EMPERYALİZMDEN ‘İMPARATORLUĞA’; YA DA POSTMODERN EMPERYALİZM – Mehmet YILMAZER

Düşünce ve Davranışta Yol, Sayı 3, Kasım 2002

Michael Hardt ve Antonio Negri’nin Harvard çıkışlı emperyalizm incelemeleri günümüz düşünce karmaşasına ve postmodern emperyalizmin “tahliline” iyi bir örnektir. Kavramlar üzerinde “kutsallık” yaratmanın elbette bir anlamı yoktur. Bu anlamda, emperyalizm kavramı dokunulmaz bir tabu değildir. Fakat hangi nedenlere dayanarak yeni bir kavramın tercih edildiği; hiç şüphesiz bu yeni kavramın içerik olarak neyi kapsadığı ortaya konmak kaydıyla emperyalizm kavramı yerine bir başkası kullanılabilir. Bu nedenle, eleştirimiz “imparatorluk” kavramına değil; onun içeriğinedir.

Günümüzde sorunlara yaklaşırken yaşanan büyük altüstlüklerden dolayı başlıca iki tuzak vardır. Bütün bu alt-üstlükleri yorumlamakta zorluk çekince, hele dünyanın karşı devrimci gidişine sübjektif bir tepki de biriktirince, en sık düşülen hata eski düşüncelerin “Ortodoks” savunucusu konumunda durarak yaşamdan kopuk bir düşünce zırhının içine çekilmektir. Bunun diğer ucu, değişimlerden sarhoş olup, hatta hafıza kaybına uğrayarak “yeni” adı altında bilimsel temele dayanmayan tutarsız, derinliksiz, moda düşüncelere yönelmektir. Bilimsel düşüncede “inkar” kendi içinde bir devrimdir. Eskiyen ve olaylarca yalanlanmaya başlayan düşünce sistemlerinden bir diğerine geçiş sancılı bir devrimdir. Bu yapılamazsa metafizik düşünce savrulmaları kaçınılmazdır. Günümüz dünyasında postmodernizm tam da budur. Tamamen “yeni” ile ilgili olmak gibi bir özelliği ve övüncü vardır; ancak ne tarihi kapsayan ne de geleceğe bakan bir düşünce sistemine sahip olmadığı gibi buna gerek de duymaz. Tarih bilincinden kopuk ve insanlığı geleceğe taşımayan bir “yeni” ne ise, postmodernizm de odur. Tarihle bağlantı kurmayan bir düşünce neye göre “yeni”dir. İnsanlığı geleceğe taşıma iddiasından yoksunsa “yeni” olmasının bir anlamı olabilir mi?

İnsanlık çok özgül bir süreçten geçiyor. Yeni bir düşünce sentezine varmadan önce ve böyle bir senteze varmak için günümüzde savrulmalara uğruyor. Bir dönem, ağırlıklı olarak böyle yaşanacağa benziyor. Günümüz dünyasına ve büyük güçler arası ilişkilere baktığımızda, 20. yüzyıldaki ilişkilerle benzerlikler de vardır, farklılıklar da. Yöntem olarak, benzerlik ve farklılıkları mekanik olarak alt alta sıralamak fazla bir değer taşımaz. Sorun, emperyalizmin özünde, yani ona varoluş ve davranış özelliklerini kazandıran temel yapı taşlarında bir değişiklik olup olmadığındadır. Bir metale pek çok şekil verebilirsiniz ve görünüş olarak çok değişik formlara girebilir, ancak ısı karşısındaki davranışlarını onun molekül yapısı belirler. Dünyanın “yeni” düzenine bakarken düşüncelerin odaklaşması gereken alan, görüntü değil, onun temel yapısındaki değişimlerdir.

Bu konuda Hardt ve Negri’nin çarpıcı iddiaları vardır. Bunları izleyerek günümüz emperyalizmini ne ölçüde açıkladığını irdelemeye çalışalım.

“Bugün biz İmparatorluğun modern iktidarın zalim rejimlerini ortadan kaldırdığını ve aynı zamanda özgürlük potansiyelini çoğalttığını görüyoruz.

“Eğer bu modernlik sonuna gelmişse ve eğer emperyalist tahakküm ve sayısız savaşın ilk akla gelen nedeni olan modern ulus-devlet dünya sahnesinden siliniyorsa, ne diyelim, uğurlar olsun.” (İmparatorluk, Hardt&Negri)

Burada iki temel tespit vardır. Modern ulus-devlet, emperyalist tahakküm ve savaşların nedenidir. Öte yandan, modern ulus-devletlerin sahneden silinmesiyle “zalim rejimlerden” “özgürlük potansiyeline” geçiliyor.

