12 EYLÜL VE KADIN – Gökçe Demir
Çağdaş Yol, Sayı 6, Ocak 1989
1980’den bu yana kadın hareketinde meydana gelen değişimleri anlayabilmek, ancak sekiz yıllık ekonomik, sosyal, kültürel olarak toplumda meydana gelen “dönüşümleri” çözebilmekle olanaklıdır. Çünkü ancak ve ancak bu dönüşümlerle kadın hareketinde başlayan yeni oluşumlar anlaşılabilir. Neden-sonuç ilişkisi içinde kurulan diyalektik ikilem bizi ister istemez buna yöneltiyor. Öncelikle sekiz yıllık dönüşümü anlayabilmek için ana başlıklarla 24 Ocak ve 12 Eylül “kararlarının” tarihi sonuçlarına bir göz atalım:
24 Ocak ve 12 Eylül; başlangıç öncesi ve sonrasında bir sınıfın eseri olmuştur. Türkiye’deki tüm oluşumların ve tarihin mantığının önündeki baş belası asalak finans- kapital daha 1977-78’lerden itibaren Türkiye’de baş gösteren “sermaye birikimi krizine” çözümler önermeye başladı. Çok ilginçtir ki, finans-kapitalin sözcüsü TUSİAD, yayınlarında birikimdeki tıkanıklığı giderici çeşitli önerilerde bulunurken, uluslararası finans-kapitalle üst üste düşüyordu. Sermaye, doğası gereği emeğe saldırısını sadece Türkiye’de yürürlüğe koymadı 1980’li yıllarda… Esasen uluslararası alanda da baş gösteren kriz sınıflama anlamında sermayenin topyekûn emeğe “taarruz etmesini” gündeme getiriyordu. Özünde Friedman’ın akıl hocalığını yaptığı yeni modelde yine emeğin artı-değerinden toplanan fonların kullanıldığı eğitim, sağlık harcamalarının kısılması ABD ve İngiltere’de de söz konusu olurken bizde taarruzun boyutları daha da ileriye götürüldü: 12 Eylül’le finans-kapital tüm alanlarda re-organizasyona gitti.
Artı-değer üreten mekanizmaların eskimesi finans-kapitalin önüne “artı-değer pastasını nasıl büyütürüm?” sorusunu gündeme getirdi. 1980’lere doğru devrimci dalganın giderek kabarması ve muhalefetin halkın bütün kesimlerine hızla yayılması bu soruyu gündeme getiren asal etkenlerdendi. Kısaca anlattığımız bu temel nedenlerin sonucunda 12 Eylül’le varlık bulan ve yürürlüğe giren 24 Ocak Kararları, bugün bakıldığında kısaca şu sonuçlara yol açtı:
- Milli gelir rakamlarına bakıldığında üç kategori olarak sıralanan kâr-faiz-rant, ücret- maaşlar ve tarım kesimi gelirinde büyük bir “alış-veriş” oldu. Kâr-faiz-rant hanesine özellikle maaş-ücretliler hanesinden sekiz yılda yaklaşık 50 trilyon liralık bir gelir transferi yapıldı. Maaş-ücretlilerin yaratılan her 100 liralık değerden aldığı pay 1980’lerde yüzde 45’leri bulurken bugün bu rakam yüzde 15’lere kadar geriledi. Cebimizdeki her yüz liranın 85 lirası para babalarının ihracat teşviklerine ya da gene para babalarını desteklemek için devletçe oluşturulan çeşitli fonlara akıyor, çoğunluğun ödediği vergi dilimi büyüyordu.
- İşçi sınıfı, emekçi kesim yoğun sömürü altında ekonomide ve siyasette, hızla “yeni düzene” adapte ettirilmeye çalışılırken, orta kesimler de, 24 Ocak kararlarından 12 Eylül’den hemen sonra nasibini aldı. Bankerlik faciasıyla orta kesimin “fazlalıkları” alındı
- Siyasette ise 1980 öncesinde baş gösteren sınıfsal kopuşmaların önüne set çekilip, belli sınıf ve ara tabakalar “kaynaştırılmaya” çalışıldı. “Milletin bütünlüğü” sloganı ile sınıf konuşmaları gizlenmek istendi. Finans-kapitalle işçi sınıf ve emekçi kesimler arasında derinleşen çelişki ve mücadeleye tüm olayların “dış mihrakların” kaynağı “terör odaklarının” üzerine gidildi. On binlerce insan işkence tezgâhından geçirilip, süratle tamamlanan yargılamaların sonucunda idam edilirken, insanlarda kendi konumlarına karşı bir yabancılaştırma politikası göze çarpıyordu.
