VAROŞLAR ÜZERİNE NOTLAR (I) – Fikret KIZILTAN

 

Düşünce ve Davranışta Yol, Sayı 4, Temmuz 2003

I- Gecekondu Mahallesinden Varoşa

Varoş kavramı Türkiye’de, Mart 1995’de İstanbul’un Gazi Mahallesi’nde ve 1 Mayıs 1996’da Kadıköy’de yaşanan olaylardan sonra yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Özellikle 3 işçinin öldürüldüğü Kadıköy’deki 1 Mayıs gösterisinin ardından, banka ve bazı dükkan camlarının kırılması, -yani mülkiyetin hedef alınması- burjuva medyada infiale yol açmıştı. Günlerce varoşlar üzerine dizi yazılar yayınlandı, “uzman” psikologlar çiçekleri ezen kızın haleti ruhiyesi üzerine derin analizlere giriştiler. Adeta canavarlaştırılan varoşlular her an gasp ve öldürmeye hazır bir kitle gibi resmedildi. Bu yabancılaştırıcı söylemin aksine, nadir de olsa varoşlarda yaşayanlar üzerine, 1970’lerin Türk filmlerini anımsatan romantik güzellemeler yapıldığı da oldu. Daha sonraki yıllarda da varoşlar çeşitli nedenlerle (özellikle seçim dönemlerinde) ilgi konusu olmaya devam etti.

Aslında varoşlara dair olumsuz imajın oluşması (ya da oluşturulması), 80’li yıllarda medyaya yansıyan tartışmalarda görülebilir. 50’li ve 60’lı yıllarda büyük kentlere gelen köylülerin oluşturduğu gecekondu bölgeleri yoksulların mekanı olarak görülürdü. 1980’lerle birlikte yoksul imajının yerine kamu toprağını gasp ederek zenginleşen rantiyer imajı almaya başladı. Medyanın genellikle kentli orta sınıfların duygu ve eğilimlerini yansıttığını düşünürsek, bu kesimin gözünde gecekonduların “masumiyetini” yitirdiğini düşünebiliriz. Bu algı değişiminde kuşkusuz 80 askeri darbesinin ardından yaratılan politik-kültürel ortam ve Özal döneminin “zengini severim” (yani yoksulu sevmem) söyleminin etkisi başattır. Ancak bu değişim salt söylemsel bir mücadele sonucunda gerçekleşmedi. Gaspçı, rantiyer imajı, gecekondu bölgelerindeki gerçek toplumsal değişimlerin hazırladığı zemin üzerinde türetildi.

İşte varoş kavramı, 1990’lı yıllarda bu algılama değişiminin ifadesi haline geldi. Daha önce “gecekondu mahallesi” olarak adlandırılan yerlere “varoş” denilmeye başlanması, bu mekanlara bakışının köklü bir biçimde değiştiğinin göstergesiydi. Gecekondu dendiğinde, her ne kadar kent hukukunun dışında oluşsa da, zamanla kentin bünyesinde eriyeceği düşünülen geçici bir sosyal olgu kastedilirdi. Gecekondulu da henüz kentlileşememiş ama zamanla kent kültürünü benimseyecek olan köylülerdi. Genellikle olumlu bir imaja sahiptiler. Oysa varoş, dışlanmayı, kalıcılığı, kent kültürünü tehdit eden bir gücü, suçu vb. şeyleri çağrıştırıyor. Varoşta yaşayanlar da adeta kenti işgal etmeye gelmiş “barbarlar” olarak resmediliyor. Giderek varoş diye adlandırılan kenar mahalleler, artık tekin olmayan mekanlar olarak algılanmaya başlandı. Medyada üretilen söylemleri bir kenara bırakırsak, gecekondu kavramının, yoksulluğa işaret eden sosyo-ekonomik bir tanımlama olarak oldukça açıklayıcı olduğunu söyleyebiliriz. Ancak varoş kavramı için aynı şeyi söylemek zor. Gecekondu mahallesi dendiğinde kafamızda hemen bir resim canlanır. Oysa varoş için aynı netlikten söz edilemez. Varoşu gecekondudan ayıran özellikler olarak heterojen yapısı, kalıcılığı, kendi içinde gelişme dinamikleri taşıması (yani kent merkezinin bir eklentisi değil), enformel sektörün gelişimiyle sıkı ilişkisi sayılabilir. Hatice Kurtuluş’un ifadesiyle “Dünya kapitalizminin hızla yeniden yapılandığı 1980’lerden itibaren giderek derinleşen sosyal eşitsizlikler ve gelir dağılımının alt sınıflar aleyhine dramatik biçimde bozulması, kentin sınıfsal kimliklerinde de önemli dönüşümler yaratmıştır. 1960 ve 70’lerin kentli orta sınıf için bir tehdit oluşturmayan gecekondu kimliği, yerini tepki ve şiddet barındıran varoş kimliğine, buna karşılık, yine aynı yılların kentle barışık gösterişsiz orta sınıfı yerini, kentin tehlikelerinden, çevre ve görüntü kirliliğinden uzaklaşmak ve alt sınıflarla mekansal temasını azaltmak isteyen dışlayıcı bir orta sınıf kültürüne bırakmaktadır.”‘

Kültürel çağrışımları daha baskın olan varoş, sahip olduğumuz kavramların artık karşılayamadığı karmaşıklaşan toplumsal gerçeği tanımlamada, daha iyisi üretilene kadar kullanmak durumunda olduğumuz bir kavram. Kesin olan bir şey varsa o da artık gecekondu kavramının büyük kentlerdeki 20-25 yıllık dönüşümü açıklamakta yetersiz kaldığıdır.

