YENİ DÜŞÜNCE YA DA SOVYETLERİN DÜNYA DEVRİMCİ SÜRECİNE YAKLAŞIMI – Mehmet Yılmazer

Çağdaş Yol Sayı 6, Ocak 1989

Giriş

Sovyetler’de Gorbaçov’la birlikte başlayan süreç hiç şüphesiz ki yalnızca Sovyet insanını ilgilendiren bir olay değil. Bu sürecin Sovyet dış politikasına yansımaları özellikle dünya devrimci hareketini yakından ilgilendiriyor. Perestroyka’yla başlayan dönemin dış politikasını Sovyet lideri “yeni düşünce” olarak isimlendiriyor. Sovyet basınına şöyle bir göz atınca, her dünya olayının “yeni düşünce” açısından değerlendirildiği hemen görülecektir.

Yazımızda, Sovyet dış politikasının gelişimini ve “yeni düşünce” ile vardığı son konağı değerlendirmeye çalışacağız. “Dış politika” deyimi uluslararası planda çıkarların en az sivri kelimelerle açıklanma sanatı olan diplomasi deyimi ile ikiz kardeştir. Sovyetler de bu diplomasi sanatı dışında kalamadı. Ancak bizler için sorun bambaşkadır. Dünya sorunlarını ele alırken diplomasinin ele avuca gelmez kaypaklığına dalmak, çok önemli sorunları tanınmaz hale getirmek olurdu. Sovyet dış politikasının, ülkelerinde devrimci mücadele yürütenler açısından anlamı, dünya devrimci sürecine Sovyet Komünist Partisi’nin yaklaşımıdır. Sosyalizmin dünyadaki etkisi göz önüne alınırsa, bu yaklaşımların bir politik açıklamadan öteye anlamı vardır, dünya devrimci sürecini yerine göre dolaylı, yerine göre doğrudan etkiler.

Sovyetlerde “yeni” bir dış politika belirlenmesi parti liderliğinin sübjektif dileklerinden öteye anlamlara sahip olmalıdır. Sovyet dış politikası, hiç şüphesiz dünya ölçüsünde sosyalizm-emperyalizm güçler dengesinin bir ifadesidir. Gorbaçov’un parti liderliğine gelişiyle, elbette ki dünya güçler dengesi değişemezdi. Olsa olsa Gorbaçov ve yeni parti liderliği bugüne kadar dengelerde meydana gelen kaymaları tespit edip açıklayabilirlerdi. O nedenle, Sovyet dış polkasındaki “yeni”likler Gorbaçov liderliğinle dile getiriliyorsa, bu, günümüze kadar yaşanan birikimlerin politik olarak formüle edilmesidir.

“Yeni düşünce”yi Gorbaçov’un dilinden özetlemeye çalışalım.

“Proletarya partisinin lideri olarak, modern devrimci görevleri teorik ve pratik olarak yerine getirirken, Lenin ilerisini görebildi, devrimin sınıf yükümlülüklerinden öteye gidebildi. İnsanlığın ortak çıkarlarının sınıf çıkarlarının önünde geldiğini defalarca açıkladı. Bu düşüncelerin tüm derinliğini ve anlamını ancak şimdi kavrıyoruz. Uluslararası ilişkilerdeki felsefemizi ve yeni düşünce yolunu besleyen bu düşüncelerdir.

“Bazılarına, komünistlerin insanlık çıkarları ve değerleri üzerine bu kadar güçlü vurgu yapmaları garip görünebilir. Gerçekten sosyal yaşamın bütün fenomenlerine sınıf güdüsüyle yaklaşım Marksizm’in ABC’sidir. Bugün de, sınıf temeline dayalı karşıt sınıf çıkarlarının bulunduğu toplumlara, yine zıtlıkların içine nüfuz ettiği uluslararası yaşamın gerçekliklerine de böyle bir yaklaşım bütünüyle cevap verir. Ve çok yakın zamana kadar sınıf mücadeleleri sosyal gelişmenin ekseninde kaldı ve sınıflara bölünmüş ülkelerde hala kalmaya devam ediyor. Öte yandan, Marksist felsefeye, sosyal yaklaşımın esas sorunlarıyla ilgili olarak, sınıf güdülü bir yaklaşım egemendi. İnsancıl yaklaşımlar, kendisini kaldırmasıyla, toplumdaki tüm sınıf zıtlıklarını kaldıracak olan son sınıf işçi sınıfının mücadelesinin bir nihai sonucu ve fonksiyonu olarak görüldü.

“Fakat şimdi, kitlesel, toplu yıkım silahlarının ortaya çıktığı noktada, uluslararası planda sınıf çatışmaları için objektif bir sınır belirdi: Topyekûn yıkım tehlikesi.

“27. Kongrede kabul edilen Parti programında değişimler yeni bakış açısının ruhuyla ortaya kondu. Farklı sistemlere sahip devletlerin barış içinde birlikte yaşamasının ‘sınıf mücadelesinin özel bir biçimi’ olduğu yolundaki belirlemenin artık programda tutulmasını özellikle mümkün görmedik.” (1)

Bütün bu düşüncelerde “yeni” olan nedir?

Uluslararası planda sınıf mücadelesinin objektif sınırı yeni bir olgu değildir. Nükleer silah dengesinin kurulduğu 1970’lerden beri bu sınır vardır. Sınıf savaşının sistemler arası bir dünya savaşına dönüşmesini nükleer silah dengesi olağanüstü riskli hale getiriyor. Bu anlamda, uluslararası seviyede sınıf savaşımının artık bir objektif sınırı vardır.

Gorbaçov’un düşüncelerinde yeni olan şey, insanlık çıkarlarının, sınıf çıkarlarının önüne geçirilmesi, daha da önemlisi iki sistemin barış içinde birlikte yaşamasının “sınıf savaşının özel bir biçimi” olduğu tespitinin terkedilmesidir. Bu, önemli bir “yenilik”tir.

Sınıfların hala var olduğu, farklı sınıf temellerine dayalı iki sistemin karşı karşıya bulunduğu dünyamızda, sistemlerin ilişki ve çelişkilerini belirleyen temel nedir? Sovyetler Birliği bu soruya “yeni” cevaplar bulma çabasındadır. Nükleer silah dengesi yıllarındaki -neredeyse bir yirmi yılı kapsar- sistemlerin sınıf temeli değişmediğine göre hangi değişimler uluslararası ilişkilerin sınıf temeli sorununu gündeme getirmiştir?

Bu soruya cevap aramadan önce, Sovyet dış politikasının başlıca konaklarına göz atmalıyız.

Ekim Devrimi’nden II. Dünya Savaşı Bitimine Kadar Olan Dönem

Ekim Devrimi’nin dış politika alanında ilk eylemi barış ilan etmek oldu. Ancak barışa varılması korkunç sancılı üç yıldan sonra mümkün oldu. O yıllarda dünya dengesi olağanüstü oynak ve koşullar bambaşkaydı. O nedenle “barış” ilanının ardında henüz bugünkü haliyle bir “barış içinde yaşama” teorisi yoktu. Olay tümüyle pratik gidişi kavrayarak, genç ve zayıf Sovyet iktidarı için yaşama imkânı yaratmakta noktalanıyordu.

Lenin Kasım 1920’de yaptığı bir konuşmada uluslararası durumu ve Sovyet devriminin geleceğini şöyle değerlendirir.

“Üç yıl önce, Rusya’da proletarya devriminin zafer koşullarını ve görevleri sorununu ortaya koyduğumuz zaman, Batı’da ardımızdan bir proletarya devrimi gelmedikçe zaferin sürekli olamayacağını ve devrimimize doğru yaklaşımın yalnızca uluslararası bakış açısından mümkün olduğunu sürekli olarak kuvvetle vurguladık…

“Bütün olarak uluslararası duruma bir göz atıldığında görülecektir ki, muazzam başarılar elde ettik ve yalnızca soluk alma fırsatından öteye anlam taşıyan şeyler kazandık. Nefes alma zamanından biz, emperyalist güçlerin bize karşı daha büyük bir güçle savaşı yeniden başlatma imkânına sahip oldukları kısa dönemi anlıyorduk. Bugün de, tehlikeyi küçümsemiyor ve kapitalist ülkeler tarafından gelecekteki askeri bir saldırı ihtimalini inkâr etmiyoruz. Bununla birlikte, kapitalist devletler ağı içinde temel uluslararası var olma hakkımızı kazandığımız bir yeni döneme girdik.” (2)

1960 sonrası Sovyet literatüründe sıkça tekrarlanan “Lenin’in barış içinde birlikte yaşama politikası’ hiçbir hayale, ya da emperyalizmle ilgili yersiz iyimserliklere dayanmaz. Her şey apaçık tespit edilmiştir. İlk barış ilanı, yeni bir saldırıya karşı “nefes alma” imkânı yaratacaktı. Üç yıl süren beyaz ordu saldırılarına karşı Sovyetler başarıyla direnince, bu nefes alma şansı “kapitalist devletler ağı içinde var olma” imkânına dönüşmüştür. Bu tespitleri yaptığı konuşmasında Lenin şu gerçekliği de ilan etmekten geri kalmaz:

“Savaştan barışa geçtiğimizi, fakat savaşın geri döneceğini unutmadığımızı söyledim. Kapitalizm ve sosyalizm var oldukça barış içinde yaşayamazlar: Biri ya da diğeri kesinlikle kazanacak- son cenaze töreni ya Sovyet Cumhuriyeti ya da dünya kapitalizmi için yapılacak” (3)

O günlerin koşullarında sorunu başka türlü koymak mümkün değildi. Sovyet devleti barış istiyordu. Barış, genç Sovyet iktidarının yaşama imkânıyla doğrudan bağlantılı bir sorundu. Ancak emperyalizmin barış istemediği, genç Sovyet Cumhuriyetini yıkmak için her fırsatı kolladığı açıktı. Dünyanın o günkü güçler dengesinde emperyalistler arası paylaşım savaşının yıkıcılığı onların sosyalizme karşı davranış imkânlarını önemli ölçülerde sınırlamıştır. Ancak, Lenin “kapitalizm ve sosyalizm var oldukça”, “savaşın geri dönebileceğini” açıkça vurgulamıştır. Nitekim 1930’lar sonrası Sovyet Cumhuriyetinin “cenaze töreni” için emperyalizm Mitler boyutlarında çılgınlaşmayı denemeden edemedi. Ve dünyanın bir bölümünde daha kapitalizm için “cenaze töreni” yapıldı.

Özetle, Lenin dönemindeki barış politikası, emperyalizmin savaş çılgınlığıyla ilgili hiçbir aldanmaya yer bırakmamıştır. Hatta barışın sağlandığı günlerde, Sovyetler’in emperyalist ülkelerle yaptığı ticari- ekonomik anlaşmalar ve emperyalist şirketlere tanınan “imtiyazlar” için Lenin şu derin tespiti yapmıştır: “Kapitalizm ve Bolşevizm’in arasındaki bir çatışma tehlikesi açısından, imtiyazların savaşın bir devamı, fakat farklı bir alanda devamı olduğu söylenebilir.” (4)

Emperyalist kuşatma altında ve geri teknikle sosyalizmi kurma yıllarında, genç Sovyet iktidarından emperyalist sermayenin istediği tavizler “imtiyazlar- gerçekten savaşın başka bir alanda devamı olmuştur.

Stalin yılları adım adım yaklaşan savaş tehlikesine her alanda hazırlık dönemi olmuştur. Sosyalizmin maddi temellerini sağlamlaştırmak için yürütülen korkunç mücadelenin baş itici gücü emperyalist kuşatma ve onların her gün daha fazla açığa vuran savaş çığlıklarıydı.

“Kim barış ister ve bizimle iş ilişkileri kurmaya çalışırsa, her zaman bizden destek görecektir. Ama ülkemize saldırmaya kalkışacak olanlar, öyle bir karşılıkla cezalandırılacaklardır ki, yıldırım çarpmışa dönecekler ve bir daha o domuz burunlarını bizim Sovyet çorbamıza sokmak isteğini duyamayacaklardır” (5)

Gerçekten II. Dünya Savaşı emperyalizm açısından paylaşım savaşları konusunda önemli bir ders oldu. Hem sosyalizm doğrudan yeni mevziler kazandı, hem de sömürge ülkelerde ulusal bağımsızlık savaşları hızlandı.

Savaşın hemen sonrasında Stalin “Yeni bir dünya savaşını kaçınılmaz sayar mısınız?” sorusuna iki önemli gerçekliği tespit ederek cevap verir:

“Hayır. Hiç olmazsa şimdilik kaçınılmaz sayılamaz.

“Kuşku yok ki, yeni bir savaşa susamış güçler, Amerika Birleşik Devletleri’nde, Büyük Britanya’da ve Fransa’da mevcut bulunmaktadır.”

Öte yandan “Halklar barışın sürdürülmesi davasını kendi ellerine alırlarsa ve onu sonuna kadar savunurlarsa, barış sürdürülür ve pekleşir. Savaş suçluları, halk yığınlarını yalanlarla sarmalayabilir ve onları yeni bir dünya savaşına razı edebilir ve sürükleyebilirlerse, savaş kaçınılmaz olabilir.” (6)

Stalin, “yeni bir savaşa susamış güçler”in varlığını açıkça ilan eder, ancak yeni bir savaş en başta halkların buna “razı” edilebilmesiyle mümkün olabilirdi. Emperyalizm bu ikna faaliyetini neredeyse hiç durdurmadı. 1950’ler sonrası “soğuk savaş” dönemi ve her fırsatta ortaya atılan “Sovyet tehdidi” kapitalist ülke halklarının kafasına durmaksızın boca edildi. Ancak bu demagojilerin yanında savaşın insanlığa yaşattığı basit acı gerçeklikler vardı. Dünya halklarının bir savaşa sürülmesi artık eskisi denli kolay olamazdı.

Özetlersek, II. Dünya Savaşı’nın bitimine kadar geçen yıllarda sosyalizmin barış politikasıyla pratik savaş tehlikesi iç içe yan yana yaşamıştır. Gerek Lenin ve gerekse Stalin, barış politikasını yürütürlerken, dünya güçler dengesinin durumundan hareketle somut savaş tehlikesini hiçbir zaman göz ardı etmemişler, barış politikası hiçbir şekilde “barış edebiyatına” dönüşmemiştir.

Sosyalizmin barış politikasının temelinde yatan gerçeklik nedir? Barış politikasının temelinde, sosyalizmin kuruluş günlerinde onun emperyalizme göre zayıflığının yattığını ileri sürmek olayı aşırıca basitleştirmek, sorunu yalnızca pratik güçler dengesinin basit, pragmatik bir uzantısı haline getirmek olur.

Sosyalizmin paylaşacağı ya da koruyacağı “pazarları” yoktur ve olamaz. I. Dünya Savaşı’na hazırlık günlerinde Bolşevikler savaşın emperyalist karakterini tespit etmiş, “vatan savunması” çığlıklarının ardında yatan emperyalist pazar paylaşımı gerçekliğini görmüşler ve eğer savaş kaçınılmaz hale gelirse, onu “iç savaşa dönüştürme” parolasını yükseltmişlerdir. Ve bu parola Rusya’da gerçeklik olmuş, Almanya’da sancılı yıllardan sonra karşıdevrimin lehinde sonuçlanmıştır.

Sosyalizmin barış politikası, emperyalist pazar paylaşımı savaşlarına karşı yükseltilmiş bir paroladır. Ancak sosyalizm her türlü savaşa, her koşulda karşı değildir. Ulusal bağımsızlık ve sosyal kurtuluş için girişilen mücadelelerin haklı savaşlar olduğu III. Enternasyonal günlerinde dünya komünist hareketi tarafından resmen ilan edilmiş, pratik olarak desteklenmiştir. Ancak herhangi bir ülkeye savaşla devrim götürmek prensip ve pratik olarak kabul edilemez bir durumdu. Devrim en başta ülkelerin kendi iç koşullarının olgunlaşmasına dayanabilirdi. Ancak ondan sonra dış destek gündeme gelebilirdi.

Görüldüğü gibi barış sorunu dünyadaki her savaşa karşı ileri sürülebilecek, her sürecin anahtarı olarak görülebilecek bir parola değildir.

