HAYATIN NERESİNDEYİZ? – Bahar Ekinci

Yol, Sayı 13, Kasım-Aralık 2016

“Derneğe aldığımız kesme şeker ne çabuk tükeniyor Çocuklar mutfaktan geçerken birer ikişer ağızlarına atıyorlar. ‘Şeker de yiyebilsinler ’ dizesi sadece savaşta ölen çocuklara değil bizim mahallenin çocuklarına da ne çok yakışıyor. ”

“Dur yavrum! Ezileceksin! ”

“Çocuklarımız daha adım atmayı öğrenirken sokaktan geçen araçları kollamayı da öğreniyorlar. ”

“Gene bu koku! Kurban bayramlarında annemin koyunun derisindeki tüyleri üttüğünde çıkan kokuya ne çok benziyor. Konfeksiyon artıklarını basmışlar sobaya. Evlerin çoğunda bu yakılmıyor belki ama ne ağır bir koku böyle kışın mahallenin üstüne çöküyor, genizlerimizi yakıyor. ”

“Ev kiralarına ne oldu bu ara, aldı başını gidiyor, Etiler mi kardeşim burası?”

“Bu evlerin kaçı güneş alıyor? ”

“Ne lan bu, ben babamı takmıyorum, seni mi dinliycem, vır vır etme de bas git, sonra fena olur. ”

“Köşe başlarındaki işsiz gençler, bizim çocuklarımız. Daha geçen gün Ahmet ustanın oğlunu gasp etmişler, dediklerine göre gaspçılar da bizim mahalledenmiş, ama çocuk korkusundan söylemiyormuş. ”

“Çocuğun veli toplantısı vardı. Gitsen bir dert, gitmesen bir dert. Aidat, perde parası, spor parası… Ne bu kardeşim özel okul mu burası? ”

“Yine çaktık matematikten, okumıycam işte, okusam ne olacakla, ha diplomalı ha diplomasız, işsiz işsizdir. ”

“Yine tuttu ağrılarım. Şimdi randevu almak için telefonun başında saatler geçir, hastanede 5 dakika muayene, belki tahliller, sıra, ilaç parası derken… Ben en iyisi hiç gitmeyeyim. Ya önemli bir şeyim varsa, daha iyi ya tez elden boylarım tahtalıköyü de kurtulurum bu hayattan. Ya ölmez de sürünürsem, işte o fena, ne yapsam ki? ”

“Bu akşam ne pişirsem? Hep aynı yemeği yapıyormuşum. Ne yapayım, ballı börek parası vardı da biz mi yapmayı beceremedik. Ben en iyisi çorbanın yanına patates salatası yapayım, hiç olmazsa karnımız sıkıca doyar. ”

“Her gün dayak her gün dayak yeter artık! Benim ne suçum var işten atıldıysan? Dayanamayacağım, şeytan diyor çocukları da bırak çek git. Ama yürek nasıl dayanır? Peki, benim vücut nereye kadar dayanır bu dayaklara? ”

* * *

Varoşlarda hayat nasıl akıyor? Biz bu hayatın neresindeyiz? Neresinde olmalıyız?

Her varoşta aynı oranda olmasa da değişik seviyelerde de olsa benzer sorunlar yaşanıyor. Buralarda belki eskisi gibi sık sık sular kesilmiyor, yollan çamur olan varoş sayısı azaldı belki, ama geçmişin bu ağırlıklı sorunları yerine başka sorunlar öne çıkıyor. Yozlaşma, şiddet, işsizlik, yoksulluk ilk elden aklımıza gelenler. Özellikle son 5-6 yıldır varoşlarda en öne çıkan gündemler yozlaşma ve çeteleşme. Bunların yanında eğitim, sağlık ve barınma da karşılanamayan ya da karşılanmasında en çok zorlanılan ihtiyaçlar olduğu için sorunlar listesinde en başlarda yer alıyor. Sorunlar yumağı içinde debelenen ama bir türlü çıkış yolu bulamayan, zaten çıkış yolu da ara(ya)mayan bir topluluk var buralarda. Sorunlar onları yönetiyor, onlar sorunları değil. Sorun yönetmek kavramı çok iddialı artık zaten.

Yoksuldur, her an işsiz kalabilir, o yüzden iş yerinde sürekli boyun eğer. Eve ekmek parası götürebilmek büyük bir meziyettir artık çünkü. Güvencesizdir, sigortasızdır. Yarınının ne olacağı belli değildir, bu yüzden yarını düşünmez, düşünemez. O gün kamı tok mu, bunu düşünür.