II- Varoşlaşmanın Tarihi

Türkiye’de kırdan kente göç kapitalizmin hızlı bir gelişim seyrine girdiği 1950’li yıllarda başladı. 1945’de 4,7 milyon olan kent nüfusu 1997’de 40 milyonu aştı. 1945’de kentleşme oranı %25’ken 1997’de bu oran %70’e ulaştı. Kırda makineleşmenin yol açtığı göç dalgasının kentlere yığdığı nüfus, formel iş piyasasında istihdam edilemediği gibi barınma konusunda da herhangi bir sosyal politika uygulanmadı. Batı ülkelerinde kente göçerek işçileşen nüfus için sosyal konutlar inşa edilerek, barınma ihtiyacı devlet ya da sermaye tarafından karşılanmıştır. Oysa çoğu üçüncü dünya ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de göçle gelenler için sosyal konut uygulaması hayata geçirilmediğinden, göçmenler barınma ihtiyaçlarını kendileri karşılamak zorunda kaldı. İş bulabildikleri sanayi bölgelerinin hemen yanındaki boş arazilere (genelde vakıf ya da hazine arazileri) derme çatma kulübeler inşa etmeye başladılar. Doğrudan işgallerin yanı sıra el senedi, muhtarlık onayı vb. yöntemlerle toprak satın aldılar. Formel konut alanlarının dışında üretilen ve ilk başta köy evlerini andıran bu barınaklara, yapımları bir kaç gecede tamamlandığı için gecekondu denildi. Böylece gecekondu mahalleleri Türkiye’de ne sermayenin ne de devletin sosyal konut üretimine yanaşmaması sonucunda doğmuş oldu.

Zaman zaman yıkımlar gündeme geldiyse de asıl olarak devlet gecekondu yapımına göz yummuştur. Çünkü bu yolla, işgücünün yeniden üretilmesinde zorunlu olan barınma ihtiyacının karşılanmasının maliyeti, tamamen göçmenlerin sırtına yüklenmiş oluyordu. Yani proleterleşme sürecinin sistem açısından “ucuza getirilmesinin” bir yolu olarak gecekondulaşmaya büyük ölçüde göz yumuldu.

İlk yapıldığı dönemde gecekondular acil barınma ihtiyacım karşılamak amacıyla kullanıcıları tarafından derme çatma malzemelerden inşa edilmişlerdi. İşgalci, yapıcı ve kullanıcının henüz ayrışmadığı bu dönemde gecekondu üretimi konut piyasasının dışında gerçekleşiyordu. Öyle ki yapıldığı malzeme bile sağdan soldan toplanmış ağaç, teneke vs.den ibaretti. Yerleşim henüz resmileşmediğinden ticari bir beklenti de söz konusu değildi. Ancak zamanla kayda değer bir oy potansiyeline sahip olan işgalciler, yerel yönetimlere yerleşimlerini meşrulaştırması yönünde baskı yapmaya başladılar. Yerleşimlerin meşrulaşmasında, seçmen olmaktan kaynaklı gücün yanı sıra en etkili yöntemlerden biri de kitlesel eylemlerdi. Eylemlerin kitleselliği meşruluğu da beraberinde getiriyordu. Toplu halde belediyeyi basmak, yol kesmek vb. eylemlerle yerel yöneticiler üzerinde basınç oluşturuldu. Özellikle 80 sonrasında medyanın çeşitlenmesiyle beraber gecekondulular, medya üzerinden de yerel yöneticilere baskı yaparak durumlarını iyileştirmeye çalıştılar.

İşgal alanları bir kez meşruluğunu kazandığında artık alınıp satılabilir bir meta haline de gelmiş oluyorlardı. 1970’lerden itibaren gecekondu üretiminde işgalci, yapımcı ve kullanıcının ayrıştığını görüyoruz.2 Yapımda kullanılan malzemelerde artık doğrudan piyasadan edinilmektedir. Yapılan araştırmalar, 70’li yıllardan itibaren gecekondu üretiminin konut piyasasına duyarlı bir şekilde geliştiğini ortaya koymuştur. Ticarileşmeyle beraber, aynı kişinin birden fazla gecekonduya sahip olması ve kiracılık uygulaması görülmeye başlandı. Böylece işgal ve kaçak konut üretimi zorunlu bir ihtiyaç olmaktan çıkarak, zenginleşme yöntemi haline gelmeye başladı. Yalnız burada altı çizilmesi gereken şey, bu durumun sadece kente gelen yoksul göçmenler için değil, tüm toplumsal kesimler için geçerli olduğudur. Üst ve orta sınıflar da kent topraklarının işgali sürecinde yer alarak birikim sağlamışlardır.

Gecekondu mahalleleri 70’li yıllarda radikal siyasi hareketlerin etkinlik kazandığı yerler oldu. Ülke genelinde sınıf mücadelesinin yükselişi emekçi semtlerinde solun geniş bir taban kazanmasını sağladı. 80 darbesiyle kurulan askeri yönetim, solun “kurtarılmış bölgelerini” önce askeri/polisiye yöntemlerle kuşatma altına aldı. Daha etkili olan ekonomik yöntemlerse Özal döneminde gerçekleştirildi. 1983 yılında Özal, ilk kez hükümet kararıyla, gecekondu bölgeleri İçin imar affı çıkararak tapu tahsis3 belgeleri dağıttı. Bu uygulama, 1970’li yılların sonunda sistemden uzaklaşarak radikal sol akımlara destek vermeye başlamış olan gecekonduluları yeniden kazanma yönünde bir girişimdi. Bu dönemde illegal konumdaki pek çok konut, tapu tahsis belgesiyle meşrulaştı. Küçük mülk sahipliği gecekonduluları giderek daha heterojen bir toplumsal kesim haline getirirken, daha bireysel davranmaya ve toplumsal kurtuluş mücadelesinden uzaklaşmaya da zemin hazırlamış oldu. Işık ve Pınarcıoğlu’nun ifadesiyle “gecekondulaşmanın yol açtığı arsa emlak piyasasında oluşan rantların geniş toplum kesimlerine transferi, yoksulluğun sistemi tehdit eder boyutlara gelmesini engellemiştir.”‘1

