başa gelen Davud Han’ın baş­latıp da uygulayamadığı toprak reformu Devrim Konseyinin ilk gündemlerindendi. 30 Kasım 1978’de çıkarılan Toprak Refor­mu Yasasıyla toprak mülkiyeti çiftlik arazi­lerinde 6-60 hektar arasında sınırlandırılı­yordu. Yasaya göre kraliyet ailesi üyelerinin toprakları, ihtiyaç fazlası topraklar ve daha önce gizlice toprak ağalarınca işgal edilen topraklar devletleştirilip topraksız ve az topraklı köylülere 1,2-10 hektar ara­sında değişen parçalara bölünerek dağıtılacaktı. Köylülerin tefeci ve toprak sahip­lerine olan borçları da hafifletildi. Toprağı­nı sözleşmeyle ipotek ettiren köylüye top­rağı geri verilecekti. Bir yıl gibi bir sürede ancak 100 bin köylü ailesine reformun önerdiği toprak parçaları dağıtılabildi. Kır­larda kooperatifler kurulabildi. Bu arada, devrim sonrasında ülkede gerçekleşen bir diğer önemli gelişme de işçilerin “Gönül­lü Çalışma Hareketi” adı altındaki faali­yetiydi. Gönüllü Çalışma Hareketi (GÇH) ile hükümetin kullanacağı fonlar oluşturu­lurken, ülkedeki hastane, yol, konut yapı­mı gibi işlere katılma, demokratik örgütlen­melerde çalışma ve okuma-yazma seferber­liğine katılma da GÇH’nin etkinlikleri ara­sındaydı.

Devrimde İpler Kopuyor! Neden?

Yukarıda açıklandığı gibi ADHP’nin kuruluşu ve hedeflendiği program; feodalitenin “geniş ittifaklarla” ve ulusal demokratik bir devrimle yıkılmasıyla, kapi­talist olmayan yoldan gelişmeyi başlatmak idi. Buradan da sosyalist kuruluşa ve gide­rek sınıfsız topluma ulaşılacaktı! Oysa:

“Ancak 920’ler dünyası ile 1950’ler sonrası dünyası elbette aynı değildir. O zaman şu soru akla gelebilir: 1960’larda sosyalizmin dünyadaki gücü yeni bağımsız ülkelerde devlet sektöründen sosyalizme doğru bir dönüşü sağlaya­bilecek güçte miydi? Sovyetler, kapita­list olmayan yol tezini neye dayandıra­rak pek çok bağımsız ülkeye uygulana­bilir ilan etti…”

“…Fakat burada önemli nokta devrimlerin sınıf karakteri ve gücünün unu­tulmasıdır. Aynı Sovyet yardımıyla Kü­ba sosyalizme giderken, neden Mısır, Irak vb… ülkelerden hiçbiri sosyalizme gidememiştir. Bunun tek açıklaması o ülkelerdeki devrimin veya bağımsızlık mücadelesinin yürütücü sınıf güçleriy­le yapılabilir.”

“…Kapitalist olmayan yol tezinin geri ülke devrimci hareketlerine en büyük zararı, o ülkelerde bağımsız proletarya hareketinin şekillenmesinde ve geliş­mesinde yarattığı bulanıklık, hatta pra­tik engellerdir…” (2)

Devrim öncesinde, işçi sınıfının ağırlıkta olmadığı, tamamen heterojen bir yapıya sa­hip ADHP’nin sahip olduğu kapitalist ol­mayan yoldan sosyalizme gidiş perspektifi “proletarya hareketinin şekillenmesin­de ve gelişmesinde bulanıklık yarattı.”

Partinin kararlı ve tutarlı bir mücadeleye sa­hip olamaması kapitalist olmayan yol per­spektifinin yanı sıra, Parti içinde özellikle Amin’in tasfiyesini geciktirecek gibi fahiş bir hataya yol açacak disiplinsizliğin ve alıklığın da gösterilmesi devrim sonrasında ip­lerin çok değil dört ay sonra kopmasına ve ardından Sovyetlerin müdahalesine kadar uzanan bir dizi gelişmelere yol açtı.

