VAROŞLARDA İKTİDAR VE ŞİDDET – Salih İncesoy

Yol, Sayı 13, Kasım-Aralık 2006

Varoşlarda sosyal dokunun en belirgin renkleri iktidar ve şiddet. Kim nereye hakim olmuş… Bilmem ne işini almak için kim kiminle çatışmış… Şu hattı olduğu gibi Karadenizliler mi tutuyormuş… Bu mahallede Ağrılılar hakimmiş… Kim kimi neresinden vurmuş… Vay, demek belden yukarı vurmuş… On dörtlü müymüş, yedi altmış beş mi… El yapımı mıymış, makine kimya mı… Kelebek miymiş, falçata mı… Faça Kasım’ın adamı mıymış, Deh Rafet’in mi… Kapkaçtan girmiş içeri… Suçu kardeşi üzerine almış…

İktidar ve şiddet, sosyalistlerin tartışmalarına çokça konu olan iki kavram. İktidarlaşma bir hedef olarak, şiddet hedefe bizi taşıyacak yöntemlerden biri olarak tartışılıyor. Günümüz koşullarında ve geçmiş deneyimlerin ışığında, kavramların içi yeniden yeniden doldurulmaya çalışılıyor.

Bu yazıda yapmak istediğimiz, tartışmaya bu kapsamda girmek değil. Meselenin yalnızca bir yönüne değineceğiz. Önce, iktidar ve şiddet kavramlarının, varoşun kendi doğallığının bir parçası olarak karşılığı nedir, bunu tartışacağız. Sonra, varoşlarda çalışan, o doğallığa bir iradi müdahalede bulunan devrimci yapıların hedef ve yöntemi bağlamında kavramlara ne anlam yüklediğimizi genel hatlarıyla ifade edeceğiz. Ve nihayet, kavramların her iki düzeydeki anlamlarının aynılıkları/ayrılıkları üzerinden bir karşılaştırmasını yapmaya çalışacağız.

* * *

Varoşlar ve iktidar. Çeşitli anlamları var iktidar kelimesinin. “Sözü geçerlik, istediğini yaptırabilme gücü.” Ya da varoşun diliyle “burası benden sorulur” raconu. Mesele yalnızca mahalle kabadayılarının hırlaşmalarından ibaret değil. Kavramın, yarattığı ilk çağrışımdan öte bir derinliği var. Sosyal yapının bütününe içkin bir durum varoşta iktidar kavgası. Yani hangi alanda, hangi konuyla ilgili olursa olsun kıyasıya bir iktidar kavgasıyla karşılaşırsınız. Kapitalizmin doğasında olan rekabet, bencillik, oralarda daha can acıtıcı yaşanır. Dayanışma, paylaşma bilinci son derece siliktir. Düzenin nimetlerinin kırıntısının düştüğü bir yaşam alanında, paylaşılacak kadar zenginlik yoktur. O kırıntıya sahip olma ve ayakta kalma kavgası, olanca yırtıcılığıyla yaşanır. Yoksulluğun derinleşmesi dayanışmayı değil, iktidar kavgasını şiddetlendirir. Olan, aslında bir varlık yokluk kavgasıdır. Ancak öyle ayakta kalınabilir, yaşam sürdürülebilir. Zenginliğin şımarık bencilliği değil, yaşamda kalabilme adına sefaletin zorunlu “bencilliğidir” oralarda yaşanan.

