ÜRETİM SÜRECİNİN YENİDEN YAPILANDIRILMASI – Mehmet AKYOL

Yol, Sayı 5, Ağustos 1993

Kapitalizme kadar insanlığın yolunu açan insan üretici gücü, kapitalizmle birlikte geri plana düşmüş, teknik üretici gücü adeta tek başına belirleyici olmuştur. Öte yandan kapitalizm, işyerlerinde bir araya getirdiği insanlarla, sosyalizmi yaratacak kolektif aksiyonunun -insan üretici gücü- temelini de atar. Ancak bu kolektif aksiyon henüz kolektif bilinçten yoksundur, sosyalizm bu bilinci yaratmaya çağrılıdır. Yaşanan 70 yıllık sosyalizm deneyi ise üretim sürecinde bu kolektif bilinci yaratma yerine -kuşkusuz üretimin yeniden örgütlenmesi aracılığı ile- moda deyimle “kumanda yöntemini” ortaya çıkardı. Kuşkusuz “sosyalizmin 1. inşa döneminde” bu mümkün müydü, dönemi noktalayan 89 çöküşünde bu kolektif bilincin kolektif aksiyona kazandırılmamış olması ne denli rol oynadı, başlı başına bir inceleme konusu olarak duruyor. (Sovyetlerle Taylorculuğun uygulanması)

Ne gariptir ki, sosyalizmin çağrılı olduğu bu göreve, bambaşka amaçlar için de olsa -karı maksimize etme- kapitalizm talip oluyor. Teknik üretici gücü geliştirerek, bugüne kadar karını maksimize etmeyi başaran kapitalizm artık bunun sınırlarını görüyor. Ve teknikle birlikte insan üretici gücünü ön plana çıkaran yeni üretim örgütlenmeleri ile karlılığı arttırmayı deniyor. Bu yeri üretim örgütlenmeleri, işyerindeki işçinin kolektif aksiyonuna, kolektif bilinç katma yolunda adımlarda oluyor. Üstelik bu sermayenin isteğine ters düşme pahasına.

İşte 70’li yıllarda Japonya’da ortaya çıkan, 80’li yıllarda ABD ve Avrupa’da yaygınlaşan yeri üretim örgütlenmelerini, organizasyonlarını bu çerçevede kavramak gerekli. (Aynı konu için Yol, Sayı 5, sayfa 21)

Bunlardan özellikle ikisinin -quality circles ve lean production- incelenmesi son derece öğretici.

Kapitalizmin Üretim Örgütlendirmesini Değiştirme Süreci

Sendikal hareket genel olarak, üretim sürecinin makro düzeyde -pazar, sömürü- tahlilinden yola çıkarak, taleplerini formüle ederler. İlk elde sömürünün sınırlandırması doğrultusunda, ücretlerin, pahalılık düzeyinden daha üst oranda arttırılması, çalışma süresinin kısaltılması, sosyal haklar vb. gibi. Mikro düzeyde yani üretimin dolaysızca gerçekleştiği işyeri düzeyinde talepler istisnalar dışında yok gibidir. Zaten kanuni düzenlemelerle, sendika mümkün olduğunca işyeri dışında tutulmaya çalışılır.

Bu konuda en acı deneyler, haftalık çalışma süresinin kısaltılması sırasında yaşandı. Sendika ve işveren, yaptıktan toplu iş sözleşmesinde, çalışma süresinin ne kadar kısaltılacağına karar verirler ancak bunun nasıl yapılacağı tamamen işverenin kararına tabidir. Bunun sonucu olarak işveren bu düzenlemeyi kendi çıkarlarına en uygun şekilde yapma imkanına kavuşmuş demektir. Benzer şekilde çalışma koşullarını en dolaysızca etkileyen, işyerinde üretimin örgütlenmesinde ne sendikalar, ne de işçi temsilciliklerinin söyleyecekleri şeyler vardır. Bunlar tabudur, toplu iş sözleşmesine bu konuların girmesi en çok mücadeleyi gerektiren konulardır.

Oysa işyerindeki üretim süreci, kapitalist ilişkilerin dolaysızca üretildiği bir alandır. Diğer bütün kapitalist ilişkiler, bu süreç içinde ortaya çıkan ilişkilerin dolaylı yansımalarıdır. K. Marx’ın bu konudaki yazılarını içeren, “Kapitalist üretim sürecinin dolaysız sonuçları” adlı derleme yazılar yüzyılı aşan bir süre sonunda, ilk defa 1969 yılında yayınlandı. Ve tahmin edileceği gibi, kapitalizmin mikro düzeyde -işyeri düzeyinde- analizi, Marksizm’in en az geliştirilen yanı oldu. K. Marx bu yazılarında ayrıntılı olarak, işyerindeki iş-üretim örgütlenmesinin sonuçlarını irdeler. Ancak bunlar, daha sonra yazılması düşünülen -Kapital’den sonra- ciltler için yazılmış ilk düşüncelerdir.