Ülkenin kapitalistleşmede geldiği nokta­da en örgütlü güç Afgan ordusuydu. Par­tinin orduda yürüttüğü illegal faaliyet Af­gan Politik devriminin kazanılmasında en önemli rollerden birini oynarken, Halkçı eğilimden Amin’in illegal faaliyet üzerinde tam denetime sahip yani partinin böyle bir zaafa sahip olması da partinin daha sonra yaşadığı “parçalanmasında” etkin rol oy­nadı. Parti zaaflarla doluydu. Amin’in ih­racını askıya alan, kapitalist olmayan yol te­zini savunan, homojen bir yapıya sahip ola­mayan ve sonuçta küçük burjuva karakte­ri ağır basan Parti; devrim sonrasında baş­latılan toprak reformu programını da tutarlı ve planlı bir şekilde yürütemedi. Öncelikle Partinin kırsal alanda toprak dağıtımı fonksiyonunu görecek şekilde kurduğu koo­peratiflerde denetim Parti elemanlarına değil, okuma-yazma bilen kırsal kesimin ege­men güçleri, feodal beyler veya onlara bağ­lı kişilere geçti. Toprak reformu başlatılmıştı ama “kırsal bölgelere gönderilen komi­serler tarım aletleri olmaksızın reformu uygulamaya çalışıyorlardı” (2) Koope­ratiflerde etkinlik kazanan toprak ağa­ları veya bunlara bağlı kişiler köylüle­re “Size devredilen topraklar çalınmış mallardır, Allah hırsızlık yapmayı ya­saklamıştır. Sizler bu toprakları alarak hırsızlık yaptınız.” (3) propagandasını ya­yıyorlardı.

Kararlı bir tutum sergileyemeyen ADHP’de Devrim Konseyi tarafından Başbakan­lığa getirilen Amin, bir an önce etkinliğini arttırma girişimlerini başlattı. Bunun ilki Halkçı eğiliminin önderlerinden ve ADHP’nin kurucularından Babrak Karmal’ı Parti­den tasfiye etmek amacıyla Çekoslovakya’ya Büyükelçi olarak göndermeseydi. Amin, daha sonra içinde birçok Parti elemanla­rının da bulunduğu binlerce kişinin tutuk­lanma kampanyasını başlattı. Amin, Gizli Servise, KAM’a da girmeye ve denetimi almaya başlayınca Muhammed Tarakki 1979 yazında Havana’da toplanan Bağlantısızlar toplantısından dönerken Babrak Karmal ile gizlice görüştü. Amin, iki lider arasındaki bu görüşmeyi Tarakki’nin birlikte seyahat et­tiği Başmuhafız Candad’dan öğrendi. Hü­kümetin devrilmesinden sonra verdiği ifa­dede, Tarakki’nin kendisine ‘yönetimde ihtilaf bulunduğunu’ söylediğini belirten Candad, Amin’in kendisini daha sonra sor­guya çektiğini ve görüşmeyi öğrendikten sonra Tarakki’yi 14 Eylül’de verilen emirle tutuklattırma kararı verdiğini açıklıyordu. KAM şeflerinden A. Hadud İkbal ve Ruzi, Tarakki’yi 14 Ocak gecesi yastıkla boğarak öldürüyordu. Amin’in bu hareketinden son­ra Bayrak eğiliminden ADHP’liler tamamen yeraltı faaliyetine geçti. Devrim Konseyi Karmal’ın MK. Genel Sekreterliğine ge­tirilmesi kararını alırken, Amin de Darlaman kışlasına çekildi.

Bu arada, “Başta CIA, MOSSAD ol­mak üzere birçok gizli servis ajanının ülke içinde sabotajlara girdiği” hükümet tarafından açıklanıyordu. ABD Büyükelçi­sinin 1979 Şubat’ında Halkçı eğilimden kopan solcu SİTEM-İ MİLLİ tarafından öldü­rülmesi de bardağı taşıran son damlalar­dandı. Amin’in kitlesel tutuklatma kararla­rı ve otoriter davranışları da ilk kez devri­min kitle tabanını “eritmeye” başlıyor, ül­keden göçler başlıyor, feodal beylerin propaganları için yeni yeni olanaklar yaratılı­yor ve kırlarda ilk silahlı mücahit gruplan eylemlere başlıyorlardı. Aralık 1978’de Sovyetler’in gerektiğinde Afganistan’a devrimi koruyabilmek için müdahale edebileceği­ne yönelik dostluk anlaşması imzalanma­sına karşılık Sovyetler birçok kez çıkarılan davete “hayır” diyordu.