Çocukları genelde okuyamamıştır. ‘Başarı oranları’ düşüktür. Zaten okuyamayan çocuklar küçük yaşta bir atölyede çalışmaya başlar. Ancak bir süre sonra çalışma hayatının ağırlığıyla bir taraftan da renkli kutunun sunduğu hayatın ‘cazibesine’ özenerek, çalışmak saçma gelmeye başlar çoğuna. Ya işten atılırlar ya da kendileri çıkarlar. Artık onlar ‘lümpendir’. İşsizdir, beş parasızdır. Puma ayakkabı giymek, Levis pantolon giymek onun da hakkıdır oysa. Bunları elde etmek için her yol mubahtır. Zaten ‘değer’ ne demektir ki! Onlar bu kelimenin anlamını bilmezler. Çünkü devraldığı miras bohçasından bu çıkmamıştır. Babası işten atılmamak, patrona şirin gözükmek için daha geçen gün Ferit amcayı sendikacılık yapıyor diye ihbar etmemiş midir? Annesi kocasının dayağından bezdiği için ona sığınan Gülfidan teyzeyi kapıdan çevirmemiş midir? Lümpenlikten çeteleşmeye adım atmaya başlar. Kaçta yatıp kaçta kalktığı belli değildir. Her gün ‘takıldığı’ bir köşe başı mutlaka vardır. Zaman kavramı gelişmemiştir. Hırsızlık ve gasp meşrudur onun kafasında. Hele uyuşturucuyu çekince içinde kalan son vicdan kırıntılarını da savarak gönül rahatlığıyla yapar işini… Bu en uçtakilerin hayatı. Ya ortada olanlar… Yarı işsiz, yarı işçi olabilir ya da daha düzenli bir işte çalışıyordun Çete diyemeyeceğimiz grup diye ifadelendirilebilecek bir araya gelişler olur, çünkü varoşlarda hayat çok acımasızdır. Kendisini korumak için bir gruba mensup olmalıdır. Bu kimi zaman bir siyası yapılanma dahi olabilir, yeter ki onu güçlülerin adaletsizliğinden korusun. İlkel bir korunma içgüdüsüyle hareket eder. Başka bir şansı yoktur çünkü. Peki, ‘temiz aile çocukları’ yok mudur? Vardır elbet ama onlar etliye sütlüye dokunmadan bir kıyısında yaşarlar mahallelerin. Bir etkilen yoktur, ama olumsuzluklardan her an etkilenebilirler. Değer dünyaları daha gelişkindir, ancak düzenle kurdukları bağlar da öyle, çünkü düzen onları tamamen itmemiştir, ‘iyi’ bir gelecekleri olabilir, bu umutla yaşarlar.

Peki ya kadınlarımız. Herhangi bir varoşta bile farklı sınıflardan kadınlar bulunabilir. Ancak en fazlası küçük burjuvadır. Varoşların en çok ezilen kesimi dersek diğerlerine haksızlık etmiş olmayız herhalde. Yoksulluğun faturasını; karşılıksız emek harcamada artış, şiddetin mağduru olma gibi farklı şekillerde öderler. Bazıları bırakın reçel, salça yapmayı ekmeklerini bile kendileri yapar. Çocukların, hastaların bakımı onların sırtındadır. Evlere temizliğe gidilir, hiçbir güvencesi ve sigortası olmadan. Evde boncuk işi yapılır, ekmek parası karşılığına saatler harcanarak. Yaşamın içinde, belki de en çok üretenidir ama en az söz sahibi olanı, en az etkili olanıdır.

Çocuklarımız… Bir karış oyun alanına muhtaç, 60-70 kişilik sınıflarda ‘eğitim’ alan, ‘eğitilemeyince’ itilen, yüzde onun içine giremeyince kakılan, aptal ilan edilen, hep ulaşamadıklarına özenen, karnı aç olmasa da nefsi aç çocuklarımız, geleceğimiz.