Finans-kapitalin yeni düzeni kurulurken tüm bu sıraladıklarımızı yapabilmek için çeşitli araçlar kullanıldı. Bunları kısaca sıralarsak; 12 Eylül sahnesinde boy gösteren yeni partiler, YÖK, YHK, Anayasa(her alandaki yeni yasal düzenlemeler), sosyal yaşamda insanlara verilen köşe dönme felsefesi, kitap yakarak-yasaklayarak kültürsüzleşme, arabeske resmi elbiseyi giydirmek vb. Tüm bunların sonucu oluşan depolitizasyonla siyaset de artık “tekelleşti” ve beş- on para babasının tekeline girdi. Ancak çok partili döneme geçişle ülkede demokrasinin havasına geri dönülmeye başlandığı ispatlanmalıydı. 12 Eylül’le kapatılan mal varlıkları hâzineye aktarılan tüm demokratik kitle örgütlerinin yerine yenilerinin oluşturulmasına “izin” verildi. Ancak kitle örgütlerinin yasalarla elleri-kolları bağlanmış ve baş ağrıtmayacak hale getirilmişti. İşlevler yerine getirilmeye çalışıldığında ise polisin copu, ‘adaletin pençesi’ demokratik kitle örgütlerinin yönetici ve üyelerinin ensesinde bitmekte gecikmiyordu.
Yeni düzene yeni insan tipleri gerekiyordu. İthalatı “serbest” bırakmakla lüks tüketim alışkanlığını yaymaya çalıştılar. Arsa, altın ve dövizde de serbestliğe giderek herkesi birer “ekonomist”, diğer deyimiyle birer vurguncu, uyanık, asalak haline gebreye çalıştılar. Artık devlet baba imajının da yıkılması gerekiyor, bu imaj yıkılırken kamu yatırımlarının kısılmasına gerekçe oluşturuyordu. “Her şeyi devletten bekleme, kendi okulunu kendin yap” sloganıyla eğitim, sağlık hizmetlerine giden az da olsa paranın para babalarının hayali ihracatlarının vergi iadelerine gitmesini sağladılar. Ve belki de hepsinden önemlisi “can ve mal güvenliğinizi istiyorsanız, 12 Eylül öncesine dönmek istemezsiniz, değil mi?” tehdidiyle “kaynağın çürümesi, kopuşmanın yeniden uç vermesi önlenmeye çalışıldı.
Bütün bunlar her alanda olduğu gibi kendisini kadın hareketi üzerinde de etkin kıldı. 1980’den sonra kadın hareketindeki büyük dönüşümün anlamını, işte bunlarla birlikte düşünebildiğimiz zaman anlayabiliyoruz. Ancak 12 Eylül öncesinin bugüne bıraktığı kadın hareketi mirası ya da “mirassızlığı” üzerinde durmamız gerekiyor.
Genel bir yaklaşım yapmak gerekirse, bazı hareketlerde baş gösteren “kadın kolları” da sonuçta mücadele hattının bir dalı, bir seksiyonu olarak görülüyor ve pratikteki işlevi de bu oluyordu. Bağımsız olarak kurulan yapılar ise ilk elde bağımsızlıklarını yitiriyor, kadın hareketini bağımsız olarak oluşturmak bazı çevrelerce lüks, bazılarınca da geri bir zemin olarak niteleniyordu. Çokça bilinen yaklaşım ise “böylesine sıcak bir mücadele döneminde kendi canını korumak için savaşan kadına, kadın hareketi konusunda propaganda yapmak olanaksızdı” şeklindeydi. Bağımsız bir kadın hareketi geleneğini oluşturmak ve geleceğe miras bırakmak yolundaki adımsızlıkları bir yana bırakıp siyasi çevreler arasındaki kadın erkek ilişkilerine baktığımızda tabular karşımıza çıkmakta. “Bacılık” kadın ve erkek arasındaki ilişkinin boyutlarını belirliyor ve siyasi ilişki gereği insanların evliliklerine ve hatta doğurdukları çocuklara bile kendi inisiyatifleri ile tavır koymaları engelleniyor, müdahale dışarıdan yapılıyordu. Ya da pek çok kadın siyasete bir erkek eliyle bulaşıyor, kadın olduğundan dolayı geri işlerde yoğunlaştırılan kadınlar 12 Eylül’den hemen sonra feminist karakterle karşımıza çıkıyorlar.