Şüphesiz ki, ulus devletler savaşın yaratıcısı değil, ancak yeni tip bir savaşın yaratıcısıdır. Emperyalist tahakkümün nedenini ulus devletlere bağlamak ise, onun kapitalizmin gelişim aşamalarıyla olan bağlantısını koparmak olur. Kapitalizm, feodal imtiyazlara karşı mücadele ederken ve kendini güçlendirmek için, ulus devletleri yarattı; ancak kapitalist genişleyen yeniden üretimin özelliği ise aynı zamanda ulusal sınırları zorlayan bir özelliğe sahipti. Emperyalizmin maddi altyapısı; üretimin tekelleşmesi, banka ve sanayi sermayesinin iç içe girmesiyle oluşan finans kapitaldir, sadece “ulus devlet” değildir. Sermaye, ulus sınırlarını aşındırır. Ancak buradan hareketle, sanki doğru bir çizgi izleyerek ulus devletlerin yok olacağı sonucunu çıkartmak, ancak emperyalizmin bazı temel özelliklerini unutarak mümkündür. Emperyalist yayılmacılık sermaye, teknik ve zor (askeri) gücüne dayanarak yürümektedir. Özellikle günümüzde, sosyalizmin yıkılışı ile ortaya çıkan tabloda bazı yanılgılar koyulaşmıştır. Dünya ölçüsünde kapitalist rekabetin, daha klasik deyimiyle pazar paylaşımının sırf barışçıl yollarla sermayeye, teknik güce ve “risk alma” yeteneğine bağlı olarak sürdürülebileceği yanılgısı, 20. yüzyılın başlarındakine benzer bir şekilde ortalığı kaplamıştır. Bu paylaşımda zorun rolü (askeri gücün rolü) unutulduğunda, esasında emperyalizmin, başka bir ifadeyle tekelci kapitalizmin temel özelliklerinden birisi de unutulmuş olmaktadır. Buradan hareketle artık emperyalizmin niteliğini değiştirecek ölçüde yorumlamalara gidilebilir. Eğer emperyalist paylaşımda zorun rolü unutulmazsa buradan tekrar ulusal devletin rolüne gelinir. Ulusal devlet, tarihin gördüğü en organize zor araçlarını yaratmıştır. Bir tanesi ve en önemlisi ulusal ordulardır. Sermayenin sınır tanımazlığı ulus devletlerin sınırlarının erozyona uğraması sonucunu yaratıyor; ancak pazar paylaşımında zorun rolü ise ulusal ordu örgütlenmelerini kaçınılmaz kılıyor. AB, buna güzel bir örnektir. Eğer tarih bugünkü yönünde akarsa, Avrupa devletleri arasında, ulusal egemenliklerin yerini Avrupa ölçüsünde kurumlar alacaktır. Avrupa parasıyla birlikte hemen Avrupa ordusu da gündeme gelmiştir. Bunun anlamı çok açıktır. Avrupa, emperyalist merkezlerden birisi olarak dünyanın paylaşımında yer alıyorsa, kaçınılmaz bir şekilde bunun zora dayalı örgütlenmesini de yaratmak durumundadır. Birkaç ulus belki ortadan kalkacaktır; ancak ortaya yeni bir “Avrupa Birleşik Devletleri” çıkacaktır. Böylece, bazı sınırlar ortadan kalkarken güç durumlarına göre başka sınırların inşa edildiğini görmek zor değildir.

“Modern ulus devletin dünya sahnesinden silindiğine” dair tespitler insanlığın tarihsel gidişi açısından belli bir anlama sahipse de, günümüz gerçekleri ve özellikle politik güç dengeleri açısından yanıltıcı sonuçlar doğuran “erken” öngörülerdir. Tarihe baktığımızda, ulus devletlerin oluşma ve gelişme dönemi 17. yüzyılda başlayan 20. yüzyılda olgunluk dönemine giren bir süreçtir. Tarihsel olarak, artık bu süreç kendinden sonraki yeni bir doğum için birikim dönemine girmiştir. Ancak döl yatağındaki yeni oluşum henüz hiçbir belirgin özellik kazanmamıştır. Hatta kabaca bakıldığında sanki dünyada yeni bir uluslaşma dalgası yaşanmaktadır. 2001 yılında dünyadaki yaklaşık 120 çatışmanın sadece 10’u devletler arasındadır; diğerleri ulus-devletin kendi içindeki etnik veya başka nedenlerle yaşanan çatışmalardır. Balkanlar, Kafkaslar, Merkez Asya, Doğu ve Güney Asya ve özellikle Afrika’dan yeni ulus devletler doğmaktadır. Ancak bu doğumların hemen hepsi emperyalist paylaşım gerçekliğinden dolayı bir büyük gücün “kurtarıcı”lığında olmaktadır. Yeni ortaya çıkan ulus devletler, kendi özgün renklerinden çok, yeniden paylaşımın çeşitli egemenlik alanlarının rengini taşımaktadır. “Küçük ulusların” bu alın yazısı elbette ki yeni değildir. I. ve II. Dünya Savaşlarında pek çok “küçük” ulusun sınırları büyük güçlerin masalarında çizilmiştir. “Küçük” ulusların sınırlarıyla böylesine pervasızca oynamak, şimdi “insan haklan” veya “uluslararası terörizm” koşullarına bağlanmıştır. Burada ortadan kalkan bir “sınır” vardır; ancak bu sınır büyük güç merkezlerinin sınırları değil, “küçük” ulusların sınırlarıdır. Bu sürece paylaşım gerçekliği dışından bakılınca demek ki, “sayısız savaşlara neden olan ulusal devletin tarih sahnesinden silinmesi”, buna karşılık “özgürlük potansiyelimin çoğalması olarak görülüyor. Işığı önünü görmek için ileriye tutmayıp yüzüne tutanların uğradığı körlük, “modern” ve “zalim” iktidarlar döneminin kapandığını, postmodern özgür dünyanın doğmakta olduğunu sanmak, “modernizmin krizi”yle büyülenmektir. Fakat ortada gelecekle ilgili en küçük bir öngörü yoktur.