* * *

Varoşlarda akan hayatın önemli bir bileşeni: Şiddet. Geleceğim göremeyen, düşünemeyen bir topluluğun neredeyse insanlık tarihinde geriye dönüşünün emaresi… Orman kanunlarının geçerli olduğu, haklının değil güçlünün söz sahibi olduğu bir ortam… Hak, hukuk, adalet buralara uzak düşüyor. Şiddet, kaynağını büyük oranda; itilip kakılan, ihtiyaçlarını karşılayamayan, özendiklerine ulaşamayan insanların içlerinde biriken öfkeden alıyor. Hayatta amaç edinme sorunu yaşayan, bu sorunun farkında dahi olmayan gençler peşinde koştu(ruldu)kları metalara ulaşamadıkça, ‘başarısızlıkları’ yüzünden itilip kakıldıkça içlerinde öfke biriktiriyorlar. Bu öfke genelde kendinden zayıf unsurlar üzerinde şiddete dönüşüyor. Bu, çoğunlukla gruplar ya da çeteler eliyle yapılıyor. Varoşlarda tek başına kalmak ölmekten beter, şamar oğlanı olmamak içten bile değil ya da evden dışarı fazla çıkmayacaksın, bol seçenekli bir hayat(!).

Adaletsizliğe karşı adaletin inşası, içte biriken öfkenin düzene yöneltilmesi bu konuda yapılması gereken, yapmaya çalıştığımız iki önemli çalışma. Adaletsizliğe karşı adaletin inşası sırasında gerçekten adil olmak ve devrimci-sosyalist değerlerle bu adaleti inşa etmeye çalışmak çok önemli. Gerçekten adil olmak, pragmatizmden tamamen soyutlanmayı gerektiriyor. Çevremizdekileri tutacağız veya sayımızı artıracağız diye kaygı taşıyarak hareket etmek bizi nihai amacımızdan uzaklaştırır. Adaletin inşası sırasında “kimin adaleti, hangi değerlerin adaleti?” sorularını aklımızdan bir an olsun çıkarmamalıyız. Özellikle yerel kadroların bu konuda eğitimi oldukça önemli. İçinden çıktığı toplumun gerici değerlerini üreten bir adalet anlayışı mahkum edilmeli. Halklaşmaya doğru giderken sosyalist değerlerin inşası ve gerici değerlerle savaşım ustalıkla yapılabilmeli. Yoksa kurduğumuz halk mahkemelerinin ‘aile meclislerinden’ bir farkı kalmayabilir.

Kitlenin içinde biriktirdiği öfkenin düzene yöneltilmesi üzerinde dikkatle durulması gereken bir konu. Çalışmalarımızda şimdilik daha çok düzenin yerel kurumlarına dönük hedef almalar oldu. Özellikle yozlaşmanın kaynağı olan bar, pavyon ve birahaneler, çeteler, uyuşturucu satıcıları, sivil faşistler gibi… Bu seviyede kat edilmesi gereken daha epey mesafe var. Ancak bir sonraki seviyeye, ‘cennetin kapılarının tekmelenmesine’ hazırlık akıldan hiç çıkarılmamalı. Yoksulluğun, sefaletin asıl kaynağına çevrilebilmek öfkeler. Yaşadığımız yerlerin sınırını aşmayan bir savaş, düzeni fazla zorlamaz, hatta varoşların biraz temizlenmesi bazen işine bile gelebilir.