Kırdan kente göç özellikle 80’den sonra uygulanan yeni liberal ekonomi politikalarına bağlı olarak hızlanmaya başladı. 1960-80 arası kentlerde yıllık nüfus artışı %4’ken, 1980-90 arası %6’ya çıktı. Zaten kalabalık olan kentler daha hızla büyümeye başladılar. Büyük bir hacme ulaşan enformel konut ve iş piyasasının etkisiyle artık bünyesinde çok heterojen bir nüfusu barındıran varoşlar kentsel yerleşimin en büyük kesimi haline geldi. Ruşen Keleş’in 1992 yılında verdiği rakamlara göre İstanbul ve İzmir’de kent nüfusunun yarısından fazlası, Ankara’da ise %72’si varoşlarda oturmaktadır. Bu oranlar son on yılda daha da artmış olmalıdır. 90’lar boyunca varoşlar, hem yeni işgal ve yerleşimlerle yatay olarak hem de izinli/izinsiz çıkılan katlarla dikey olarak genişledi. Kent merkezinde yer alan bazı semtlerin varoşlaşmasını da buna eklemek gerekiyor. Varoşlaşan semtlerdeki yoğunluk oram olağanüstü artarken5 sosyal yapı da -sınıfsal, kültürel, etnik ve mezhepsel olarak- daha heterojen bir hale geldi.

80 sonrası uygulanan yeni liberal politikalarla kent mekanı ulusal ve uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmeye başlandı. İstanbul örneğini inceleyen Hatice Kurtuluş bu süreci “Kentsel gelişme sektörü çerçevesinde İstanbul metropolitan alanına akan kamu kaynakları ve ulusal/uluslararası sermaye, kentin mekansal yapısında radikal bir dönüşüm süreci başlatmıştır. Kapitalist ekonomilerde egemen olan yeni-liberal ekonomi politikalarıyla paralel giden yeniden yapılanma süreçlerine, kentsel mekan, sermaye birikim sürecinin başrol oyuncularından biri olmakta… İstanbul, bir yandan, yeni-liberal iktidarın ithal ikameci dönemin koruma duvarlarını kaldırmasıyla küreselleşen yasal ve yasadışı sermayenin yatırımlarına açılırken, diğer yandan da kentsel alandaki rantların büyüklüğünü fark eden ulusal sermayenin çekim alanına girmektedir,”6 ifadesiyle özetliyor. Sınıflar arasındaki eşitsizlik derinleştirirken, bu sürece paralel olarak kent mekanındaki kutuplaşma da belirginleşmeye başladı. Orta ve üst sınıflar kentin dışında “refah adacıkları” olarak adlandırılan özel güvenlikli lüks sitelere taşınırken, işçi sınıfı ve kent yoksulları kentin sürekli daha dış çeperine doğru yayılan varoşlarda görece “kapalı” bir yaşam sürmeye başladılar.

90’lı yıllarda kentler yeni bir göç dalgası ile karşılaştı. “Düşük yoğunluklu savaş”ın metropollere sürdüğü Kürt köylüleri kentlerin yeni ve en yoksul göçmen tabakasını oluşturdular. Zorunlu göç niteliğindeki Kürt göçü daha önceki göçlerden çok daha ağır sosyal sorunları da beraberinde getirdi. 3 milyonun üzerindeki Kürt nüfusu, metropollerin en çeperindeki alanlara ve “çöküntü alanı” olarak tabir edilen merkez içi mekanlara yerleşmek zorunda kaldılar. Göçün bir anda tüm aile bireylerini kapsaması, maddi birikimlerin neredeyse tamamen geride bırakılmış olması, hiç bir sosyal güvencenin olmaması ve 90’larda kentsel olanakların tükenmiş olduğu gerçeği Kürt göçmenleri çok ağır şartlarla karşı karşıya bıraktı. Bugün Türkiye metropollerinde kent yoksullarının önemli bir bölümünü zorunlu göçle gelen Kürtler oluşturmaktadır.

Son olarak IMF güdümünde uygulan “tarım reformu”nun tarım sektörünün tasfiyesine ve kırlardan kentlere yeni bir göç dalgasına yol açacağı görülüyor. Tarım üreticileri, IMF programlarına bir süre direnseler de, orta vadede göç kaçınılmaz olacaktır. Bazı araştırmalar yeni göç dalgasının beklenenden de daha çabuk bir sürede gerçekleşeceğini gösteriyor. Tarımla geçimin yaygın olduğu 23 ilde İstanbul Belediyesi’nin yaptırdığı bir araştırmada, başta İstanbul, İzmir ve Antalya olmak üzere büyük şehirlere 2 milyon köylünün göç edeceği ortaya konuluyor. Araştırmaya göre, 2003 yılında bu illerden sadece İstanbul’a 500 bin kişi göç edecek. IMF güdümünde uygulanan yeni liberal politikaların yol açacağı yeni göç dalgası, kent yoksulluğunun kır bağlantısını da ortadan kaldıracağı için varoşlarda sınıfsal çelişkilerin çok daha keskinleşmesine yol açacaktır.

III- Yoksulluk Merdiveni

İş piyasasının yeterince gelişmediği üçüncü dünya ülkelerinde, alt sınıflar açısından ekonomik refaha kavuşma çabasında konut piyasasının daha elverişli olması yaygın olarak görülen bir durumdur. Şehre gelen göçmenler düzenli bir iş bulamasalar bile ucuz arazi temin etmek yoluyla ekonomik durumlarını iyileştirebildiler. Düzenli bir iş gelirine sahip olamayan ya da çalışarak elde ettiği gelirle sosyal konumunu yükseltemeyenler için enformel konut edinimi çok daha cazip görülmüştür. Arazi işgalleri ve ucuz konut edinimi, -herkes bu sürece eşit oranda katılamadığından, hatta kimileri dışlandığından- sosyal tabakalaşmayı önemli ölçüde etkileyen bir faktör oldu. Siyasi bağlantıları olanlar ve hemşehrilik, mafya ya da başka bir örgütlülük içinde bulunanlar bu konuda daha avantajlı olmuşlardır.

