SOSYALİSTLER SAVAŞ SORUNUNA NASIL YAKLAŞMALI III – Ahmet Aydemir
Çağdaş Yol, Sayı 7, Mayıs 1989
Buraya kadar; savaşın insanlığın tarihi içindeki yerini -sınıflar mücadelesinin daha özel karşılığı olan, politikanın başka alanda sürdürülmesi anlamında- ve yine savaşı bir “güzel sanatı” oluşu yani kendi özgül yasaları açısından da ele alıp incelemeye çalıştık. Elbette ki dergi sayfalarının olağanüstü kısıtlayıcılığı koşullarında konunun salt bu yönlerine bile yeterince bir açıklık getirebildiğimizi iddia etmekten uzak bulunuyoruz. Yalnız bu kadar kısıtlı bir imkân çerçevesinde bile sanıyoruz konuyu tartışmak isteyenler için bir platform ortaya koymuş olduk. Türkiye’de solun konuyu ne kadar yüzeysel tartışma tutumu içinde olduğu, geçmiş yaşanan ve yenilgiyle noktalanan konumunu aşamayıp, geçmişin basit bir yeniden tekrarını hemen her konuda gündemleştirme eğilimi taşıdığı düşünülürse, bizim mücadelenin bu alanında yönelik geliştirmek istediğimiz yeni perspektifler daha da büyük önem taşımaktadır.
Toplumların ve toplumsal mücadelelerin tarihi, savaş ile oynamanın mümkün olmadığını, böylesi bir oynama durumunu yaşamak isteyenlerin ise en baştan savaşın kendi yasaları tarafından hüsrana uğratılacağını ortaya koymaktadır. Bizde sol, özellikle de küçük burjuva devrimciliği, konuyla o kadar sığ ve yetersiz bir biçimde oynamamız gibi bir sonuç da çıkarılmamalıdır. Ama her yenilginin ardından, solun öbür ucu, reformizmi bu yenilgiler de beslenip biraz daha semirmesi ve işi açık işbirlikçilik ve teslimiyete kadar vardırmasına zemin teşkil etmiştir. Elbette bu söylediğimizden reformizmin boyunu çoktan aşmış olan günahlarının kefaretini devrimcilere yıkmak istediğimiz gibi bir sonuç da çıkarılmamalıdır. Ama şu da kesindir hatta buna, savaşın yasası da diyebiliriz; yenilginin ardından teslimiyet gelir. Kuralsız, plansız, rekabetçi bir “eylem” yarışını özgül yasa, kural ve planlara dayalı silahlı mücadele (savaş) yerine koyanlar da şapkalarını önüne koyup biraz düşünmelidirler. Nerelerde hata yapılmıştır? Yenilgiye giden yollar nasıl döşenmiştir? Hangi oyunlara gelinerek, kuralların ve ilkelerin ihlaline gidilmiştir? İşte bu ve benzeri türde sorulacak onlarca soruya dürüst ve açık cevaplar verilmedikçe halklarımız karşısına en keskin sloganlarla da çıkılsa ikna etmekten ve güven vermekten uzak kalınacaktır. Doğayı değiştirmek için nasıl doğanın kurallarına uymak şartsa, toplumların yaşamında köklü değişiklikler yapmak isteyenler, bu değişiklik süreçlerinde ortaya çıkan “özel dövüş biçimlerinin de yasalarına uymak zorundadırlar.
Savaş konusuna dergimizin geçen iki sayısında kabaca değinmiştik. Hiç şüphesiz sorunu bu biçimiyle devrimci kamuoyunun gündemine sunmak pek fazla bir anlam ifade etmemektedir. Sorunu daha derinlemesine çözümlemek, düşüncenin daha da kapsamlı ve zengin bir biçimde tartışmaya sunulması hareketimizin ve içinde bulunduğumuz dönemin, düzey ve özelliklerine yaklaşımın zorunlu bir gereğidir. Daha önceki ilk iki yazının girişinde belirttiğimiz bir hususu yeniden vurgulamakta yarar var. Bu yazı dizisi -daha 4-5 sayı sürebileceğini düşünüyoruz- kolektif bir inceleme, araştırma, derleme, yoğun bir tartışma sonucu bazı dersler çıkarma veya üretilen düşüncelerin devrimci kamuoyuna sunulmasından ibarettir. Üretilen düşüncelerin doğru olup olmadığına konuya ilgi duyan devrimci çevreler ve bu yönde üretilecek devrimci pratik karar verecektir. Çalışmalarımız sırasında hiçbir deney veya çabayı yok saymadığımızı, bu konuda azami çaba sarf ettiğimizi, özlü yaklaşımlar geliştirmiş, dönemin devrimci akımlarını temel aldığımızı bilmem belirtmeye gerek var mı?