Gidip bir mahalleye, canınızın istediği gibi ikinci bir bakkal açamazsınız. O alan iki bakkala dar gelir, birisinden biri batar. İlk gelen, iktidarını koruma adına kuşanır silahlan. İkinci gelen de eğer bu iktidar kavgasını gözü yiyorsa gerekeni yapacaktır. Bir kahvehanenin önünde ikinci bir ayakkabı boyacısı fazladır. Ya biri olacaktır orada ya da diğeri. Kimin iktidar olacağına yine varoşun kanunu karar verecektir. Bir mahallede ikinci bir delikanlı racon kesemez. Kautsky’nin ultra-emperyalizm tezine benzer, “ultra-delikanlılık” olayı görülmez varoşta. Örnekleri daha çeşitlendirmek mümkün. Otoyolun kıyısında bedenini pazarlayan kadınların yanına yeni bir kadının yanaşması öyle kolay olmaz. Önce bir iktidar kavgası verilmelidir o pazara girebilmek için. Aynı minibüs hattında iki cepçi “çalışamaz”. Zaten yoksulların cebinden beslenen bu asalakların cebine de fazla bir şey girmediğinden, ikinci bir cepçi fazla olur o hatta. Amele pazarına öyle elinizi kolunuzu sallayarak gidip “iş kovalayamazsınız”. O gün kaç iş düşecek de, hangi birine yetecek. Artık tutulmuştur orası, fazladan bir işsize daha yer yoktur o pazarda. Banliyö trenleri, kentin kıyılarından merkezlerine yoksulları taşıyan servis araçları gibidir. İş çıkışı saatlerinde birkaç durak sonra hınca hınç dolar tren ve onca yol, tepedeki tutunacak askılara asılı, bitkin bir halde kat edilir. Ola ki bir yer boşalmasın, kıran kırana bir mücadeleyle o yer kapılır. “İktidar koltuğunu” kapan, o gün evine oturarak gitme “lüksüne” kavuşmuştur. Onların insanca ulaşımlarını sağlayacak ne özel araçları ne de yeterli toplu taşıma araçları yoktur. “Lütfen siz buyurun”, “olur mu efendim siz buyurun”, “rica ederim siz buyurun” gibi sahte cümlelerle kimse kimseye önceliği devretmez. Yardım dağıtımı sırasında yoksul insanların birbirlerini çiğnedikleri görüntüleri gözünüzün önüne getirin. Her an çıkmaz yoksulun karşısına o “şans”. Ne yapıp yapıp bir yardım poşeti kapılmalıdır. Varoştaki yaşamın özünü deşifre eder o manzaralar.

Sosyal yapının barız bir rengi olan bu durum, tüm sosyal ortamlarda ve tüm ilişkilerde kendisini konuşturur. Hiçbir sosyal ortamda eşit ilişkiler kurulmaz. Hatta en sıkı “dostlar” arasında bile mutlaka biri sözü geçen, diğeri söz dinleyen pozisyonundadır. Geçmişin eşitlik temelinde “ölümüne” dostlukları yoktur artık varoşta. Varolan, dostluktan ziyade otoriteye, iktidara itaat etmektir aslında. İtaat edilecek pozisyon, varoşun kuralına göre “bileği hakkına” kazanılır. Bu iktidar kavgası, öyle kapitalizmin normal zamanlarının, normal ortamlarında yaşanan gütme/güdülme ilişkisine benzemez. Çok daha çıplak, sert, kıyıcı yaşanır.

Kentin kıyılarına sürülmüş yoksulların doğal ve kendiliğinden iktidar kavgası böyle oluyor. Bu kavga ezenlerle ezilenlerin kavgası değil elbette. Yani sınıfsal bir niteliği yok. Ezilenlerin, yaşamda kalabilme adına birbirlerine karşı verdikleri bir kavga özünde. Kaybedecek bir şeyleri olmayan yoksulların, sistemin kendilerine layık gördüğü kırıntılara sahip olup ay akta kalabilme adına, birbirlerine karşı iktidar kavgası. Bu gerçeklik, varoştaki yaşamın hücrelerine kadar nüfuz etmiş bir kültür de yaratıyor. Yanı başındaki komşusunu çiğneyerek yardım torbasına uzanabilecek ve parçalanmış torbayı şöyle bir kucaklayıp çevresindekilerden sakınarak “mutluluk” içerisinde evinin yolunu tutabilecek bir kültür.

Buraya bir not düşelim. Sözünü ettiğimiz ve konumuz gereği öne çıkarttığımız, yoksullar arasında yaşanan ve sınıfsal bir niteliği olmadığını belirttiğimiz iktidar kavgası. Yoksa varoşta ezenlerin yerel ayaklan da bir ölçüde mevcut. Bu asalaklar, sisteme sırtlarını dayayarak ezilenlerin üzerinden kendilerine egemen bir pozisyon sağlıyorlar. Ve halkla kurdukları ilişki sınıfsal bir nitelik taşıyor kuşkusuz. Kimi mafyatik organizasyonlar, tefeciler, büyük tüccarlar vb. Bu gerçeği de göz ardı etmediğimizi belirtip konumuza devam edelim.