Kapitalizmin tekelci döneme girdiği 20. yüzyılın başından itibaren fabrika içindeki üretimin organizasyonu da yeni bir şekil aldı. Taylorculuk ya da akar band üretim adlan verilen bu yeni üretim organizasyonunda tek tek işler en ufak birimlere ayrılarak bir üretim çizgisi boyunca onlarca, yüzlerce iş adımları ile yapılmaya başlandı. Böylece kitlesel üretim yapma ihtiyacına cevap verildiği gibi, üretkenlik de kapitalizmin istediği düzeye yükseldi. Bununla, işçi ile ürettiği ürün arasındaki yabancılaşmada en üst düzeye çıkmış oldu.

70’li yıllara gelinceye kadar bu üretim organizasyonu, kapitalist gelişmenin bir simgesi haline dönüştü. Sağlanan üretkenlikle, sosyal devlet rüyaları biraz somutluk kazanır gibi oldu. İşçi sınıfına pastadan ayrılan pay, oransal olarak olmasa bile miktar olarak arttı. Sosyal barış için gereken ön şartlar ortaya çıkmış gibi gözüküyordu.

Ancak 1970’lere gelindiğinde yavaş yavaş bu üretim organizasyonu artık kapitalizmin ihtiyaç duyduğu üretkenlik düzeyine cevap veremeyecek hale geldi. Her şeyden önce akar bant sistemi teknolojik gelişme düzeyine paralel olarak, aşırı boyutlarda sabit sermaye yatırımını gerekli kılıyordu. Teknolojik gelişme hızla sürerken, bu gelişmenin ihtiyaç duyduğu yatırımların aynı hızda ve düzeyde yapılması mümkün olamadı. Bunun sonucu bir dizi işkolları, eski teknoloji ile üretim yapmaya devam etmek zorunda kaldı. Taylorizmin ihtiyaç duyduğu yatırımlar, üretim araçlarının yenilenmesi devasa boyutlara vardı. Kısacası salt teknik ilerleme ile üretkenliğin -kar oranının- arttırılması mümkün olmuyordu. Bu noktada “sosyal teknik” adı altında yeni yöntemler -üretici olarak insanı öne çıkaran- ortaya çıktı.

Sosyal Teknikler

Sendikal açıdan bu sosyal teknikleri inceleyen T. Breisig 1990 yılında yayınladığı “işyerinde Sosyal Teknikler”adlı araştırmasında “Kontrol Grupları”ndan, “Kalite Çemberine -quality circles- kadar 24 değişik “sosyal tekniği”n ortak noktalarını şöyle özetler;

  • Üretim sürecindeki insanı, daha iyi üretim için motive etmek,
  • İşçinin isteklerine kulak vererek, onun işyeri ile “bütünleşmesini” sağlamak,
  • Ufak bazı detaylarda işçiye karar hakkı tanımak.

Kuşkusuz bu düşünceler yeni değil, yeni olan bunların çok yaygın ve çeşitlilikte adeta bir “sistem” olarak uygulanmaya başlaması. Sürekli ön plana çıkarılan konu ise “kalite”. Onun hemen yanı sıra “esnek olmak”. Yukarda söylenenlerin ışığında bu her iki parolayı anlamak mümkün, ilki üretkenliği, -karı- arttırmaya, İkincisi devasa boyutlara varan yatırımların boyutunu küçültme amacına denk düşer.

Kalite çemberi bu çerçevede 70’ii yıllarda Japonya’da büyük işletmelerde görülmeye başlar. Daha önceki “sosyal tekniklerden” farkı, bütün işletme çapında değil, küçük gruplara yönelik olmasıdır. Kısa zamanda yaygınlaşan bu model çerçevesinde 1985’lerde 10 milyon işçinin “kalite çemberlerine” katılması sağlanır. Başarı tahminin üzerinde olunca, gerek ABD gerekse Batı Avrupa metropollerinde uygulamalar devreye sokulur. Değişik işyerleri bunlara, “Çalışanların Forumu”, “Problem Çözüm Grubu”, “Beraber Çalışma” gibi süslü isimler de buldular.

Kalite Çemberi (KÇ)

KÇ genel olarak aynı bölümde çalışan 5 ila 8 insandan oluşur. Diğer sosyal tekniklerden farklı olarak düzenli aralıklarla (örneğin 2 haftada bir), çalışma zamanı içinde 2’şer saatlik toplantılar halinde yapılır. Grup kendi yöneticisini seçer, yönetici çalışma teknikleri konusunda gerekli bilgileri edinmek zorundadır. KÇ için değişik çalışma yöntemleri vardır, Pareto-Analizi, İshikawa Diyagramı gibi. Çalışmalar genel olarak 5 adımda gerçekleşir;

– İlk adımda sorunların listesi çıkarılır,

– Bunu takiben bu sorunlara ilişkin gerekli doküman ve bilgiler edinilir,

– Bu sorunları çözmek için bulunan yollardan, hangisinin en az çaba ile en fazla yarar getirileceği analiz edilir,

– Ortaya çıkacak yeni durumların nereden kaynaklandığı araştırılır,

– Sonuç olarak sorunu çözecek bir model geliştirilir.