Burada sırası gelmişken çeteleşme olgusuna bakışımız ve yaklaşımımızla ilgili birkaç değinme yapmak gerekiyor. Daha öncede belirttiğimiz gibi çeteleşme asıl kaynağını, varoşlardaki şiddet ortamından korunma içgüdüsünden alıyor. Ancak çeteler aynı zamanda bu adaletsiz şiddetin kaynağı oluyorlar. Sadece şiddet kaynağı olmakla kalmıyorlar aynı zamanda ‘suç’ örgütlerine dönüşüyorlar. Çünkü bir araya gelişlerinin bir diğer nedeni ulaşamadıklarını elde etmek oluyor. Çetelerin bir kısmı sadece adaletsizliğe karşı adaletsizce şiddet kullanarak korunma grupları olarak kalabiliyor. Ancak çeteleri oluşturan kişilerin pek çoğu esrar, hap gibi uyuşturucular kullanıyor, çevreye duruşlarıyla rahatsızlık veriyor. Çetelerin önemli bir kısmı ise tüm bunların yanı sıra hırsızlık, gasp, uyuşturucu madde satıcılığı yapıyor. Çetenin gücüne ve kapsamına göre bu işlerin kapsamı da değişiyor. Bu yapısından dolayı çetelerin her türlü boyutuyla karşımıza alınması ve dağıtılmaya çalışılması gerekir diye düşünülebilir. Yozlaşmanın kaynağı deyip ya tamamen karşımıza almak ya da gücümüz yetmez deyip hiç dikkate almadan çalışma yürütmek tercih edilebilir. Bunların ikisi de bizi varoşlarda iktidarlaşma hedefinden uzaklaştırır. Şunu hiç unutmamalıyız ki çeteleri oluşturanlar bu toplumda en altta kalanlar ve düzenle çelişkileri en keskin olanlardır. Ama aynı zamanda biçimlenmeye, değer üretmeye en uzak olanlar. Varoşlarda iktidarlaşma mantığımızın merkezine koymasak da bu kesimi örgütlemek oldukça önemli. Çetelen yok saymak bizi buralarda akan hayatın dışına atar. Onları tamamen karşımıza almanın da örgütlenmede bir karşılığı yoktur. Çetelerin özellikle küçük çaplı olanları ve az çok bir takım değerleri barındıranlarıyla ilk elden ilişkilenme ve bunları örgütleme tercih edilebilir. Ancak burada oldukça usta olmak gerekir. Grubun kendi iç dinamikleri dikkate alınmalıdır. Bu dinamiklerin açığa çıkardığı olanak ve çelişkiler değerlendirilip örgütlenme yapılmalıdır. Bu kesimin hareket ettirilmesi sürecinde adalet, şiddet gibi kavramlara yaklaşım pratikte her olayda tekrar tekrar sorgulatılıp bunun üzerinden değerlerimiz inşa edilmeye çalışılmalıdır. Değerlerimizin inşasından hemen ilk elden sosyalist değerlerin inşası anlaşılmamalıdır. Bu mümkün değildir zaten. Değersizleşmenin vardığı boyut düşünülürse en ilkel insani değerlerin tekrar sorgulatılıp inşa sürecine buradan başlamak gerekir dersek abartmış olmayız herhalde. Daha büyük çaplı veya yozlaşmanın kaynağı olan çetelerle ilişki, asıl zorlanılan ve pratikte daha epey yol alınması gereken bir konu. Bu çetelerin bir kısmının devletle direkt bağları olduğu da dikkate alınmalıdır. Yeterince güçlü olmadan bunlarla ne ‘ilişkilenmek’ ne de bunları karşımıza almak mümkün değildir. İlişkilenmek kavramı doğru anlaşılmalıdır. Bundan kastedilen devletle ilişkisi olmayanları, iktidarlaşmaya yürürken güçlendiğimiz oranda cennetin kapılarına yönlendirebilmektir.

Varoşlardaki çalışmamızın bir ayağını da dayanışma çalışması oluşturuyor. Dayanışma çalışması üzerine epey bir literatür biriktirdik. Burada yazının bütünlüğünü oluşturması adına kısaca bazı noktalara değinmekle yetineceğim. Varoşlarda hayat sorunlarla akıyor demiştik. Sorun hayatın içinde her zaman vardır, ancak çözülmezse gerilim biriktirir. Sorun çözmekten uzak bir topluluk demiştik. Bunun da en önemli nedeni örgütsüzlük. Bu genel sorunu çözmek için dayanışma çalışması işin bir yönü. Sihirli bir kelime veya bizim keşfettiğimiz bir şey değil elbette. Ancak örgütlülüğün dibe vurduğu, sosyalistlerin halkla ilişkilerinin oldukça zayıfladığı bir dönemde öne çıkan bir çalışma tarzı oldu. Dayanışma aslında örgütlülüğün en ilkel basamağıdır. İnsanın toplu halde yaşamasının mantıksal bir sonucudur. Ancak günümüzde kapitalizmin geldiği aşamada bireycileşmenin yaygınlaşmasıyla unutulan bir değer oldu. Bu değerin bizim tarafımızdan öne çıkarılışı tamamen örgütlülüğe hizmet etmesi amacıyla olmuştur. Sorunların içinde debelenip duran halka ‘yok bize bizden başka çare’ gerçeğinin gösterilmesi, yaratılması sürecinin bir boyutu belki de ilk aşaması olmuştur. Bu çalışmada ilk basamakta dayanışma çalışmasının emekçisi bizler olduk. Giysi dayanışması, kitap dayanışması, sağlık dayanışması, yaz okulu derken tüm bu süreçlerin örgütlendiği yoğun emek süreci bizim sırtımızdaydı. Başlangıç için başka bir seçeneğimiz de yoktu. Ancak bir süre sonra bu çalışmanın kısa sürede örgütlülüklerin yaratılması gibi bir sonucu olmayınca tartışmalar başladı. Bu tartışmaların bir boyutunu ‘halk dayanışmıyor, dayanıyor’ tespiti oluşturdu. Bu tespit bir açıdan doğruydu da. Ama burada bizim sürece nasıl yaklaştığımız ve beklentilerimizin vadesi önemlidir. Biz, hizmet sunma ardından da halkın minnet duygusuyla peşimizden gelmesi gibi bir mantıkla yaklaşırsak o da dayanışmaz dayanır elbette. Ya da örgütsüzlüğün boyutlarını küçümser, halkın bu noktadaki bilincinin nasıl geriletildiğini görmez, hızla sonuç almayı umarsak bizde de umutsuzluk oluşur. Umutsuzluğa düşmemenin ilk koşulu gerçeği olduğu gibi görme cesaretidir. Ama o gerçeğe teslim olmadan… Dayanışma çalışmasının geldiği aşamada bir diğer uç nokta da, pratikte sivil toplum kuruluşlarının çalışmasını aşmayan bir yaklaşım olmuştur. Daha doğrusu dayanışma çalışmasından bazı yapılar bunu anlamıştır ve bilinçli bir tercihle, liberal duruşlarının mantıksal sonucu olarak bu seviyeyi aşmamışlardır. Bizim için bu noktaya bilinçli bir yakınlaşma olamaz elbette, ancak çalışmanın her adımında “bu dayanışma çalışması örgütlenmeye ne kadar hizmet eder, bizi bu hedefe ne kadar yakınlaştırır” diye, araç- amaç ilişkisi çerçevesinde bıkmadan usanmadan sormazsak kendimizi hiç istemediğimiz bir noktada bulabiliriz.