Daha sonra Merkez Komite Amin’i tüm görevlerinden alma kararı aldı. Amin, buna direnince, o ana kadar işlediği tüm suçlardan yargılanıp kurşuna dizildi. Amin’in öldürülmesi ilginç bir noktayı açığa çıkardı! O ana kadar davranışlarından kuş­kulanılan Amin’in öldürülmesi dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter tarafından bir demeçle kınanırken! Dışişleri Bakanlığı da olaya duydukları tepkiye dile getirir. Tarakki’nin öldürülmesi olayında ‘sessiz kalan’ ABD yönetiminin Amin’in öldürülmesine “yas tutması” Amin hakkında CIA ajanı yönündeki kuşkuların güçlenmesine yol açıyordu.

Amin’in öldürülmesiyle Kabil sokakları­na kadar sıçrayan çarpışmaların ardından Sovyetler Birliği “16 defa ülkeye devri­mi korumak amacıyla askeri müdaha­le için yapılan çağrıya” hayır dedikten sonra 17. kez artık ‘evet diyor’ ve ilk etapta Afganistan’a 10 bin asker gönderiyordu.

Müdahalenin Nedenleri

Afganistan devrimi 1974-1980’li yıllarda dünya çapında üçüncü dünya ülkelerinde yaşanan devrimci ayaklanmalar dalgasının içindeydi. Etiyopya, Kamboçya, Vietnam, Laos, Gine-Bissau, Mozambik, Cape Verde, Sao Tome, Angola, Afganistan, İran, Grenada, Nikaragua ve Zimbabwe bu dal­ganın yaratıcılarıydı. Bu devrimci dalga, 1970’li yılların başlarından itibaren başla­yan emperyalist dünyanın yeni sermaye bi­rikimi bunalımıyla birlikte ele alındığında emperyalizm ve sosyalizm arasındaki evrensel çelişmenin giderek yeniden keskin­leşmesinin nedenlerini ortaya çıkarır. 1970’li yılların ortalarından itibaren “de­tant politikası” etkisini yitirmeye başlar­ken SALT II anlaşması görüşmeleri de ABD yönetimi tarafından donduruluyordu. Emperyalizmin dünya çapında yeniden bir haçlı seferine başlatma hazırlıklarıyla, Af­ganistan devrimi bir ölçüde kesişiyordu. Af­ganistan’ın yanı sıra, aynı dönem içinde İran’da 1979’da yaşanan devrim, Türkiye’de sınıf mücadelesinin giderek kalitece yük­selmesi ABD’nin başını çektiği emperyalist sistemin “militan tavırlar” sergilemesini ge­rekli hale getirdi. Afganistan’da 1978’de ger­çekleşen devrimin ardından yukarıda be­lirttiğimiz birçok olumsuz gelişmelerin Parti içi bölünmelerinin, alınan kararların uygulanabilmek gücünden yoksunluk vb Amin’in yaptıkları başörtüsü yasağı, bayrak, ezan vb yaşanması devrimin giderek ta­banını genişletecek yerde, kaybetmesini gündeme getirdi.

Afganistan’da “devrimin hızla var olan ta­banını da” yitirmeye başlamasında, sekter sol gücün temsilcisi Hafızullah Amin’in de payı vardır. “Kadınların okuma-yazma kurs­larına zorla götürülmesi, halkın dine olan bağ­lılığının göz önüne alınmadan din kurslarının yasaklanması, Afganistan’ın yine dinsel bir sembolü olan bayrağının yeşil rengini, kızıla çevirmek”, Amin döneminde yapılan ve ters tepen keskinliklerdir. Küçük burjuvalıktan kaynaklanan bu uçkunluklar, ancak yıllar son­ra özellikle Necibullah döneminde giderilmeye çalışılmışsa da bu kez de sağa kayma tehli­kesi belirmiştir: Afganlı yöneticiler camilerde halkla birlikte namaz kılarak bu kez yığınla­rın kuyruğuna takılmaktadırlar.