Ulus devletleri tarihe gömen bakış açısı, günümüz dünyasını ister istemez bu kalkış noktasından tanımlayacaktır.

“Bir zamanlar tanık olduğumuz birkaç emperyalist güç arasındaki çatışma ya da rekabetin yerini (bütün bunları üst-belirleyen, bir örnek yapılandıran ve tartışmasız postkolonyal ve postemperyalist olan tek bir ortak hak nosyonu altında toplayan) tek bir iktidar fikri almıştır. Bu bizim imparatorluk çalışmamızın kalkış noktasıdır: Yani yeni bir hak nosyonu, daha doğrusu, yeni bir otoritenin kayda geçişi ve (sözleşmeleri güvenceye alan ve anlaşmazlıkları çözümleyen) yasal baskı aygıtlarının ve normların üretiminde yeni bir tasarım.” (Hardt&Negri, a.g.y.) Bütün bu söylenenler Körfez Savaşı’nın yanlış okunmasından kaynaklanıyor. Yazarların da belirttiği gibi kitap Körfez Savaşı sonrası yazılmaya başlanmış, Kosova’daki savaş başlamadan önce bitirilmiştir.

Evet, Körfez Savaşı öncesi dünya politik ortamını Başkan Bush mükemmel bir şekilde koordine etmiş ve ortaya “muhteşem bir ABD zaferi” çıkmıştı.

Ancak bütün bu olanlar nasıl okunmalıydı? Emperyalist güçler arası çatışma ve rekabetin ortadan kalkması; postemperyalist bir döneme geçiş; çatışmanın yerini tek bir iktidar fikrinin alması; bu iktidar nosyonu ile sözleşmelerin güvence altına alınması ve anlaşmazlıkların çözümlenmesi; yazarlar Körfez Savaşı ve sonuçlarını böyle okuyorlar. Ulusların üstünde, “üst-belirleyen, bir-örnek yapılandıran” “tek bir iktidar fikri” imparatorluk çalışmasının kalkış noktasıdır. Ortada büyük güçlerin bir rekabet ve çatışması yoktur. İnsanın bir Körfez Savaşı ile bu ölçüde körleşmesi için, düşünce sisteminin çok önceleri postmodernizmle felç edilmiş olması gerekir. Bu savaşta aynı zamanda emperyalist güçler arası bir bilek güreşini görmek için çok zeki olmak gerekmiyor. Ardından gelen tüm olaylar, hele Kosova Savaşı ve Afgan Savaşıyla başlayan süreç büyük güçler arası rekabet ve çatışmaların günümüz dünyasındaki tartışmasız örnekleridir. Çatışmaların gözlere batması için I. ve II. Dünya Savaşlarının bir biçimde tekrarı mı gerekiyor?

İmparatorluk kavramı ve tespiti elbette sadece büyük güçlerin davranış biçimlerine dayandırılmıyor. Postemperyalizmin maddi temelleri şu birkaç temel başlıkta toplanır.

“Günümüzde modernleşme sona ermiştir. Başka bir ifadeyle, endüstriyel üretim artık tahakkümünü öteki ekonomik biçimler ve toplumsal olgulara genişletemiyor. Modernleşme süreci, emeğin tarım ve madencilikten (birincil sektör) endüstriye (ikincil sektör) göçüyle tanımlanırken, postmodernleşme ya da enformatikleşme süreci emeğin endüstriden hizmet alanına (üçüncü sek- tor) göçüyle tanımlanır.” (Hardt&Negri, a.g.y.) Emperyalizmin maddi temeli finans-kapital egemenliği ve üretimin tekelleşmesidir. Yukarıda bir dönem değişiminden söz edilirken, emperyalizmin bu altyapısı konusunda açık hiçbir şey söylenmez. Kavram ve tanımlar da tam anlamıyla yeni ve karmaşıktır. Modernleşme, sadece “üretim sektörlerinde” bir değişim değildir. Toprağa dayalı feodal üretim tarzından kapitalist üretim tarzına bir geçiştir. Bu geçişle üretim, üretici güçler, üretim ilişkileri, sömürü biçimi tümüyle değişmiştir. Üretim, basit yeniden üretim olmaktan genişleyen yeniden üretime dönüşmüş; üretici güçlerde (feodal dönemde coğrafya ve tarih- gelenekler baskındır) kesin bir şekilde teknik ve insan (özellikle teknik) en ağır basan konuma gelmiş; üretim ilişkilerinde özel mülkiyet ve serbest pazar feodal mülkiyet ve imtiyaz tekelini parçalayarak öne çıkmıştır; sömürü biçimi serf angaryasından modern artı-değer sömürüsüne dönüşmüştür. Ancak “modernizmden postmodernizme geçişte” ya da “emeğin ikinci sektörden üçüncü sektöre geçişiyle” birlikte bu temel özelliklerden hemen hiçbirisinde bir nitelik farkı gerçekleşmemiştir. Yazarlar, bu konuda belirgin bir tespit yapmıyorlar, sadece “endüstriyel üretimin tahakkümü”nün durmasından söz ediyorlar. Bu ne olduğu belli olmayan ya da kapitalist üretim ve artı değer sömürüsü açısından bir anlama sahip olmayan tespitin, modernizmin sonunu nasıl açıkladığı tümüyle karanlıktır. Ayrıca emperyalizmin maddi altyapısı açısından açıklayıcı bir yanı yoktur. “Hizmet sektörü” ile “endüstri sektörünü” kapitalizm koşullarında karşı karşıya getiren hiçbir neden yoktur. “Enformasyon çağı” ile üretim biçimi olarak Fordizmin ömrünü doldurmasıyla, “endüstriyel üretimin tahakkümünü öteki ekonomik biçimler ve toplumsal olgulara genişletememesi”nden hangi sonuçlar çıkar? Yeni esnek üretim biçimi, eğer üretkenliği ve artı değer sömürüsünü arttırıyorsa, tahakkümünü bütün toplumsal olgulara yayacaktır. Şimdilik süreç bu yönde işliyor. Bu gelişmede, egemenlik ilişkileri açısından herhangi bir nitelik değişim’ yoktur.