Barış politikasını kendi doğuş ve gelişim koşullarından soyutlamak, onu iyiniyetli sırf insancıl bir girişim haline getirebilir, ancak böyle bir bakış açısı dünyanın yaman problemlerine çözüm olamaz.

II. Dünya Savaşı bitimine kadar barış politikasının dayandığı iki temel açıktır: ilki, sosyalizmin emperyalist pazar paylaşım savaşlarına kökten karşı çıkışı; İkincisi, emperyalizmin sosyalizmle topyekûn hesaplaşma ‘girişimlerinin geriletilmesi nedenlerine dayanır.

II. Dünya Savaşı Sonrası Dönem Ya Da Nükleer Denge Dönemi

Bu yılları başlıca iki farklı döneme ayırmak gerekir: Nükleer denge öncesi yıllar; nükleer denge sonrası yıllar ya da 1970’ler sonrası…

Gerçi dünyada “Atom dengesi” daha 1950’lerin başlarında kurulmuştur. Fakat bu denge ile nükleer silah dengesi birbirinden yalnızca nicelik silah yığını ile ayrılmıyor Atom bombası basit bombardıman uçarları ile taşınıyordu. Şimdi en hassas hedefler “akıllı nükleer füzelerle” zahmetsiz tahrip edilebilir. Atom dengesi dünyanın bir bölümünü tehdit altında tutabiliyordu. Nükleer silah dengesi dünyanın tümünü onlarca kere yıkabilir. Bütün bu gelişmelerin, yani dünya güçler dengesinde varılan bu konağın, yeryüzünde hemen her olayı etkilememesi elbette düşünülemez. Ancak dünyadaki her olaya yalnızca nükleer silah dengesi açısından bakmak da bir o kadar yanılgı yaratır.

Yazımızın mantığı açısından, dünya güçler dengesi içinde Sovyetler’in dünya devrimci sürecine bakışını irdelemek durumundayız. O nedenle II. Dünya Savaşı sonrası dönemi ve bu dönemdeki dengelerin kaymasını yalnızca silah dengesi açısından ele almak pek çok sorunu sığlaştırır. Sosyalizmin kapitalist ana yurtlardaki mücadeleye ve sömürge – yarı sömürge ülkelerdeki gelişmelere bakışı ve bizzat bu gelişimlerin dünya dengesini nasıl etkilediğini irdelemek, nükleer şemsiyenin altında olayların akışının daha tam bir tablosunu verecektir.

1960’lar sonrası kapitalist ana yurtlardaki mücadele Sovyetler açısından “barışçıl geçiş” damgasını taşır. “Üçüncü dünya” ülkelerindeki gelişim ise “kapitalist olmayan yol” parolasıyla yürütülmeye çalışılmıştır. Ayrı ayrı irdeleyelim.

Kapitalist Ana Yurtlardaki Mücadele: Barışçıl Geçiş Tezleri

Şimdilerde kapitalist ana yurtlarda “barışçıl geçiş” tezleri gölgede kaldı. Bu elbette ki daha radikal yolların seçildiği anlamına gelmiyor. Artık Avrupalı komünistler kapitalizmden sosyalizme bir “geçişi” bil değil, “barışın korunmasını” tartışıyorlar Nükleer yıkım korkusu sınıfları ideolojilerinden mi kopuşturuyor? Ya da tam ters sosyalizme varmak için savaş çığlıkları mı atılmalıdır? Elbette ki hayır.

Dünya olaylarına skolastikçe nükleer yıkım ve barış ikileminden bakmak, her taktik ve siyasi tutumu bu zemine indirgemek dünya devrimci hareketindeki gelişmeler değişimleri açıklayamamakla kalmaz, gerçek nedenleri bulanıklaştırır, yığınların bilincini nükleer şokla donuklaştırır, onları bir kısır çember içinde bunaltır, alıklaştırır.

Kapitalist ana yurtlarda barışçıl geçiş tezleri ne zaman ve hangi temelde doğmuştur? Bu sürece kısaca göz atmak bazı yanılgıları olsun ortadan kaldırabilir.

Togliatti, 1956 Haziranında Merkez Komitesine sunduğu raporda önemli bir dönüşü başlatıyordu:

“Tartışılacak bir konu var. Gerçekte biz, sosyalizme doğru yalnızca demokratik yoldan değil, hatta parlamenter biçimleri kullanarak da ilerlemenin mümkün olduğunu söylediğimiz zaman, yaşanmış ve hala yaşanmakta olan değişimleri göz önüne alarak, bazı şeyleri düzeltme durumun olduğumuz açıktır.

“Lenin, daha başlangıçta, Rusya’da yaşanan proletarya diktatörlüğünün örgütlenme biçimlerinin bütün diğer ülkeler için kaçınılmaz olmadığını açıkça söylemiştir.”

Göz önüne alınan “değişimler” nelerdir? Uluslararası planda elbette ki en önemli faktör, sosyalizmin faşizme karşı zaferi ve sosyalist sistemin varlığıyla dünya ölçüsünde sosyalizmin ileriye doğru büyük bir adım atmış olmasıdır. Hitler faşizminin bütün yıkıcılığını yaşamış Avrupa ülkelerinde Sovyetler’in ve sosyalizmin etkisi belki tarihteki en yüksek noktasına ulaştı. Elbette ki Togliatti’nin tezleri için yalnızca bu uluslararası koşullar yetmezdi.

Faşizme karşı mücadele yılları komünistlere kendi ülkelerinde önemli bir prestij kazandırmıştır. Savaş bitiminde Avrupa ülkesinde burjuvazi Hitler’e teslim oluşun ezikliğini yaşıyordu. Ekonomiler yıkım içindeydi ve Hitler kuklası yönetimlerin çöküşüyle siyasi planda bir karmaşa ve yeni dengelere geçişin doğurduğu bir anafor yaşanıyordu.

Bu yıllarda “komünistler 18 ülkede, özellikle Fransa, İtalya, Danimarka, Finlandiya, Norveç’te hükümetlere” girdiler. (8) Mayıs 1946 seçimlerinde İtalya’da Hıristiyan Demokratlar 207, Sosyalistler 115, Komünistler 104 üye ile parlamentoda temsil edildiler. Ekim 1947’de Fransa’da Katolik Parti ve Halkçı Cumhuriyet Hareketi 141, Sosyalist Parti 142, Komünist Parti 152 milletvekiline sahipti. (9)

Barışçıl geçiş hayalleri için oldukça elverişli koşullar!

Ancak savaş sonrasının bu geçici görünüşü, komünist partilerinde böylesine köklü bir dönüş için yeterli neden olabilir miydi? Önceki yıllarında gerçekten proleter bir çizgi izlemiş ve bunu en azından Komüntern yıllarında 10-15 yıl pekiştirmiş bir siyasi parti için son derece oynak ve geçici koşullara böylesine teslim oluş beklenemezdi. Avrupa komünist partileri için faşizm yılları da çok önemli değişim yıllarıdır.

Togliatti aynı raporunda şu tespiti yapar:

“Faşizm altında ve savaş sürecinde olanlardan çıkarttığımız ilk ve en önemli sonuç, kapitalist yönetici sınıflar liderlik durumlarını yitirince ve politikalarıyla ulusu felakete sürükledikleri bir zamanda, işçi sınıfı ve ona en yakın çalışan yığınların ulusal misyonunun yeniden kendini ortaya koymasıdır.” (10) İşçi sınıfının “ulusal misyonu” nedir? Burjuvazinin hâlâ zayıf ve sarsılmış olarak da olsa iktidarda olduğu bir ülkede işçi sınıfının “ulusal misyonu” burjuva iktidarını tasfiye etmek olabilir. Oysa İtalyan Komünist Partisi o yıllarda burjuvazi ile birlikte ülkeyi faşizmin yıkımından çıkarma çabasındadır. Ve ünlü “tarihsel uzlaşmanın” kaynakları o günlere kadar uzanır.

Aynı şeyler Fransa için de geçerlidir. 1945’te M. Thorez Komünist Partisi hükümetteyken şunları söylüyordu:

“Biz komünistler şu momentte açıkça sosyalist ve komünist taleplerde bulunmamalıyız. Bunu, “devrim” kelimesini sürekli kullananların gözünden düşme pahasına söylüyorum. Devrim sözcüğü belli bir popülariteye sahip, fakat Hitler’in himayesindeki ‘ulusal devrim’in dört yılı anlamlarından boşaltılmış bazı kelimelerin demagojik kötü kullanımına karşı halkı uyardı…

“Merkez Komitesinin ve Parti Kongresi’nin kararları adına sizlere açıkça belirtmeliyim ki, en küçük bir grevi, özellikle geçen hafta birliğin bir ucunda ve birliğe karşı, Be’thune madenlerinde patlayan grev gibi bir grevi onaylayanlayız” (11)

O yıllardaki anılarında De Gaulle, M. Thorez’ın bu görüşlerini yorumlarken, zorluk çeker: “Onun devamlı çağrısı her ne pahasına en fazla çalışma ve verim içindir. Onu anlamaya çalışmayacağım. Eğer Fransa’ya hizmet edilirse benim için yeterlidir.” (12)

Ve aynı Fransız Komünist Partisi Mayıs 1945 Cezayir Katliamı’na ve 1946 Vietnam müdahalesine rağmen hükümette kalmayı sürdürmüştür.

Avrupa komünist partileri “Faşizme karşı demokrasi” mücadelesinde inkâr edilemez bir itibar kazandılar. Ancak pek önemli bir değeri yitirmek pahasına… Faşizme karşı “vatan savunması” partilerin sınıf çizgilerini hızla aşındırdı. Faşist hükümetlere ve Hitler faşizminin yıkımına karşı burjuvazinin önemli bir kesimi ve orta tabakalarla ittifaka girilmekle kalınmadı, daha öteye gidilerek “ulusun kalkındırılması” parolasıyla sınıf işbirliği yapıldı. Hitler faşizmine karşı mücadelede burjuvazi ve orta tabakalarla proletaryanın ittifakının son bulduğu moment görülemedi. Tam tersine barışçıl geçiş hayalleriyle bu moment belirsiz bir tarihe yayıldı. Fransız, İtalyan ve İspanya komünist partilerinden 1944’lerde proleter bir devrim istemek aklımızdan geçmez. Ülkelerdeki devrimci gelişim böyle bir olgunluğa ulaşmamıştı. Ancak ezik, hırpalanmış kapitalist ekonomileri, yine burjuva hükümetlere ortak olarak ve “her ne pahasına üretimi arttırarak” burjuvaziye koltuk değnekliği yapmak proletarya partilerinin işi olmamalıydı.

Özetle, faşizm yılları Avrupa komünist partilerinin sınıf çizgilerini önemli ölçüde erozyona uğramıştır. O yıllarda ülkeler içinde ve dışındaki güçler dengesinin etkisiyle de barışçıl geçiş hayalleri boy vermiştir.

Dünya kapitalizmi bu gidişe karşı kayıtsız kalmadı. Amerikan Marshall yardımı Avrupa’ya ulaşır ulaşmaz, daha 1947’lerde komünistler hükümetlerden tekerlendiler. Bu yuvarlanış hayalleri yıkabildi mi? Hayır! Gelecek günlere ertelendi.

Barışçıl geçiş tezlerine karşı Sovyetler’in tutumu ne olmuştur? Onların bu hayallerini eleştirmek, hiç değilse onları hayalleri ile baş başa bırakmak yerine, Sovyetler bu tezleri kuvvetle desteklemiştir. Ünlü XX. Kongre’de tezler benimsenmiş bu noktada da kalınmayıp, XXII. Kongre’de Üçüncü Parti Programında resmen yer almıştır:

“İşçi sınıfı ve onun öncüsü -Marksist-Leninist partiler- barışçıl yollarla sosyalist devrimi başarmaya çalışıyorlar. Bu, bir bütün olarak halkın ve işçi sınıfının çıkarlarını karşılayabilir, ülkenin ulusal çıkarlarına uygun düşerdi.

“O dönemin ağır basan koşularında, bazı kapitalist ülkelerde işçi sınıfı, ileri kesimlerinin öncülüğünde, ulusun kitlesini birleştirme, iç savaşsız devlet iktidarını kazanma ve halka temel üretim araçlarını devretme şansına sahiptir… Halkın çoğunluğu tarafından desteklenen ve kapitalistler, toprak sahipleriyle uzlaşma politikasını reddetme yeteneğinde olmayan oportünist elemanları püskürterek, işçi sınıfı gericiliği, halka karşıt güçleri yenebilir, parlamentoda sağlam bir çoğunluk kazanabilir, onu burjuvazinin çıkarlarına hizmet eden bir araç olmaktan, çalışan halka hizmet eden bir araca dönüştürebilir, parlamento dışında geniş yığın mücadelesini başlatabilir, gerici güçlerin direncini kırabilir ve barışçıl sosyalist devrimin gerekli koşullarını sağlayabilir.” (13)

Barışçıl sosyalist devrim tezini savunanlar “Batı Avrupa partileri ile ABD, Kanada, Avusturalya, Japonya, Hindistan vb. komünist partileridir. (14) Akıl almaz gibi görünse de, iki paylaşım savaşıyla dünyayı kana bulayan, ilişkilerinin temeli daima zora dayanmış bulunan emperyalist ana yurtlarda “komünistlerin” ağzından “barışçıl geçiş” türküsü yükseliyor ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi bunu zahmetsizce programına yerleştirebiliyor. Bir kez bu adım atılınca Sovyet komünistleri bu tezi daha da derinleştirmeden duramadılar.

“Barışçıl devrim eğer geçmişte olanaklı idiyse, günümüzde haydi haydi olanaklıdır.

“Her şeyden önce tüm dünyada sosyalizm ve demokrasi güçleri hatırı sayılır ölçüde büyüdü. Marksist-Leninist partilerin rehberliğindeki işçi sınıfı, burjuva devletlerde yasaları yapan tekellerin politikasından hoşnut olmayan milyonlarca insanı etrafında toplamaya ve bir güçler üstünlüğü sağladıktan sonra burjuvaziyi silahlı bir direnme olmaksızın teslim almaya zorlamaya yeteneklidir, ikinci olarak, dünya sosyalist sisteminin varlığı, onun artan gücü kapitalist ülkelerin emekçileri için olumlu bir etkendir…

“Parlamentoyu… iktidarın proletarya tarafından fethi için bir alet olarak da kullanmak olanaklıdır…

“Komünistler, devrimin barışçıl gelişimi için savaşım vermenin araçlarından biri olarak, işçi sınıfının çıkarlarını temsil eden öğeleri kerte kerte içine sokarak devlet aygının ‘bileşimini değiştirmeyi görüyorlar. Komünist partiler böylece kurumların, okulların ve üniversitenin demokratikleşmesini ilerletebilir, devlet memurlarının yükümlülüklerini genişletebilir, polisi, orduyu, özel servisi denetleyebilirler.” (15)

K. Zaradov’un 1976’lardaki bu satırlarında Marksizmin zerresi yoktur. Komünistler kiler faresi sabrıyla devleti “kerte kerte” kemireceklerdir. Sonra: Barışçı sosyalist devrim!

Bilindiği gibi bu tezler Sovyetler Birliği ile ateş içinden yeni çıkmış Çin Komünist Partisi arasındaki kopuşmanın odak noktasında yer almıştır. Sonradan Çin’in nereye gittiği ayrı sorun! Ancak böyle tezlere karşı Çin’in bayrak açması haksız değildi.

Elbette ki Marksizmin tezleri sonsuz zaman akışında geçerli mutlak kalıplar değildir. Ancak 1945’ler sonrası dünyada kurulan yeni dengeler ya da yaşanan değişimler, onun en temel tezlerini alt üst edecek ölçüde miydi? Elbette ki hayır! Dünya da ne 1950’lerde ne de bugün sosyalizmin gücü ve itibarı emperyalizmi kendi ülkelerinde sessizce boyun eğmeye zorlayacak kertede değil, halen de değildir. Ancak savaş yorgunu dünya 1950’lerde barış istiyordu. Fakat bu barış isteği Marksizmin teorik temellerinin tahrif edilmesi için bir gerekçe olamazdı. Hele pratik, somut gerçeklere göz yummak mümkün değildi.