Savaşın Nedenleri ve Genel Özellikleri
Savaşlar; insanlığın tarihinde sınıfların ortaya çıkmasından bu yana tarihin gelişim seyrinde kendine özgü biçimlerde sürüp gitmiştir. Savaşın gelişimi, kuralları ve özellikleri toplumsal yapının gelişimine doğrudan bağlıdır. Toplumsal gelişme kanunları, insan iradesinden bağımsız, her dönemde kendine has biçim ve özellikler arz eder. Bu yasalara bağlı olarak ve bunlar gibi savaşın da insan iradesinden bağımsız olarak, gelişimi, kuralları ve özellikleri vardır. Savaşan güçler, zafere ulaşmak için, savaş sorununa diyalektik mantık ve metodu temel alan bir biçimde yaklaşmak zorundadırlar. Bu mantık ise en özlü ifadesini yukarıda izah etmeye çalıştığımız savaşın yasalarını bulmak, ortaya çıkarmak ve buna uygun organizasyonları gerçekleştirmekte bulur. Hemen her toplum tarihsel ve doğa olayların izahında olduğu gibi, skolastik ve metafizik mantıklarla savaş olgusu da açıklanamayacağı gibi sorunu böylesi bir mantıkla yaklaşanları ise büyük bir hezimeti yaşamakla karşı karşıya bırakacağı ortadır.
Toplumların tarihinde felsefi olarak iki zıt akım şekillenmiştir. Bunlar idealizm ve materyalizmdir. Her iki akım birbiriyle tarih boyunca sürekli bir mücadele içinde oldular. Çeşitli doğa ve toplum olayları bu felsefi akımların savunucularınca farklı farklı yorumlandı. Günümüzde de bu farklı bakış açısı sürmektedir. Burjuvazi, olay ve olguları çözümlemede, felsefi idealizm ve bunun metodu olan metafizik yöntemi kullanırken, proletarya materyalist dünya görüşüne dayanan diyalektik yöntemle olayları izah etme ve değiştirme mücadelesi vermektedir. Savaş sorununun çözümlenişinde de kapitalizmin bu iki temel sosyal sınıfının bakış açısı bu anlamda farklı olmaktadır. Egemen sınıflar, kendi sosyal sınıflarının çıkarlarını korumak veya geliştirmek temelinde sayısız savaş çıkarmalarına rağmen, savaşın kendi sınıf çıkarları nedeniyle çıkarıldığını sürekli gizlemeye çalışırlar. Tarihteki savaşları sürekli dini düşüncelerin etkisi altında, kafirleri ve günahkârları cezalandırma olarak göstermek isterler. Kısaca, hemen her dönemde temelinde sınıf çıkarları olan savaş, egemen sınıflarca, bu gerçek nedeninin ötesinde farklı örtülere büründürülerek izah edilmeye çalışılmıştır. Günümüzde dahi birçok savaşın egemen sınıflarca günahkarların cezalandırılması eylemi olarak gösterilmeye çalışıldığına tanık olmaktayız. Savaşta yaralanma, ölme durumlarının karşılığında, şehit olarak, alemler ötesi dünyada ödüllendirileceği ve tüm günahlarının affedileceği şeklinde geliştirilen idealist dini yorumlar, etkilerini günümüzde de sürdürmekte, onlarca “mümin” bu anlayış doğrultusunda savaş mezbahasına sürülebilmektedir.