İlk gelen göçmenler sonradan gelenlere göre daha avantajlı bir konumda oldular. Erken gelenler enformel konut piyasası içinde edindikleri arsa ve gecekondularını sonradan gelenlere kiraladılar ya da sattılar. 80’li yılların sonunda imar izinlerinin çıkmasıyla gecekondular hızla apart-kondu da denilen çok katlı beton yapılara dönüştü. Bu yıllarda gecekondu sahipleri, bu fırsatın bir daha yakalanmayacağı düşüncesiyle tüm birikimlerini kullanarak ve borçlanarak birbirleriyle yarışırcasına 4-5 katlı binalar yaptılar. Binalar daha bitmeden içlerine girildi ve oturulurken eksiklerin tamamlanması yıllarca sürdü. Sonuçta bir köy manzarasını andıran gecekonduların yerini çoğu bitişik nizam yapılmış kırmızı tuğla ve beton yığınları aldı. Binaların son katlarında görülen inşaat demiri saçakları ise ilerde daha fazla kat çıkma ihtimalini hep canlı tutacak bir işaret gibi kaldı.

İlk gelenler görece kent merkezine daha yakın bölgelere yerleşmişlerdi. Daha sonra gelenler daha çeperlere yerleşmeye başladılar. Merkezi bölgelerde tutunamayanlar, daha çeperlere taşınarak ev sahibi olabildiler. İşgal ya da enformel satışlarla edinilebilecek topraklar sonsuz olmadığından enformel konut alanının genişlemesi bir yerde durmak zorundaydı. İşgaller 90’lı yıllar boyunca da azalarak sürdü. 90’lı yıllarda gelen yoksul göçmenler genelde daha önce gelenlerin yaptığı apart-kondulara kiracı olarak girdiler. Böylece erken gelenler geç gelenlerin üzerinden rant elde etmeye başladılar. Kent genişledikçe merkeze yakın olan eski gecekondu mahallelerinde gayrı menkul fiyatları hızla yükseldi ve buralarda oturanlar görece daha fazla kazanç sağladılar. Konut piyasasında yaşanan “nöbetleşe yoksulluğa”7 paralel olarak, iş piyasasında da kente daha erken gelip küçük bir atölye açmış olanlar, sonradan gelenleri (çoğunlukla akrabalarını) işçi olarak yanlarına aldılar. Kentleşme sürecinde, erken gelen göçmenler, adeta bir sonraki kuşağa yoksulluğu devrederek bir üst basamağa çıktılar. Kapitalizmin gelişim biçimi genel beklentinin aksine emekçileri asgari bir yoksulluk sınırında eşitlemeyip, son derece karmaşık bir sosyal tabakalaşmaya yol açtı.

Yoksulluk kavramını tartışan Işık ve Pınarcıoğlu, yoksulluğun iki türünden söz ediyorlar. Birincisi Batı literatüründe underclass (sınıf altı) olarak tanımlanan izole edilmiş ve değiştirme güçlerini yitirmiş bir şekilde terkedilmiş kent merkezlerinde yaşayan kent yoksulları; öbürü ise kentlerin çeperlerinde, hemşehrilik bağları ve enformel sektörün olanaklarıyla yaşam koşullarını dönüştürme gücüne sahip olan varoş yoksulları. Kent yoksullarıyla varoş yoksulları arasında yapılan ayrım doğru görünmekle beraber, Işık ve Pınarcıoğlu’nun ‘tinerci çocuklar’ dışında Türkiye’de dışlanmış kent yoksulu olmadığı iddiasını8 onaylamak mümkün değil. En azından 90’lı yıllarda İstanbul’da böyle bir kesimin ortaya çıktığı rahatlıkla söylenebilir. Kent yoksullarını Avrupa ve ABD’de olduğu gibi ille de kent merkezlerindeki çöküntü alanlarında aramak gerekmiyor. Tarlabaşı gibi kent merkezindeki “çöküntü alanlarını” saymazsak varoşlarda çeşitli nedenlerle dışlanan, izole olmuş, dönüştürme güçlerini yitirmiş hanelerin oluştuğunu göz önünde bulundurmak gerekir. Sema Erder’in Ümraniye araştırmasında terkedilmiş yaşlılar, dullar, iş kazalarında sakatlananlar, zorunlu göçle gelen Kürtler vb.’lerinin -akrabaları olsa bile- dışlandıkları anlatılmaktadır.9 Varoşlarda “en alttakileri” oluşturan kesimin, dayanışma ağlarının dışına düşme ve yükselme umudunu yitirme anlamında dışlanmış kent yoksuluna dönüştüğü söylenebilir. Geleneksel dayanışma ağları hiç bir zaman herkesi kapsamadığı gibi yer yer çözülme sürecini de yaşıyor.

Sevilay Kaygalak’ın Mersin’in Demirtaş Mahallesi’nde yaptığı alan araştırması da mahalleye 90’larda gelen göçmenlerin (ki büyük oranda Kürt) toplumsal konumlarını yükseltme umudu taşımadıklarını ortaya koyuyor. Kaygalak’ın araştırması mahallenin “yerlileriyle” farklı dönemlerde göç etmiş olanlar arasındaki sosyal farklılaşmayı net bir biçimde ortaya koyuyor. 90 sonrası göç etmiş olanlar daha öncekilere oranla daha çok enformel sektörde çalışıyorlar, işsizlik ve çocukların çalıştırılması daha yaygın, eğitim ve sağlık hizmetlerden daha az yararlanıyorlar.10 Kent yoksulluğu 80 öncesinde kolayca geçici bir kategori olarak değerlendirilebilirdi. Ancak artık niteliksiz emek açısından yükselme umudu büyük oranda tükenmiştir. Enformel sektörün ve mafya ekonomisinin sunduğu olanaklar da sonsuz değildir. Tıpkı enformel konut piyasasının artık son sınırına gelmiş olması gibi, uluslararası sermaye örgütlerinin dikte ettirdiği yasal düzenlemelerle enformel iş piyasası da ciddi bir sınırlama girişimi ile karşı karşıyadır. Tabi bunun ne kadar başarılabileceği ayrı bir konu. Çünkü “küreselleşme” olarak adlandırılan sürecin sağladığı yeni imkanlarla birlikte enformel sektör yeni olanaklara kavuştu. Bavul ticaretinden korsan CD’ye çok geniş bir yelpazede uluslararası bir nitelik kazanmış durumda.