Hemen savaş sonrası, Avrupalı komünistler elbette ki mücadele biçimi olarak barışçıl araçlara dönmek durumundaydılar. Ancak bu araçların, araç olmaktan çıkarılıp partilerin bütün mücadele ufkunu kaplayan amaç haline gelmesi Marksizmin devrimci özünün bir kenara bırakılması anlamına geliyordu. Sovyetler ise o günlerdeki güç ve itibarını abartarak bu hataya katılmış oldu. Oysa dünyada sosyalizmin gücünü olduğundan öteye abartmak, düşmana karşı uyanıklığı zayıflatır, bununla da kalmaz gücü aşındıran, gerileten etkiler yaratır.

Sovyet Komünist Partisi bu tezleri programına, hem de oldukça detaylı bir şekilde geçirerek kapitalist anayurtlardaki partilerin sınıf mücadelesi zemininden kopuşlarına suç ortaklığı yapmış oldu. Gerçi pek çok Sovyet yazarı tezlere karşı hakem konumunda bulunmayı yeğlemiştir. Ancak böyle bir konum bile hataya ortak oluşu ortadan kaldırmaz. K. Zaradov’un en uç noktalara varan oportünist yaklaşımı yanında, Avrupa komünistlerinin seçtiği yola elbette ki daha ihtiyatlı yaklaşan Sovyet yazarları da yok değildi.

“…Bununla birlikte, devrimin yolu soyut değil, fakat gerçek güçler dengesine bağlı olarak karar verilmesi gereken özel bir problemdir. İktidara barışçıl el koyuşa yönelişin üreteceği yararlar, yalnızca uygun koşullar mevcutsa sonuca ulaşabilir.

“Barışçıl yola yönelişi benimseyen komünist partiler haklı olarak çeşitli ciddi zorlukların varlığına işaret ediyorlar. Günümüz kapitalizminin bütün verili zayıflıklarına rağmen, modern emperyalist devletin askeri-bürokratik mekanizması öyle büyüdü, farklılaştı, dallanıp budaklandı ve gelişti ki onu kırmak asla kolay değildir.” (16)

Bu satırlar aslında emperyalist anayurtlarda barışçıl geçiş hayallerinin dolaylı bir inkârıdır. Ancak bu dolaylı inkârlar o günlerin ortamında hep altta kalan, ölü tepkiler olmuşlardır. Komünist partilerin şimdi artık yapılamayan- ortak toplantılarında barışçıl geçiş tezleri 1956’dan itibaren her seferinde kuvvetle vurgulanmıştır.

Barışçıl geçiş tezleri, Komintern’in dağılmasından hemen sonra -çünkü bu tezlerin filizlenmesi 1946’lara kadar gider- dünya komünist hareketinde ilk önemli kopuşmaydı. Bu kopuşma, özellikle sömürge, yeni-sömürge ülke komünist partileriyle kapitalist ana yurtlardaki partilerin kopuşması anlamına geliyordu. Bu tespite şöyle bir itiraz yapılabilir: Her ülke partisi kendi yolunu, ülke koşullarına göre belirler ve Avrupa partileri kendi yollarını bütün diğer ülkelere önermedikleri için de bu tezler bir kopuşma anlamına gelmez, denilebilir. Gerçekten partilerin ortak toplantı bildirgelerinde her iki mücadele yolu da yan yana vurgulanmıştır. Ancak bu tutumlar olayın özünü kurtaramıyordu. Dünya jandarması emperyalizmi kendi ana yurdunda “kerte kerte” teslim almak görüşü, ülke partilerinin kendi yollarını bağımsızca belirlemekten öteye Marksizmin sınıf mücadelesi kavramından bağımsızlaşmak anlamına geliyordu.

Sovyet Komünist Partisi bu çatallanma ortasında hakem rolü oynayarak aslında kapitalist ana yurtlarda yeniden canlanan ve II. Enternasyonal batağına yönelen yeni sınıf uzlaşmacı tezleri güçlendirmiş oluyordu. Nitekim olayların akışı bu hakem rolünü imkânsız hale getirmiştir. Komünist partilerin ortak toplantıları bile 1975’ten beri yapılamaz olmuştur. Özellikle Avrupa komünist partilerinden İtalya ve İspanya komünist partileri Sovyetler’e karşı açık tavır almışlar, bağlantılar son derece zayıflamıştır.

Barışçı geçiş tezleri aslında dünya güçler dengesinde yeni bir kaymanın işaretiydi. 1950’lerde kurulan denge, 1970’lere gelindiğinde genel ölçüde bir “nükleer silah dengesi”ne yükselmiş olsa da, dünya devrimci hareketinin gidişi açısından Avrupa komünist partilerin tezleri bir geriye kayış anlamı taşıyordu. Öte yandan, Marshall yardımı eliyle, “refah devleti” parolasını atan karşı devrim de güçlü adımlar atıyordu. Ve barışçıl geçiş tezleri karşı devrimin bu genel adımlarına eklemlenmekten öteye anlama sahip olamadı.

Sınıf mücadelesi, kapitalist ana yurtlarda genel anlamda bir geri çekiliş yaşıyordu. Bu, objektif koşullar dikkate alındığında bir ölçüde kaçınılmazdı. Fakat bu geri çekiliş düşünce planında çok önemli sapmalarla birlikte yaşanınca, gelecekteki mücadeleye hazırlık, o ölçüde zorlaşıyordu. Dünya sosyalizmine ve özellikle Sovyetler Birliği’ne bu noktada düşen görev, tutarlı bir teorik mücadele yürütmek, dünya devrimci hareketi içindeki saflaşmaları netleştirmekti. Böyle bir tutum, pratik olarak kapitalist anayurtlardaki partilerle hemen ve kesin bir kopuşmayı gerektirmezdi. Ancak onların sapmaları kuvvetle deşifre edilebilmeliydi. Bu konuda çok sınırlı polemiklerden öteye diplomatik şekilsizlik ortama egemen olmuştur. Böylece, dünya ölçüsünde güçler dengesinde, kapitalist anayurtlardaki mücadelenin geriye kayışının bu anlamda güç yitirme gerçekliğinin üstü barışçıl geçiş tezleriyle örtülmüş oluyordu. Bu gerçeklik, 1975’lerden sonra, tabii Avrupa komünist partilerinin her seçim başarısızlığında, acı acı kavranmıştır. Bu sefer de Batı’da işçi sınıfının yavaş yavaş ortadan kalktığı tezleri gelişmiş, “elveda proletarya” ile bu tezler saçmalığın zirvesine varmıştır.

Sosyalizmin bu yeni tezler karşısındaki konumu, proletaryanın yok olmadığını ispatlama çabasından öteye gidememiştir. Böyle bir savunma ise, zaten var olan gerçekliğin kaba bir tekrarından öteye anlam taşımıyordu. Kapitalizm proletaryayı kaldırmaya yetenekli değildir, tam tersine proletaryanın varlığı onun en temel ön koşuludur. Dünyadaki proletarya iktidarlarının başarıları ya da başarısızlıkları yeteri çıplaklıkta dünya halklarının bilincine yansıtılamayınca ve Batı’da proletarya hareketlerinin cılızlaşıp neredeyse “barış hareketlerinin içinde erimesiyle, pratik gidişteki bu somut olgular nedeniyle, proletaryanın misyonunun günümüzdeki durumuyla ilgili beliren bulanıklıklar, sırf kaba teorik savunmalarla aşılamazdı, aşılamadı.

En son “yeni düşünce”yle birlikte, proletaryanın misyonuyla ilgili Batı anayurtlarındaki sefil görüşlerin oldukça kuvvetli izleri Sovyet Bilimler Akademisi’nin tezlerine de yansımıştır. Bu tezleri yazının ileriki bölümünde irdeleyeceğiz. Ancak görünen gerçeklik şudur: 1917 Devrimi’nin tartışılmaz gücü uzun yıllar nasıl kapitalist ülkelerdeki, işçi hareketini etkilemiş, hatta partilerin II. Enternasyonal’den kopup yeniden şekillenmelerinde önemli bir itici güç olmuşsa, 1960’lar sonrası süreçte kapitalist sistemde yakın çöküş beklentileri gerçekleşmedikçe ve hareket durgunlaştıkça, bu sefer tersine bir etki, Batı’nın köklü, derin oportünist rüzgarları Sovyetler’e doğru esmeye başlamış ve kaçınılmaz etkilerini yaratmıştır. Bu etkilerden ilki ve en önemlisi barışçıl geçiş tezleriydi. Etki ne yazık ki bu noktada durmamış, sürecin akışında derinleşmiş, yeni düşünce kılığında daha geniş alanlara sıçramıştır.

Geri Ülkelerdeki Mücadele ve “Kapitalist Olmayan Yol”

Sovyet devrimi aynı zamanda ulusal kurtuluş savaşlarına da hız vermiştir. Sovyetler’in geri ülke devrimlerine karşı tavrı o yıllarda Komintern zemininde belirlenen tezler doğrultusunda şekillenmiştir. Emperyalizmin sömürge boyunduruğuna karşı ulusların kendi kaderini tayin hakkı o yıllara geri ülkelerdeki mücadelelere en genel yaklaşımı ifade ediyordu.

Yine Komintern tartışmalarında henüz kapitalist üretim ilişkilerinin çok cılız olduğu ya da hiç gelişmemiş olduğu ülkeler için “kapitalist gelişme aşamasının” kaçınılmaz olmadığı, “eğer muzaffer proletarya, bu halklar arasında sistemli bir propaganda yürütürse, eğer Sovyet hükümetleri, ellerindeki bütün imkânlarla bu halklara yardım ederlerse” kapitalist aşamanın atlanabilecek tespit edilmiştir. (17)

1917’lerde bu tez somut olarak Sovyet Doğu Asya Cumhuriyetleri ve Moğolistan için uygulanabilirdi. Buralarda çoban ekonomisinden, feodal ilişkilere kadar uzanan ekonomi biçimleri egemendi, fakat kapitalizm henüz filiz ölçüsünde olsun son derece cılızdı. Gerçekten de Sovyet yönetimi altında bu ülkelerde kapitalizm atlanarak sosyalizme geçilebilmiştir.

1950’ler sonrası geri ülkelerde ulusal kurtuluş savaşları hızlandığında Komintern’in bu tezleri, deforme edilerek her üçüncü dünya ülkesine uygulanılmaya kalkışıldı ve bu uygulamaya “kapitalist olmayan yol” gibi garip, renksiz bir isim takıldı.

Bu tez 1950’ler sonrasının objektif gelişmelerinin kaçınılmaz sonucu ve o günlerin ihtiyaçlarına cevap veren bir formülasyon muydu?

1950’ler sonrası dünya haritası her gün değişikliğe uğruyordu. Klasik sömürgeciliğin çöküş dönemi olarak adlandırılabilecek bu dönem 1975’lere kadar uzanır. Ve bu dönemde her yeni bağımsız ülke ile sosyalizmin ilişkisi gündeme geliyordu. Gerek sömürge kurtuluşu için mücadele yıllarında ve gerekse kurtuluş yıllarından sonra sosyalizmle bu ülkelerin ilişkileri elbette ki Komüntern tezlerinden öteye detay yaklaşımlar gerektiriyordu. “Kapitalist olmayan yol tezleri bu koşulların ürünü olmuştur, ancak ne sorunların sağlam bir kavranışına dayanabilmiş, ne de problemlerin çözümüne ışık tutabilmiştir.

O günlerin yaklaşımını bir Sovyet yaz haklı olarak şöyle eleştiriyor:

“Her şeyden önce, tezi mutlaklaştırdık… Kapitalist olmayan gelişmeyi kesinlikle uygulanamayacak olan ülkelerin ilerici güçlerine bile eylem programı olarak tavsiye etmeye başladık. Oysa bu ülkelerde, örneğin Hindistan gibi, kapitalizm belli bir gelişme seviyesine ulaşmıştı, kendi finans gruplarına ulusal tekellerine zaten sahipti. Sonuç dünya komünist hareketinde yeni problemler ve sol içinde komplikasyonlar oldu. Bazı komünist partileri kapitalist olmayan gelişmenin böyle aşırı yorumlarına karşı kesin tavır aldılar, haklı olarak böyle bir yaklaşımın solu yanıltacağını ve onu kısa ve uzun dönemli amaçları için gerekli mücadelesinden saptıracağına işaret ettiler. (18)

1950’lerde hızlanan ulusal kurtuluş savaşları, dünyada emperyalizme karşı yeni yaygın bir cephe açmış oldu. Ancak bu ülkelerin klasik sömürgeciliğe karşı olmaları, otomatik olarak kapitalizme karşı olmalarını getiremezdi. Bu tamamıyla ülke içindeki sınıflaşmalar, üretici güçlerin sevisiyle ilgili bir sorundu. Ancak Sovyetler bu yıllarda Mısır, Suriye, Irak, Cezayir, Gana, Kongo ve hatta Hindistan gibi yeni bağımsızlaşan pek çok ülkeyi kapitalist olmayan gelişme yoluna yerleştirmekte sakınca görmedi. (19)

Bu büyük yanılgıya yol açan, bu ülkelerde ulusal bağımsızlık sonrası gündeme gelen devletçi gelişme yoluydu.

“Bu açıdan, oldukça ‘saf’ kapitalist yöneliş içinde (genellikle yeni sömürge tipi) olanlar ve ‘klasik’ burjuva gelişiminde çarpıcı bir şekilde ayrılan, kapitalist gelişimini daha çok devletçi biçimlerle geliştirmiş olan ülkeler arasında bir fark gözetilmeyebilirdi. İkinci yolun özellikleri, kapitalizmden sosyalizme mümkün bir dönüşün ve bu doğrultuda demokratik dönüşümlerin yürütülmesinin objektif ön koşullarını yaratıyor” (20)

Ne çare ki şimdiye kadar devletçi kapitalist gelişmeden, sosyalizme dönüş yapan bir yeni bağımsız ülke görülemedi. O nedenle, dönüş yapması gereken Sovyetler’in bu konudaki tezleriydi.

“Sanırım, bu nedenle bizim sosyal bilimimizde geniş bir geçerlilik kazanan bir fikir olsa da, gelişmekte olan ülkelerde halk sektörünün tarihsel olarak ve daima mülkiyet biçimi olarak diğerlerinden daha ilerici olduğunu kabul etmek yanlıştır. Gözlemler halk sektörünün rolünün devletin sınıf yapısı tarafından koşullandırıldığını ve devleti kimin yönettiğine… devletin kimin çıkarlarına hizmet ettiğine de bağlı olduğunu göstermiştir.” (21)

“Proletarya diktatörlüğü altındaki devlet sektörü bir şeydir, proletarya diktatörlüğünün olmadığı, iktidarın en iyisiyle küçük burjuva devrimci demokrasisi ve sık sık görüldüğü gibi, devletçi bürokrasi tarafından elde tutulduğu durumda ise başka bir şeydir.” (22)

Sovyetlerin bağımsızlığını kazanan geri ülkelerde devlet sektörüne özel bir misyon yüklemesi oldukça kaba bir yanılgıdır. Bu konudaki yanılgıları görmek için Mısır’da Nasırdan sonra Sedat’la başlayan dönüşü ya da benzerlerini yaşamak gerekmiyordu. Türkiye emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi vermiş ve devlet sektörünün beslemesiyle asalak bir kapitalist sınıf yaratmış bir ülkeydi. Ve bu deney 1920’ler ve 1950’ler arasında en açık bir biçimde yaşanmıştır. Mısır’ın 1975’de E. Sedat’la yaptığı dönüşü biz 1950’de Menderes ile yapmıştık. İ. Gandi’nin öldürülmesi Hindistan’ı aynı dönüşe bir zorlayış oldu. Cezayir bugünlerde aynı yolda, işin özü, devletçilikle palazlanan özel sektör artık güneşin altındaki yerini istiyor. Bunun pek klasik adı da “devletçilikten liberal ekonomiye” geçiştir.

Ancak 1920’ler dünyası ile 1950’ler sonrası dünya elbette ki aynı değildir. O zaman şu soru akla gelebilir: 1960’larda sosyalizmin dünyadaki gücü yeni bağımsız ülkelerde devlet sektöründen sosyalizme doğru bir dönüşü sağlayabilecek güçte miydi? Sovyetler kapitalist olmayan yol tezini neye dayanarak pek çok yeni bağımsız ülkeye uygulanabilir ilan etti?