“Postemperyalizm”in maddi temeliyle ilgili yapılan diğer tespit, üretim yapısındaki değişimle ilgilidir.

“Endüstriyel ekonomiden enformasyon ekonomisine geçişin ilk coğrafi sonucu üretimin çarpıcı bir biçimde merkezsizleşmesidir… Çalışanlar tam anlamıyla yeni enformasyon teknolojilerini kullandıkça bazı sektörlerde fabrika mekanı ortadan kalkmıştır.” (Hardt&Negri, a.g.y.) Üretimin hemen tüm aşamalarının aynı mekan ve aynı kent içinde toplandığı fabrika döneminin özellikleri enformasyon teknolojisiyle değişiyor. Üretim sürecindeki bu yığılma ve merkezilik yavaş yavaş farklı mekanlara yayılıyor. Bu yeni üretim biçimiyle depolama, işletme hantallığının verdiği zararlardan kurtulunuyor. Haberleşme ve ulaşım çok yüksek hızlara ulaştığı için, üretimin çeşitli aşamaları farklı yerlerde yapılabiliyor. İşgücünün ucuz olduğu alanlar, bu yeni mekan seçiminde etkin oluyor. Fakat üretimin fizik süreçlerindeki merkeziliğin belli ölçülerde gevşemesiyle, üretimde tekelci yapının “merkezsizleşmesi” arasında hiçbir bağlantı yoktur. Tam tersine, mali ve üretim alanlarındaki tekellerin gücü özellikle küreselleşme yıllarında çok daha fazla artmıştır. Bu tarz bir “merkezsizleşme”den “özgürlük potansiyelleri” üretmek tam bir yanılgı olur.

“Postemperyalizm”in bir diğer temeli “altyapı-üstyapı” ilişkileriyle ilgilidir.

“Postmodernleşme ve İmparatorluk’a geçiş eskiden beri altyapı ve üstyapı olarak adlandırılan alanların reel olarak birbirine yakınlaşmasıyla ilgilidir. İmparatorluk, dil ve iletişim, daha doğrusu maddi olmayan emek ve ortaklaşa faaliyet, hakim üretici güç haline geldiğinde oluşur. Üstyapı işe koşulmuştur; içinde yaşadığımız evren üretici dilsel ağların bir evrenidir. Üretim çizgileriyle temsil çizgileri aynı dilsel ve üretici alanda birbirini çapraz keser ve karışır. Bu bağlamda, politik ekonominin merkezi kategorilerini belirleyen ayrımlar bulanıklaşır. Üretim, yeniden üretimden ayrılmaz hale gelir; üretici güçlerle üretim ilişkileri birbirine karışır; sabit sermaye beyinlerde, bedenlerde ve üretici öznelerin eşgüdümünde, değişen sermaye içinde oluşma ve temsil edilme eğilimi taşır.” (Hardt&Negri, a.g.y.) Şu cümle ile Marksist ekonomi politik alt-üst edilmektedir; ancak bu teorik yaklaşımın kanıtları yoktur. “Enformasyon çağı”nın parıltılı görüntüleri kanıt yerine geçemez.

“Maddi olmayan emeğin ve ortaklaşa faaliyetin hakim üretici güç haline gelmesi”, yazarlara göre, İmparatorluk’a geçişin koşuludur. “Maddi olmayan emek” düşünce üretimidir; bunun hakim üretici güç haline gelmesinin ölçüsü nedir? Yazarlar, bir tespit yaparken ne yazık ki, “enformasyon çağı”nın görüntülerinden öteye bir derinliğe sahip değiller. Üretimde, maddi olmayan emeğin egemenliği, toplam işgücü içinde düşünce üretiminin baskın hale gelmiş olması demektir. Henüz kapitalist üretim süreçlerinde böyle bir olgu gerçekleşmemiştir. Kalite çemberleri, üretimde işçiden kaslarının dışında aklının da istenmesi, kapitalist üretimde fordizmin dönemini kapatmasıyla ortaya çıkan yeni ve çok önemli bir süreçtir. Ancak üretimde hakim güç haline gelmesi başka bir basamaktır ve işçi sınıfı henüz böyle bir konumdan çok uzaktadır. Ayrıca bu konu yeni olduğu için ister istemez yeni kavram ve tanımları gerektiriyor. Bütün “hizmet sektörünü” “maddi olamayan emek” olarak ele almak, üretim ve emek ilişkisinde hangi nitelik farklılıklarını ortaya çıkartır? Bu tür yaklaşım, amacını aşan hatalara yol açar. Fabrikada sürekli aynı kas hareketlerini tekrarlayan işçi ile bir büroda -hizmet sektöründe- tüm gün aynı “maddi olmayan” işleri yapan işçi arasında, üretim ve emek ilişkisi açısından bir nitelik farkı yoktur. Fark, üretim ve emek ilişkisinin içine yaratıcı düşünce katılımının girmesiyle ortaya çıkar. “Team Work”, kapitalizm koşullarında bunun bir uygulaması ve denemesidir. Ancak bu üretim biçimi henüz hakim üretici güç haline gelmemiştir.