Ülkemizin kültürel yönden çok geri kırsal bölgelerinde ve hatta şehirlerde yerleşik nüfusun bile önemli bir kesiminde, savaşa fazla nüfusun neden olduğu ve bu fazla nüfusun savaşlarla kırımdan geçirilip geride kalanların rahat içinde yaşayabileceğine yönelik bir anlayış vardır. Kırda ve kentteki yoksul kesimlerin, yoksulluklarının asıl sebebini kavramayarak, soruna çok kaba ve içgüdüsel olan bu yaklaşımın, İngiliz filozofu Malthus’un “nüfus teorisi”yle çakışması da bir tesadüf değildir. Alabildiğine bayağı ve sıradan hayvani güdülerin teorileştirilmesinden başka bir şey olmayan Malthusçuluk, savaşların çıkmasının asıl nedeni olarak nüfus çokluğunu göstermektedir. Üretim ve ekonominin gelişme seyrinin çok yavaş ama insan nüfusunun artışının daha hızlı olduğunu ve bu nedenle nüfus ile geçim kaynakları arasında ortaya çıkan dengesizliğin, savaşlara yol açmakta olduğu bu teorinin anafikrini oluşturmaktadır. Malthus, bu duruma çözüm olarak fazla inşan nüfusunun, savaş yoluyla imha edilmesinin gerekli ve haklı bir yol olduğunu savunmuştur. Yine benzeri bir tez Amerikalı H. Hessler tarafından ortaya atılmıştır. O da “Asla unutulmamalı ki, nüfus fazlalığı açlığa yol açtığı için savaşın temel nedenlerindendir. Nüfus kontrolü için kullanılması gerekli olan teknikler listesine atom bombasını da eklemeliyiz” demektedir. Burjuva savaş teorisyenlerinin kimisi, savaşın çıkma nedenlerini, insanlığın psikolojik yapısına bağlar, kimisi de coğrafyaya bağlamaktadır. Bunlardan Amiral Alferthayen, coğrafyayla savaş arasında bir ilintinin olduğunu savunarak, emperyalist güçlerin, mazlum halkların topraklarını işgal etmesinin, neredeyse kaçınılmaz bir kanunu olduğunu iddia etmektedir. Özü itibariyle Malthusçu olan bu teorinin yanı sıra, bazı burjuva teorisyenleri savaşı insan tabiatının gergin ruh haline bağlamaktadırlar. Bu ve benzeri saçma teoriler, savaş sorununa idealist bakış açısının ürünleridirler. Ve egemen sınıfların kitleleri acımasız bir biçimde sömürmesi ve sınıf çıkarları gerektirdiğinde savaş alanlarına kurbanlık koyun gibi sürebilmesi için geliştirilmektedir. Sosyalistler ise savaş sorununa objektif yaklaşırlar. Her bir savaşın, ekonomik kökleri ve niteliği vardır. Sosyalistler savaşı incelerken, ekonomik temellerini, savaşa yol açan çelişkileri, savaşın hangi sınıflarca yürütüldüğünü, tarihsel sürecin genel özelliklerini, savaşın kendine özgü niteliğini tüm bağlantılarıyla birlikte ele alırlar. Savaş, ne insanların öfkelerinden, ne coğrafik alanların ve stratejik noktaların ele alınma isteminden, ne nüfus artışından, ne de ırkların üstünlüğünden doğmuştur. Savaş, sınıflar arasındaki çelişkilerin antagonizmaya (uzlaşmaz hale) dönüşmesinden doğmuş ve çözüm içinde silahlı şiddet (savaş) tek yol olarak ortaya çıkmıştır.
Daha önceki bölümlerde de biraz açmaya çalışmıştık. İlkel sosyalist toplumlarda da bazı çatışmalar ortaya çıkıyordu. İnsanlar birbirlerini av sahalarından uzaklaştırmak için, sürekli şiddetli çatışmalar ve kavgalara girerlerdi. Ancak bu çatışmalar, o günün ölçülerine göre kapsam olarak ne kadar geniş ve şiddet derecesi ne kadar boyutlu olursa olsun, bir sınıf temeline dayanmadığı ve siyasal bir amaca bürünmediği için savaş olarak nitelendirilemezler. Savaşlar, insan emeğinin asgari geçim sağlayan bölümü dışında, bir artı ürün sağlaması ve bazılarının da bu artı-ürüne ve üretim araçlarına el koymasıyla başladı. Bu da sınıflı toplumların ortaya çıkması demektir. Artı-ürüne el koyan sömürücü egemen sınıf, kendi çıkarlarını korumak, insanları köleleştirerek daha çok artı-ürün sağlamak için savaş araç ve yöntemlerini geliştirmiştir. Toplumların gelişimine bağlı olarak savaşın kapsam ve boyutları da gelişmiş, günümüzde kitle kırım silahları ve çeşitli modern araç gereçlerle tüm insanlığın kaderine hükmedecek bir etkinlik kazanmıştır. Savaş sınıf çıkarlarının ifadesi olan politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir. Yani temelinde sınıf çıkarları, çelişkileri ve çatışmaları vardır. Savaş özel mülkiyetin (sınıflı toplum) ortaya çıkmasıyla başlamış, özel mülkiyetin (sınıflı toplumun) ortadan kalkmasıyla son bulacaktır. Bunun aksini iddia etmek savaşı insanlığın alınyazısı olarak görmek ve en bayağı kaderciliktir. Her ne kadar savaş silahlı şiddet ise de ağırlıkla siyasal çözümsüzlükleri çözümlemenin aracı olmaktadır.