Ülke içinde devrimin ya­pılan fahiş hatalarla kazanımlarını koruya­mamasına, içinde Çin, ABD, Pakistan, Ja­ponya ve birçok ülkenin bulunduğu 26 ül­kenin mücahit gruplarına askeri, ekonomik yardımlarda bulunması da eklenince ülkede iç savaş hızlandı. ABD’nin daha önce dağınık ve şekilsiz olan mücahit gruplarını bir araya getirmesi ve onlara askeri uzman yardımının yanı sıra, Stinger gibi en geliş­miş teknolojiyle üretilmiş füzelerini vermesi, her yıl yüz milyonlarca dolarlık (bugüne kadar toplam 3 milyar dolar) yardımı Kongre onayıyla gruplara göndermesi ülkede başlayan iç savaşta “taraflar arasındaki” Devrim Konseyi, parti ve kitlesi ile başını toprak ağalarının çektiği mücahit grupları arasındaki “güçler dengesini hızla ikin­ci taraf lehine bozmaya başladı.” ABD, emperyalist sistemin başı olarak ve Pakistan’da onun yandaşı olarak mücahit gruplarını desteklerken, “Sosyalist Çin” de Şili’de Allende yönetimine karşı çıkan Pinochet rejimini destekleme budalalığını göster­diği yetmiyormuş gibi, Afganistan’da dev­rimci iktidarı yıkıp yerine, İslamcı gerici bir düzeni kurmayı hedefleyen mücahit gruplara arka çıkıyordu. Oysa aynı Çin tarihte­ki şu gelişmeyi unutuyordu:

“Kore savaşı sırasında Sovyetler Bir­liği Çin liderlerinin isteği üzerine Çin’in kuzey doğu bölgesinde Amerikan hava saldırılarına karşı Sovyetler Bir­liği hava birliklerini göndermişti. Birçok Sovyet pilotu Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ve ÇHC’nin bağım­sızlığını savunmada hayatlarını kaybetmişlerdi.” Çin’in mantığına göre Sovyet­ler Birliği’nin hava birliklerini Çin’e gönder­mesi de “onun yayılmacı ve hegemon­yacı politikasının bir parçası olabilir­di!” (4)

Afganistan müdahalesinin yaşandığı dö­nemde SBKP Merkez Komite Genel Sek­reteri Leonid Brejnev ise yaptığı açıklama­larda “müdahalenin mantığını” şöyle açık­lıyordu:

“Dış saldırıya karşı direnen Afgan yönetimi daha Başkan Tarakki zama­nında ve sonrasında Sovyetler Birliği’ne yardım için defalarca başvurdu. Kendi adımıza biz de saldırı durdurul­mazsa Afgan halkının kötü zamanla­rında terk etmeyeceğimiz konusunda gereken çevreleri uyardık. Çok iyi bili­neceği üzere sözümüzü de tuttuk.”

“…Sonu gelmeyen silahlı müdahale­ler, dış gerici güçlerin büyük yaralar açan komploları Afganistan’ın bağım­sızlığını yitirmesi ve ülkemizin güney sı­nırında emperyalist bir askeri mevzii haline getirilmesi tehlikesine yol açtı. Başka bir deyişle, dost Afganistan hü­kümetinin ricasını karşılıksız bırakamayacağımız zaman gelmişti. Başka şekil­de davranmak Afganistan’ı emperya­lizmin insafına bırakmak; örneğin hal­kın özgürlüğünün kana boğulduğu Şili’de yaptıklarını burada da yineleme­sine olanak sağlamak demek olurdu. Başka şekilde davranmak, güney sını­rımızda Sovyet devletinin güvenliği için ciddi bir tehlike kaynağının yaratılma­sına göz yummak anlamına gelirdi.” (5)

Bugünlerde Sovyetler Birliği’nde en son, Merkez komite üyesi Yeltsin’in yaptığı açıklamalardan Afganistan’a askeri müdahale kararının “Tüm Merkez Komite tarafın­dan” değil de “Brejnev, Savunma Ba­kanı Üstinov, Dışişleri Bakanı Gromikov ve Parti ideoloğu Suslov tarafından” alındığı açıklansa da “demokratikliğin bir ihlali anlamına gelebilecek” böyle bir karar alma biçimi sonuçta müdahalenin mantığını geçersiz kı­lamıyor. Sosyalizm ve emperyalizm evren­sel çelişkisinin soğuk savaş yerine artık sı­cak savaş rüzgârlarını estirmesi karşısında alınan böylesi bir karar aynı tarihlerde Sov­yet gazetesi İzvestia’da Alexander Bovin tarafından yazılan bir makalede şöyle değerlendiriliyordu:

“…Müdahale etmemek iyi bir şeydir. Ama uluslararası hukuk kuralları bir boşlukta değildir. İspanya’da müdaha­leye karşı bir komite vardı. Ve bu mü­dahale etmeyişin neticesi kırk yıllık Franko diktatörlüğüdür. Kmerler, şid­det delisi manyaklar tarafından öldü­rülürken Vietnamlılardan yardım iste­diğinde, Vietnam tutup da Kmerlere müdahale etmemek konusunda bir konferans mı verseydi? Tarih ve siya­set her zaman yasal formüller üzerine bina edilemez. Bazen müdahale etme­mek, gözden düşmek ve ihanet et­mek demektir. Afganistan’da bu tür bir durum ortaya çıktı. Ve ben, demokrat hümanist ve de devrimci olduğunu ile­ri süren insanların, Sovyet “müdahalesi”nin kendilerine yapılmış bir saldırı ol­duğu yolundaki protestolarını işitiyo­rum. Onlara cevabım şudur: Bizi buna iten mantıktır. Devrimci Afganistan’a yardım yapılmasına karşıysanız, karşı devrimin zaferinden yanasınız demek­tir. Üçüncü bir seçenek yok.” (6)

Evet, Afganistan konusunda “istila”, çı­ğırtkanlıkları yapanların unuttukları tek şey var, o da “Ya devrimden, ya da karşı dev­rimden yana olmak.” Afganistan sorununda olduğu gibi, tarihsel olarak öyle bir an gelir ki o an tereddüt etmemek, karar­sız kalmamak ve devrimci tavrı pratiğe ge­çirmek gerekir. Aksi, tarihsel gelişme için­de billurlaşan devrimci pratikler içinde karşı saflarda yer almak olur.

Müdahale Sonrası Gelişmeler ve Doğrulanamayan RSE Tezleri

Yukarıda da üstünde durduğumuz gibi Sovyetler, Afganistan devrimini korumaya yönelik aldığı kararla, her zaman uluslararası tekelci basının öne sürdüğü ve birçok devrimci akımın da “etkisi altında kaldığı” gibi ülkeye “devrim ihraç etmedi!” Çün­kü Afganistan’da Nisan 1978’de gerçekle­şen devrim kendini koruyabilme gücünden giderek yoksun kaldığı zamandır ki dev­rimin gerçekleşmesinden tam 10 ay geçmiştir, 1979 Şubat’ında Sovyetler Birliği ül­keye asker göndermeye başlamıştır. 1979 Şubat’ındaki gelişmelerin ardından emper­yalizm Moskova Olimpiyatlarını boykot etme seferberliğine girişirken, Sovyetler Birliği ile olan ticari anlaşmaların çoğu­nu da iptal ediyor ve gerginliği tırmandır­maya başlıyordu. Emperyalizmin ideologları hep bir ağızdan S.B.’nin Afganistan’a asker göndermesinin “Basra sıcak denizi­ne inebilmek planının bir parçası olduğu­nu, S.B.’nin Afganistan’ın ardından Pakistan ve İran’a da müdahale edebileceğini” öne sürüyorlardı. 1979 Şubat’ından 1989 Şubat’ına kadar geçen 10 yıllık bir uzun dö­nemde emperyalizm tarafından geliştirilen ve kimi sosyalistler tarafından itibar edilen “yayılmacı tez” doğru çıkmadı. S.B’nin asker göndermesi konusunda ge­liştirilen ikinci tez ise Afganistan’ı ekono­mik olarak kendisine bağlı kılacağı teziy­di. Şimdi bunu irdeleyelim:

Yazının başlangıcında belirttiğimiz ba­zı ekonomik ve sosyal göstergeleri önce­likle sıralayalım. Böylece 10 yıllık büyük yıkım getiren “savaşa rağmen” Afganis­tan’da kaydedilen olumlu gelişmeleri görebilelim:

Yine uluslararası bazda hazırlanan is­tatistiklere göre devrim öncesinde Afga­nistan’ın yıllık ulusal net geliri 1,6 milyar dolar iken, 1984 yılı verilerine göre bu 5 yıl içinde yüzde 75 arttı ve 2,8 milyar do­lara yükseldi. Böylece kişi başına düşen ulusal gelir de 98 dolardan 195 dolara yük­seldi. Petrol ithalatı ile enerji ihtiyacının yüzde 70’i giderilirken, aradan geçen sü­re içinde bu oran yüzde 18’lere kadar ge­riledi. Margarin ihtiyacının yüzde 58’i dı­şarıdan sağlanırken, 1982’li yıllarda bu yüzde 4’lere düştü. Afganistan’da kayde­dilen bu gelişmelere tabii ki S.B’nin katkı­ları büyüktür. Şimdi buna ilişkin verileri in­celeyelim.

S.B. özellikle ülkenin devrim öncesin­de işletilmeyen birçok kaynağın işletilme­sine yönelik yatırımların gerçekleşmesin­de ekonomik yardımlarda bulundu. Bu­güne kadar iki ülke arasında 409’u bulan ekonomik anlaşma imzalanırken, bunlar­dan 40’ının özellikle önemli sanayi yatı­rımlarıyla ilgili olduğu çeşitli kaynaklar­ca belirtiliyor. Bunların içinden en önem­lisi ise 150 milyar metreküplük rezerviyle dünyanın en büyük doğalgaz rezervine sa­hip olan Afganistan’da doğalgazın çıka­rılması ve işletilmesiyle ilgili yatırımlar. Buna yönelik yatırımlar yukarıda belirt­tiğimiz gibi Afganistan’ın enerjide dışa bağımlılığını azaltırken, iyi bir ihraç kayna­ğı da olmuş. Yılda 2,9 milyar metreküp­lük doğalgaz çıkaran ülke bunu başta S.B. olmak üzere Doğu Bloku ülkelerine ihraç ediyor. İstatistikler Afganistan’ın ihraca­tı içinde doğalgazın yüzde 18’lik bir paya sahip olduğunu gösteriyor. 1983 yılı verilerine göre Afganistan’ın 694 milyon do­larlık ihracat yaptığı göz önüne alındığın­da ülkenin doğalgaz ihracatından elde ettiği döviz gelirinin 270 milyon doları bul­madığı ortaya çıkıyor. Doğalgazın yüzde 70’lik bölümünün S.B. ve Doğu Bloku ül­kelerine ihraç edildiği de hesaplardan çıktığına göre S.B.’nin 9 yıl içinde bu ülkeden ithal ettiği doğalgazın değeri her yıl için ortalama 190 milyon dolardan 1 milyar 500 milyon dolara ulaşıyor.

Afganistan’da iç savaş boyunca S.B.’nin 20 bin civarında askerini yitirmesinin ya­nı sıra, ülkeye yapılan milyarlarca dolar­lık ekonomik yardımın -bunun 5 milyar dolara yaklaştığı ifade ediliyor- yanı sıra Afganistan’a 1980’den bu yana her yıl değişen miktarlarda bugüne kadar toplam 2 milyar 395 milyon dolarlık karşılıksız yardımda bulunduğu da edinilen bilgi­ler arasında. Demek ki S.B.’nin sadece yaptığı karşılıksız ekonomik yardımlar ül­keden yaptığı ithalatı kat kat aşıyor. Bir de olayın bir diğer yönü daha vardır. S.B. Türkiye gibi ülkelerle olduğu gibi Afga­nistan’la da mal karşılığı ticaret yaptığı için bizde sık sık görülen “devalüasyon oyunlarıyla” bu ülkeden ithal ettiği ürünleri düşük değil gerçek değerinden almaktadır. Bunun yanında S.B.’nin yaptığı yatırımların niteliğine bakmak için S.B.’nin Türkiye’de yaptıkları yatırımlara yönelik proje kredilerinde imalat sanayii için yüzde 31, enerji yatırımları içinse yüzde 38’e ulaşmaktadır. Ulaşım yatırımları ise ABD yatırımları içinde yüzde 15’lik pay almaktadır.”