Sonuç olarak yoksulluk merdiveninin en alt basamağındakiler artık sistem içinde yükselme umutlarını büyük oranda yitirmişlerdir. Bu kesim yeni katılımlarla sürekli büyürken, bir yandan da enformel sektör kimi rahatlama kanalları yaratmaktadır. Enformel sektörün işleyişi, işçi sınıfı ve kent yoksullarını belli bir yoksulluk düzeyinde eşitlemek yerine, çok katmanlı ve hareketli bir tabakalaşmaya yol açmaktadır.

IV- Yerelin Kuruluşu

Gecekondu hareketi özellikle işgal ve yerleşme sürecinde radikal bir görünüm arz ediyordu. Yerleşimin meşrulaşmasının ardından, gecekondulular yaşam koşullarının iyileştirilmesi yönünde mücadele etmeye başladılar. Konut güvencesinin sağlanmasından sonra su, kanalizasyon, elektrik, ulaşım, okul vb. talepler öne çıkmaya başladı. Bu taleplerin karşılanması için yerel yönetimle sürekli ilişki içinde olmak gerektiğinden özellikle muhtarlık ve belediye seçimlerine karşı ilgi hep yüksek oldu. Formel yerel politikaya aktif olarak katılanlar, genellikle mahallenin eskileri ya da işgal sürecinde önder rolü oynamış kişilerdi. Ekonomik durumları görece iyi olan bu kişilerin, muhtarlık ve belediye meclislerinde görev alarak mahalle halkıyla resmi kurumlar arasında aracılık rolü oynadıkları söylenebilir.

Belediye olmak ya da bir belediye sınırlarına katılmak mülkiyet haklarının büyük ölçüde garantiye alınmasını sağladığından, yerel politikanın yapılabilmesi için bir başlangıç notası olma özelliği taşıyor. Ortak bir mekanda yüz yüze toplumsal ilişkilerin süreklilik kazanmasıyla “buralı” olma bilinci gelişiyor. Yerelin sürekli yeniden kurulduğunu belirten Sema Erder, onun karmaşık yapısını anlamak için hem yerelin iç ilişkilerine hem de sistemle kurulan ilişkilere bakmak gerektiğini söylüyor.” Yerel üstü kurumlar yerelin bünyesine uyum sağlayarak işleyebiliyorlar, örneğin siyasi partiler arasında ulusal ölçekte yaşanan çelişkiler, yerel politikada önemsizleşebiliyor. Yerelin kurulmasında muhtarlık, cami, cemevi, dernek, kahve gibi mekanlar önemli bir işlev yükleniyor. Kahvelerin bir kısmı mesleki gruplara ait olabilirken, çoğu hemşehri gruplarına göre ayrılıyor. En çok başvurulan kurum muhtarlık, arkasından belediye. Mahalleli çoğu zaman belediye ile ilgili işlerini de muhtarlık aracılığıyla halletmeye çalışıyor. Muhtar ve belediye görevlilerinden sonraki en etkili kesim esnaf, öğretmenler ve din görevlileri. Hemşehri ve çevre derneklerine düzenli gidenlerse çoğu zaman parası ve zamanı olan görece iyi konumdakiler oluyor.

Yerel kimliği benimsemede ve yerel politika ile ilgilenmede en isteksiz olanlar genelde o yerele konum kaybederek gelenler, kiracılar, “en yoksullar”, iyi gelir getiren düzenli bir işe sahip küçük burjuva aileler, uzun çalışma saatleri olanlar. Yerelle kendisini daha çok ilişkilendirenlerse ev sahipleri, esnaflar, gençler ve kadınlar. Yerelin kurulmasına cinsiyet ilişkileri ekseninde bakan Heidi Wedel ise yerel üstü aidiyetler kurmada erkekler kadar şanslı olmayan kadınların, kendilerini yerel ilişkiler içinde var ettiklerini söylüyor.12 Erkekler mahalle dışında çalışma koşullarıyla bağlantılı ilişki ağları geliştirebilirken kadınlar ilişki ağlarını kendi çevrelerinde, oturdukları mahallede ya da evlerde oluşturuyorlar. Alt yapı eksikliğinden kaynaklı sorunlardan en çok etkilenenler kadınlar olduğundan bu konuda oluşan yerel politikanın asli unsuru da kadınlar olmakta.

Konut ve iş piyasasına ulaşmada kullanılan kanal hala büyük ölçüde hemşehrilik ve akrabalık bağlarıdır. Akrabalık bağlarının sıklığı coğrafi yakınlığa bağlı olarak değişiyor. İlişki sıklığı en çok komşu hemşehriler arasında görülüyor. Ancak Erder’in de belirttiği gibi “parasal ekonominin büyük ölçüde egemen olduğu bu ortamda, enformel ilişki kanalları nitelik değiştirmiş ve geleneksel dayanışma ilişkileri olmaktan uzaklaşmıştır. Gerek burada kurulan yeni yerel topluluk ilişkileri, gerekse gelirken getirilen kökene dayalı ilişkiler, kentsel yaşam deneyimleriyle yeniden tanımlanmıştır.”13 Hemşehriler ve akrabalar arasındaki dayanışma ilişkisi giderek seçici bir ilişki sistemine dönüşmüştür. Hemşehrilik bağı eğer bir çıkar sağlıyorsa kullanılır olmuştur. Bir avantaj yaratmayan hemşehrilik ve akraba ilişkilerinin önemsizleştiği görülüyor.