Bir yanda yer alan “teorik yoksulluk”, öte yanda mücadelenin vardığı boyutta birçok hareketi hazırlıksız yakalaması kadın sorununun bugün olduğu gibi detaylı bir şekilde ele alınmasını engellemişti.
12 Eylül öncesinde kadına saldırısını son derece ve sinsice ve derinden sürdüren burjuva ideolojisi 12 Eylül sonrasında ilk cezalarından birini ailelere, aile içinde doğrudan kadına verdi. Kadına yönelik saldın çok yönlüydü:
- Kadın anne olarak iyi evlât yetiştiremediği için ceza çekmeliydi.
- Kadın iyi bir ev kadını olarak enflasyon, işsizlik sonucu ağırlaşan geçim koşullarının tüm yükünü omuzlarında taşımak zorundaydı.
- Kadın, para babalarının aile içindeki tüketim ajanıydı. Çelişkili gibi görünse de sonuçta ürününü satmak zorunda olan kapitalist doğrudan kadına yöneliyordu.
- Kadın ailenin kutsallığının güvencesiydi ama giderek artan yoksullaşma sonucu sokaktaki vesikalıların sayısı kabarıyordu. Gazeteler evli kadınların geçinebilmek için fuhuş yapmak zorunda kaldıklarını anlatan haberlerle doluydu.
Bunları biraz açacak olursak şunları görürüz. Hazırlanan her 12 Eylül programında tek tek kandırılmış kişiler, gençler toplumsal muhalefetin önünde bir paravan olarak kullanılırken, gizliden sinsice ve nihayet açıkça aileye ve aile içinde anneye fatura çıkarılıyordu. Anneler çocuklarını iyi yetiştirmeyip onlara sahip çıkmıyor; onlar da terör odaklarının maşaları oluyorlardı. Bu faturanın sonucunda ezilen kesimler içinde en çok küçük burjuvazi ideolojik saldırının meyvelerini veriyordu. “Mal ve can güvenliği ve kandırılmış evlatlar” sloganıyla küçük burjuvazinin kaypak, muhafazakâr ve korkak yapısı daha da pekiştiriliyor, emniyet supabı olan bu sınıfın kadınları yetiştirdikleri çocuklarla söz konusu supabın devamlılığını sağlıyorlar.
Genelde anneye çıkarılan faturanın meyvelerini belki hepimiz kendi evimizde, kendi evimizde değilse de yanı başımızdaki evlerde görebiliriz! Giderek gericileşen, hatta “oğlunu, kızını ihbar etme” şerefsizliğini bile gösteren anne ve babalar. Bunun temelinde 12 Eylül’ün uzantısı, ruhu ve korkusu yatıyor. 12 Eylül, uzanamadığı yerlerde kendi temsilcilerini birer birer yetiştirme başarısını gösteriyor. Anneler, her evde neredeyse kendi oğlunun ve kızının birer ajanı, bekçisi oluyor. İşte, kadına ideolojik saldırının getirdiği en büyük tahribatlardan birisi buydu.
Ekonomide giderek artan yoksullaşma da kadında ve ailede büyük çöküşlere yok açıyordu. Kadınlar bir yandan başta TV olmak üzere kitle iletişim araçları ile tüketime tahrik edilirken, bakkala-markete-pazara gittiğinde “satın alamama” çelişkisi ile karşılaşıyordu.