Küba deneyinden Sovyetler şu önemli dersi çıkartmıştır:

“Küba devrimi, günümüzde devrimin coğrafi konum ya da ekonomik düzey ne olursa olsun, başarıya ulaşabileceğini bir kere daha göstermiştir.” (23) Bu tespit oldukça üstün körüdür ve başarılı yıllarda ya da dünyada ulusal bağımsızlık savaşlarının prestijinin hâlâ en yüksek olduğu günlerde yapılmıştır. Ayrıca tek yanlıdır. Olaya Sovyetlerin yardımı açısından bakar. Coğrafya artık sorun değildir, sosyalizm dünyanın her yerine kolayca ulaşabilmektedir; ekonomik düzey önemli değildir, çünkü sosyalizmin teknik gücü bu konudaki zaafları hızla örtebilecek yetenektedir.

Fakat burada en önemli nokta devrimlerin sınıf karakteri ve gücünün unutulmasıdır. Aynı Sovyet yardımıyla Küba sosyalizme giderken neden Mısır, Irak, vb. ülkelerden hiçbiri sosyalizme gidememiştir. Bunun tek açıklaması, o ülkelerdeki devrimin ya da bağımsızlık mücadelesinin yürütücü sınıf güçleriyle yapılabilir. Sovyetler ulusal kurtuluş mücadelelerinin yükseliş günlerinin yaşandığı bu yıllarda, mücadelelerin sınıf temelini fazla önemsememiştir. Bir geri ülkenin Sovyet devletine yakınlık duyması, onunla ilişkiye girmesi için gerçekten sosyalist olmasına gerek yoktur. Tek başına Sovyet yardımı ise o ülkelerdeki gelişimin sınıf yapısını değiştirmezdi. Ancak o günlerin politik ortamında Sovyetler böyle düşünmüyordu.

“Bununla birlikte, biz kendimiz gelişmekte olan ülkelerdeki sosyalizm potansiyelinin dengeli bir değerlendirmesine hazır değildik. O günlerde çoğumuz kapitalizmin görülebilir bir gelecekte çökmesinin kaçınılmazlığına, kişi başına üretimde birkaç yıl içinde Birleşik Devletleri geçebileceğimize ve kapitalizmin, o günlerde söylenen ifadesiyle “çok geç doğduğu” için Üçüncü Dünya ülkelerinde hiç bir şansa sahip olmadığına inanmıştık. Mantık sonucu olarak, tek alternatif kapitalist olmayan gelişme yoluydu.” (24)

Yazarın bu özetlemesi aslında o günlerin ortamında kapitalist olmayan yolun Üçüncü Dünya için neden alternatifsiz tek yol olarak düşünüldüğünü çok iyi açıklamaktadır. Kapitalizm yakın gelecekte çökecektir, sosyalizm ABD’yi yakın zamanda geride bırakacak, hatta Kruşçef dönemi parti programına göre komünizme geçiş fazla uzak değildir. Böyle bir dengede Üçüncü Dünya’da emperyalizmden bağımsızlaşan ülkeler nereye gidebilir: Kapitalist olmayan yoldan sosyalizme!

Bir kere daha o günlerin güçler dengesinde sosyalizmin konumunun abartılmasının altından en sefil, sınıf bakışsız zavallı tezlerin ürediğini görüyoruz. Barışçıl geçiş de, kapitalist olmayan yol da sosyalizmin dünyadaki gücünün abartılmasından üreyen, sınıf bakışının yerine devletlerarası ilişki ve dengeyi koyan, Marksizm’i en temel noktasında, sınıf gerçekliği alanında revize eden tezlerdir.

Daha da öteye, teorinin diplomasiye nasıl feda edildiğinin pek çok örneği vardır. Bir tanesi aktaralım:

“Enver Sedat’ın Mısır’da iktidara gelişinden kısa bir süre sonra bu ülkedeki yeni sosyal ve ekonomik gelişmeler hakkında bir makale yazdım. Makalede ne Sedat’a ne de onun rejimine karşı bir saldırı olmamasına, fakat sadece ülkedeki gelişmenin kapitalizme doğru yöneldiğini anlattığım için, Sedat’ı gücendirme korkusuyla bir bilimsel dergi makalemi yayımlamayı reddetti.” (25)

Sovyetler Sedat’ı bir makaleyle olsun gücendirmemeye özen gösterirken, E. Sedat bir günde bütün Sovyet uzmanlarını Mısırdan kovarak değil gücendirmek, Sovyetler’i öfkelendirmeyi bile göze alabilmiştir. Bunun bir tek nedeni vardı: Mısır’da “kapitalist olmayan yol” katıksız kapitalizme varmıştı. Biz Batı’yla teklifsizce kucaklaşmayı nasıl Menderes’le yaptı isek, Mısır’da bu adımı E. Sedat’la atmıştır. Menderes Yassıada’da ipe çekildi, Sedat bir merasimde kurşuna dizildi. “Şark”ta kapitalizm böyle gidiyor…

Teorinin yol göstericiliği yerine diplomasinin kaypaklığı geçirilince, Sovyetler açısından dış politikada pragmatik yalpalamalar kaçınılmaz alın yazısı olmuştur.

Son yıllarda, 1950’ler sonrası emperyalizmden ilk bağımsızlaşma adımını atmış ülkelerle ilgili Sovyet basınında acı yakınmalar yanında daha gerçekçi tespitler de vardır.

“Muhtemelen, buradaki nedenler komplekstir, ancak şöyle söylemek abartma olmazdı, bazı ‘ilk nesil’ sosyalizme yönelmiş rejimler (ulusal demokratik rejimler) çöktü ya da devletçi yönetim eğilimleri, otoriter liderlik sistemi, burjuva eğilimlerin ve grupların gelişmesine göz yumma, sosyal ayrıcalıkları cesaretlendirme, gerçek öncü devrimci partileri inşa etme, yığınları kolektif ve devrimci bilinçle eğitme ve harekete geçirmedeki yeteneksizlikler nedeniyle dejenere oldular. Bu rejimlerin çökmesi doğaldı.” (26)

Böylece 1950’ler sonrası “ilk-nesil”, “kapitalist olmayan yol”u seçen Mısır, Irak, Cezayir, Gana, Kongo, Suriye gibi ülkeler yazara göre “dejenere” olmuştur, yani daha açık ifadesiyle sosyalizme yönelişleri imkânsız hale gelmiştir. Bu durum “ikinci nesil” Güney Yemen, Etiyopya, Angola, Mozambik gibi ülkelerin gidişi konusunda da ister istemez soru işaretlerini çoğaltmaktadır.

Bugünkü sonuçtan kalkarak, Sovyetler’in bu ülkelere yardımları eleştirilebilir mi? Ya da şimdi bazıları emperyalist kampa geçmiş bu ülkelere Sovyet yardımları yapılmamalıydı denebilir mi? Elbette ki hayır! Sosyalizm, emperyalizme karşı yönelen her darbeyi dikkate almak, değerlendirmek ve desteklemek durumundadır. Bu konuda yapılan hata, bu ülkelere yardım edilmesi değil, ancak onların “kapitalist olmayan yol”dan sosyalizme ilerlediklerini ilan etmektir. Hiç şüphesiz 1960’ların ortamında her bağımsızlık savaşı veren ülke aynı zamanda “sosyalist” olduğunu da ilan etti. Bunların belki en ünlüsü “BAAS sosyalizmidir. Fakat bu ülkelerdeki güçler dengesine bakıldığında, devrimi ya da bağımsızlık mücadelesini güden sınıflar tanındığında ve en önemlisi alınan ilk ekonomik ve sosyal tedbirlerin karakteri kavranınca, bunların kendilerini sosyalist ilan etmeleri kimseyi yanıltamazdı.

Ancak emperyalizmin Vietnam yenilgisine doğru yol aldığı ve aynı zamanda kapitalist ülkelerde yeni bir ekonomik krizin kapıya yaklaştığı ve ulusal kurtuluş savaşlarının itibarının en yüksek olduğu yıllarda, Üçüncü Dünya ülkeleri için sosyalizm güçlü bir çekim gücüne sahipti. Fakat bu aynı zamanda pek çok kaba tahlilin, yanılgının, diplomatik pragmatizmin de kaynağı oldu.

“Kapitalist olmayan yol” tezinin geri ülke devrimci hareketlerine en büyük zararı, o ülkelerde bağımsız proletarya hareketinin şekillenmesinde ve gelişmesinde yarattığı bulanıklık hatta pratik engellerdir.

G. Mirsky “ilk-nesil” sosyalizme yönelmiş “ülkelerde gerçek öncü devrimci partileri inşa etme yeteneksizliğinden” söz ediyor. Ancak kapitalist olmayan yol tezleri böyle bir inşanın karşısında belki en önemli engel olmuştur. Çünkü radikal devrimci eğilimler ve proletaryanın bağımsız örgütlenme girişimleri sözde kapitalist olmayan yolu tutan yönetimlere tabi kılınmak için çok çaba harcanmıştır. Oysa bu yönetimlerin kapitalist olmayan yolu tuttuklarını bir an kabul etsek, bu yolda gidişin bile tek teminatı proletarya ve köylülüğün bağımsız güçlü örgütlenmesinde yatıyordu. E. Sedat ya da benzerlerini “gücendirmemek” için gösterilen incelikler(!) ters yönde etkiliyor, geri ülkelerdeki gerçek devrimci eğilimleri ideolojik olarak silahsızlandırıyor, demoralize ediyordu.

Özetlersek, nasıl ki barışçıl geçiş tezleri Batı’da devrimci hareketteki güç kaymalarının üstünü örttü ise, kapitalist olmayan yol tezi de ulusal bağımsızlığını kazanan ülkelerdeki ya da daha genel anlamda “Üçüncü Dünya” güçler dengesindeki değişimlerin üstünü örtmüştür.

1975’ler artık yeryüzünden klasik sömürgeciliğin hemen hemen kalktığı, fakat aynı zamanda bağımsızlığını kazanmış pek çok geri ülkenin yeni sömürgeciliğin pençesine dahil olduğu yıllardır. Dolayısıyla üçüncü dünyada 1960’larda sosyalizm lehine gelişen güç dengesi, 1975’lerden sonra sosyalizm aleyhine dönmeye başlamıştır.

Paradoks gibi görünse de, gerek barışçıl geçiş ve gerekse kapitalist olmayan yol tezleri dünyada sosyalizmin ileri adımlar attığı, bir bakıma taktik planda saldırı momentini yaşadığı yılların ürünüdür. Güç dengesinin olduğundan öteye abartılması bu bayağı yanılgıların kavranmasını güçleştiriştir. Fakat aynı zamanda, gerek kapitalist anayurtlarda ve gerekse geri ülkelerde sosyalizmin itibarının böyle Marksizmin sınıf temelinden kopuk bayağı teorilerle kol kola yükselmesi, bu ileriye atılan adımların kof ve güçsüz yönünü, gelecek günlerde yaşanması kaçınılmaz bir sarsıntının ilk işaretlerini gösteriyordu. “Yeni düşünce” bu sarsıntının teorisidir.

“Yeni Düşünce”nin Temel Unsurları

Yeni düşüncenin önce kendisinin ne olduğunu, hangi temel özellikleri taşıdığını ve sonra da hangi koşullardan çıkıp geldiğini irdeleyelim.

Yeni düşüncede irdelenmesi gereken en önemli noktaları şöyle sıralayabiliriz:

a. Dünya ölçüsünde sınıflar savaşına bakış,

b. Topyekûn savaş ve siyaset bağlantısı,

c. Emperyalizme “yeni” yaklaşım.

Sırasıyla gidelim.

a. Dünya Ölçüsünde Sınıflar Savaşına Bakış: Yazının girişinde yeni düşüncenin en genel yönünü tespit ederken söylenmişti: Gorbaçov, “insanlığın topyekûn yıkım tehlikesi”yle birlikte “uluslararası planda sınıf çatışmaları için objektif bir sınır belirdiği”ni haklı olarak tespit eder. (27) Ancak bunda “yeni” olan bir yön henüz yoktur. Nükleer güç dengesi yıllarından beri bu objektif sınır bir gerçekliktir. Ya da başka bir deyişle, uluslararası planda siyaset artık eskiden olduğu gibi, bir topyekûn savaşla sürdürülemez. Silahların nitelik ve nicelik olarak gelişimi topyekûn bir savaşı neredeyse imkânsız hale getirdi.

Gorbaçov bu tespitlerden kalkarak bir adım daha atar ve iki sistemin barış içinde birlikte yaşamasının “sınıf savaşının özel bir biçimi” olduğu tespitini de terk eder. Yeni Düşüncenin “yeniliği bu noktada başlamaktadır. Bu mantık, sınıf savaşını, doğrudan savaşa indirgediği için ya da tam tersi savaşın korkunçluğundan hareketle sınıf mücadelesini reddettiği için olaylara nükleer dehşet dengesinin şokuyla bakan, sorunun özünü aşırı darlaştıran bir mantıktır.

Sınıflar var oldukça savaşımları da kaçınılmazdır. Ancak “uzlaşma” da mücadele biçimlerinden birisidir. Barış içinde birlikte var oluş, iki sistemin dünya ölçüsünde yaptıkları bir uzlaşmadır. Ancak her uzlaşma bir savaştan ya da mücadeleden çıkar ve dengelerdeki yeni değişimlere kadar yaşayabilir. “Barış içinde birlikte yaşama” kendisi bir savaş olmamakla birlikte, sınıf savaşımının günümüzdeki bir biçimi ya da en genel ortamıdır. Eğer iki farklı sınıf temeline dayanan iki farklı sistemin yan yana varoluşu sınıf mücadelelerinin pek çok yeni biçimler altında sürmesinin ön koşulu değilse, ya da sınıf savaşının özel bir biçimi değilse, buradan bir tek mantık, sistemleri sınıf temellerinden soyutlama mantığı çıkar ki, bu da sanırız “insanlığın genel çıkarları uğruna” yapılmaktadır.

Yeni düşüncenin gerçek yeniliği “insanlığın ortak çıkarlarının sınıf çıkarlarının önünde geldiğini” vurgulayarak, nükleer yıkımla sınıf mücadelesini aynılaştırmasındadır. O zaman insanlık nükleer yıkımdan kurtulabilmek için, sınıf savaşından da kurtulmalıdır. Sınıflar ortadan kalkmadan sınıf savaşından “kurtulmanın” yolu var mıdır? Bir tek yol ya da biçare çare egemen sınıf ilişkilerine tabi olmak, boyun eğmektir. Böylece sınıflardan değil, fakat sınıf savaşının hırçınlıklarından belki kurtulunabilir(!). Dünya ölçüsünde hâlâ egemen düzen kapitalizmdir. Ve dünya halklarının her ilerici atılımına karşı Demokles’in kılıcı gibi nükleer ölüm tehdidini sallayan yine emperyalizmdir. Emperyalizm nükleer yıkım tehdidiyle dünya ölçüsünde sınıf mücadelesini pasifize etmek için didiniyor. Sosyalizm sınıf mücadelesiyle nükleer yıkımı neredeyse aynılaştırarak aynı şeyi yapmış olmuyor mu?

Belli bir güçler dengesinde taktik mücadele aşaması olarak böyle bir şey savunulabilir de. Ancak Sovyetler bu görüşü teorileştirerek bir taktik adım olmaktan öteye mücadelenin bütün gelecek ufkuna yaymıştır.

Dünyadaki sınıf saflaşmasının taraflarından birisi de proletaryadır. Sınıf savaşımıyla nükleer yıkım aynılaştırılınca proletarya da nükleer yıkım suçuna ortak edilmiş olmuyor mu? Yeni düşüncenin mantığına göre proletarya sınıf mücadelesi ufkunu insanlık çıkarlarıyla uyumlandıramazsa kendisi de suçlu olacaktır.

İnsanlığın yaşaması ya da sınıf savaşlarıyla yok olması… Yeni düşüncenin dehşetli ve aynı zamanda insancıl formülasyonu budur. Yeni düşüncenin mantığıyla herhangi bir ülkede ya da bölgedeki gerilimin karşısına hemen insanlığın yok olma tehdidi çıkarılabilir. Eğer bu mantığı örtülerinden soyarsak: İnsanlığın çıkarları uğruna dünya bugünkü konumunu korumalı ya da sıçramasız, sınıf savaşlarının yaratabileceği gerilimler olmaksızın, yani nükleer canavarı uyandırmaksızın değişmelidir.