V- Kimlik ve Cemaatleşme

Gecekonduların kuruluş dönemlerinde, işgal ve meşrulaşma sürecinde farklı hemşehri grupları arasında zorunlu bir dayanışma mevcuttu. Bu dönemde kimlik daha çok hemşehrilik bağlantısıyla ifade ediliyor ve gerginlik yaratan bir ayrışma olarak görülmüyordu. Elbette kimlik çatışmasının bu dönemde yaşanmamış olması, farklılıkların olmamasından değil bu farklılıkların bir sorun olarak tanımlanmamasından ileri geliyordu. Yerleşme süreci meşruluk kazanılarak tamamlandıktan sonra, yaşam standartlarını arttırma yönünde bir mücadelenin başladığını yukarda belirtmiştik. Ancak farklı gruplar arasında kentsel olanakların paylaşımından doğan gerilime yeterli kamusal kaynak ayrılmamasından dolayı bir çözüm üretilemeyince, yeni dayanışma ağları oluşturmanın, yani cemaatleşmenin zemini yaratılmış oldu. Kaynakların paylaşılmasından çıkan sorunlar etnik ve mezhepsel çelişkileri arttırıcı bir rol oynadı. Ancak kıt kaynaklar için mücadele ile etnik ve mezhepsel çelişki arasında mantıksal bir bağ olmadığını belirtmek gerekir. Paylaşım mücadelesinin etnik ya da dinsel bir boyut kazanması tarihsel gelişmelerle ilgilidir.

Devletin 80 sonrasında kamusal harcamaları kısarak sosyal görevlerinden adım adım çekilmesi yoksul halkın yeni dayanışma örüntüleri oluşturmasını zorunlu kılıyordu. Ama bu yeni dayanışma örüntüsünün hangi temelde kurulacağı (sınıfsal, dinsel ya da etnik) ancak tarihsel gelişmelerle açıklanabilir. Varoşlarda 80’den sonra neden dini cemaatleşme öne çıktı? Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor. Etnik, dinsel ya da kültürel farklılıklar kendiliğinden toplumsal gerilime yol açmazlar. Kimlikler ya da doğuştan kazandığımız etnik ve dinsel özellikler, siyasallaştığında, yani bu kimlik üzerinden kamusal kaynaklara ulaşmaya ve siyasi güç elde etmeye çalışıldığında, kutuplaşma nedeni haline gelirler. Bu yüzden bugün varoş dediğimiz bölgelerde yaşanan etnik ve mezhepsel gelişmeleri anlamak için (aslında sorunun kaynakları daha öncesine gitse de) 80 sonrası gelişmelere bakmak gerekir.

80’li yıllar kimlik temelli politikaları anlamak için hayati önemdedir. 80 askeri darbesi ile Türkiye’de sınıf mücadelesi bastırıldı ve her türlü sınıfsal örgütlenme zor yoluyla dağıtıldı. Sınıf kimliğinin kendini ifade etmesinin kanalları kapatılınca, başka kimliklerin öne çıkartılabilmesinin koşulları da hazırlanmış oldu. Üretim sürecinin ve dolayısıyla işçi sınıfının post-fordist yöntemlerle parçalanması ve enformel sektörün hızlı gelişiminin de sınıfsal kimliğin oluşmasının önünde nesnel bir güçlük yarattığını belirtmek gerekiyor. Ancak asıl belirleyici olan sınıfsal örgütlenmenin yasaklanmış, her türlü sınıfsal örgütlenmeye karşı azgın bir saldırının başlatılmış olmasıdır. Fiziki saldırının yarattığı tahribat ideolojik saldırı içinde uygun bir zemin yaratmıştı.

1980 askeri darbesini gerçekleştiren generaller sol ideolojiye karşı “Türk-İslam sentezi” adı altında sünni-muhafazakar değerleri toplumda yaygınlaştırmayı hedeflediler. Cami ve imam-hatip liselerinin sayısı arttırıldı, ortaokul ve liselerde zorunlu din dersleri okutulmaya başlandı. Devlet tarafından himaye ve teşvik gören Sünni kesimlerin, kentsel olanakların yetersiz kaldığı durumlarda camii yardımlaşma derneklerinin etrafında cemaatleşerek bir iç dayanışma yaratmaları zor olmadı. Kamu harcamaların sürekli azalması, cemaatler içinde karşılanan ihtiyaçların miktarını zamanla arttırdı. Ortak ihtiyaçların dinsel enformel ağlarla sağlanması yaşam biçimlerinin de gittikçe farklılaşmasına neden oldu.

Sünni İslam temelindeki örgütlenmenin kentlerde yaygınlaşması, Aleviler’de buna karşı bir örgütlenme ihtiyacını gündeme getirdi. 80 öncesindeki kıyımlar daha hafızalardan silinmemişken Sivas’ta yaşanan 2 Temmuz olaylarından sonra Aleviler savunma psikolojisiyle hızla örgütlenmeye başladılar. Ancak Aleviler’in cemaat kimlikleriyle kentsel örgütlenmeler yaratma çabaları kültürel, idari ve siyasal engellerle karşılaşmaktadır. Bu eşitsiz durum mezhep kimliğinin daha da öne çıkmasına neden olmuştur.