Daha ucuzunu bulmak için daha çok taban tepiliyor ya da sebze meyve ihtiyacı dökülen pazar artıklarından karşılanıyordu. Çünkü kadın, eşiyle ortak kazandıkları ya da salt eşinin çalıştığı parayı yetirmek zorundaydı, bu onun işi idi. Bu çöküşün karşısında öğütler boldu. Gazetelerin kadın köşelerinde yenilenen eskiler ya da sapına kadar yemek yapılabilen gıda maddeleri bilinen adıyla mercimek kampanyaları kadının aile içi düzeni sağlamasında imdadına koşan araçlardı. Ayrıca yeni bir slogan gündeme geliyordu “kendi yaşlına kendin bak”. Ağırlaşan ekonomik şartlan birlikte göğüslemeleri için geniş aile özendiriliyor, aslında devletin sosyal güvenlik açısından görevi olan yaşlılara bakma işi çocuklara yükleniyordu. TV dizilerinde anneanneler ve dedelerle mutlu yaşam sürdüren aileler işleniyor, yaşlısını sokağa yani huzurevine atan çocuklar lanetleniyordu. Ekonomik açıdan yararı olan geniş aile içindeki yaşlılar geleneklerin devamlılığının sağlanması görevini de yükleniyorlar ve böylece aile içi muhafazakâr kanat da tamamlanmış oluyordu.
Ekonomik çöküşü yaşayan kadınların bir diğer alternatifi de sokaklardı. Ama sokaklar her kadına açık değildi. Kazancını vergilendiren, yani vesikalanan kadınlar çalışıyor; vesikasızlara hayat hakkı tanınmıyordu. Çünkü vergilendirilmiş kazanç kutsaldı! Ve en çok vergi ödeyenler arasında giren ‘genelev mamaları’ sıradan bir ticaret adamı olarak değerlendiriliyordu.
Aile içinde başlayan yeni bir olay da kadının ezilmişliğinin artmasıydı. Kadın çalışsa da çalışmasa da evde erkeğini memnun etmek, onu hoşnut kılmak zorundaydı. Sömürüden, baskıdan bunalan erkekler kadınlara öfkesini kusuyordu. Buna karşın kadın, erkeği uyumlaştırmak, onun dış dünyasındaki stresi ev içinde yaşatmamak durumundaydı. Televizyon dizilerinde kocasını gerginlikten kurtaran, sakinleştiren sürekli alttan alan neredeyse ev içinde psikolog görevi yapan kadın tipleri işleniyordu. “Kocasıyla iyi geçinen” kadın tipi idealleştiriliyor, yüceltiliyordu.
Bir yandan kocalar evlerde kadına dayak atarken ve onları her türlü yolla aşağılarken, dışarıda da “tecavüz ve sarkıntılık” olayları artıyor, kadın cinselliği her yerde her şekilde kullanılıyordu. Kitle iletişim araçlarında, reklamlarda kadın cinsel nesne oluveriyor kadın kendine giderek yabancılaşıyordu. Böylece kadın içte ve dışta tam bir çıkmaz içine giriyor, bu ise kadının 12 Eylül’ün yaratmak istediği yeni kadın tipine uyumlaştırılmasını kolaylaştırıyordu.
Yalnız burada bir başka önemli nokta daha var. Kadın iç ve dıştaki duvara karşın evinde rahat oturamazdı. Ne yapıldı? Kadına piko yapmak, kasnak işlemek gibi “ev sanayii” olgusu benimsetilmeye çalışıldı. Çok da zor olmadı bu. Çünkü yoksulluk on binlerce “ev proleteri” yaratma ya yeterliydi. Ev sanayii, kadını belki de fabrikadaki işçiden de çok sömürülmesine yol açıyordu. Çünkü evdeki kadın örgütsüz, sendikasızdı. Evdeki kadın asosyalleştirilmeye çalışılarak diğer kadınlardan tecrit edilmeye başlandı. Ev proleteri olmak kadının ufkunu bir ölçüde genişletse de bu, örgütlü bir mücadeleye akmadığı için fazla etkili olamadı. Gerçi yüzbinlerce ev proleteri vardı ama bunların tümü “tek başınaydı”.
Saldırının siyasal yanı şu ana kadar anlatılanlardan daha çarpıcı bir şekilde seyrediyordu. Kadınlar geç saatte sokaktaysalar gözaltına alınıp hemen bekâret muayenesine gönderiliyor ya da öğretmen kadınlar, yurtta kalan öğrenci kızlar benzeri uygulamalarla karşı karşıya kalıyorlardı. Devlet aradığı kocayı bulmak için kadının vajinasını kontrol ediyor ve kadının en özel yanına bile rahatça saldırabiliyordu. Düzenin kadın ve erkeğe eşit davrandığı tek yer işkence tezgâhlarıydı ancak işkence sırasında kadın, olmanın avantajları sorgucularca iyi değerlendiriliyordu. Siyasi kimliği olan kadınlar bu kimliğe tek başına sahip çıkamıyor, kamuoyuna sürekli bir siyasinin sevgilisi, metresi ya da devrim nikâhlı karısı olarak sunuluyordu. Bu kadınların basındaki adı ise “dişi militan”dı.