Şiddet, iktidarlaşmayı ve iktidarı korumayı sağlayacak bir yöntem olarak varoşlarda karşımıza çıkar. İktidar mücadelesi her alanda yaşandığına göre, onun ikiz kardeşi şiddet de her alanda zengin ve “yaratıcı” örnekleriyle yüzünü bize gösterir. Topuktan vurma, faça alma, kalçadan şişleme, “namus” dersi verme adına mahallenin meydanında saç kesme, erkeğe etek giydirme, çırılçıplak soyup gezdirme, mekan basma… Şiş, falçata, kama, sustalı, kelebek, on dörtlü, on altılı, pompalı, kirli, temiz, el yapımı, makine yapımı… “Suçun” niteliğine göre uygun “ceza” yöntemi ve uygun ’’emanet” seçilir. Her birinin varoşun ruhuna göre bir anlamı, bir mesajı vardır.

Varoşta şiddet, ezilenler arası iktidar kavgasının aracı, yöntemi olması dışında, başka anlamlar da kazanır; kof bir güçlülük hissinin yarattığı tatmin duygusu. Yok sayılanlar, sistemin mantığı açısından hiçbir değer taşımayanlar, aşağılanmanın yarattığı bastırılmış öfkeyi birbirlerine kusarlar. Varlıklarını ve “güçlülüklerini” ifade etme, sergileme biçimidir çoğu zaman şiddet. Bazen hiçbir neden aranmaz, kendisinden daha zayıf bulunur ve ezilir. Bir kereyle de kalmaz bu, görüldüğü yerde defalarca şiddet uygulanır. “Güç”, varoşun ruhuna özgü türlü ritüeller eşliğinde tekrar tekrar ispatlanır. Gücün yarattığı pozisyon daha da sağlamlaştırılır. Varoşun tabiriyle “isim yapılır”. O isim, yok sayılanın bileği hakkına yarattığı kimliğidir artık. Kobra, piç, vampir, pavko, laz, arap, drej, reis, baba, tıfıl, hacı, cino… İsimsizlerin, kimliksizlerin yeni kimlikleridir, artık gerçek isimlerini kendileri bile unutur.

Ezilenlerin, kendilerinden daha zayıfa karşı bastırılmış öfkelerini açığa çıkartmaları, bazen dizginlerinden boşanan bir hal alır. Haklılık aranmadan, zayıfa karşı güçlünün yanında o güç gösterisinde rol almak, o tatmin duygusunu yaşamak için yarışılır. En alttakine karşı topluca sergilenen bu gösteri – linç gösterisi-, gittikçe kontrolsüz bir noktaya tırmanır. Artık zayıfa vurulan her darbede yaşanan, tam bir ruhsal boşalma ve kendinden geçme halidir. Bu gerçeklik, bugünlerde yaşadığımız ve “bir yerlerden” motive edilen faşist linç gösterilerine de zemin yaratmaktadır. Vatan, millet aşkına o gösterilerde yer alan güruh, varoşun yoksullarıdır.

Güçlülük gösterisi kendisinden daha güçlüyle karşılaştığında anında son bulur. Bundan sonrası madalyonun öteki yüzüdür. Güç karşısında eğilme, yaltaklanma, paspaslaşma. Varoşta güçlülük ikiyüzlüdür, zavallı bir zayıflığı da beraberinde taşır. “Allahını seven beni tutmasın” horozlanmasından, “kulun olayım abi” yaltaklanması moduna nasıl geçildiğini anlamak zordur. Olayın akışı sırasında yardıma bir destek güç gelirse, bir önceki “delikanlıya” dönüş de aynı hızla olur.

* * *

Devrimci yapının varoşlarda iktidar anlayışına gelelim. Meselenin nedenleri, nasılları enine boyuna ele alınabilir. Biz yine konumuzla ilgili boyutuyla devanı edelim. Başka bir yaşamı kurmak, başka bir havayı solumak. İktidarlaştığımız alanda bu başkalığı yaratmak. Eşitliğin, adaletin ve nihayet sosyalizmin dilini konuşmak. Kavramın diğer anlamlarından farklı bir şeyden söz ediyoruz. Sözünü geçirmek, istediğini yaptırma, güç vb. değil anlatmak istediğimiz. Devrimci yapının iktidar anlayışında, “yeniyi inşa etme” düşüncesi yatar. Varolan değerleri, kuralları, mekanizmayı parçalayıp, yeniyi kurma. Yeniyi kurma adına atılan her adımda varsa eskinin izleri, şiddetli bir hesaplaşmayla o izleri yok etme.