Başka bir gerilim ekseni ise Kürtler’in zorunlu göçü sonucunda artan etnik çelişkilerdir. 1990’lı yılların başında zorunlu göçle gelen Kürtler kentlerin en yoksul aileleri durumundadır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi aile bireylerinin tamamı aynı anda gelmek zorunda olduğundan ve köyle bağlar tamamen koptuğundan bu göç daha önceki göçlerden çok daha tahripkar sonuçlar yaratmıştır. Devletin yaklaşımı ise zorunlu göçü görmezden gelmek biçimindedir. Devlet yetkilileri Kürt göçmenlerin temel ihtiyaçlarının karşılanması yönünde herhangi bir adım atmazken, Kürt hareketinin oluşturduğu kurumların bu kitleyle dayanışmasının da önünü kesmeye çalışan bir tutum içerisindedir. Dil konusundaki katı tutum, Kürt göçmenlerin resmi kurumlarda işlerini görmelerini neredeyse imkansız hale getirmiştir. Kürt göçmenlerden Sünni olanlar mezhep kimliklerini öne çıkararak Sünni kesimden yardım alabilmekte. Alevi Kürtlerse yine mezhep bağından dolayı Alevi kesimden kısmen yardım alabilmektedir.

Büyük kentlerdeki başka bir kalabalık etnik gurupsa Balkan göçmenleridir. Çeşitli tarihlerde Türkiye’ye zorunlu göç yapmış olan Balkan Müslümanları genellikle, devlet tarafından iskan edilmişlerdir. Balkan göçleri erken tarihlerde yaşandığından çoğunlukla Rumların boşalttığı evlere yerleştirilmişlerdir. Formel konut alanları içerisinde yaşayan Balkan göçmenleri etnik kimliklerini bastırıp Müslüman kimliğini öne çıkarma eğilimindedir.14

Gecekonduların apart-kondulara dönüşmesiyle nüfus yoğunluğu 4-5 katma çıkan eski gecekondu mahallelerinde ekonomik yapı kadar kültürel yapı da heterojenleşmeye başladı. Eskiden sadece belli bir hemşehri grubu ile özdeşleşen mahallelere apartmanların yapılıp kiracıların gelmesiyle, Türkiye’nin her yerinden insanlar buralara yerleşmeye başladı. Kültürel çeşitliliğin artması farklılıkların daha fazla öne çıkarılmasına yol açtı. Özellikle dayanışma ağları sağlayan, güçlenmeye imkan veren kimlikler öne çıkarıldı. Mesela Karslıların çoğunlukta olduğu bir mahallede hemşehrilik bağı kimi dayanışma ağlarına girme olanağı sağlayacağından Karslı olmak öne çıkarılması gereken bir kimlik olmaktadır. Siyasetin de çoğu zaman hemşehrilik ve etnik kimlikle iç içe geçmesi bu durumu pekiştirmeye devam ediyor.15 Varoşlarda kültürel çelişkilerin önemli bir boyutu da gençler ve çocuklarla ilgilidir. Çocukların sosyalizasyonu bütün toplumlar için temel önemde konulardan biridir. Köy topluluklarında çocuklar ebevyenlerinin dışında köydeki tüm yetişkinlerce de denetlenirler. Belki bu durum gecekondu mahallelerinin ilk hali için de bir ölçüde geçerli sayılabilir. Ancak varoşlar heterojen bir yapı kazandığından çalışan ebevyenler için çocukların sosyalizasyonu ciddi bir sorun haline geldi. Bu gün varoş çocukları eğer bir yerde çırak olarak çalıştırılmıyorlarsa sokakta kontrolsüz bir biçimde sosyalleşmektedir. Bu yüzden çoğu Sünni aile için kuran kursları, çocuğu “sokaktan kurtarmanın” yolu olarak görülmektedir, imam-hatip okulları da, medyada sürekli uyuşturucu ya da seks skandalı ile gündeme gelen “laik” okullara karşı, çocukların teslim edilebileceği emin yerler olarak görüldüğünden Sünni aileler için cazip hale gelmiştir.

Gençler her zaman, her toplumsal kesimin radikal eğilimlerinin temsilciliğini yapmıştır. Sünni gençler, imam hatip liseleri ve çeşitli İslami kurslarda aldıkları eğitim sonucunda bir önceki kuşaktan daha homojen bir Sünni inanışa sahiplerdir. Aleviler’de ise gençler Alevi kimliğini yeniden keşfetme duygusu içerisindedirler. Orta yaşlılar Alevi kimliğinin ılımlı yönlerini öne çıkarırken, gençler daha radikal öğeleri öne çıkarmaktadır. Varoş gençliğinin bir kısmı da faşist ve mafyatik organizasyonlarla ilişki içindedir. Faşist ve mafyatik örgütlenmelerin sağladığı güç ve çıkar ilişkileri, bu kesimi, alabildiğine yozlaştırarak siyasi gericiliğin tabanı ve vurucu gücü haline getirmiştir. Varoş gençliğinde işsizlik oranı diğer yaş gruplarına göre çok daha yüksektir. Çoğunluğu mesleki bir beceriye de sahip olmadığından, tekstilde ya da hizmet sektörünün en alt basamaklarında (tezgahtar, komi, kurye, küçük atölye işçisi vb.) geçici işlerde çalışmaktadırlar. Üretim sürecindeki belirsiz konumları sınıf bilincin oluşmasını zorlaştırsa da, varoş gençliği adalet, zengin düşmanlığı, dayanışma vb. sınıfsal temaları bilinç dağarcığında bulundurmaktadır.