Kapitalizmin şafağında, burjuva sınıfının İngiltere ve kıta Avrupası’nda feodalizmle giriştiği siyasal savaşım, çözümsüzlükle karşı karşıya kalınca kaçınılmaz olarak siyasal çelişkilerin çözümüne şiddet (savaş) yoluyla gidilmiştir. İlk sınıflı toplumların ortaya çıkması, toplum biçimlerinden diğerine geçiş kapitalistlerin feodalizmi alt edip iktidara el koyması, sömürge savaşları, sömürgelerin yeniden paylaşılması için yapılan I, II. dünya savaşları, günümüzde sömürge ve yeni sömürgelerin emperyalizme ve yerli gericiliğe karşı geliştirdiği ulusal kurtuluş savaşları ve 1871 Paris Komününden günümüze gelişen proletarya eylemleri de çözümlenemeyen siyasal çelişkilerin şiddet yoluyla çözülmesinden başka nedir ki? Ancak yer küremiz üzerinde siyasal çelişkilerin çözülmesi yani bu çelişkilerin kaynağı olan sınıfların ortadan kalkması savaşların sonunu getirecektir. Bunun aksini iddia etmek, kendini ve tüm insanlığı kandırmaktan başka bir anlam ifade etmeyecektir.
Burjuva teorisyenlerinin iddia ettiği gibi savaş, ekonomik ve toplumsal gelişmelerden kopuk, kişiliğin gerginliği veya insan öfkesinden, stratejik coğrafi noktaların ele geçirilmesinden ırklar arasındaki üstünlük farklarından doğan bir olay değildir. Egemen sınıflar savaşa bu görünümlerden hangisini giydirmek isterse istesin, savaşın gerçek nedenleri dönemin ekonomik çıkar çelişkilerinin vardığı aşamadır. Yani çelişkiler şiddet dışında bir çözüm yolunun kalmamasıdır. Savaşların ortaya çıkmasının bu temel nedeninin yanı sıra, her toplum veya doğa olayında olduğu gibi kendine özgü yasaları vardır. Bu yasa ve kuralların özümsenmesi, kişiliğe sindirilmesi, savaşa bir de “güzel sanat” oluşu açısından yaklaşmak savaşan güçler için zorunludur. Aksi takdirde soruna çok dar, bireysel, idealist tutkularla yaklaşmak durumuna düşülür ki bu da vahim sonuçlara yol açar. Bu nedenle savaş sanatını yakından tanımak, öğrenmek, hazırlanmak, psikolojik, moral, maddi manevi tüm İmkânlarını buna göre şekillendirmek haklı davaların sahibi olan adamların ertelenemez görevleridir.
İnsanların üretim ilişkileri, mevcut üretim tarzının maddi temeli üzerinde şekillenir. Sınıflar arasında maddi temelden kaynaklanan çeşitli çelişkiler, insan iradesinin dışında, zorunlu olarak diyalektiğin yasaları doğrultusunda, toplumsal gelişmenin yarattığı kaçınılmaz durumlardır. Ekonomik temel üzerinde gelişen ve uzlaşır gibi görünen çelişkilerin zamanla antagonizmaya dönüşmesi, savaşları kaçınılmaz kılmaktadır.
Toplumlar tarihinde köleler ile köleci sınıf, köleci devletlerin kendi aralarında yıllarca süren kanlı çarpışmalarının temelinde, ekonomik çıkar çelişkilerine dayanan sınıf çelişkileri mevcuttur. Yine feodal toplumda artı-ürün sömürüsüne dayanan savaşlar, toprak elde etmek, artı-ürünü gasp etmek şeklinde kendisini gösterir. Serfler ile feodaller arasında, yine feodal imparatorlukların kendi aralarında çıkan ve yüzyıllarca süren kanlı çarpışmalar, sınıf çıkarlarına ve sömürüye dayanır. Feodal toplumun bağrında ortaya çıkan burjuva sınıfı, feodal aristokrasi ve mali aristokrasiye karşı 1789-1871 dönemi boyunca Avrupa’yı bir savaş sahnesine dönüştürmüştür. Burjuvazinin, kendi ulusal pazarlarının sınırını çizmek ve devlet iktidarını ele geçirmek, kendi sınıfsal çıkarlarını güvenceye almak amacıyla diğer sınıf ve tabakaları peşine takarak yürüttüğü bu savaşlar da ekonomik, sınıfsal çıkardan başka neyle izah edilebilir ki? Bilim ve tekniğin, üretim araçlarının gelişmesi, ülke pazarında ekonominin tekellerde yoğunlaşmaya başlaması, öte yandan uluslararası pazarlara meta sürümü, işgücüne, hammaddeye duyulan ihtiyaç, kapitalist ülkelerin sömürge elde etme ihtiyacını doğurmuştur. 17. ve 19. yüzyıllar adeta sömürge elde etme çağı olarak tarihe damgasını vurmuştur. Sömürgeleşmedik bir alanın kalmaması, paylaşılmış alanların yeniden bölüşülmesi zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. I., II. emperyalist evren savaşları bu anlamda dünyanın emperyalist devletlerce yeniden sömürge ve nüfuz bölgeleri halinde paylaşılmak istenmesiyle patlak vermiştir. Toplumlarda ortaya çıkan çıkar çelişkilerinin çeşitliliği ve gelişmesi savaşların da çeşitliliğinin gelişmesini belirleyen temel etken olma durumundadır.