Ve yine şiddet için de benzeri şeyleri söyleyebiliriz. Eşitlik, adalet temelinde bir yaşamın kurulması yolunda, engelleri başka türlü aşabilme şansı yoksa, zorunlu olarak uygulanan bir yöntem devrimci şiddet. Haksızlığın ortadan kaldırılmasında, adaletin sağlanmasında başkaca bir yol kalmadığında başvurulacak bir yöntem. Bu anlamıyla sınıfsal bir nitelik taşıyan ve dayandığı sınıf nezdinde meşruluğu tartışılmayacak, haklılığından şüphe duyulmayacak bir yöntem.

* * *

En son söyleyeceğimizi şimdiden söyleyip konumuza devam edelim. Varoşun doğallığında yaşanan iktidar ve şiddet anlayışıyla, devrimci iktidar ve şiddet anlayışının birbirleriyle uzaktan yakından ilgisi yoktur ya da olmamalıdır. Neden?

İkisi başka başka zeminler üzerinde yükselir. Devrimci yapının iktidarlaşması, tuttuğu alanda eşitlik ve adalet temelinde bir yaşamı kurması anlamına gelir. Şiddet, yine bu temelde uygulanan yöntemlerden biridir. Varoşta yaşanansa bunun tam zıttıdır. Sistemin ezme, gütme, yönetme mekanizması buralarda yeniden üretilir. Üstelik bu yeniden üretim, ezilenlerin kendi aralarında bir hiyerarşi yaratılarak gerçeklenir.

Varoşta kendiliğinden yaşanan iktidar kavgası ve onun sonucu olan şiddet, ezilenlerin kendi aralarında gerçekleşir. Devrimci iktidar mücadelesi ve devrimci şiddet, ezilenlerle ezenler arasında yaşanır. Devrimci iktidar ve şiddet kavramlarına anlamını veren sınıflar savaşı zeminidir. Varoşlarda doğallığında yaşanan iktidar mücadelesine sınıfsal bir anlam atfedenleyiz. Yine varoşların doğal şiddetinde, ezilenlerin ezenlere karşı ayaklanışının izini bile görmek mümkün değildir. Olan şey, öfkenin kendi içinde patlaması, ezilenlerin birbirlerini boğazlamasıdır. Bu anlamıyla devrimci şiddet gelecek ufku olan, geliştirici bir rol oynarken, diğeri kör ve çıkışsız olarak kalır.

Varoşta gücün muazzam bir çekiciliği vardır. Gücün, güçlünün etrafında toplanılır. Ortama daha güçlüsü geldiğinde derhal saf değiştirilir. Varoşta çalışma yürüten yapıları da bir biçimde etkiler bu gerçeklik. Madem gücün bu denli çekiciliği var, o halde halklaşma adına bir yöntem olarak neden kullanılmasın. “Güçlenme” adına, güç gösterilerinin bin bir türlüsü sergilenir “yaratıcı” şovlar eşliğinde. Bir süre sonra varoş sizi kendisine benzetir. Evet, halklaşma gerçekleşir ama kelimenin olumsuz anlamıyla; devrimci zeminde değil, varoşun doğal zemininde.

Güç tutkusu sağlıklı bir zeminden beslenmez. Ve yine bu tutkunun kendisi, yaratılmak istenen eşitlikçi atmosferi bozucu, kirletici bir etki yaratır. Güçlülük hissi, daha güçsüz üzerinden var edilebilir. Daha güçlüyüm diyorsan, kendinden daha güçsüzler üzerinden bunu söylüyorsundur. Hele bir de bu gücü sergilemek istiyorsan güçsüzü ezmen, bir daha, bir daha ezmen gerekir. Böylesi duyguların zerresi bile onunla hesaplaşılmadığında, yaratılmak istenen eşitlikçi, dayanışmacı zemini tahrip etmeye yetecektir.