Kadına karşı son derece örgütlü bir mücadele sürdüren burjuvazi kendi örgütlenmesini yaratmadan duramazdı. Ve 30 milyon TL’lik bir sermaye aktarımı yapıldı, finans-kapitalin hanımları can sıkıcı yaşamlarından papatya yapılarak kurtarıldı. Türk Kadınını Güçlendirme Vakfı adı altında burjuvazi kendi kadınları eliyle kadın anlayışını yaymaya başladı. Bizlerin bugünkü yapısını reddettiğimiz evlilik kurumu, Vakfın Başkanı Semra Özal tarafından kıyılan toplu nikâhlarla pekiştirildi, gezici sağlık arabalarıyla kadınların sağlık sorunlarının üzerine gidildi. Bu arada vakfa üye olan hanımların eşleri Özal ailesiyle, vakıf aracılığı ile kurulan yakınlığı değerlendirmesini çok iyi bildiler. Çağdaş Türk kadınının simgeleştirildiği Semra Özal eşitlikten bahsedip aynı zamanda da kadının doğal ve hukuksal lideri olan kocasının elini öperek tüm Türk kadınlarına engin bir davranış biçimi sunmayı ihmal etmedi. Vakıf, kadının çağdaşlaşmasını modern yaşamın gereklerini yerine getirmesini propaganda ediyordu ama asıl propaganda ne olursa olsun kadının kendini kocasına göre belirleme zorunluluğu daha doğrusu kadınlık görevi idi.
İşte 12 Eylül sonrasındaki kadın panoramasından en çarpıcı örnekler. Kadın; geçim sağlayan kadın, evde erkeğini memnun eden kadın, çocuklarını gözeten onların ajanlığını yapan kadın, 12-16 saat çalışıp evde aynı tempo ile çalışmasını sürdüren kadın, sokağa dökülen kadın, cinselliğin öznesi ve nesnesi kadın, erkek egemen ideoloji karşısında savunmasız, onunla bütünleşen, bu ideolojinin taşıyıcısı kadın, ancak bir erkeğe rağmen oluşan şekillenen kadın, vs… vs… Kadının kadın olmaktan kaynaklanan yükleri arttıkça 12 Eylül sonrasında ana çizgileriyle şu kadın tipleri yaratıldı.
Genelde apolitik;
- Uyumlaştırıcı, birleştirici, ajan kadın
- Çocuklarını ve kocasını politikadan uzak tutan kadın
- Kara ekonominin parçası ev proleteri kadın
- Fuhuşa sürüklenen, vesikalı-vesikasız kadın
- Çözümsüzlük sonucu dini değerlere sarılan, giderek gericileşen kadın
- Kendine ve çevresine yabancılaşan, insani değerlerini yitirmeye başlayan “ailecil” yani evcil kadın.
Bu kara tablonun karşısında yer alan diğer bir tablo ise kadın sorunu etrafında çeşitli teorilerle bir araya gelen kadınlar. 12 Eylül sonrasında kadın sorunu politik bir içerik kazandı. Başvuru kaynakları artıyor ve daha önceki dönemde son derece marjinal bir grup olan feminist çevreler kadın sorununun tartışılmasında ön ayak olmaya başlıyorlar. Çıkış olarak demokratik olan ancak bir yanıyla örgütsüzlüğü temel alan ve bir diğer yanıyla kadın ve erkeği karşı karşıya koyan feminist ideoloji gittiği yer bakımından geri bir zemine düşmekteydi.
Var olan depolitizasyon süresince ağırlık kazanmaya çalışılan feministlerin yanı sıra kadın sorunu 12 Eylül sonrasında çeşitli siyasal çevrelerce de tartışılmaya, önemi kavranmaya ve geçmişe yönelik özeleştirilir yapılmaya başlandı. Var olan canlı tartışma ortamı sonuçta bağımsız bir kadın hareketi yaratmanın zorunluluğunu doğuruyor kadın çevresi ya da kampanyalarla sınırlı kalan feminist düşüncesinin karşısında biçimi ve içeriği demokratik kitle örgütüne denk düşen ya da düşmeyen kadın dernekleri kuruluyordu. İçerik bakımından farklı bir yazının konusu olan bu yapılanmaları irdelemeyi bir yana bırakıp kısa bir değerlendirme yaptığımızda 12 Eylül sonrasında kadın sorununa bilinçli bir müdahale olduğunu görürüz.