Üretim araçların gelişmediği, dolayısıyla da insanın günlük geçim ihtiyaçları ötesinde bir artı-ürüne sahip olmadığı ilkel sosyalist toplumlarda savaşlardan bahsedilemez. Ancak dönemin silahlarıyla yapılmış çeşitli çarpışma ve kavgalardan bahsedilebilir Kabileler veya aşiretler arası ortaya çıkan bu çatışmalar savaş olarak nitelenemezler. Çünkü sınıflar henüz oluşmamış ve meydana gelen çatışmalar da ne kadar şiddetli olursa olsun, siyasal bir niteliğe bürünememiştir.
Gerçek anlamda savaşların ortaya çıkması, üretim güçlerinin gelişmesi, bir kısım artı-ürünün elde edilmesi sonucunda, toplumun üst kesiminde yer alan aşiret ve kabilelerin seçkin unsurlarının artı-ürüne el koymasından sonra, toplum sınıflara bölünmüş, egemen sınıfların kendi çıkarlarını güvenceye almak, sömürüsünü sürdürebilmek için egemen sınıf, zoru örgütlemiş, tarihi süreç içerisinde de sistemli ve toplumsal gelişmenin seyrine paralel olarak savaşlar geliştirilmiştir.
Her savaşın dayandığı bir sınıf zemini vardır. Bir sosyal sınıfın siyasal amaçlarını gerçekleştirmek için savaşlar verilir. Bu anlamda savaş olgusu sosyo-politik bir olgudur. Durup dururken, siyasal amaçları olmayan bir savaşın meydana geldiği görülmemiştir. Savaşların çıkış nedeni ise üretim içinde ortaya çıkan ürünlerin Özel mülk haline getirilmesinin yarattığı çıkar çelişkileridir. Ekonomik temel üstünde yükselen; üretim ilişkilerinden doğan çelişkiler, ekonomik çelişkilerin çözümlenmesiyle birlikte ortadan kalkar. Çünkü sınıflar arasındaki, ideolojik, siyasal, askeri vb. tüm çelişkilerin ana kaynağı, ekonomik çıkar çelişkileridir. Bu çelişkiler bazen uzlaşır gibi görünse de üretici güçlerin gelişmesi ve buna karşılık üretim ilişkilerinin bu gelişmeye uygun değişime uğramaması çelişkileri şiddetlendirir. Savaşlar işte tam da böylesi aşamalarda patlak verir. Savaş, ekonomik çıkar çelişkilerinden doğan ve sınıfların çıkarlarını şiddet yoluyla çözmeye çalıştıkları bir aşamadır. Savaşın da, toplumsal gelişme kanunlarına denk ve ona paralellik içinde, kendine özgü, insan iradesinden bağımsız olarak gelişen bir olgu olduğu sonucuna varırız.
İnsanlık tarihi içerisinde ortaya çıkmış binlerce savaş vardır. Her savaşın da kendine özgü özellikleri, birbirine benzer yanları ve yine birbiriyle çelişen noktaları vardır. Savaşların çeşitliliği ve karmaşıklığı tarihin her döneminde çağa damgasını vuran çelişkilerin farklılığı ve savaşların kendi iç özgül kanunlarının farklılığı savaşların çeşitli ve karmaşık bir görünüm kazanmasına yol açmaktadır. Her ne kadar böylesi bir çeşitlilik ve karmaşa söz konusuysa da ortak yanlar da mevcuttur. Biz burada savaşın esas olarak genel ve ortak özelliklerini vurgulamaya çalışıyoruz. Bu da tarihin hangi döneminde olursa olsun, savaşın muhakkak bir sınıfın çıkarlarını ifade ettiği gerçeğidir. Tarihin herhangi bir döneminde sürdürülmüş olan bir savaşa, çıkarları olmayan diğer sınıfların da katılması, savaşın sosyal sınıf temeli olduğunu söyleyen sosyalist tezleri çürütmez. Örneğin; burjuvazi feodalizme karşı “barış, kardeşlik, eşitlik, özgürlük” sloganı altında, proletaryayı, milyonlarca köylüyü ve öteki küçük burjuva tabakaları, kendi sınıf çıkarları uğruna yıllarca savaştırmıştır. Ancak, burada burjuvazi dışındaki kesimler daha çok çağa damgasını vuran burjuvazinin sınıf çıkarları doğrultusunda savaşa katılmışlardır. Tüm ulus egemen sınıfların ideolojik etkilenmesi altında savaşa katılmış olsa bile, bu durum savaşın sınıfsal karakterinin reddi anlamına gelmez. Sadece savaşı yöneten ve önderlik eden sınıfın karakteri savaş üzerinde egemen olmuş olur. Bizde, Türkiye Kurtuluş Savaşı’na, tüm halk sınıf ve tabakaları hatta öteki ulusal azınlıklar katılmış da olsa, savaşa Anadolu burjuvazisi önderlik ettiği için Kurtuluş Savaşı, bu sınıfın damgasını taşır. Ve sonuçta onun çıkarlarına hizmet eder. Vietnam Ulusal Kurtuluş Savaşı’na ise proletarya ve onun devrimci ideolojisi önderlik ettiği için proletaryanın sınıfsal çıkarlarının damgasını taşır. Clausewitz’in deyimiyle savaş, politikanın başka araçlarla, yani şiddet araçlarıyla sürdürülmesidir. Çözümlenemeyen çelişkilerin şiddet yoluyla çözümlenmesidir. Politika bir sınıfın veya toplumun çıkarlarının yoğunlaşmış biçimidir. Savaş ise onun son bir biçimidir.