Sorunu karikatürize etmiyoruz. Sovyet literatürü okunduğunda bu mantık ve genel hava derhal görülebilir.

Barış ve Sosyalizm Sorunları Dergisi’nin yazı kurulunda yapılan bir tartışmada Ekvator Komünist Partisi sözcüsünün bu tezlere verdiği cevap ilginçtir:

“Biz hepimiz aynı kayıktayız ve bunun batmaması için çalışmalıyız. Ne ki, her yıl onlarca atom bombasından ölecek kadar insanın açlıktan ve çeşitli salgın hastalıklardan öldüğü ‘Üçüncü Dünya’ ülkeleri için nükleer felaket ile günlük yaşamdaki trajedi arasında bir seçim yapmak olanaksızdır.” (28)

Sınıf mücadelesinin ateş çemberinde yaşayanlara Moskova’nın “insanlığın yok olma tehlikesi” üzerine söylevleri aşırı derecede soyut ve anlamsız gelir. Çünkü zaten dünyanın bu bölgelerinde en basit insanca yaşam için korkunç savaşlar veriliyor. Sovyetler genel tezlerini dünyanın değişik bölgelerine uyumlandırma becerisini gösteremezse “insanlık adına” yapılan bu çağrılar, sıcak mücadele içindeki insanlara, ya da kaçınılmazca böyle bir yola hazırlanan güçlere bir şey anlatmamakla kalmaz, onları öfkelendirir, pratik olarak dünya sosyalizmi ile bağlarını zayıflatır, daha da kötüsü kopartır.

Yeni düşünce, sınıf mücadelesi kavramından uzaklaşmakla dünyadaki sınıf mücadelesi gerçekliğini ortadan kaldıramayacağına göre, böyle yapmakla olayların gerçek özünü bulandırmak, bilinçleri karartmaktan başka bir işlevi olmayacaktır.

Şu acı sonuca varmak zorundayız: “İnsanlığın genel çıkarları uğruna” insanların bilincini karartmak; yeni düşüncenin istemese de yarattığı sonuç budur.

b. Topyekûn Savaş ve Siyaset Bağlantısı: “Yeni politik bakışın temel prensibi son derece basittir: Nükleer savaş politik, ekonomik, ideolojik ya da herhangi bir amaca varmak için bir araç olamaz.”

Döneminde klasikleşen, Clausewitz’in savaş politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir şeklindeki ünlü sözü artık ömrünü doldurmuştur. O artık kütüphanelere aittir.

“Güç ve güvenliğin yeni diyalektiğinden, uluslararası anlaşmazlıklarda askeri -yani nükleer- çözümün imkânsızlaştığı sonucu çıkıyor.” (29)

Bütün bu söylenenler, savaş yerine “nükleer savaş” kelimesi geçirilince kesinlikle doğrudur. Bugünkü dünya dengesinde bizzat nükleer savaşla politika sürdürülemez.

Ancak genel olarak savaş, dünyamızda hâlâ politikanın başka araçlarla sürdürülme biçimi olarak yaşıyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan günümüze 90 ülkeyi içine çeken en az 150 savaş yaşandı ve toplam 20 milyon insan öldü. (30) En son Irak’ta Saddam Hüseyin, Kürt ulusunu sindirme politikasını kimyasal silahlarla topyekûn imha politikasına dönüştürerek sürdürdü. Savaş konusunda olağanüstü hassas olan Sovyet dış politika ibresi nedense bu katliama hiç tepki göstermedi.

Dünyada sınıfsal, ulusal çıkarlar var oldukça, hele kapitalist anayurtlar ve geri ülkeler zıtlığı yaşadıkça savaşlar da kaçınılmaz bir şekilde olacaktır. Bugünkü dünyamızda, savaşı en genel kapsamıyla ele aldığımızda, Clausewitz’in ünlü sözünü kütüphanelere kaldırmak için henüz vakit oldukça erkendir.

Öte yandan nükleer savaşın fiilen kendisi değil ama tehdidi aslında dünyanın devrimci gidişine karşı ilan edilmemiş bir topyekûn savaştır. Nükleer tehdit, emperyalizm açısından en azından dünyadaki bugünkü konumunu korumaya yönelik bir silahtır. Eğer, dünyadaki sınıf mücadeleleri nükleer kıyamete yol açabileceğinden dolayı insanlık açısından korku ve kabus noktasına vardırılırsa, mevcut denge hangi araçlarla nasıl değiştirilecektir? Ya da nükleer tehdit bugünkü dünya dengesini sonsuza dek uzatacak mıdır? Bu elbette ki mümkün değildir. Nükleer tehdide rağmen dünyada dengeler, olağanüstü sancılı olarak da olsa değişecektir. Sovyetler, yeni düşünce ile nükleer tehdit altında dünyadaki dengelerin değişme sürecini bir buzulun ilerleyişi gibi yavaş ve belirsiz hale getirmek istiyor.

Sovyet basınında savaşla ilgili çok sık tekrarlanan diğer bir tespit de şudur.

“Tek bir politik, ekonomik, sosyal, ideolojik ya da herhangi bir problem yoktur askeri güç ya da zor tehdidiyle olumlu olarak çözülebilmiş olsun. Fakat barışçıl araçlarla çözülemeyecek hiçbir problem yoktur” (31) Biz bu barışçıl yumuşaklığı tam tersine çevirmek zorundayız. Dünyada sınıf çıkarlarının karşı karşıya getirdiği hiçbir eylem yoktur ki, çözümüne zorun gölgesi düşmemiş olsun. Bugünkü barışçıl yan yana varoluş bile muazzam zor araçların (nükleer dengenin) üzerinde durmuyor mu? Gerçeklik bu iken, bir papaz edasıyla barış propagandası yürütmek, ne barış imkânını, ne de barışın temellerini güçlendirir. Bugünkü dünyamızda barışın arkasında zor bulunmaktadır, bulunmak zorundadır. O nedenle topyekûn dünya ölçüsünde değilse bile, dünyanın herhangi bir bölgesinde her an barışın yerine savaş geçebilir.

Sosyalizmin barışçıllığı, dünyayı nükleer kıyametten alıkoymaktaki tartışılmaz yükümlülüğü bu yolda girişim ve propagandaları iyi dilekli hayallere değil, çıplak gerçekliklere oturduğunda güç kazanır. Yoksa emperyalizm bu barış melekliğinin sabrını, uygun zamanlardaki ataklarıyla denemekten geri durmayacaktır. Güney Kore uçağı olayı, Libya bombardımanı bu sabır denemelerine somut örneklerdir. Savaş ve zordan tiksinmek yetmez, yeryüzünden bunları silebilmek için ve silinceye kadar gerektiği momentte zor kullanabilmek gereklidir.

Savaş ve politika bağlantısı bugünkü dünya gerçekliğimizde henüz bütünüyle kopmamış ve son bulmamıştır. Bunu söylemekle savaş özlemlisi olmuyoruz. Ama bugün dünyamızda pek çok önemli problemin kaçınılmaz bir şekilde zora dayanarak çözülmek durumunda olduğunu biliyoruz. Tersini hayal etmek emperyalizmin savaş zorbalığına barış güvercinleriyle karşı koymak ahmaklığına varırdı.

Dünyada bir silahsızlanma sürecinden – nükleer anlamda- söz edilebilir. Ancak yine dünyanın hem genelinde hem de her bölgesinde barış, zora yani silaha dayalı güçler dengesinin sırtında duruyor. Bu kıvrımlı uzun barış perdesi, bu nedenle her an bir yerinden yırtılabilir. Nükleer denge topyekûn savaşı neredeyse imkânsız hale getirse de bu dengenin gölgesinde bölgesel savaşlar imkânsız değildir. Ve bir anlamda “Üçüncü Dünya” savaşı böyle sürüyor. Bu savaş gerçekten “Üçüncü Dünya”nın savaşıdır. Kırk yıldır kopan 90 savaşın hepsi de dünyanın bu bölgesinde yaşanmıştır.

Uzatmayalım, bugünkü konumuyla “Üçüncü Dünya” ülkeleri var oldukça, en azından sırf bu objektif nedenden dolayı, dünyamızda savaş ve politika bağlantısı bir gerçeklik olarak yaşayacaktır.

c. Emperyalizme “Yeni” Yaklaşım:

Gorbaçov, Ekim Devrimi’nin 70. yıldönümünde yaptığı konuşmada, “savaş tehdidinin esas kaynağının” emperyalizm olduğunu belirttikten sonra iki önemli soru sorar:

  1. “Kapitalizm militarizmden kurtulabilir ve o olmaksızın ekonomik alanda gelişebilir mi?”
  2. “Kapitalist sistem, halen yaşayışının esas faktörlerinden birisi olan yeni sömürgecilik olmaksızın yapabilir mi?” (32)

Hiç şüphesiz ki bu iki soruya da olumlu cevap verilirse, emperyalizm emperyalizm olmaktan çıkardı.

Gorbaçov bu sorularla emperyalizme yeni bir yaklaşım çabası içindedir. Aslında sorular tesadüfen seçilmiş değil, emperyalizmin başlıca iki tıkanış noktasından kaynaklanmaktadır.

Silahlanma yarışının vardığı nokta ve bu yükün kapitalist ekonomilerdeki olumsuz etkileri; öte yandan yeni sömürgeciliğin devasa borç kriziyle belli bir tıkanış noktasına varması, emperyalizmin bundan sonra bu alanlarda nasıl gideceği sorusunu ister istemez kafalara getiriyor.

Gorbaçov, her iki soruya da kesin cevaplar vermez.

“Bir kapitalist ekonomi militarizm olmaksızın gelişebilir mi? Bu akla Japonya, Batı Almanya ve İtalya’nın “ekonomik mucize”sini getiriyor – gerçi onların da militarizme döndüğü, “‘mucize’nin geçip gittiği artık bir gerçektir.” (33)

Tartışmaya bile gerek yok ki kapitalizm sırf ekonomik işleyişi açısından, savaş sanayi olmaksızın yaşayabilir ve gelişebilir. Savaş sanayi kapitalist üretim devresinin mutlak bir unsuru değildir. Ancak militarizm, tekelci kapitalizm çağıyla birlikte eri yüksek noktasına varmıştır. Dev sermaye birikimlerinin, dünyanın yeni alanlarına akması, dünyanın paylaşılması zora dayanmaksızın olamazdı. Almanya, Japonya, İtalya bu konuda oldukça talihsiz seçilmiş örneklerdir. Her üç ülke de dünyayı II. Paylaşım Savaşına sürükleyen faşizmin ilk anayurtlarıdır. Ve bunun bedeli olarak bu ülkelere silah ve ordu besleme konusunda sınırlamalar getirilmiştir. Elbette günümüzde bu sınırlamalar artık tamamen ortadan kalkmış, emperyalizm açısından kaçınılmaz olan silahlanma bu ülkeleri de çoktandır içine almıştır.

Gorbaçov’un ortaya attığı bu soruya Sovyet basınında çeşitli cevaplar aranmaktadır. Yönelimin ağırlık noktası ise savaş sanayisiz bir kapitalizm hayaline doğru kaymaktadır. Bir Sovyet yazarı buna üç neden sayabilmektedir:

“İlk olarak, savaş sonrası ekonomik gelişme deneyi, örneğin Japonya, Almanya ve İtalya’da kapitalist ekonominin militarizm olmaksızın etkili bir şekilde gelişebileceğini göstermiştir…

“İkincisi, … Amerika’da bile en tutucu tahminlere göre askeri-sanayi komplekslerinin ekonomi içindeki payı yüzde 15-20’yi geçmez…

“Üçüncüsü, askeri sanayideki aşırı kârlar ve tekellerin bu kârları toplaması tartışılmaz gerçekliktir. Bununla birlikte, gerçek bir “dış tehdidin yokluğunda güçlü sivil tekeller, kendilerinin karşıtı olan askeri tekellere devletin yağmur gibi altın akıtmasına tahammül edemezler.” (34)

Bütün bu sayılanlar, savaş sanayiinin kapitalist ekonomilerin her şeyi anlamına gelmediğini açıklayabilir ve bu doğrudur, ancak militarizmin köklerini emperyalist ekonominin içinden koparmanın mümkün olabileceğine en küçük bir kanıt bile olamazlar.

Emperyalizm, zora dayalı ve zorla koruduğu sömürü sisteminden vazgeçebilirse, dev silah sanayi o zaman gereksiz hale gelebilirdi. Ama bunun için emperyalizmin kendini inkâr etmesi gerekir. Sosyalizm böyle bir gelişme mi hayal ediyor?

“Burada da, egemen sınıf, tekelci sermayenin patronları bir tercih yapmak zorunda kalacaklar. İnancımız ve bilimce kanıtlanan odur ki, üretimin örgütlenmesi ve teknolojinin bugünkü seviyesinde ekonominin demilitarizasyonu ve dönüşümü mümkündür. Bu barış için devasa bir seçim olurdu.” (35) Emperyalist ekonominin karakteri, tekelci sermaye patronlarının “tercihleriyle belirlenemez. Emperyalizmin bugünkü özellikleri şu ya da bu finans-grubunun tercihlerinden kaynaklanmıyor.

Evet kapitalizmin her krizi aynı zamanda ondan çıkış için bazı yollar da yarattı. Ancak her yol en son tahlilde kapitalizmin kaçınılmaz gidişinin karakterini değiştiremedi. Değiştiremezdi de. Militarizm, tekelci kapitalistler için dönemsel ve terk edilebilecek bir tercih değil, emperyalist sömürü sisteminin kaçınılmaz ve vazgeçilmez bir özelliği, bu yapıya kenetli bazen devasa ölçülerde büyüyen bazen küçülen asalak bir urdur.

Sovyetler’in, kapitalizmin kaçınılmaz tıkanma noktalarını tespit ve teşhir etmesi ayrı bir şeydir, bu noktalardan hareketle emperyalizmin kendi öz karakteriyle kesinlikle uzlaşamayacak “dönüşümleri” beklemesi ayrı şeydir. Kruşçef ve Brejnev yılları kapitalizmin yakın çöküşünü uman yıllar olmuştu. Şimdi Gorbaçov yılları haklı olarak bu erken çöküş beklentilerinin yanlışlığını kabul ediyor. Ancak şimdi de emperyalizmden “demilitarizasyon” konusunda beklentilerle yanılgının diğer ucuna sıçranmış olmuyor mu?

Gorbaçov’un ortaya attığı ikinci önemli soru yeni sömürgecilik ve emperyalizm ilişkisi üzerinedir.

“Önceden kestirilemeyecek sonuçlarla yüklü olan, Üçüncü Dünya ile eşitsiz ticaret olmaksızın bu sistem (kapitalizm bn.) işleyebilir mi?” Bu sorunun nedeni, Üçüncü Dünya’da yeni sömürgeciliğin borç kriziyle bir tıkanış noktasına gelmiş olmasıdır. Emperyalizm klasik sömürgecilikten yeni sömürgeciliğe ulusal kurtuluş savaşlarının zoruyla geçti. Sömürü biçimi değişti ancak varlığı korundu. Şimdi yeni bir zor olmaksızın emperyalizm Üçüncü Dünya ile ilişki biçimini değiştirebilir mi? Yalnızca borç krizi böyle bir değişime yol açamaz. Ancak hiç şüphesiz ki, Üçüncü Dünya’nın kaybı, kapitalizmin anayurtlarındaki ömrünü oldukça kısaltacaktır. Kapitalizm böyle bir kaybı göze almaktansa, bazı tavizlerle Üçüncü Dünya’nın kendisine bağımlılığını korumak isteyecektir. Ancak böyle koşullarda bile emperyalizmden “eşit ticaret” beklemek ne derece doğru olur? Kapitalizmin mantığı açısından ortada “eşitsiz” bir ticaret zaten yoktur. Geri ülkelerin geri tekniğiyle üretime geçen emek, ileri teknolojiyle yapılan üretim karşısında, kapitalizmin kendi mantığı açısından, boşa harcanmış olur. Bunu düzeltmenin tek yolu geri ülkelerin teknik olarak kalkındırılmasıyla mümkündür. Nasıl ki bir kapitalist kendi elleriyle kendisine karşı rakip yaratmak istemezse, emperyalizmde Üçüncü Dünya’dan kendisine yeni rakipler yetiştirmek istemeyecektir.