Bugün, düşünce üretiminin denetimi ve ürünleri açısından olaya baktığımızda; sınıfın nicelik olarak sayısını bütün ücretli kesimlere genişleterek ele alıp, bütün düşünce gücü ile çalışanları dikkate aldığımızda bile sonuç değişmez; bütün bu üretim gücü, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olanlar tarafından yönlendirilmekte ve denetlenmektedir.

“Ortaklaşa faaliyetin hakim üretici güç” haline gelmesi ne anlama geliyor? Kapitalizm, üretimi toplumsallaştırmış- tır; birbirine bağlı halkalar haline getirmiştir. Bu, “enformasyon çağı”nda da devam ediyor. Ancak olaya emeğin toplu davranma yeteneğini sağlayan, yoğun birlikte üretim süreçleri -ki fabrika dönemi ve bant sistemiyle üretim, bunun en tepe noktasını temsil eder- açısından bakarsak, bu özellik yeni teknolojilerle gittikçe zayıflamaktadır. Üretimin “merkezsizleşmesi” yoğun toplu üretim süreçlerini dağıtıcı bir sonuç doğurmaktadır.

Dolayısıyla, İmparatorluğun maddi temellerinden birisi olarak sunulan “maddi olmayan emeğin ve ortaklaşa üretimin hakim üretici güç haline gelmesi” tespiti, pratikte karşılığı olmayan bir abartmadır.

Yazarlar, İmparatorlukla “politik ekonominin merkezi kategorilerini belirleyen ayrımların bulanıklaştığını” vurguluyor. İkisi çok ilginçtir: Üretici güçlerle üretim ilişkileri ve sabit sermaye ile değişen sermaye arasındaki sınırların birbirine karıştığı iddia ediliyor. Doğrusu, bu birbirine karışmanın, yine karşımızda ana hatlarıyla olsun kanıtları yoktur. Ancak çok iyi biliyoruz, postmodernizm, felsefede “ikiciliği”, madde ve düşünce ayrımını bir çırpıda (dil oyunları lehine) ortadan kaldırdığı için, neden ekonomi politiğin kategorileri arasındaki sınırları aynı yolla havaya uçurmasın!

İnsan toplumlarının gelişiminde harekete geçirici güç, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkidir. Eğer, bu çelişki, “birbirinin içine geçerek” post- emperyalist toplumlarda ortadan kalkmış ise, böylece kapitalizm öldürücü sorununu da çözmüş olmaktadır. Bugünün dünyasında başlıca iki üretici güç, bilim (teknik) ve insandır; yine başlıca iki üretim ilişkisi, üretim araçlarının özel mülkiyeti (özel mülkiyet) ve ünlü serbest pazardır. Bunlar birbirinin içine girip sınırlar bulanıklaşınca, kapitalist üretim biçiminin de can alıcı çelişkisi “bulanıklaşmış” olur. Demek ki, İmparatorluk, çelişkilerin bulanıklaşarak ortadan kalktığı bir sosyal düzendir. Ne diyelim? Yaşayıp göreceğiz! Günümüzde üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkiye, yazının sonuç bölümünde, emperyalizmin sınırları anlamında, değineceğim için, diğer bulanıklaşmaya geçiyorum.

“Sabit sermaye beyinlerde, bedenlerde ve üretici öznelerin eşgüdümünde, değişen sermaye içinde oluşma ve temsil edilme eğilimi taşır.” (a.g.y.) Marksist ekonomi politikte bilindiği gibi sabit sermaye, işgücü dışındaki tüm üretim araç ve gereçlerini kapsar. Bunlar üretim sürecine sadece kendi değerlerini katarlar, üretim sürecinde kendi değerleri değişmez. İşgücü ise, üretim sürecine “ücret” olarak girer, ancak üretime kattığı değerden dolayı, üretim süreci sonunda meta, değer olarak bu ‘artı’yı da içerir. Ödenen ücretle bu artı farklı olduğu için, işgücü “değişen sermaye”dir. “Sabit sermayenin değişen sermaye içinde oluşma ve temsil edilme eğilimi” ile ne anlatılmak isteniyor? Kanıtı olmayan, ekonomi politik açısından hiçbir değeri bulunmayan bu cümle, öte yandan, çok yaşamsal bir anlama sahiptir. Bu birbirinin içinde “oluşma ve temsil edilme” ile yani sabit sermayenin değişen sermaye içinde temsili ile sonuçta artı değer sömürüsü tarih olmaktadır. Kapitalist sistemin bir önemli çelişkisi daha, böylece birbirinin içine girerek, buharlaşıp yok oluyor. Bu kadar saçmalık yeter!