Varoşta “halklaşan” kimi devrimci yapılarda da aynı hava solunmuyor mu? Ben güçlüyüm! Ben daha güçlüyüm! Kimden? Bu sorunun cevabını hangi anlayışa göre vereceğiz? Varoştaki doğal hayatın içerisinden mi, devrimci zeminden mi? Varoşta birbirleriyle boğazlaşanlar ezilenler. Orada güçlü olmaktan söz ediliyorsa, ezilenlerin birbirleri arasındaki bir kıyaslamadır bu. Varoşun kendisine benzettiği yapılar da işte o hayatın diliyle konuşmaya başlıyor. Ve kıyaslama, hemen yanı başındaki bir başka devrimci yapıyla yapılıyor. Yapılan kıyaslamada tek bir ölçü vardır, güç. Diğerleri güçsüzdür, o güçlü. Propaganda, kadro “eğitimi”, hatta artık her şey buna dayanır, ne kadar güçlü olunduğunun sergilenmesine. Gücün ölçüsü de sayıdır, “görkemli” şovlardır, taşman pankartın boyutlarıdır. Artık 1 Mayıslarda yaşanan medyatik cümbüş haddi aşmadı mı?.. Bir de başka bir yapıdan arkadaşları idam edilmesin diye, giriştikleri eylemde kendi canlarını feda eden devrimcileri düşünün. İki farklı kültür. Yaşanılan her devlet operasyonunun yarattığı tahribat, bize gerçek gücümüzün ölçüsünü göstermiyor mu? Hayır, yok öyle bir şey! O operasyonda masanın üzerinde sergilenen silahların çokluğu bile, ne kadar güçlü olunduğunun göstergesidir ve süratle güç gösterilerine malzeme yapılır.

Varoşlardaki “adalet” eylemleri. Bir “namussuz”, “alçak”, “şerefsiz”, “hain” bulunur, en görünür yerde evire çevire sopalanır. Ve adaleti tesis etme adına, bir sonraki sopalanacak kişinin izi sürülür. Gençlerin bayıldığı bir eylem çizgisidir bu. Neden bu kadar çekicidir bu eylemler? Bu işte güçlü olmanın çekiciliğinin bir etkisi olabilir mi? Yanlış anlaşılmasın, böyle şeyler yapılmaz değil, yapılır. Fakat bir şartla, şiddetten başka bir seçenek kalmadığında ve yalnızca haksızlığı giderme, adaleti sağlama adına. Olaya bu gözle bir kez daha bakalım. O eylemlere katılan ya da tanık olan nisanlar üzerinde, yapılan işin yarattığı etkiyi ölçelim, tartalım. Yine başlarda bir şeyden söz etmiştik, tekrar edelim. “Yeniyi kurma adına atılan her adımda varsa eskinin izleri, şiddetli bir hesaplaşmayla o izleri yok etme” Sözünü ettiğimiz eylem çizgisinde, tartışmasız bir şekilde güç tutkusunun belirgin izleri vardır. Hatta güç tutkusunun kılcal damarlarına kadar işlediği varoşta, bu biraz da kaçınılmaz bir durumdur. Burada önemli olan, devrimci yapının kaçınılmaz da olsa bu durumu bir sorun olarak görüp görmediğidir. Ya da sorun olarak görülüp, bu durumla hesaplaşılıp hesaplaşılmadığı.

Varoşta “halklaşan” yapılarda tersine bir durum yaşanıyor. Bizim hesaplaşılması, yeni bir kültürün yaratılması için mahkum edilmesi gerektiğini düşündüğümüz bu durum özellikle tercih ediliyor. Eylem çizgisi doğrudan bu mantığın üzerine oturtuluyor. Yapılan iş, adalet sağlamaktan çok güç gösterisine, gürültülü bir şova dönüşüyor, eylemde tercih edilen biçim, kullanılan dil bile buna hizmet ediyor. Yaratılan havanın, “ben en güçlüyüm” havasının çekiciliği üzerinden etrafında toparlanan gençler, o yapıyı daha da bu çizgiye bağımlı kılıyor. Varoşun ruhu hükmünü konuşturuyor, siz varoşu fethetmeye gidilişken o sizi fethediyor.