***

Varoşlaşma özellikle 80 sonrasında uygulanan yeni liberal politikaların sonucunda ortaya çıkmıştır. Benzer bir süreç, 70’li yıllarda Latin Amerika ülkelerinde de yaşanmıştı. Kronik işsizlik, enformel sektörün hızlı gelişimi, orta sınıfların yaşam mekanlarını ayrıştırma eğilimi gibi benzerlikler kurulabilir. Ancak önemli ayrımlar olduğunu da göz ardı etmemek gerekir. Türkiye’deki küçük mülkiyetle devlet arasındaki tarihsel ilişki, iş ve konut piyasasındaki özgünlükler, mezhepsel ve etnik çelişkiler, Latin Amerika’da olduğu gibi devletten bağımsız bir dini örgütlenmenin olmayışı, kadınların siyasete katılımındaki kısıtlılıklar vs. üzerinden atlanamayacak ayrımlardır. Yine gelişmiş kapitalist ülkelerdeki gettolarla üçüncü dünya ülkelerindeki varoşlar arasında önemli farklar vardır.16

80’li yıllarda yeni bir sermaye birikim modeline geçen dünya kapitalizmi, ithal ikameci kalkınma modelinin aksine sınıfsal eşitsizlikleri sürekli derinleştiren yeni-liberal politikaları uygulamaya koydu. Bu sürecin bir yansıması olarak kentlerde de sınıfsal eksendeki mekansal ayrışma tam bir kutuplaşmaya doğru evrildi, evriliyor. Bir yanda orta ve üst sınıfların kent dışındaki “refah adacıkları mantar gibi çoğalırken madalyonun öbür yüzünde eskinin homojen ve yükselme umudunu koruyan gecekondu mahalleleri, kent nüfusunun yarısından çoğunun farklı çelişkileri iç içe yaşadığı varoşlara dönüştü, dönüşüyor.

IMF patentli tarım politikaları sonucunda önümüzdeki yıllarda varoşların nüfusunun yeni göçmenlerle daha da artacağına kesin gözüyle bakılıyor. Son gelenler için ne işgal edilecek yeni araziler kalmıştır ne de istihdam edilebilecekleri bir iş piyasası mevcuttur. Bu açıdan deniz tükenmiştir. Üstelik kırsal üretimin tasfiyesi kent yoksulları için kır desteğinin de sonunu getireceğinden yoksullaşma çok daha katlanılmaz boyutlara ulaşacaktır.

Varoşlarda yoğunlaşan yoksulların düzenle olan çelişkileri sınıfsal dayanışma örüntüleri oluşturularak gerçek hedefine yöneltilemezse dinsel ya da etnik hareketler biçimine bürünerek kendisini ifade etmesi kaçınılmazdır. Zaten bu durum belli bir ölçüde gerçekleşmiş durumdadır. Derinleşen yoksulluk kitlelerin kendiliğinden sola yönelmesini sağlamayacaktır. 80’den bu yana farklı düzen içi siyasi odaklar -yıldızları hemen sönse de- yoksullar için çekim merkezi olabildi. Özal’dan sonra SHP, 90’larda Refah Partisi, 99’da MHP ve son olarak AKP yoksullar için çekim merkezi oldular. Ancak düzenim hakim ideolojisi olan yeni-liberalizmin önerdiği politikalar, yoksulların sistemden giderek daha fazla kopmalarına yol açıyor. İş güvencesinden ve eğitim olanaklarından yoksun, sağlıksız konutlarda ve açlık sınırında yaşamak zorunda kalan insanlarda, özellikle de gençlerde zenginliğe karşı büyüyen öfke zaman zaman bireysel ya da kısa süreli kolektif eylemlerle kendini açığa vuruyor. Ancak bu öfkenin ana gövdesi şimdilik kendini radikal sağ söylemlerle ifade ediyor. Geleceksizlik yoksulları radikal Islama da faşizme de sürükleyebilir. Bu olasılıkların önüne geçebilmek, devrimci/sosyalist güçlerin varoşlarda olup bitenleri iyi okumasına ve bunun gereğini yapmasına bağlı olacaktır.

Dipnotlar

  1. Kurtuluş, Hatice. “Mekanlarda Billurlaşan Kentsel Kimlikler”, Doğu Batı Düşünce Dergisi, N.23, s. 80, 2003
  2. Koksal, Sema. “Ticarileşen Gecekondu ve Kent Yöneticileri”, MÜ İktisadi ve İdari Bil. Fakültesi Dergisi, Cilt VII, S. 1-2, 1990
  3. Arsanın değil, sadece binanın size ait olduğunu gösteren yarı-tapu niteliğinde bir belge.
  4. Işık, O. ve Pınarcıoğlu, M. Nöbetleşe Yoksulluk, İstanbul: İletişim Yayınları, 2001, s. 77
  5. İstanbul’da kentsel alan genişliğine göre kilometrekare başına düşen nüfus 4.800 kişidir, Türkiye genelinde ise bu oran 78 kişidir. İstanbul’un en kalabalık ilçesi olan Gaziosmanpaşa’nın nüfusu 752.000.389, ikinci sırada olan Kadıköy’ün ise 663.000.299’dur. Nüfus yoğunluğu açısından ilk sırada olan Bayrampaşa’da 1 kilometrekarede 35.000.144 kişi yaşıyor. Yıllık nüfus artış oranında ise 66,3 ile Pendik ilk sırada. Bkz. Cogito N. 35 Bahar 2003, s. 116
  6. Kurtuluş, Hatice. A.g.y. s. 86
  7. Işık ve Pınarcıoğlu yoksulların homojen bir bütün olmadığını vurgulamak amacıyla “nöbetleşe yoksulluk” kavramını kullanıyorlar.
  8. A.g.y., s. 97
  9. Erder, Sema. İstanbul’a Bir Kent Kondu: Ümraniye, İstanbul: İletişim, 1996, s. 295-296
  10. Kaygalak, Sevilay. “Yeni Kentsel Yoksulluk Mersin/Demirtaş Mahallesi Örneği”, Praksis Dergisi, Bahar 2001, s. 124-173
  11. Erder, Sema. Kentsel Gerilim, Ankara: um:ag, 1997, s. 28-32
  12. Wedel, H. Siyaset ve Cinsiyet, İstanbul: Metis 2001, s. 120-124
  13. Erder, Ümraniye, s. 304
  14. Erder, Kentsel Gerilim, s. 65-67 ve s. 145-148
  15. Öncü, Ayşe. Radikal, 11.03.2002
  16. Bu konuda kapsamlı bir tartışma için bkz. Metin Çulhaoğlu, “Varoşlar ve Kent Yoksulluğu”, Sosyalist Politika, S. 10, Eylül 1996, s. 83-123