Ancak 12 Eylül sonrasında bilinçli müdahalenin olmadığı dönemlerde kadınlar var olan baskı sonucu çeşitli noktalarda kendiliğinden bir politikleşme dönemine girdiler. Tutuklanan binlerce insan ve çocuklarının cezaevinde karşılaştıkları uygulamaları protesto etmek ve tüm anti propagandaya rağmen siyasi tutuklularına sahip çıkan aileler. Ancak bu aileler içinde analık durumundan dolayı kadınlar öne çıkıyor ya da çıkarılıyordu. Analıktan dolayı daha yumuşak yaklaşan düzen anaların politik kararlılığı karşısında pençelerini daha fazla gizleyemiyor 1987’de Didar Şensoy’un ölümü ve 1988’de halen süren 1 Ağustos genelgesine karşı yürütülen mücadelede anaları coplayan tutuklamaktan geri kalmıyordu. Başlangıçta çocuklarından dolayı mücadele eden kadınlar süreç içinde hızla politikleşiyor ve analıktan dolayı mücadele etme itkisi önemini kaybediyordu.
Öte yandan kendi sorunlarına kendileri sahip çıkmaya çalışan kadınlar gecekondu bölgelerinde boy veriyordu. Evlerinin suyu, elektriği, kanalizasyonu için kendiliklerinden direnen kadınlar, ev yıkımlarında dozerle, jandarma ve polisle ön saflarda didişiyordu. 12 Eylül öncesinde gecekondularda devrimcilerle direnen kadınlar 12 Eylül sonrasında kendiliklerinden direnişe katılıyor ve her fırsatta düzenle olan çelişkilerini gündeme getiriyordu.
12 Eylül sonrasında kadın açısından yaşanan kaos, var olan örgütlü saldırıya karşı işçi, emekçi, küçük burjuva kesimlerinden gelen kadınları bir arada davranmaya itiyor ve bunun sonucunda bağımsız demokratik bir kadın hareketini oluşturmanın zorunluluğu bir kez daha karşımıza çıkıyor.
Eşitsizlikler üzerine kurulu bir toplumu değiştirmek tüm ezilenlerle ortak hareket etmeyi zorunlu kılıyor. Kadın erkek birlikte mücadele edilecek ama kadın olarak yaşanan sorunların özgüllüğü görmezlikten gelinmeden. Birlikte olunacak ama toplumdaki tüm baskıların ayrımcı uygulamaların temelinde sömürü olgusunun yattığı bilinerek. Tarihte kadınların ezilmediği ve ayrımcı uygulamalarla karşılaşmadığı bir toplum düzeni var oldu. Bundan sonra da var olacak. Ancak kadınların çabası, katılımı ve mücadelesiyle. Bu uğurda kadın olarak yapılacak çok şey var. Ortak sorunlar varsa ortak çözümlerde olacaktır. Ayrı ayrı değil, tek başına değil, örgütlenerek bağımsız bir hareket oluşturarak birlikte. Toplumdaki diğer eşitsizlikler görünmeden kadın olarak yaşanan sorunlar kavranamaz. Kadını çözmek onu toplumun bir parçası olarak ele almaktan geçer. Korkusuyla, rujuyla, zayıflığı ve edilgenliğiyle bir kadın dünyasına hayır… O halde sömürüye dayalı ilişkilerin yalnızca bir yansıması olan erkek egemen ideoloji yok sanılmadan örgütlü ve bağımsız bir kadın hareketi oluşturulması kaçınılmazdır.
Amaç kadının siyasal bilinç alması, kendi mücadelesini yaratması, demokratik nitelikteki her hareketi desteklemesi, destekler konuma yükseltilmesi, günlük yaşantısında toplumsal mücadele pratiğinin var olduğu her alanda bulunmasının önünün açılması ve kendini sosyalist toplumda da var edecek uzun erimli bir kadın mücadelesi geleneğinin yaratılmasıdır.
Öyleyse sözü Clara Zetkin’e bırakalım: Kadınlar, uyanın, harekete geçin, savaşın…