“Özetle, bu anlamda, kapitalizmde sınırlı bir tercihle yüz yüzedir – ya olaylar patlama noktasına vardırılacak ya da eşit temelde çıkarların bir dengesine dayanan dünyanın birlik ve karşılıklı bağımlılık yasaları dikkate alınacaktır” (36)

Emperyalizmi Üçüncü Dünya’da bir “patlama” ihtimali eşit ilişkilere ikna eder mi? Ya da emperyalizmin önünde yalnızca bu iki alternatif mi bulunuyor? Elbette ki hayır. Fakat Gorbaçov, sorunu böyle ortaya koyarak emperyalizmi ikna etmeyi mi umuyor? Üçüncü Dünya’nın emperyalist politikada bir dönüşle kurtulamayacağı ya da en azından iyileşemeyeceği açıktır. Ayrıca emperyalist politika da bir dönüş bile, köklü radikal mücadeleleri şart koşar. Emperyalizm aşırı ölçüde pragmatiktir. İhtimallerden hareketle politika değişikliğine gitmektense, somut gelişimlere göre davranmayı tercih eder. Netice olarak, emperyalizmi Üçüncü Dünya’daki patlama ihtimali değil, ama bizzat patlamalar ikna edebilir.

Netice olarak, kapitalizmin militarizm ve yeni sömürgecilik olmaksızın yaşayıp yaşayamayacağı sorusunu ortaya atmak, yalnızca bu soruları gündeme bile getirmek, dünya devrimci hareketi içinde önemli bulanıklıklar yaratmak için yeterlidir.

Emperyalizm, militarizm ve yeni sömürgecilik olmaksızın yaşayabilir mi sorusu eğer sırf bir düşünce spekülasyonu olsun diye ortaya atılmıyorsa, soru kendi içinde böyle olasılıkları varsayar. Bu iki açıdan yanlıştır. İlk olarak, Lenin’in emperyalizm tahlilinin teorik özünde bir değişiklik gerektirecek gelişim o günden bugüne gerçekleşmiş midir?

“… Kapitalist düzen içinde, nüfuz bölgelerinin çıkarların, sömürgelerin paylaşılması konusunda, paylaşmaya katılanların gücünden, bunların genel ekonomik, mali, askeri vb. gücünden başka bir esas düşünülemez.” (37) Bugünde gerek kapitalist ülkeler arası ilişkilerde, gerekse kapitalizm-sosyalizm ilişkisinde “ekonomik, mali, askeri gücün” esas olduğu açıktır. Ve böyle bir maddi temel var oldukça emperyalizm için demilitarizasyon sorunu teorik olarak gündeme getirilemez.

İkinci olarak, dünyada geçici olarak da olsa emperyalizmi demilitarizasyona ya da yeni sömürgelerle “eşit ticaret” ilişkisine zorlayacak bir pratik gelişme var mıdır? INF anlaşması ya da bazı ülkelerde askeri faşist yönetimlerden yumuşak inişle sözde “demokrasice geçişler Gorbaçov’un sorularını ortaya atmak için yeterli kanıtlar değildir.

İyimserlik güzel şey. Ancak bir maddi temele dayanmayınca düş kırıklığıyla sonuçlanması kaçınılmazdır. Kruşçef döneminin yakın gelecekte kapitalizmin çöküşünü ve bir on yılda komünizme varışı uman görüşleri bugün nasıl eleştiriliyorsa, Gorbaçov’un ortaya attığı, özünde emperyalizmden beklentiler anlamına gelen görüşleri de bugünden eleştiri odağına alınmalıdır.

Emperyalizmle bir güç dengesi temelinde pratik bazı uzlaşmalara varmak ve “genel olarak insanlık açısından” olumlu adımlar atmak için, emperyalizm tahlilini deforme etmek gerekli değildir. Böyle bir durum pratik politikada önemli yalpalamalara kapı açacak affedilmez bir hata olurdu.

“Yeni Düşünceden” Üreyen “Tezler”

Sovyet dış politikasının ya da Sovyetler’in dünyaya bakışının bugünkü parolası olan “yeni düşünce”, Gorbaçov’un konuşmalarında, ancak en temel noktalarda sınırlı kalmıştır. Gorbaçov’un öne çıkarttığı bu noktalar yeni bakış açısına ilk ivmeyi vermiş, görüşler kartopu gibi yuvarlandıkça umulmadık boyutlar ve özellikler kazanmıştır.

Sovyet Bilim Akademisi’nin Aralık 1987’de bazı komünist partilerle tartıştığı daha çok komünist hareketin önündeki görevlere yönelik tezler ve 1988 ortasında Komünist Dergisi’nde yayınlanan aynı akademinin genel Sovyet dış politikası ile ilgili tezleri yeni düşüncenin dallanıp budaklanışını ve vardığı son noktayı çok iyi yansıtmaktadır.

Akademinin genel dış politika tezlerinden başlayalım.

Bu tezlerdeki en önemli tespit: “Uygarlık krizi”dir.

“Uygarlık krizi çok boyutlu bir görünüme sahiptir. Bunların en sancılı olanlarından biri de uluslararası ilişkiler sisteminin tüm boyutlarındaki (Batı-Doğu, Kuzey-Güney çelişkileri, kapitalizmin temel merkezleri arasındaki çelişki, gelişmekte olan dünyadaki keskin uzlaşmazlıklar, bu dünya ülkelerinin muazzam dış borçları vb.) krizdir. Böylesi bir durumun en tehlikeli sonuçlarından biri, insan soyunun nükleer yok oluşuna ilişkin tehdit, bölgesel askeri çatışmalar ve insanlığın, günümüzde ilerlemenin global formülünden fiilen dışlanmış olan üçte ikisinin kronik yoksullaşmasıdır.” (38)

Sovyet literatürünün en temel özelliklerinden birisi insanlığın nükleer felaketle yok olma tehlikesini aşırıya kaçan ölçülerde tekrarlamasıdır. İnsanlığı kendi yok oluş tehdidiyle eğitmek aşırı tek yanlı üstelik karamsar ve insanın bilinçlenme kıvraklığını donuklaştıran bir yol olsa gerek. Şimdi bütün bunlara bir de “uygarlık krizi” tespiti eklendi. Üstelik tezler “uygarlık krizi kapitalizmin kriziyle özdeşleştirilemez ve hatta yalnızca onun doğrudan bir sonucu olarak da düşünülemez” diyerek krize sosyalizmi de ortak ediyor: “Sosyalizm dünyası nesnel ve öznel nitelikteki nedenler dolayısıyla uygarlık krizinin dışında kalamamıştır. Sosyalizm toplumsal bir düzen olarak varlığını sürdürebilmek mücadelesi dolayısıyla silahlanma yarışına kapılmış, etkili ve rekabete yetenekli bir üretim mücadelesi içinde çevre korunmasına yeterli ilgiyi gösterememiş ve sosyalizmin gelişimi kendi sorunları ve çelişkilerini doğurmuştur.” (Tezler)

Sovyet “yeni düşüncesi”, “düşünceyi sınıf temelinden koparmak için ciddi çabalar içindedir. “Uygarlık” ne demektir? İnsanlığın, sınıflı topluma ve tarım ekonomisine vardığı yukarı barbarlık konağından sonraki gelişimidir. Ancak uygarlık soyut bir kavram değil, sınıflaşma ile başladığı için kaçınılmaz bir şekilde sınıflar mücadelesindeki gelişime göre dönemler yaşamıştır. Kapitalizmle uygarlığın modern çağı başlamıştır, sosyalizmle devam ediyor. “Uygarlık krizi” denildiğinde kriz, kapitalizm ve sosyalizmin üstünde boşlukta bir yere yerleştirilmiş oluyor. İnsanlık bir kriz yaşıyorsa, bu kriz, kaçınılmaz bir şekilde çürüyen, asalaklaşan ancak hâlâ güçlü olan kapitalizmden sosyalizme geçiş çağının damgasını taşır. Bugünkü “krizin” temelinde yatan gerçeklik nedir?

Krizin boyutları içinde sayılan “Doğu – Batı, Kuzey – Güney çelişkileri, çevre sorunları” bir kenara, sorunun odağında insanlığın “üçte ikisinin kronik yoksullaşması” yatıyor. Bu gerçeklik “uygarlık krizi” gibi cilalı sözlerle örtülmemeli. Eğer dünyanın üçte ikisi aşırı yoksulluk içinde ise bunun bir tek sorumlusu vardır: Emperyalizm! Ancak Sovyet yazarları bilimsel teknik devrimin imkânlarını belli ölçülerde üretime aktaran ve dönemsel krizlerden birisini daha aşan kapitalizmi Batı ülkeleriyle sınırlı görme yanılgısına düşüyorlar. Oysa anayurtları ve yeni sömürgeleriyle kapitalizm bir bütündür. Yeni sömürgecilik bir kriz içindeyse bu kapitalizmin krizidir de.

Ancak sorunun çözümü gündeme geldiğinde devrimler ve nükleer tehdit ikilemi karşımıza çıkıyor. Hiç değilse bu noktada bir “uygarlık krizinden” söz edilemez mi? Hayır. Kapitalizmin kaçınılmaz yıkılışı ya da insanlığı topyekûn yok oluşa itişi ikilemi de yine kapitalizmden kaynaklanır ve kapitalizmin krizidir. Fakat sorunu kapitalizmin yıkılışı ya da insanlığı ölümle tehdit edişi ikilemi içinde koymak, nükleer silah dengesinin doğurduğu kadercilik olur. Bizler, bu dehşet dengesinin, insanlığın yaratıcı atılganlığı, olayların şimdiden kestirilemez zenginliğiyle çözümleneceğine inanıyoruz. Aksi sefil bir kadercilik olurdu.

Tezler, krizi sınıf ve sistem temelinden koparmakla kalmıyor, uygarlık krizine “silahlanma yarışına kapılmış” olduğu için sosyalizmi de ortak ediyor. Sosyalizmin silahlanma yarışını hiçbir zaman körüklemediği, ancak emperyalizmin silah dengesinden geri düşmemesi gerektiği bir gerçektir. Bu zorunlu ve kaçınılmaz “yarışa” katılmak mı sosyalizmi uygarlık krizinin ortak günahkârı yapmaktadır?

Kapitalizm dünyada hâlâ egemen ve güçlü olduğu için onun krizi kaçınılmaz bir şekilde yeryüzünün tümünü etkiliyor. Fakat buradan hareketle krizleri sınıf ve sistem temelinden koparmak önemli bir teorik yanılgı olur. Bununla da kalmaz emperyalizmin insanlığa karşı işlediği suçlarına sosyalizmi de ortak ettiği için pratik olarak dünya sosyalist hareketine zarar verir.

“Uygarlık krizi”, sosyalizmin kapitalizme bir yetmiş yılda kesin üstünlük kuramayışı ve üstelik belli alanlarda geri kalışının yarattığı düş kırıklığının teorisidir. Sınıf mücadelesinin sıcak ateşi içinde yaşayanların, bilim akademisinin kırık düşlerini paylaşması mümkün değildir.

Tezler kaçınılmaz şekilde “uygarlık krizi” içinde kapitalizm ve sosyalizmin karşılıklı konumlarını da ele alır:

“Toplumsal sistemler olarak sosyalizm ve kapitalizm uzun süre başlıca antagonist gelişme mekanizması diye adlandırılabilecek bir şeyle birbirlerine bağlıydılar… ama bu antagonist mekanizma nükleer çağ öncesinde oluşmuş ve etkide bulunmuştur… Dünyanın ilerlemesinin yeni formülünün en önemli özelliklerinden biri taraflardan birisinin ilerlemesinin onun karşıtının yıkımını bu karşıtın tarihsel yok oluşa sürüklenmesini gerektirdiği değil, kendi ideolojik ve sosyal anlayışlarını uluslararası ilişkiler alanına taşımayarak, barış içinde birlikte yaşama becerisini gerektirdiği gerçeğidir.” (Tezler)

Akademi Tezleri’nin özü bu noktada toplanıyor: Kapitalizm ve sosyalizmin antagonist (uzlaşmaz) zıtlığı, “nükleer çağ” ile birlikte karakter değiştirmiş ve “taraflardan birisinin ilerlemesi” “karşıtının tarihsel yok oluşa sürüklenmesini” gerektirmektedir.

“Nükleer çağ”, kapitalizm ve sosyalizm arasındaki tarihsel uzlaşmazlığı ortadan kaldırmamış, tam tersine had safhaya yükseltmiştir. Dünya ölçüsünde kapitalizmden sosyalizme geçişle, insanlığın topyekûn yıkımı tehlikesi ya da ikilemi nasıl çözümlenecektir?

Sovyet akademisyenleri sorunu böyle koyunca, kendilerini kaçınılmaz bir şekilde tek bir cevaba mahkûm ediyorlar: insanlık yok olacağına, sistemler arasındaki antagonizma yok edilmelidir.

Sovyet yazarları sorunu böyle ortaya koymakla dünya devrimci sürecini aşırı ölçüde bir tek noktaya, nükleer dehşet noktasına daraltmış ve dünya sorunlarına devrimci uyanıklıkla değil nükleer dehşetle hipnotize olmuş bir şekilde baktıklarını açığa vurmuş oluyorlar. Kapitalizm ve sosyalizm arasındaki mücadelenin “nükleer çağ”la birlikte bazı sınırlamalara uğraması onların uzlaşmaz yapılarını değiştiremez, olsa olsa mücadele biçimlerinde bir dizi değişim yaratır.

Aynı tezlerde, mücadele biçimlerindeki değişimlerin genel çerçevesi de şöyle çizilir.

“Zamanımızın mevcut buyrukları, insanlığın sosyal yenilenmesinin önceden var olan biçim ve yollarını büyük ölçüde değişikliğe uğratıyor, yenilerini yaratıyor. Ulusal devrimci patlamalar sonucu ülkelerin bir sistemden diğerine doğru yer değiştirmeleri insanlığın sosyal yenilenmesinin biçim ve yollarının yalnızca “özel bir olayı” durumuna dönüşüyorlar.” (Tezler)

Burada çok önemli bir tespit yapılmaktadır: “Ülkelerin bir sistemden diğerine doğru yer değiştirmeleri”nin “ulusal devrimci patlamalar”la gerçekleşmesi artık “özel bir olay”dır.

Sovyet akademisyenleri gerçekten nükleer dehşet dengesiyle öylesine hipnotize olmuşlardır ki, olmayan olayları görebiliyor ya da olmuş varsayabiliyorlar. Günümüze kadar, “devrimci patlama” yaşamaksızın “sistem değiştiren” bir tek ülke var mıdır? Hâlâ devrimler, ulusal kurtuluş savaşları olmaksızın “sistem değiştirmek” mümkün değildir. Ancak Sovyet akademisyenleri bir çırpıda, devrimleri “sosyal yenilenmenin” “özel bir olayı” haline getirebiliyorlar.

Gerçeklik bu değildir, ancak akademisyenlerin gönlünde yatan devrimsiz, patlamasız bir sosyal yenilenmedir. Nasıl?

“Anlaşıldığı kadarıyla, toplumsal formasyonların yer değişimi (kapitalizmden sosyalizme geçiş deneceği yerde ne kadar belirsiz ve renksiz ifadeler kullanılıyor, nükleer dehşet her şeyi eritip şekilsizleştiriyor bn.) çok çeşitli geçiş biçimleriyle ve önceden tahmin edilenden daha geniş bir tarihsel dönemde gerçekleşmekle kalmayacak, aynı zamanda bu süreç, toplumsal yaşamın yeni biçimlerinin üstünlüğünün dünya topluluğunun gözü önünde kanıtlanması yoluyla uluslararası topluluğun yaşamının her alanındaki bir sıra dönüşümler kanalıyla global bir düzeyde de yaşanacaktır” (Tezler)

Bu söylenenlerden kapitalizmden sosyalizme geçişin “önceden tahmin edilenden daha geniş” bir dönemi kapsayacağı görüşüne katılmak mümkündür. Ancak “üstünlüğünün kanıtlanması yoluyla” “bir sıra dönüşümler kanalıyla, global bir düzeyde” kapitalizmden sosyalizme geçiş umudu, muazzam zenginlikler taşıması kaçınılmaz olan bir süreci basitleştirip bayağılaştırmaktır.