Böylece, “modern toplumsal düzenden “postmodern toplumsal düzen”e geçişle, kapitalizmin, öldürücü iç çelişkilerinden kurtulmuş olduğunu gördük! “İmparatorluk” böyle bir düzendir.

“Postmodern bir dünyada bütün olgular ve kuvvetler yapaydır ya da tarihin parçasıdır denebilir. İçerisi ve dışarısı arasındaki modern diyalektiğin yerini bir oranlar ve yoğunlaşmalar, melezlik ve yapaylık oyunu almıştır.” (Hardt&Negri, a.g.y.) “İmparatorluk” böyle postmodern bir dünyada hüküm sürmektedir. “Olguların ve kuvvetlerin yapay” olduğu bir dünya! Yugoslavya’nın bombalanması; ardından 11 Eylül’le ikiz kulelerin ve Pentagon’un çöküşü; Afganistan’ın bombalanması, tabii bombalarla birlikte yiyecek paketlerinin atılması, tüm bu olanlar “melezlik ve yapaylık oyunu”dur. Demek ki, Harvard Üniversitesi’nden bakınca dünyanın yeniden paylaşımı böyle görünüyor. “İçerisi (sübjektif ortam, bn.) ve dışarısı (objektif ortam, bn.) arasındaki modern diyalektiğin yerini oranlar ve yapaylık oyunu almıştır.” Evet, bu söylenenler postmodernizmin amentüsüdür. Maddi dünyanın insan düşüncesini belirlemesi, düşüncenin yeniden maddi pratiğe yönelmesi, bu “modern diyalektik” işleyiş artık yoktur. Ortada “melez ve yapay oyunlar” vardır. O nedenle, örneğin; Afgan Savaşı’nı çözümlemek için Körfez Savaşı sonrası gelişen dünya güçler dengesini, büyük güçlerin kendi çıkarları için tercih ettikleri stratejik yönelişleri, derinliğine kavramak gerekmiyor. 11 Eylül saldırısı da, Afgan Savaşı da “yapay” oyunlardır.

İnsanlığın gelişme süreciyle birlikte onun düşünce sistemi de değişiyor. Objektif ve sübjektif koşulların birbiriyle ilişkisi insanlığın bilinçlenme süreciyle birlikte değişiyor. Fakat buradan “yapaylık” sonucuna varmak, ancak dünyayı ve olayları tarihsiz ve geleceksiz görmekle mümkündür. Bu çok önemli ve düşünce sistemleriyle ilgili konuya bu yazı çerçevesinde daha fazla yer vermek mümkün değil; ancak bizzat yazarların mantığıyla “içerisi ve dışarısı”nın ilişkisi “melez ve yapaylık oyunu”ysa, “İmparatorluk”un bu yapaylıktan kendini ne ölçüde kurtarabileceğini sormak gerekiyor?

“İmparatorluk çağına modern egemenliğin alacakaranlığından geçilerek girildi. Emperyalizmin aksine İmparatorluk toprak temelli bir iktidar merkezi yaratmadığı gibi sabit sınırları ya da engelleri de tanımaz. İmparatorluk, giderek bütün yerküreyi kendi açık ve genişleyen hudutları içine katmakta olan merkezsiz ve topraksız bir yönetim aygıtıdır.”

“İmparatorluk’un bu pürüzsüz uzamında hiçbir iktidar mekanı yoktur; iktidar her yerde ve hiçbir yerdedir. İmparatorluk bir ou-topia, daha doğrusu bir yok-yerdir.” (Hardt&Negri, a.g.y.) Bu, postmodern parlak cümleler, dünyamızı mı yoksa başka bir gezegeni mi tanımlıyor, insan gerçekten -gülmeyeceksek- şaşırmadan edemiyor.

Günümüz emperyalizmi, 19. ve kısmen de 20. yüzyıldaki gibi toprak temelli bir yayılma göstermiyor. Tüm yerküreye, bazen silah zoruyla, bazen sırf sermaye akımlarıyla yayılıyor. Bunlar belli ölçülerde açık. Ancak günümüzün dünyası “merkezsiz” midir? Hiçbir iktidar mekanı yok mudur? İktidarın “her yerde ve hiçbir yerde” olması -bu güzel diyalektik demagoji- ne anlama geliyor?

Dünyada büyük güçler, yani paylaşanlar ve “küçük” güçler, paylaşılanlar vardır. Egemen olma anlamında “iktidar” büyük güçlerin tekelindedir. Bu anlamda, bu iktidarların açık adresi, belli mekanları vardır. Onları “yok-yer” gibi postmodern kavramlarla gizlemeye çalışsak da bu boşuna bir çaba olur.

Bu soyut gevelemelerden öteye, yazarlar, “dışarısı” ile ilgili biraz daha somut konuşmak zorunda kalınca daha anlaşılır şeyler söylemektedirler.