Varoşlarda iktidarlaşmanın olmazsa olmaz bir boyutu da ekonomik hayatın içinde olmaktır. Halkın her geçen gün daha fazla yoksulluğa itildiği, aç, işsiz bırakıldığı bir ortamda bu çalışma oldukça önem kazanıyor. Varoşlarda nisanlar ekonomik sorunlarım ya hırsızlık, gasp gibi gayri meşru yollarla ya da düzenin veya Siyasal İslam’ın dilencileştirici kuramlarıyla çözmeye çalışıyor. Büyük bir çoğunluğu da bu sorununu çözemiyor elbette. Yoksulluk her geçen gün artıyor. Bu sorununu çözemeyen halk siyasileşmekte zorlanıyor, karnının açlığı ‘ülke soranlarıyla’ ilgilenmesini engelliyor. Bu nisanlara kura sosyalizm propagandası yapmak gelecek güzel günlerde açlığın nasıl yok olacağım anlatmak, hele reel sosyalizmin çözülüp post-modernizmin hücrelerimize kadar işlediği günümüzde hiç etkili olmuyor. Nasıl ki dayanışma çalışmasıyla soranlarımıza bugünden çözüm üretmeye çalışıyoruz, ekonomik çalışmayla da açlığa bugünden çözüm üretmeye çalışmalıyız. Aslında ekonomik çalışma dayanışma çalışmasının bir parçası olarak da ele alınabilir. Dayanışma çalışmasıyla eğitim, sağlık, barınma gibi soranlara bugünden müdahale edip çözüm üretirken halkın özörgütlerinin yaratılması hedefleniyor. Ekonomik çalışmayla da açlık, yoksulluk sorununa bugünden çözüm üretirken bu alanda örgütlenme yaratılmaya çalışılmalıdır. Bu çalışmaya dönük şimdiye kadar fazla deneyim biriktiremedik. Çalışmaya önce kendimizden başlamalıyız, ‘kelin ilacı olsa…’ misali. Çalışmanın halka dönük yüzünde şeffaflık, güvenilir ilişkiler kurmak oldukça önemli. Bir de bugünden söyleyebileceğimiz, yaptığımız çalışmada şeytandan kaçar gibi Siyasal İslamcıların dilencileştirme mantığından kaçmalıyız. ‘Üretmeden almak’ bizim çalışmamızın hiçbir aşamasında, hiçbir şekilde kesinlikle olmamalıdır.