Sosyalizmin üstünlüğünün adım adım kanıtlanması savaşı, kapitalist anayurtlarda ve geri kapitalist ülkelerde çok çeşitli tepkilere neden olacak ve şimdiden kestirilemeyecek mücadele biçimlerini öne çıkartacaktır. Fakat bu mücadele biçimlerinin “bir sıra dönüşümler”le sınırlanmasının imkânsızlığı açıktır.

“Nükleer çağ”ın yarattığı Akademi Tezleri, kapitalizm ve sosyalizm arasındaki antagonizmanın etkisini yitirdiğini ve devrimlerin de sosyal yenilenmenin artık “özel bir olayı” durumuna geldiğini ileri sürerek, uzun bir barışçıl süreçle kapitalizmden sosyalizme bir global dönüşümü hayal etmektedir. Üstünlüğü kanıtlanacak olan bir sisteme diğerinin kaçınılmaz dönüşümü, tezlerin temel mantığıdır.

Böyle bir dönüşüm yolunda Sovyet akademisyenlerinin önümüze getirebildiği tek bir kanıt yoktur. Ulusal kurtuluş savaşlarının inişe geçmesi, Nikaragua Devrimi’nden bugüne devrimlerin yaşanmamış olması, dünyada devrim dalgasında bir iniş konağını anlatabilir, ancak bu geçici dönemi ebedileştirmek geleceğin zengin mücadele günlerine karşı affedilmez bir kayıtsızlığın ifadesidir.

Geri kapitalist ülkelerdeki korkunç zıtlıklar, hatta başta Latin Amerika’da sınıf dışı, deklase unsurların toplumda gittikçe artışı, yani sosyal çürüme, kanserleşme, üretici güçlerin insafsızca boşa tüketilmesi, bütün bu “yanıcı maddeler bolluğunda” dünyamızda sosyal devrimleri artık “özel bir olay” olarak görmek, ya bilimsel körlükten ya da devrim korkusundan kaynaklanır. Sovyet akademisyenlerine düşen nükleer dehşet dengesinden çıkıp gelen devrim korkusudur.

İnsanlığın önüne serilen bu “global dönüşümler” yolundan nasıl yürünecektir? “Tek bir sınıfın (bu en ileri sınıf bile olsa) insan uygarlığının korunması ve yeniden yapılandırılması gibi muazzam ve kapsamlı bir görevin üstesinden gelmesi hemen hemen olanaksızdır…

“Toplumsal ilerlemenin bütünsel öznesi, şimdi, ortak karşıta karşı koyma temelinden çok, insanlığın varlığını sürdürmesi ile bağlı olan olumlu amaçların ortaklığı temelinde, uygarlık krizinden çıkılması ve şiddetten arınmış bir dünyaya doğru ilerlemesi adına oluşmaktadır. Kuşkusuz, karşıt yok olmuyor, daha özgün bir biçimde, örneğin genel olarak tekelci burjuvazi olarak değil, onun militarist askersel, endüstriyel fraksiyonu olarak beliriyor.” (Tezler)

Böylece “toplumsal ilerlemenin öznesi” artık işçi sınıfı değildir, sorun “insanlığın korunması” olunca, bu amaçtan yana olan her güç “toplumsal ilerlemenin öznesi” içine girebilir. Ve mücadele tekelci burjuvaziye karşı değil, onun militarist kanadına karşı verilecektir.

Tespitler ve mücadele hedefleri bu noktalara kadar varınca Lenin’in emperyalizm tahlillerinin de aynı akademisyenlerce incelenip düzeltilmesi (!) gereklidir. Tekelci burjuvazi içinden hayali müttefik üretmek, hem de “toplumsal ilerleme” adına bunu yapmak, Tezlerin pratikle gelip dayandığı en sefil noktadır.

Tezler “kriz karşıtı güçlerin birliği” parolasıyla biter. Yeni düşünce öncesi dönemin parolası “tekelci sermaye karşıtı güçlerin birliği” biçimindeydi ve objektif bir temele dayanıyordu. Ancak artık, devrimciler “insanlığın yok olmasından yana olmayan” tekelci güçleri de bulup ittifak yapmakla yükümlüdürler. Bu “nükleer çağın” emridir!

Sovyet akademisyenleri, soğuk bina duvarları arasında ve nükleer çağın korkunç ihtimalleri karşısında düşünce felcine uğramış görünüyorlar.

“Yeni görevleri çözme zorunluluğu ilerleme güçleri ile gerici güçleri ayıran çizginin, tarihsel olarak oluşmuş biçimiyle ülkeler, bloklar, hatta sınıflar ve partiler arasında var olan sınırlara artık denk düşmemektedir. (Tezler)

Bu tezlerde Marksist düşüncenin bel kemiği artık yoktur, ya da “özel bir olay” haline dönüşmüştür. İnsanlık adına, bloklar, sınıflar, partilerin sınırları çatlamakta, dünya “kriz ve kriz karşıtı güçler” olarak saflaşmaktadır!

Mücadele yolunu olağanüstü şekilsizleştiren bu tezler “uygarlık krizinin” nedenini insanlığı öldürmeye yetenekli silah tekelleriyle özdeşleştirerek, devasa tekelci sermayeyi dolaylı olarak aklıyor. Silah zoru olmaksızın Latin Amerika’nın, Afrika’nın, Orta-Doğu’nun zengin kaynakları “sivil tekeller” tarafından ne ölçüde sömürülebilir? İran, Irak savaşında, silah tekellerini yıktı, şimdi “sivil tekeller” yeniden inşa için iştahla bekleşiyorlar. Geri ülke ekonomilerinin krizlerinin kaçınılmaz sonucu haline gelen askeri darbeler ya da benzeri uygulamalar en başta o ülkelerdeki “sivil tekellerin” çıkarlarını teminat altına almıyor mu?

Bunları aslında boşa söylüyoruz. Tezlerin sahipleri sınıf mücadelesinden (onların deyimiyle dünyadan) zoru defetmeye soyunmuşlar, o nedenle onlara zor araçlarını ellerinde tutanlar en büyük günahkâr gibi görünüyor. Bu da bir bakış açısıdır, hatta insancıl bir bakış açısıdır, ancak sınıfsal değildir.

★ ★ ★

Son olarak kısaca komünist hareketle ilgili tezlere değinelim.

Y. Krasin başkanlığında hazırlanan tezlerde “özellikle nükleer felaketi önleme”nin “sınıfsal ve ulusal çıkarlar”ın önüne geçtiği görüşüne bazı partilerin tepkileri ilginçtir. (39)

“Her yıl onlarca atom bombasından ölecek kadar insanın açlıktan ve çeşitli salgın hastalıklardan öldüğü ‘Üçüncü Dünya’ ülkeleri için nükleer felaket ile günlük yaşamdaki trajedi arasında bir seçim yapmak olanaksızdır.” Bu Ekvator Komünist Partisi’nin tepkisidir.

Senegal Komünist Partisi benzer tepkisini şöyle dile getirir.

“Hiç kimse yeni-sömürgeci rejimin alaşağı edilmesi için savaşımın, barışın korunması sorununa kıyasla ikincil önemde olduğunu kabul etmez.”

Salvador Komünist Partisi ise itirazını daha derinleştirip, uluslararası komünist hareketinin önemli bir zaafına işaret ediyor:

“Öte yandan, büyük bir sorumluluk duygusuyla, yoldaşça, saygıyla belirteyim ki, biz uzun zamandan beri gelişmiş kapitalist ülkelerdeki politik hareketlerin deneyiminden, “Üçüncü Dünya” ülkelerinin özgül koşullarında yeni toplum için savaşımla ilgili hemen hemen hiçbir şey alamıyoruz. (39)

Abartılmış barış mücadelesi ya da şimdiki evrimiyle “yeni düşünce” üçüncü dünya için fazla bir anlama sahip değildir. Partilerin somut tepkileri buna açık kanıttır. Oysa “uygarlık krizi”nin temellerinde dünyanın üçte ikisinin aşırı yoksullaşması görülmüştü. İşte bu yoksullaşan Üçüncü Dünya önerilen tezleri kendi gerçekleriyle bağdaştıramıyor. İnsanlık adına getirilen tezler, hayvanca koşullara itilen Üçüncü Dünya devrimcilerinde fazla yankı bulmuyor. Şimdilik bunu tespit edip diğer noktalara geçelim.

İttifaklar konusunda şöyle denir:

“Durumun tuhaflığı şuradadır: Sınıf karşıtımız, bütün insanlığı ilgilendiren sorunların çözümünde partner olacaktır…

“İdeolojinin sınıfsal niteliği vardır ve sınıf savaşımının sürdüğü bir alandır. Ne ki, çelişkilerle dolu dünyanın bütünselliği, ideolojik çatışmalara yol açmayan manevi-ideolojik ve manevi-ahlaksal ilişkiler kurulması için zemin hazırlanmasını gerektirmiyor mu?” (39) Bu görüş sonraki akademi tezlerinde daha örtülü hale getirilmiştir. Burada işe her şey açıktır. Sınıf düşmanımızla, insanlık uğruna, ittifak yapmakla yüz yüze olduğumuz söyleniyor. Devletlerarası ilişkide böyle pratik gelgeç ilişkiler her zaman mümkündür. Ancak bu görüşlerin komünist partilerinin mücadele alanında işi ne? Hele “ideolojik çatışmalara yol açmayan manevi -ideolojik ve manevi- ahlaksal ilişkiler” ne demeğe geliyor? Üstündeki “manevi” örtü kaldırılırsa altından sınıf düşmanıyla “manevi-ideolojik ilişki” çıkar ki, “yeni” bir zeminde zıt sınıf ideolojilerini barıştırma anlamına gelir. Ve böyle her sefillik “insanlığın yaşaması uğruna” yapılmaktadır.

Yine tezlerde “sınıf hegemonyasıyla ilgili kimi eskimiş görüşler” eleştirilerek, sorun yeni yorumuyla şöyle sunulur:

“Burada söz konusu olan herhangi bir parti ya da örgütün örgütsel-politik hegemonyası değil, insanlığın yaşamını sürdürmesi ve ilerlemenin gereksinimlerini en doğru ve tam olarak dile getiren sosyal-sınıfsal değerlerin hegemonyasıdır.” Bu tezleri savunurken Akademi’den S. Gililov şunları da ilave eder: “Bağlaşıklık içinde kendine özel bir yer istemek, bağlaşıklığı oluşturan tarafların eşit haklılığına saygı göstermemek, kendi konumlarını diğerlerinin zararına güçlendirmeye çalışmak başarı sağlanmasını engeller.” (39)

Sosyal mücadelede, sınıf egemenliği yerine “sınıfsal değerlerin hegemonyası” geçirilmektedir. Düşünce ve davranış idealistçe birbirinden koparılıyor. Geçmişte, sınıf hegemonyasının bileğinin hakkına bir mücadele ile değil de bazı etiketlerle kazanılabileceğini sanan bazı “komünist” partilerin hatalarından hareketle böyle bir noktaya gelinemez. “Sınıfsal değerler” nutuklarla, dil dökmelerle egemen kılınamaz. Davranışla bu değerler yüceltilebilmeli, halk yığınları içinde etkin kılınabilmelidir. Böyle bir mücadelede sağlanan hegemonya ise hem sınıfsal değerlerin hem de onları savunan partinin politik hegemonyasıdır. “Değerler”, maddi şekillenişinden kopuk ya da onsuz hegemonya kuramazlar.

Hele bir parti doğru bildiği yolda “diğerlerinin zararına güçlenmeyi” başaramadıkça, “bağlaşıklık” içinde sürekli sızlanan bir koca karıya dönüşür. RSDİP deneyinin mirasçısı bir partinin akademisyenleri dünya komünistlerine “bağlaşıklık içinde diğerlerinin aleyhine güçlenmeyin” diyerek, aslında küçük burjuva demokratlar, sosyal- demokratlar vb. “aleyhine” güçlenmeyin demiş olmaktadır. Oysa RSDİP, Menşevikler, Sosyalist Devrimciler ve Kadetler aleyhine güçlenebildiği ölçüde 1917 Ekim’ine yaklaşabilmiştir.

Mücadele yolunu olağanüstü şekilsizleştiren bu tezler, son tahlilde bir önemli soruyu akla getiriyor: “Nükleer çağ” ve onun dehşet dengeleri sınıfları ideolojilerinden kopuşmaya mı zorluyor? Akademi Tezleri bu soruya olumlu cevap vermeye eğilimlidir.

Ancak yaşanan her günkü pratik bu eğilimi yalanlıyor. Evet, nükleer tehdit sınıf mücadelesinin kaçınılmaz hedefi: Sosyalizmi pek çok kafada sonsuza ertelemiştir. Barış parolası çoktandır sosyalizme karşıt bir parolaya dönüştü. Çünkü sosyalizm için mücadele dünyada gerilimi yükseltip barışı bozabilecektir…

Fakat öte yandan, yeni sömürgeciliğin pençesinde insanlığın üçte ikisi her gün ölmekle, nükleer felaketle bir kere ölmek arasında fazla bir fark göremeyecek ölçüde dayanılmaz yaşam koşullarına itiliyor.

Yeni düşünce ve ondan türeyen Akademi Tezleri dünyanın üçte ikisi için hiçbir anlama sahip değildir. Bunu bazı komünist partilerin tepkileri açıkça göstermektedir. O zaman bu tezler kimlere seslenmektedir?

“Yeni düşüncenin özellikleri ve unsurları demokratik yığın hareketinden, her şeyden önce savaş karşıtı hareket içinden de doğdu…” (40) Çok açık ki, yeni düşünce ve özellikle Akademi Tezleri, kapitalist anayurtlardaki barış hareketlerinin zeminiyle kesin bir paralellik taşımaktadır. Kırk yıldır sınıf mücadelesinin silikleştiği, bunun kaçınılmaz sonucu olarak ideolojik yozlaşmanın boyutlarının iyice yükseldiği ortamda, kapitalist anayurtlardaki savaş karşıtı hareketlerden kaynak alan yeni düşünce, yine ancak onlara hitap edebilir ve onlar için bir anlam taşıyabilir.

“Barışçıl geçiş” tezleri hiç değilse kapitalist anayurtlarla sınırlı görünüyordu, şimdi yeni düşünce barışçıl geçişi bütün dünya devrimci hareketine yaymak istiyor. Batı komünist partiler için ortada bir sorun yoktur. Ne kadar yol aldıkları bir kenara, zaten bu partiler en azından otuz yıldır bu yoldalar. Ancak “Üçüncü Dünya” için bu tezler mücadeleyi terk etmek, en azından yavaşlatıp, yatıştırmak anlamına gelir.

Demek ki, bugüne kadar sömürülüşleriyle batıyı besleyen ve onları devrimlerden koruyan Üçüncü Dünya halkları, şimdi de nükleer savaşla insanlığı tehlikeye sokmamak için en meşru isyan haklarını erteleyecek ve toplumsal çürümeye boyun eğecekler… Üçüncü Dünya’dan yeni düşüncenin istediği budur.

Sonuç

Yeni düşünce hangi ortamda ya da güçler dengesinden doğmuştur? Bunu tespit edebilirsek, onun teorik kılıfının altındaki pratik hedefleri daha iyi kavrayabiliriz.

Konuya üç açıdan yaklaşılmalıdır. Dünyadaki güçler dengesinin durumu için. Kapitalist anayurtlardaki işçi hareketi; sosyalist ülkelerdeki gelişim; “Üçüncü Dünya”da devrimci gelişime göz atmalıyız.

Kapitalist Anayurtlardaki İşçi Hareketi: 1968’ler sonrası krizin inişe geçişiyle işçi hareketleri bir süreç içinde yavaşlamıştır. Ancak bundan önemlisi Avrupa’da komünist hareket 1975’lerde “Avrupa Komünizmi” konağına varmış, Sovyetlerle bağlarını zayıflatmıştır. Teorik zemin olarak II. Enternasyonal partilerinden çok farklı konumda olmayan komünist partiler hızla itibar yitirmiş, Portekiz Komünist Partisi dışındakiler bir daha ulaşamamak üzere eski konumlarından yuvarlanmışlardır. En son glasnost sonrası ilişkilerdeki canlanma bu partilerin teorik zeminlerinde bir yenilenme olmadıkça dünya devrimci hareketine olumlu katkısı son derece sınırlı kalacaktır.