“ABD bir emperyalist projenin merkezini oluşturmuyor ve aslında günümüzde hiçbir ulus-devlet bunu yapamaz. Emperyalizm miadını doldurmuştur. Hiçbir ulus, modern Avrupalı ulusların bir zamanlar olduğu gibi dünya lideri olamayacaktır.

“Her şeyden önce, oluşmakta olan İmparatorluk bir Amerikan İmparatorluğu olmadığı gibi, ABD de onun merkezi değildir. İmparatorluk’un bu kitap boyunca anlattığımız temel ilkesi, İmparatorluk gücünün fiili ve tespit edilebilir bir yerinin ya da merkezinin olmamasıdır.” (Hardt&Negri, a.g.y.)

Emperyalizmin ve onun en büyük gücü ABD’nin, daha güzel aklanması nasıl yapılabilir? Yukarıda söylenenler arasında bir tek doğru kırıntısı vardır. Tek egemen güç olması anlamında “ABD İmparatorluğu” bugünün dünyasında mümkün değildir. ABD, diğer güçlere göre oldukça güçlü olmasına rağmen, bu mümkün değildir. Ancak, ABD, bir emperyalist projenin merkezini oluşturuyor. Neoliberalizm, yani dünya kapitalizminin Amerikanlaştırılması, ‘80’li yılların başlarından itibaren hız alan, ‘90’lı yıllarda ise adeta çılgınca koşturan bir Amerikan projesidir. Yoksa bu, emperyalist bir proje değil de, dünyayı “kalkındırma projesi” midir? “Emperyalizm miadını nasıl doldurmuş”tur? Özelleştirmelerle, mali liberalizm sonucu sıcak para oyunlarıyla, enerji bölgelerinin silah zoruyla yağmalanmasının adı ne olabilir? Ve bunların planlandığı, yönlendirildiği “iktidar mekanları” gerçekten yok mudur?

“Bu dönüşümün belki de en önemli belirtisi müdahale hakkı denen bir hakkın gelişmesidir.

“Bu yeni müdahale hakkının, birincil olarak acil insani sorunları çözmeyi amaçladığı için meşruluğunun evrensel değerlere dayandığını varsaymamız gerekmiyor mu?” (Hardt&Negri, a.g.y.) Şu ünlü “insan hakları” adına “müdahale hakkı”nın “merkezsiz, iktidarsız İmparatorluk’un” parolası olmayıp, bizzat ABD’nin Sovyetler’e, daha sonra tüm dünyaya müdahale edebilmek için uyguladığı bir strateji olduğunu görmek bu kadar zor mu? Postmodernizmin düşünce dehlizlerinden bakınca imkansızdır.

Emperyalizmin aklanması nasıl derinleştiriliyor, görelim.

“Emperyalist, emperyalistler arası ve anti-emperyalist savaşlar bitmiştir. Bu tarihin sonu barışın hükümranlığını getirmiştir. Daha doğrusu küçük ve iç çatışmalar çağına girmekteyiz.” (Hardt& Negri, a.g.y.) Bu “küçük ve iç çatışmaların” niteliği nedir? Emperyalist paylaşım için mutlaka topyekün dünya savaşı gerekmiyor. Bu “küçük” savaşların niteliği önemlidir. Öte yandan, anti-emperyalist savaşların da sona ermesi yazarlar açısından çok doğaldır. “Emperyalizm miadını doldurunca” kime karşı savaşılacaktır!

“Bugün politik felsefenin ilk sorusu direniş ve isyanın olup olmayacağı ya da niçin olacağı değil, isyan edilescek düşmanın nasıl belirleneceğidir. Aslında, düşmanı tayin edememe, direniş iradesini sıklıkla paradoksal döngülere sokan şeydir. Bununla birlikte, sömürünün artık özgün bir yeri olmadığı ve artık özgün fark ya da ölçü belirleyemeyeceğimiz kadar derin ve karmaşık bir iktidar sistemine gömüldüğümüz düşünülürse, düşmanı tayin etmek hiç de azımsanacak bir iş değildir. Düşmanlarımız olarak sömürü, yabancılaşma ve alt-üst ilişkilerini görüyor ve yaşıyoruz, ama baskı üretiminin yerini bilmiyoruz. Ve buna rağmen hala direniyor, hala mücadele ediyoruz.” (Hardt&Negri, a.g.y.)

Görünmeyen ve “yeri olmayan” bir düşmana karşı ne umutsuz bir mücadele! “Enformasyon çağı”nın tüm buluşlarına, bilgilenmenin bu ölçüde yaygınlaşmasına, dünyanın “global bir köye” dönüşmesine rağmen, tüm didinmelerimiz boşa çıkıyor, “baskı üretiminin yerini bilmiyoruz.” Harika! Emperyalizmin bu kadar güzel perdelenmesine ne demeli? Onu bir sihirbaz ustalığı ve şıklığıyla yok etmek, emperyalizme ne büyük bir hizmet!

Sosyalizmin yıkılışından sonra, postmodern dünyada, düşmanın kamuflajının gittikçe mükemmelleştiğinin farkındayız; ancak onun “yerini” bulamayacak kadar izini kaybetmedik. Bu ancak postmodern hafıza kaybı ile mümkündür. Hardt ve Negri bu hafıza kaybının mükemmel örneklerini veriyorlar.