Varoşlarda hayatın içinde olmak, iktidarlaşmanın olmazsa olmaz koşulu. Hayatın içinde olmak, çelişki noktalarında bulunmakla mümkün olabilir. Çelişkilerden, gerilimden kaçarak kıyıdan kıyıdan giderek iktidarla şanı ayız. Ancak hangi noktalarda, hangi hedefle bulunacağımızı çok iyi bilmeliyiz. Yani çelişki bizi değil biz çelişkiyi yönetmeli, yönlendirmeliyiz. Müdahale edeceğimiz her çelişkilim iktidarlaşmayla bağlantısını kurmalıyız. Elbette iktidarlaşmanın hangi aşamasında bulunduğumuzu unutmadan. Bazı çelişkilere sadece kadro çıkarmak için bile müdahale edebiliriz örneğin. Bu bizim genel iktidarlaşma hedefimizden uzak olduğumuzu göstermez, yeter ki ‘biz nasıl bir kadro, ne için kadro, bu çelişkiden nasıl kadro çıkar ve bir sonraki aşamada bu kadroyla hedeflerimizin hangi aşamasına yoğunlaşacağız?’ sorularının cevabını bilelim. Çoğu zaman müdahale ettiğimiz çelişkiyle birden fazla hedef gözetebiliriz. Bölgede yeni ilişkiler yakalama, varolan ilişkileri derinleştirme, öz örgütlerin yaratılmasında bir adım daha ilerleme, kadroların yetkinleştirilmesi, vb. Önemli olan önümüze gelen ya da bizim tespit ettiğimiz bir çelişkiye müdahale ederken hedefleri doğra belirleme ve planlı yürüyebilme. Şunu da hiç unutmamalıyız ki kimi zaman hayatın hızlı akışı içinde evdeki hesap çarşıya uymayabilir. Bu dununda hedefler tekrar tekrar gözden geçirilmeli, planın hangi aşamasında olduğumuz, amaçtan ne kadar saptığımız ya da yürürken önümüze çıkan daha önce fark etmediğimiz olanakları nasıl ele alacağımız değerlendirilebilmelidir. Kimi zaman da önümüze çıkan bir çelişkiye müdahale etmemeyi tercih edebiliriz, gücümüz ve hedeflerimizle bağlantılı değilse. Taktik esneklik günümüzün önemli bir kavramı olarak ele alınmalı. Atılan her taktik yürürken tekrar tekrar gözden geçirilmeli, genel hedefe ulaşmada bir soran yaşandığı görüldüğü an çelişkiler ustaca gerekirse başka bir taktikle yönetilmeye çalışılmalıdır. Örneğin, çelişki noktası gençliğin yozlaşması olsun. İlk elden akla gelen bu gençlerin zorun gücüyle hizaya çekilmesi ve böylece gençlerin örgütlenmesi olabilir. Ancak yürüdükçe bu gençlerin sadece zorun gücüyle değişip, dönüşemeyeceğini başka taktikler de atmak gerektiğini göreceğiz. Alternatif sunmadan sadece baskılayarak değişimin yaratılamayacağını göreceğiz. Bu kez alternatif yaratmanın yollarını aramaya başlayacağız. Bu alternatifler oluşturulurken daha önce fark etmediğimiz başka çelişkileri yakalayabileceğiz. Bu çelişkileri de en barışçılından en şiddetlisine değişik taktiklerle yönetmeye çalışacağız.

Varoşlarda hayatın içinde olmak, iktidarlaşmak için bugünden bakıldığında oldukça zorlu bir yoldan yürüyoruz. Ancak bu dönemde mücadelenin her boyutu ve türü zorlu. Bunun nedenleri ve sonuçları bu yazının kapsamı dışında kalıyor. Ancak şu kadarını söyleyebiliriz herhalde. Bu zorlu yolun yolcularına her dönemde olduğundan daha fazla misyon düşüyor. Kadroların bu durumun farkında ve buna hazırlıklı olması başarılı olabilmemizin olmazsa olmaz koşulu. Bir bilim inşam inatçılığıyla gerçeği görmeye çalışan, araştıran, hedeflere kilitlenmiş, bu noktada inatçı, ancak taktikler ve araçlar konusunda oldukça esnek olabilen kadrolarla başarıya ulaşabiliriz ancak. Bu dönemde böylesi kadroların yetişme zorluğunu unutmadan söylüyorum tüm bunları, çünkü başka türlüsüyle başarılı olabilmemiz mümkün değil. Akıntının bizim aleyhimize bu kadar güçlü aktığı bir ortamda yüzmeyi bilmek yeriniyor, akıntılarla boğuşacak ve akıntıyı tersine çevirebilecek bir yetenek ve azim gerekiyor. İnsanlık, akıntının gücüyle teslim olmayacaksa mutlaka bu dönemin kadrolarım da çıkaracaktır.