Kapitalist anayurtlardaki komünist hareketteki çürüme yalnızca güç dengesinde bir kayıp olmaktan öteye, etkisini sosyalist ülkelere de yayarak tahribatını arttırmaktadır Komünist mücadeleye alternatif hale gelen “barış” bütün ideolojik deformasyonların üstüne serilen yaldızlı bir örtü oluyor. Ancak bir devrimci savaş, yani sınıf mücadelesindeki bir keskinleşme bu barış alıklığının altında gizlenen muazzam çürümeyi ortaya çıkartabilir.

Sovyetler, politikasıyla bu çürümeyi besliyor. Barış güçleriyle pratik ittifak ve ideolojik soysuzlaşmalara karşı en kararlı teorik savaş birlikte yürüyebilir, ancak Sovyetler uluslararası ortamı ideolojiden arındırmak için uğraşıyor.

Sosyalist Ülkelerdeki Gelişim: “Bugün Sovyetler dahil, sosyalist ülkelerin dış politika zorluklarının 1980’lerde iç gelişmedeki ivme kaybı gerçekliğiyle güçlü bir şekilde bağlantılı olduğu büyük bir sır değildir. Batı’nın askeri, politik ve ideolojik konumumuzu kemirmek için yaptığı girişimler eğer bütünüyle değilse, geniş bir şekilde sosyalist ülke ekonomilerinin görece zayıflığını dikkatle kullanmaya dayanıyor” (41)

Özellikle 1970’lerin ortalarında Sovyet ekonomisindeki durgunlaşma sorunları daha fazla ertelemenin mümkün olmadığa ortaya koydu. Kapitalizmle kıyaslandığında sosyalizm hâlâ gerideydi:

“Gerçekte, Sovyetler 70 yıldan beri üretim etkinliği ve yaşam standartlarında önde gelen kapitalist ülkeleri, özellikle ABD’yi hiçbir zaman yakalayamadı. Örneğin halen ABD’deki emek üretkenliği, Sovyetler’den sanayide hemen hemen %100, tarımda beş kat daha yüksektir.

“Özel olarak kompüter teknolojisini Sovyetler, Batılı tahminlere göre, ABD’nin 7-10 yıl gerisinde, geniş ve orta kapasiteli kompüterlerde 10 kat ve kişisel kompüter kullanımında binlerce kat geridedir.” (41)

Bu tabloya bir ilave daha yapalım: “Eğer biz SBKP 27. Kongresi’nin kabul ettiği programı tam olarak yerine getirebilirsek, 2000 yılına doğru gelişmiş kapitalist ülkelerin 1985’teki emek verimliliği düzeyi erişebileceğiz” (42)

Bütün bu gerçekler, yeni düşüncenin kemiğini oluşturan, “nükleer çağ” ile birlikte “kapitalizm ve sosyalizm arasındaki antagonist mekanizmanın etkisini yitirdiği” tezinin derinliklerinde nelerin yattığını göstermeye yeterlidir.

Sosyalist ekonomilerin yalnızca kapitalizmden geri durumda olması belki böyle zavallı tezler üretmeye yeterli olmayabilirdi. Ancak sosyalist ekonominin temel sorunlarındaki tıkanışlar böyle tezlere diğer önemli kaynak olsa gerektir.

“Sosyalizmde toplumsal mülkiyetin egemen biçimi olan devlet mülkiyeti ‘sahipsiz’ bir mülkiyet olarak önemli ölçüde itibardan da düşmüş bulunuyor” (43)

“Bizde kişinin, kolektifin, sosyal grubun ve toplumun çıkarlarının uyumlaştırılması üzerine çok şey yazılmaktadır. Ama bu sorunun gerçek çözümü henüz bulunamamıştır, dolayısıyla yüksek üretkenliğe sahip emeğe yönelik, sosyalizme özgü teşvik yöntemleri bulunamamıştır.” (44)

İşçi yaratıcılığını yücelten Stahanov hareketini de şimdiki dev, hantal insan yaratıcılığını tüketen bürokrasiyi de aynı Sovyet sosyalizmi yaratmıştır. Devlet mülkiyetinin itibar yitirmesi bürokratik soysuzlaşmanın belki en doğal sonucudur.

Konumuza dönersek, kapitalist ekonomilerden geri konumda olmaya, bir de sosyalizmin en temel değerlerindeki erozyon eklenince Sovyet Akademisyenleri bu gerçeklikleri ve çözüm yollarını en çıplak bir şekilde sergilemek yerine “uygarlık krizi” gibi ne olduğu belirsiz ideolojik örtülerle bulanıklaştırmak yolunu seçmiş görünüyorlar.

Böylece güçler dengesinde en önemli kayma sosyalist ekonomilerdeki durgunlaşmayla gizlenemez hale gelmiştir. Bu momenti emperyalizmin nasıl ustalıkla yakaladığını bir Sovyet yazarının kaleminden aktaralım.

“Rakiplerimizin, hepsinden önce ABD’nin, uzatılmış savunma konumunu değiştirmek için fırsat yakalaması ve 1980’lerin başında sosyalizmin dış politikası üzerine topyekûn bir saldırı başlatması şaşırtıcı değildir. Sovyetler’deki iç gelişmelerdeki olumsuz eğilimlerin objektif ve uzun erimli yapısını dikkate alarak Batı, ekonomiyi, eğer küçümsenmezse, diğer alanlarda sosyalizmi yenmek için onlara imkân verecek olan, Sovyet sistemindeki en kırılabilir halka olarak kabul etmeye başladı.” (45) Yeni düşünce böyle bir dönemden geçerek şekillenmiştir.

“Üçüncü Dünya”da Durum:

1960’ların ulusal kurtuluş savaşları dönemi 1975’lere gelindiğinde durulmuştur. Bu bir bakıma objektif bir kaçınılmazlıktı. Artık yeryüzünde klasik sömürgecilik tarih olmuş, yerini yeni sömürgeciliğe terk etmiştir. Yaşadığımız yıllar geri ülkelerdeki mücadelenin artık karakter değiştirmekte olduğu yıllardır. Ulusal kurtuluş savaşlarından, sosyal kurtuluş ve sosyalizm mücadelesine hareketin yükselme zorunluluğu, sancılı bir birikim dönemini kaçınılmaz kılıyor. Bu birikim dönemi, 1960’ların coşkulu yükseliş yıllarına göre geri bir görünüm yaratıyor.

Sorun bununla da bitmiyor.

“Gelişmekte olan ülkelerle Sovyetler’in ilişkisinde son yirmi yılın deneyi Sovyet askeri ve ekonomik yardımının umulan politik sonuçlan yaratmaktan çok uzak olduğunu gösterdi. 1980’lerde Angola, Mozambik, Etiyopya gibi bizim en yakın müttefiklerimizin bile nasıl Batı ile politik ve ekonomik bağ kurmak için aktif bir arayışa girdiklerini gördük. Bu ülkelerde “politik istikrarın sağlanmasının esas yükünü Batı, Sovyetler Birliği’ne yıkarken, kendisi bu istikrardan ekonomik yararlar devşiriyor. Bazen durum gerçekten gülünçleşiyor: Örneğin, Angola’da Küba askerleri sık sık bizzat ABD tarafından finanse edilen UNITA çetelerinin saldırılarına karşı Amerikan petrol kumpanyalarının tesislerini savunuyor.” (45)

Sosyalizmin, yeni bağımsızlaşan ülkelerdeki konumu 1960’lardan bugüne olumsuz bir rota izlemiştir. Burada Sovyetler’in tayin edici hatalarından çok, bu ülkelerdeki objektif gelişim olayların gidişini belirlemiştir.

“Gerçekte, gelişmekte olan ülkelere askeri ve ekonomik Sovyet yardımı, esas olarak iktidar için mücadele döneminde ve bir ilerici yönetimin varlığının ilk yıllarında, yalnızca geçici etkiler yaratıyor. Sonuç olarak, düzenli ekonomik gelişme döneminde genç devletler bütün politik sonuçlarıyla birlikte artan bir şekilde Batı’ya dönmeye başlıyorlar” (45)

Bu dönüşlerde hiç şüphesiz ki en temel neden “genç devletlerin” sınıf yapısı ve gelişim yoludur. Mısır en bilinen örnektir. Ve böyle dönüşler, Üçüncü Dünya’da özellikle 1975’ler sonrası artan sayıda yaşanmıştır. Bu, dünyada genel olarak sosyalizmin itibarını zayıflatmakla kalmamış, Sovyetler Birliği için hem ekonomik hem de siyasi bir maliyet olmuştur.

“Sonuç olarak, Sovyetler Birliği, Birleşik Devletlerden daha ağır bir askeri yük taşıyor. Uluslararası istatistiklere göre gelişmekte olan ülkelere (Vietnam ve Küba dahil) 1980 ortalarında bütün yardımların (ekonomik-askeri) hacmi, Sovyetler Birliği için ulusal gelirin %1,4’ü olarak hesaplanırken, aynı rakam ABD için %0,3’ten azdır.” Ayrıca toplam Sovyet yardımları içinde ekonomik yardımlar %10’dan az yer tutarken Amerikan yardımları içinde ekonomik yardımlar %40’ı geçmektedir. (45)

Bu deneylerden sonra Sovyetler Birliği, Üçüncü Dünya ülkelerine elbette ki daha akılcı yaklaşacaktır. Sosyalizm yoluna çıkmamış “genç devletlerle” ilişkilerde Sovyetler Birliği geri teknolojisi nedeniyle hep mevzi yitirmiştir.

Yeni düşünce, dünya güçler dengesinin başlıca bu üç alanında, sosyalizm aleyhine gelişmelerin yükseldiği bir momentin ürünüdür. Ancak görüşler öyle teorik kılıklara sokulmuştur ki, pek çok şey tanınmaz hale gelmiştir.

Sovyet basınında izleyebildiğimiz kadarıyla, güçler dengesindeki bu durumu olduğu gibi yansıtan gerçekçi yorumlar yerine, “barış” “insanlığın yok olmaması için birlik” “zoru yeryüzünden kaldırma gibi soyut tekerlemeler insanı bıktıracak ölçüde fazladır. Okuduklarımız arasında iki yazar (A. İzyumov, A. Kortunov) aktardığımız gerçekçi tespitleri sözleri yuvarlatmadan yaptıktan sonra bu durumdan çıkış için yine dolambaçsız şu iki alternatifi ileri sürüyorlar:

“1980’lerin ortasındaki uluslararası politik durum topyekûn emperyalist saldırıyı defetmenin yeni yollarını araştırmayı zorunlu kılıyor. Bu meydan okumayı göğüslemek için iki alternatif görünüyor.

“Birincisi, dış askeri politikalara tahsis edilen payı yükselterek Sovyet ekonomisinin görece zayıflığını telafi etmeyi varsayar. İkinci görüş aşağıdaki temele dayanır: Dış politika harcamalarını sınırlayarak ya da indirerek, ekonomi ve dış politika arasındaki yarığı kapatmak, böylece ekonominin yükünü azaltmak ve dış politikanın ekonomik temellerini sağlamlaştırmak gereklidir. Askercil deneyimlerle söylersek, ilk alternatif ‘beklenen takviye kuvvetler gelinceye kadar her ne pahasına konumu korumayı’, ikinci alternatifse ‘güç toplamak ve kayıpları azaltmak amacıyla konumu daha çabuk onarmak için bir geri çekilmeyi’ şart koşar.

“1985’te ülke liderliğindeki değişime kadar Sovyet dış politikasında ilk alternatif egemendi… Bugün “yeni düşünce” kavramının geliştirilmesiyle, ikinci daha gerçekçi alternatif öne geçiyor.” (45)

Yeni düşüncenin bundan daha sade ve anlaşılır açıklaması yapılamaz. Sosyalizm, dünya ölçüsünde “güç toplamak ve kayıpları azaltmak” için bir adım geri çekiliyor. Ancak bu açık gerçeklik, Gorbaçov’un öne çıkarttığı sorular ve Akademi Tezleri’yle öylesine tanınmaz hale getirilmektedir ki, bundan bir esaslı sonuç çıkar. Olayı açıkça Marksizmin en temel kavramlarını zorlayarak teorileştirme çabaları, geri çekilirken yaşanan umutsuzluğun ve “konumu onarmak” için tarihin Sovyetler’e tanıdığı sürenin olağanüstü belirsiz olmasından kaynaklanan paniğin, komplikasyonlarıdır.

Dünya olayları, yani kapitalist cephede bilimsel teknik devrimle üretimin zenginleşmesi, öte yandan emperyalist talanın doğal bir sonucu “patlamak üzere olan” Üçüncü Dünya, hızlı değişimleri zorluyor. Oysa Sovyet sosyalizmi yılların biriktirdiği bürokratik soysuzlaşmayı oldukça yavaş tasfiye edebiliyor. Şeylerin bu uyumsuzluğu, Sovyet akademisyenlerinin gerçekliklerden uzak ve açıkçası korkak ve yorgun tezleriyle giderilmeye çalışılıyor.

Sosyalizm kendi iç olumsuz birikimlerinden ve özellikle Üçüncü Dünya’da istenen sonuçlara varmayan “devrim” yüklerinden oldukça yorgun düşmüştür. Bu bir gerçeklik ve gerçekliğe çıplak gözle bakabilenleri ürkütmemesi gereken bir gerçeklik. Bizi ürküten bütün bunların Marksizmin temellerini deforme edecek ölçüde “yeni” tezlerle sarmalanma çabasıdır.

Kaynaklar

(1) M. Gorbaçov, Perestroika, New Thinking For Our Country And The World.

(2) Lenin, Cilt 31

(3) Lenin, Cilt 31

(4) Lenin, Cilt 31

(5) Stalin, XVII Kongre Raporu. 1934

(6) Stalin, Son Yazılar

(7) Palmiro Togliatti, Report to the Central Com mite of ICP, june 24 1956

(8) K. Zaradov, Leninizm ve Kapitalizmden Sosyalizme Geçiş

(9) W. Z. Foster, History of The Three Internationals

(10) Palmiro Togliatti, ay.

(11) F. Claudin, The Comunist Movement, From Comintern to Cominform

(12) F Claudin, ay.

(13) Programme of The CPSU, 31 October 1961

(14) K. Zaradov, ay.

(15) K. Zaradov, ay.

(16) P. Novoselov. Problems of The Communist Movement, 1975

(17) Lenin, Cilt 31, Sömürgeler Komisyonu Raporu

(18) A. Kıva, International Affairs, July 1988

(19) Asia and Africa Today, 4-1988

(20) I. Andreyev, The Noncapitalist Way, 1974

(21) A. Kiva, ay.

(22) G. Mirski, Asia Africa Today 5-1987, aktaran Yeni Açılım 4

(23)K. Zaradov. ay.

(24) A. Kiva, ay.

(25) A. Kiva, ay.

(26) G. Mirsky, Asia Africa Today, 4-1988

(27) M. Gorbaçov, Perestroika

(28) Dünyaya Bakış Temmuz 1988

(29) M. Gorbaçov, Perestroika

(30) Asia Africa Today 2-1988

(31) V. Mshvenieradze, New Political Thinking, Soviet Law and Government, Fall 1987

(32) M. Gorbaçov, October and Perestroika

(33) M. Gorbaçov, ay.

(34) A. Izyumov, International Affairs, May. 1988

(35) M. Gorbaçov, October and Perestroika

(36) M. Gorbaçov, ay.

(37) Lenin, Emperyalizm

(38) SBKP Toplumsal Bilimler Akademisi Tezleri, Yeni Açılım, Ağus. 1988

(39) Günümüz Dünyasında Komünistler, Dünyaya Bakış, Tem. 1988

(40) Y. Krasin, The World Today and The International Strategy of The CPSU

(41) A. Izyumov, A Kortunov, The Soviet Union in The Changing World

(42) Y. Krasin, Dünyaya Bakış, Tem. 1988

(43) Akademi Tezleri, Yeni Açılım, Ağus. 1988

(44) V. Medvedyev, Dünyaya Bakış, Ey. 1988

(45) A. Izyumov, A. Kortunov. ay.