Toplumlarda çeşitli sınıflar ve sınıfların birbirinden farklı ekonomik çelişkileri vardır. Devlete egemen olan sınıflarla ezilen sınıflar, ezilen sınıflarla ara tabakalar, ayrı ayrı devletlere hâkim olan ayrı sınıflar arasında farklı ekonomik çıkar sağlamanın arzu ve istemleri, arzu ve istemlerin birbiriyle çatıştıkları çelişik durumlar vardır. Demek ki her sınıfın kendine özgü arzu ve istemleri, onun sınıf politikasında, egemen olduğu devlet politikasında temsil edilir. Ayrı ayrı sınıf politikaları, aynı nesnelere yönelik çelişik politikalar ortaya çıkarırlar. Bu da çelişkinin ana noktasını ve politikanın konusunu oluşturur. Bir toplumda çeşitli siyasal organizasyonların çokluğu, sınıfların çıkarlarının çeşitliliğinden gelir.
Burjuvazinin öne sürdüğü gibi politika, sadece devletin milletvekili, bakan, senatörü vb. tarafından yürütülmez, sınıfların bilinçli kesimlerinin -devlete neden olan anlamda- oluşturduğu politikalar ve yönetim sanatı bu yürütmeyi mümkün kılar. Ve böylesi yanılsamalı bir görünüm sağlar. Devletin toplum yaşamının kilit noktasını elinde bulundurması, politikasının merkezine de temsil ettiği sınıfın çok yönlü çıkarlarını esas almasıyla mümkün olur.
Genellikle politika, ikiye ayrılarak ifade edilmektedir. Birincisi, iç politika, İkincisi dış politika. Dış politikayı belirleyen ve ona yön veren iç politikadır. Dış politika, iç politikanın hizmetindedir ve onu destekler. Bir devletin dış politikada izlediği biçimlere ve diplomasideki görünümlere bakarak politik özünü tam kavramak mümkün olmaz. Devletlerin politik özünü kavramak için daha çok iç politikalarına bakmak gerekmektedir. Örneğin İsrail siyonizmi dış politikada, Güney Afrika yönetiminin ırkçı politikasını eleştirirken, mazlum Filistin halkını iç politikada katliamdan geçirmekten çekinmez. Türkiye’deki rejimin sözcüleri, Filistin halkının yasal ve meşru haklarının tanınması gerektiğinden söz ederken iç politikada mazlum Kürt halkına karşı tam bir asimilasyon ve imha politikası uygulamaktadırlar. Bu tür devletler için, dış politikadaki esneklik, iç politikadaki insan haklarını hiçe sayan faşist uygulamalara bir örtü olarak kullanılır. Burjuva ideologları ise iç politika diye bir şey olmadığını, devletlerin sadece dış politikası olduğunu söylerler Bu demagoji, devletin sınıf temelini ve sınıf mücadelesini gözden saklamak amacıyla yapılır.
Bir savaşın nedenlerini anlamanın temel noktalarından biri, savaşan sınıfların, savaş öncesi politikalarını araştırmaktır. I. Emperyalist Evren Savaşı patlayıncaya kadar, yine, bizde Kıbrıs savaşı öncesinde politika incelendiğinde savaşın, savaş öncesi politikaların devamı olduğu görülür.