“…Başka bir deyişle, Sovyet yatırımları büyük oranda Türkiye’nin dışa bağımlı sektörlerine yöneliktir. Sovyetler’in yüzde 93 oranında ağır sanayi yatırımlarını finanse ettikleri düşünülürse, Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülkede, bunu ülke ekonomisinin dışa bağımlılığını azaltma yönünde bir adım olarak niteleyebiliriz.” (7)

Evet, yukarıdaki üç paragraf bize Sovyet yardımlarının ve yatırımlarının “karakterini” göstermektedir. Ülke para birimi ile veya mal karşılığı ile ihracat-ithalat veya kredilerin ödenmesi, bir yerde emperyalist kredi verme ve yatırım yapma koşulları göz önüne alındığında “zarar” getiren bir yöntemdir, “kâr değil.”!

Böylece Afganistan konusunda ileri sürülen iki tezin de bırakın tez olmayı hipotez bile olamayacak denli boş bir yumruktan başka bir şey olmadığı anlaşılıyor.

Bu ekonomik gelişmelerin yanında, sosyal gelişmelerde de gözle görülür iyileşmeler gözleniyor. Çocuk ölüm oranı binde 329’dan binde 27’ye gerilerken, hastane yatak kapasitesi ise 6875’e yükseliyor. Bu arada okuma-yazma oranı 15 yaşın üstündeki nüfusta yüzde 20’ye çıkıyor.

Sonuç Yerine

Afganistan’da 1978 Nisan devriminin ar­dından ADHP’nin taşıdığı “küçük burjuva” karakterini devrimin ardından attığı tüm adımlara yansıtması belirttiğimiz gibi dev­rimin tabanını eritmeye başlamıştı. Küçük burjuva uçkunluk, böylesine bir yoksul ül­kede ADHP önderlerine biraz da S.B.’yi gö­rüp sosyalizme duydukları hayranlıktan ol­sa gerek kapitalist olmayan yol üzerinden sosyalizme ulaşma serabını gösterirken, gerçeğin hiç de böyle olmadığı çok geç an­laşıldı. Yetersiz kadrolarla girişilen toprak re- yapılan bir araştırmadan bir kaç paragrafa yer verelim:

Bazı rakamlarla Afganistan…
Nüfus (1986 tah.)    14.366.434
Kentsel nüfus        % 18,5
Kırsal nüfus        %81,5
Cinsiyete göre dağılım
 %51,4 erkek         %48,6 kadın
Dinsel gruplar
   %87 Sünni          %12 Şii
Ortalama ömür           37 yıl
Milli gelirde tarım payı            %69
Milli gelirde sanayii payı           %14
Milli gelirde ticaretin payı             %9
İthalat       622 milyon $
Gıda, tarımsal ürünler              %16
Yakıt, enerji             %18
Makineler, ulaşım araçları             %25
Diğerleri (bitmiş mallar)              %36
İhracat        694 milyon $
Gıda ve tarımsal ürünler                %44
Yakıt, enerji                 %39
Bitmiş mallar (teks. vs.)                 %15
Demiryolları uzunluğu (1985)               10 km
Karayolları uzunluğu         18 bin 974 km
Otomobil sayısı             31.754
Otobüs sayısı            30.997
Gazete sayısı                12
Toplam tiraj (adet)            106.000
Radyo sayısı           135.000
TV sayısı           12.800
Telefon sayısı          31.200

“…Sovyet proje kredilerinin çok büyük bir kısmı ağır endüstri yatırımı şeklinde­dir. Toplam 972 milyon dolarlık proje kre­dilerinin yüzde 93’ü yani 907 milyon do­ları imalat sanayiine, yüzde 6’sı enerji sektörüne verilmiştir. Oysa bu oran ABD proformu denemeleri, ekonomik açıdan yok­sulluk içindeyken fiyatların önemli ölçüde düşürülmesi, tabii devrimi destekleyen kit­lelerde arkası kesilmeyen taleplerin yüksel­mesine de olanak verdi. Oysa Afgan dev­rimi henüz bunları realize edebilecek güç­ten yoksundu. Bu da tabanın tepkisine yol açtı.“…Ancak Sovyetler’in yardım şartların­da yardım verdikleri ülkelere tanıdıkları en büyük avantaj yukarıdaki tablolarda be­lirtilmemektedir. Sovyetler’i diğer ülkele­re nazaran avantajlı kılan, Sovyet yardı­mı alan ülkelerin bu yardımı mal veya ül­kenin ulusal parası ile geri ödeyebilmele­ridir (abç).”