Devrimci yapının varoşta, sistemin “kaderine terk ediği” yaşam alanlarında iktidarlaşması, sosyal ilişkileriyle, kültürüyle ve hatta ekonomisiyle yeni bir yaşam kurması anlamına gelir. Yalnızca tek bir sokakta başlayabilir iktidarlaşma ya da semtin tamamına yayılabilir. Aslolan “tutulan” alanda başka bir havanın solunabilmesidir. Ve bu yaşamın harcı eşitlik, adalet, dayanışma olacaktır. Sefaletin acısı, birbirlerine omuz vererek, dayanışarak hafifletilecek, yaşama birlikte tutunulacaktır. Ve bu tutulan alanda kurulacak yaşam, geleceğin, gelecekteki sınıfsız toplumun habercisi olacaktır.

Bu iş öyle güllük gülistanlık bir ortamda olmayacaktır elbette. Orman kanunlarının hüküm sürdüğü bir alandasınız. Ve o alanda daha lise çağındaki çocuklar artık ceplerinde “masum” çakılar yerine, hiç de şakası olmayan “makinalar” taşıyorlar. Attığınız her adımda önünüze bir engel çıkacak. Sizin dönüştürmek istediğiniz o ortamdan beslenenler önünüze dikilecek, yeni bir yaşama izin vermeyecektir. Başka seçenek yoksa o engeli aşmak için, hiç tereddütsüz zorunuzu devreye sokacaksınız. Ama yalnızca başkaca bir çözüm yolu kalmadığı için ve yalnızca engelin aşılması, haksızlığın giderilmesi, adaletin sağlanması için. Asla bir şiddet ve güç tutkusuna dönüşmesine izin vermeden uygulanacaktır bu yöntem. Problem çözümlendiğinde devreden çıkacaktır.

Ve son bir nokta daha. Sizin bugünden yarma iktidarlaştığınız alanlarda artık öfke içinde patlamayacak, eşitlik, adalet temelinde bir yaşam kurulacak. Burası tamam. Fakat kurduğunuz bu yaşamda ezilenlerin kendi aralarındaki eşitlikten, adaleden öte bütünsel bir eşitlikten söz etmek mümkün olabilir mi? O adalet temelinde yaşam kurduğunuz varoş gerçeğinin kendisi ortadan kalkmadan, genel bir adaleden söz edilebilir mi? Kapitalizmin hükmünü sürdürdüğü bir coğrafyada, yine siz en alttasınız ve yine ezilenlersiniz. İktidarlaşılan alanda, geçmişteki gibi öfke kendi içinde patlamayacak belki, ama kaybolmayacak da. Cehenneme çevrilen hayatlarında ezilenlerin o biriken öfkesi varoşların sınırlarından taşacak, “cennete” doğru akacak, akması sağlanacak. Ufku olmadığını, kör ve çıkışsız olduğunu söylediğimiz ve bu haliyle de sistemi zerre kadar ürkütmeyen varoşun zoruna karşı, devrimci zorun böylesi bir yol göstericiliği, öğreticiliği de olacaktır. İşte o zaman, dün birbirlerini boğazlayan yoksulların gözünü cennete dikmesi sağlanacak, ezilenlerin bu tarz mücadelesi, günümüz sınıf savaşının kendine özgü bir parçası haline gelecektir. Bu konu daha çok tartışma götürür. Çerçevemizin dışına çıkmamak için şimdilik bu kadarına değinip geçiyoruz.

* * *

Devrimci yapının yaradığı zemin ve varoşun doğal zemini. Bu iki farklı zeminden beslenen iki farklı anlayış. Tartışmamızda, anlayış düzeyindeki bu farklılığı göze batırmaya çalıştık. Durum tespiti yapmak, farklılıkları ortaya çıkarmak biraz da işin kolay tarafı. Zor olan, kağıt üzerine dökülen o farklılıkların hayata tercümesi. Problemi çözecek formül, varoşta cehenneme çevrilen yaşamın içerisinde. Bu ne oranda başarılabilecek? Onu da zaman gösterecek.

Sonuç olarak devrimci yapı, varoşun doğallığındaki iktidar ve şiddet anlayışıyla kendi arasına kaim bir çizgi çekmelidir. Aksi halde müdahale edip, dönüştürmek için gidilen o doğallığın bir parçası olmak kaçınılmazdır. Belki öyle bir miktar “halklaşılır”. Ama asla başka bir yaşam kurulamaz, bizi geleceğe taşıyacak değerler yaratılamaz.