Savaş olgusu sadece şiddet araçlarıyla da sınırlı değildir. Savaş sırasında, ekonomik, ideolojik ve diplomatik alanlarda karşıt düşman gücüne verilen mücadeleler de savaş kapsamının içine girer. Dünyanın neresinde olursa olsun, savaşı sadece şiddet araçlarıyla sınırlandırma durumu, görülmemiştir. Ancak savaş dönemlerinde silahlı mücadele birinci plana çıkar. Savaşın diğer mücadele biçimleri buna tabi olurlar. Savaşın sürdürülmesi, başarıya ulaştırılmasını sağlamak için onun ayrılmaz parçaları haline gelirler. Tarihin çeşitli dönemlerinden günümüze kadar süregelen güçler arasında verilen savlarda, ideolojik, ekonomik, diplomatik, psikolojik mücadeleler de büyük bir şiddetle sürdürülmüştür. Savaş öncesinde temel mücadele, ekonomik, diplomatik vb. alanlarda sürdürülürken, savaşın patlamasıyla birlikte silahlı mücadele öne fırlar. Diğer mücadele biçimleri silahlı şiddetin başarıya ulaşması için destek unsurlar haline gelirler. Silahlı şiddet tek başına zafere ulaşmaya yetmez. İdeolojik, diplomatik, ekonomik ve daha birçok mücadele ile savaşın bir bütünlük halinde sürdürülme zorunluluğu vardır. Tek başına silahlı şiddetle savaşa kalkmak, diğer mücadele biçimlerini yerinde ve zamanında kullanamamak, genel amaç doğrultusunda, günlük pratik faaliyetleri geliştirememek başarıya ulaşılmamasına neden olur.
Bir savaş aniden durup dururken patlak vermez. Taraflar arasında çelişkiler yavaş yavaş birikir ve patlama noktasına gelirken, öte yandan savaşa girecek güçler çeşitli hazırlıklar içerisinde olurlar. Bu da savaşın genel bir taktiğidir. Savaş öncesinde, ekonomik, siyasi, askeri vb. tüm hazırlıklar tamamlanır.
Askeri alanda gerekli stratejik planlar, güçlerin eğitimi, savaş araç ve gereçlerinin temini gibi hazırlıklar yapılırken, ekonomi askerileştirilir. Yeni silah, mühimmat fabrikaları yapılır. Ülke içerisinde ise bu olağanüstü döneme uygun bir yönetim biçimi oluşturulur. Sosyalist ülkelerde, savaş sosyalizmi uygulamasına geçilirken, kapitalist devletlerde, “demokrasinin” sınırlanması, işçi sınıfı ve öteki emekçi tabakalar üstünde baskıların arttırılması gündeme gelir.
Savaşlar incelendiğinde, savaş öncesi dönemde savaşa yoğun bir hazırlık sonucu savaşların geliştirildiği görülecektir. Bundan çıkarılacak en önemli sonuç ise savaşların bilinçli, planlı, düzenli bir hazırlık ile verilebileceğidir. Savaş öncesi çok yönlü hazırlıklar yapılmadan savaşa girişilemez.
Politika, ülkenin sosyo-ekonomik durumunu dikkate alarak savaş strateji ve taktiğini çizer. Savaş süresince savaşa kumandanlık eder ve yönetir. Savaşın seyrinin politika üzerinde etkisi olur. Bu savaş, politikayı yönlendirir anlamına gelmez. Gidiş gerçek hayata dayanmak zorundadır. Taktik ve stratejinin, toplum yapısına, olanaklarına, üretim kapasitesine ve teknik yeteneğine göre oluşturulmak zorunluluğu vardır. Bugün ciddi bir savaş, bu tayin edici faktörleri doğru olarak değerlendirmedikçe başarıya ulaştırılamaz. Demek oluyor ki, bir savaşın mücadele biçiminin seçiminde, keyfi yaklaşmak, ülkenin sosyo-ekonomik yapısından bağımsız ve subjektif bir yaklaşım göstermek, savaşın yenilgiyle sonuçlanmasını doğurur. Sömürge ve yeni sömürge ülkelerin pek çoğunda, halklar ulusal ve sosyal kurtuluşa ulaşabilmek için, uzun süreli halk savaşı stratejisinin çeşitli taktiklerine göre mücadele sürdürüyor ve bunu zafere ulaştırabiliyorsa, bu stratejinin, ülkenin sosyo-ekonomik yapısına, hatta coğrafi yapısına, öte yandan düşman kampın imkân ve olanaklarının kapsamlı bir analizine dayandığı içindir. Elbette ki ülkenin sosyoekonomik yapısı, coğrafi durum, düşmanın durumu gibi pek çok konuda gerçekliğe dayanmayan tahlillerle, salt subjektif niyet ve özleme dayalı, bir halk savaşı stratejisi, yaşama geçirilemeyeceği gibi, yenilgiye de neden olacaktır. Halkların savaşımları, ister halk savaşı isterse başka savaş taktikleriyle geliştirilmek düşünülsün kesin olan bir şey varsa o da, silahın politikaya kumanda edemeyeceği, tersine politikanın, silaha kumanda edeceğidir. Modern toplumlarda ise sınıfların onların çıkarlarının yoğunlaşmış ifadesi olan politikanın en etkili ve modern ifade tarzının siyasi parti biçiminde örgütlenmek olduğunu bir an bile akıldan çıkarmamak gerekir. Sömürü, baskı ve örgütsüzlüğün cehenneminde yaşayan proletarya için bu görev daha da yakıcı ve ertelenemez bir ihtiyaçtır.