1986da KAM Şefi Necibullah’ın başa gel­mesinden sonra atılan adımlar ise devrimi yeniden tüm kitlelere yaygınlaştırmaktan çok var olan durumu korumak hedefine yö­nelikti. Necibullah’ın “Ulusal uzlaşma” po­litikası, “Biz sosyalist bir ülke değiliz” açık­lamaları, “Afganistan Demokratik Cumhuri­yeti” tanımından Demokratik kelimesinin çı­karılması; tüm bunlar ADHP’nin yeniden bir güç kazanmasına belli ölçülerde olanak sağladı. Bugün burjuva basın tarafından in­kâr edilemeyecek bazı gerçekler sergileni­yor. Kabil’de on binlerce kişiyi bulan milis­ler, yine sayısı 30 bini geçen ADHP’nin Gençlik koluna bağlı yetişen askerler… Ulu­sal uzlaşma politikası sonucunda hükümet ile anlaşmaya varıp savaşı bırakan ve sayı­sı 10 bini bulan mücahit grupları…

5-14 Nisan 1988 tarihlerinde ülkede ya­pılan genel seçimlere katılım ise ulusal uz­laşma politikasının bir açıdan ne derece gerçeklik kazandığını gösteriyor:

Afganistan Emekçileri Örgütü, Afganis­tan Emekçileri Devrimci Örgütü, Afganis­tan Köylüleri Adalet Partisi, Afganistan Halk İslam Partisi toplam oyların yüzde 42’sini alıyor. ADHP oylarını yüzde 21,5’ini alırken, partiye bağlı Afganistan Kadınlar Birliği, Afganistan İşçi Sendikaları ve Afga­nistan Devrimci Gençlik Örgütü de seçim­den yüzde 7’lik bir oy alarak çıkıyor. Ülke­de bütün sınıf ve katmanlardan meydana gelen “çok renkli bir Afganistan Cumhuri­yeti.”

Mikhail Gorbaçov’un orta menzilli füzelerin yok edilmesine yönelik olarak imzalanan INF anlaşmasına “eşdeğerde gördüğü” Afganistan’dan Sovyet askerlerinin geri çekilmesini hep beraber izledik. Önceleri “Sovyetler geri çekilmekle 10 yıl önce yapmadığı şeyi yaparak Afganistan’ı emperyalizmin kucağına mı atıyor?” soru­su kafalarda oluşmuştu. Ama bunun böy­le olmayacağı anlaşıldı. Afganistan hükü­metinin talebi karşısında S.B.’nin bu ülkey­le hava köprüsü kurması ve her türlü yar­dıma devam etmesi, artık kendi ayakları üs­tünde kalabilecek gibi görünen Afganistan’ın feda edilmeyeceği anlamını taşıyor.

Afganistan sorunu burada bitmiyor. Şim­di bir yerde “Lübnanlaşan” bir Afganistan ile karşı karşıyayız. Bir yerde ülkenin en önemli merkezlerini: Kâbil ve Celalabad’ı elinde bulunduran Necibullah yönetimi, di­ğer tarafta koltukları paylaşma kavgasına giren ve bir süre sonra kendi aralarında katliamlara bile gidebilecek gibi görünen parçalanmış muhalefet: Emperyalizmin kuklası haline gelmiş toprak ağaları.

Kaynaklar:

  1. Afganistan Devrimi, Haziran Yayınları 1980
  2. M. Yılmazer, Yeni Düşüncenin Eleştirisi, Çağdaş Yol: 5
  3. Cumhuriyet Gazetesi Mayıs 1980, Fransız Observatuar Gazetesinde yer alan yorum.
  4. Çin-Sovyet İlişkileri, Sorun Yayınları
  5. Leonid Brejnev, TASS’a yapılan açıklama
  6. Alexander Bovin, İzvestia Gazetesi
  7. Mehmet Altan, Süperler ve Türkiye