Bu görünmeyen düşmana karşı nasıl mücadele edilecektir?

“Mücadeleler (Tiananmen Meydanı, Los Angeles isyanı, Paris ve Seul’deki grevler, vb.) televizyonda, internette ve akla gelebilen her türlü kitle iletişim aracında son derece medyatikleşmiş olmalarına rağmen, iletişim kuramıyor. Burada bir kere daha iletişimsizlik paradoksuyla karşılaşıyoruz.” (a.g.y.)

Bu tespitten hareketle yazarlar şu sonuca varıyorlar:

“Bu noktalar yeni bir mücadeleler dalgasına benzer bir şey oluşturacaksa, bu aralarında iletişim kuran bir mücadeleler dalgası değil, tek tek ve şiddetli bir biçimde patlayan bir dalga olacaktır. Kısaca, bu yeni aşamayı tanımlayan olgu şudur: Bu mücadeleler yatay olarak bağlantılı değildir, her mücadele dikey olarak, doğrudan İmparatorluk’un virtüel merkezine sıçrar.” (Hardt&Negri, a.g.y.)

Farklı noktalardaki mücadelelerin dili birbirine çevrilemiyor, bir iletişimsizlik paradoksu yaşanıyor. Yazarlar, bu tespiti yaptıktan sonra nedenleriyle ilgili en küçük bir irdeleme yapmadan bu olguyu sabitleştirip, günümüz mücadelelerinin “stratejisini” çiziyorlar. Yatay bağlantıları olmayan, birbiri ile iletişim kurmayan, bulunduğu yerden doğrudan İmparatorluk’un görünmeyen merkezine dikey olarak vuran mücadeleler, günümüzün mücadele biçimi olacaktır.

Sosyalizmin bir sistem olarak varolduğu koşullarda, bilindiği gibi dünyanın herhangi bir tarafındaki mücadelelerin söylemi, hemen ortak sosyalizm diline çevrilebiliyordu. Bugünün dünyasında ise, bu merkez hem pratik olarak hem de bir siyasal program olarak ortadan kalktığı için, mücadeleler kendi bağlantısız kanallarında akıyor. Ancak bunun geçici bir süreç olduğu, bu dalgaların ortak düşmana karşı birleşeceği, birleşmek zorunda olduğu anlaşılabilir. Elbette, dünyaya postmodernizmin penceresinden bakmazsanız bu mümkündür. Daha doğrusu böyle bakmayanlar, eninde sonunda mücadeleleri paralel kanallarda buluşturmak için bütün çabayı gösterecektir. Bunun için, “enformasyon çağı”nın iletişim ağları doğrusu oldukça olumlu roller oynuyor. Küreselleşme karşıtı gösterilerin örgütlenmesi, hep bu iletişim ağlarında yürüyor. Bu mücadelelerin dillerinin birbirine çevrilmesi, hem belli bir zaman alacak hem de sosyalizm teorisinin yetkinleşmesine ve pratikte yeniden güç olmasına bağlıdır. Ancak dünyaya postmodernizmin penceresinden bakınca, düşünce ve davranışların sentezleşmesi, birbirine çevrilebilirliği mümkün olmadığı, sadece düşünce ve davranışların farklı kaplarda çökelip tortulaşması mümkün görüldüğü için, İmparatorluğa karşı birleşik mücadeleler imkansızdır. Ancak dikey olarak İmparatorluk’un görünmeyen merkezine, ayrı ayrı darbeler vurmak mümkündür.

Sadece bu kadar da değil, yazarlar İmparatorluk’a karşı başka bir mücadele biçimi de ileri sürüyorlar:

“Burada bir kez daha ilk haliyle demokratik ilkeyi görüyoruz: Terk, çıkış ve göçerlik. Disiplinci çağda sabotaj temel bir direniş nosyonuyken, emperyal kontrol çağında bu nosyon terk edilebilir. Modernlikte karşı-oluş, sıklıkla kuvvetlerin doğrudan ve/veya diyalektik karşı karşıya gelişleri anlamına gelirken, postmodernlikte karşı-oluş eğik ya da diyagonal bir duruşla en büyük etkiyi sağlayabilir. İmparatorluk’a karşı savaşlar eksilme ve çekilme yoluyla kazanıla- bilir. Bu terkin bir yeri yoktur; iktidar alanlarını boşaltmak anlamına gelir.” (Hardt-Negri, a.g.y.) Emperyal kontrole karşı mükemmel bir mücadele biçimi: Terk! Ancak terkin bir yeri yoktur. Hareket kanunları dışında olmayan bir yere nasıl gidilecektir? “İktidar alanlarını boşaltmak”! Bütün bunlar, dil oyunundan başka bir anlama sahip midir? Düşman tespit edilemediği için modern çağdaki gibi mücadeleler, bir “karşı-oluş” biçimine giremiyor. Bunun yerine “eğik ya da diyagonal bir duruşla en büyük etki” sağlanabileceği ileri sürülüyor. Bütün bu postmodern dil oyunu saçmalarının gerçek yaşamda bir tek karşılığı vardır: Emperyal kontrole boyun “eğmek”!

Sonuç olarak, İmparatorluk, günümüz emperyalizminin postmodern bir büyücülükle “yok” edilmesidir.