Sınıflı toplumlarda verilen savaş, toplumsal çelişkileri ya hızlandırıp yoğunlaştırır ya da geçici olarak durgunlaştırır. Egemen sınıflar, özellikle içteki çelişkileri yatıştırmak ve çelişkiyi dışa derive etmek için dış savaşlar geliştirmekten çekinmezler. İran-Irak savaşında, Kıbrıs savaşında ve tüm emperyalist kapitalist ülkeler arası patlayan savaşların böyle bir nedeni ve yönelişi vardır. Elbette ki içteki çelişkilerin bu biçimde yatıştırılması geçicidir. Savaşın, kitlelerin yaşamında yarattığı muazzam yıkım, tersi etkinin, içte çelişkilerin daha da derinleşmesi gibi bir durum yaratmasıysa kaçınılmaz bir sonuç gibidir, ama her zaman böyle bir durum ortaya çıkmayabilir de. Savaşın seyrinin çelişkileri hızlandırması veya yavaşlatması, savaşın seyrinin politika üzerinde karşıt etkisi, savaşın genel bir özelliğidir. İran-Irak Savaşı ve yarattığı sonuçlar “savaşın çelişkileri” içte yavaşlatmasına bir örnektir. “Çelişkileri hızlandırma” ya ise, I. Dünya Savaşı’nın seyri ve sonuçlarından bir örnek vererek açıklık getirebiliriz. 1. Emperyalist Evren Savaşı’nda, Kautsky şahsında, sosyal-şovenler, kendi burjuvazilerinin saflarına hızla akarak onlarla birleşmeleri ve işçi sınıfı hareketini burjuvazinin savaş arabasına bindirmeleri onların gerçek çehrelerinin açığa çıkmasını sağlamıştır. Savaşın getirdiği sonuçların emek-sermaye çelişkisini hızlandırması bu durumla birleşince çelişkileri “içte” yatıştırmak için -bir yanıyla- patlatılan savaş, çelişkilerin yoğunlaşması, ayaklanma ve devrimlere neden olmuştur.
Savaş seyrinin akışına göre, tarafsız devlet veya güçlerin bir kamptan diğer kampa geçmeleri, savaşın gidişatının politika üzerinde yaptığı başka bir karşıt etkidir. II. Emperyalist Evren Savaşı’nda, Türkiye’nin SSCB’ye karşı, Almanya’nın safında yer alma eğilimi varken, Almanya’nın yenilgisinden sonra Almanya’ya savaş açması buna iyi bir örnektir. Sınıf mücadelesinde de ara tabakaların tavrı böyledir. Burjuvazi egemen ve güçlüyken onun iktidarının destekçisidirler, ama devrimci proletaryanın mücadelesi gelişip güçlendikçe, burjuva kamptan proletaryanın kampına geçme veya en azından mücadeleyi destekleme tutumuna girerler.
Savaş, Lenin’in deyimiyle, yaşamaya hakkı olanla olmayan güçleri en iyi bir biçimde sınavdan geçirir. Burada çok güçlü gibi görünen sosyal sistemlerin yok olup çöküşleri, o güçlerin, ekonomik, siyasal ve örgütsel olarak, diyalektik gelişim seyrine göre gelişimlerinin son evresinde, çürümeye ve dağılmaya yüz tutma sonucunu doğururken, küçük gibi görünen ama savaş ortamında bir türlü silinmeyen güçlerin ise yine diyalektik gelişme yasasına göre gelişme şartlarının olduğu sonucu çıkar. Bu konuda sınıflar savaşımının tarihi örneklerle doludur. I. Emperyalist Evren Savaşı’nın kızılca kıyamet ortamında, ömrünü doldurmuş Çarlık Rusya’sı, çürümüş kof bir ağaç gibi devrilirken, çok küçük gibi görünen cama halkların çıkarlarının temsilcisi durumunda olan Bolşevik Parti’nin, savaşın tüm zorlukları ortasında gelişmesini sürdürerek, dünyanın büyük bir parçasında, sosyalizmi kurmayı başarması, bunun açık bir göstergesidir.