KÇ tarafından getirilen çözüm modeli işyeri yönetiminin tespit ettiği bir kurul tarafından incelenir ve uygulamaya konulup konulmayacağı kararlaştırılır. Tabi iyi bir öneri getirenlerin de uygun bir şekilde mükafatlandırılması söz konusudur. Başlangıçta sadece üretim alanında kurulan KÇ’ler giderek idari alanlara da sıçramış bulunuyor.

KÇ’nin çıkış amacı isminin çağrıştırdığına denk düşer, üretimde kaliteyi yükseltmek. Bu aynı zamanda üretim süreci karşısında kayıtsız kalan işçinin ilgisini uyandırarak, onun salt kol gücünü değil, ama aynı zamanda kafa gücünü de kullanmayı amaçlar, bir taşla iki kuş. KÇ aynı zamanda rasyonelleştirmeler için iyi bir metot olur. Bir yandan pahalı uzmanlarla daha ucuza nasıl üretim yaparım diye para ödemeye gerek yok, İkincisi işçiye kendi işini, kendi önerinle kaybettin denilerek tepkisini hafifletmek.

Kalite Çemberinin başarısının sırrı da zaten buradadır. Doğrudan doğruya üretim süreci içinde olan işçi, çoğu kez sorunun nereden kaynaklandığını, çözümün nerede olduğunu, pahalı uzmanlardan daha iyi bilir. Tek sorun bunun formüle edilmesidir ki, KÇ de zaten bunu halleder. Başka bir boyut, çoğu kez “yukardan gelen emirlerin” “altta” işçiler tarafından pek gönüllüce karşılanmamasıdır. Ama işçiye, KÇ ile bulunan veya bulundurulan çözümü kabul ettirmek, hatta gönüllüce onu en iyi şekilde uygulamasını sağlamak en kestirme yoldur. Bunun için KÇ çalışmaları içinde “yukarının otoritesi” kesinlikle işçiye hissettirilmez. Zaten KÇ içinde çalışma kesinlikle bir zorunluluk değil, isteğe bağlı olarak lanse edilir.

Sendikal açıdan KÇ

Sendikal hareket başlangıçta KÇ’leri “yönetime katılma” doğrultusunda bir amaç olarak gördü. Ama öz itibarı ile bunun aynı zamanda işverenler tarafından, işyerindeki sendikal örgütlenmeye alternatif yaratma amacında kullanılmak istemesi üzerine tavır alma ihtiyacı duydu. Gerçekten de pek çok büyük işyerinde sendikal örgütlenmelerin yerini KÇ’ler almaya başladı. Bu körlük sendikalara epey pahalıya mal oldu, işçileri sendikal mücadelenin içine çekmek daha da zorlaştı.

İşverenler KÇ’leri aynı zamanda, çalışma şartlarını iyileştirmek için kullanmak istediklerini söylediler. Buna karşılık sonuç, rasyonelleştirme ile daha zor şartlarda çalışma oldu. Unutulmamalıdır ki, KÇ’lerin kesinlikle tek başlarına bir kararı uygulama hakları yoktur, bu tamamen işverenin kararına kalmıştır. Amaç, yukarıda belirtildiği gibi üretkenliği arttırmak için tekniğin yanında giderek insan faktörünün -insan üretici gücü- devreye sokulmak istenmesidir. Üstelik bu hiç de yeni teknikler gibi yatırım vs.de gerektirmediği için olağanüstü ucuz bir yöntemdir. Bütün bunlara rağmen kuşkusuz düzene, sömürüye karşı mücadeleyi bayrağına yazmış bir sendika, iyi örgütlü olduğu işyerlerinde, KÇ aracılığıyla ve KÇ’ler içinde kesin egemenlik sağlaması koşulu ile sömürüyü sınırlama doğrultusunda adımlar atabilir. Ama çoğu kez olan bu iyi niyetle yola çıkışın, kısa sürede işverenin güdümüne girmesidir.

KÇ’lerin en yaygın olarak kullanıldığı alan Japonya’da Otomobil endüstrisidir. Aşağıdaki rakamlarda zaten bir yorumu gerektirmiyor.

Dünya Otomobil Üretimi
Yıllar 1960 1987
Toplam Otomobil
Üretimi 12.8 Milyon adet 34.1 Milyon adet
Ülkelerin Pay oranı
ABD %52 %21
Japonya %1 %23
Avrupa %38 %34
S. Birliği %2 %7
Diğerleri %7 %13
G. Kore %2
(Kaynak: 1988 Worlds Automotive Yearbook)

 

Endüstride Yıllık Üretkenlik Oranları

(% olarak)

                               1974 74-79 80-85 87-90
ABD                          2.2 0.25 0.8 1.6
Japonya       8.4 3.2 2.9 3.8
B. Almanya                  4.4 3.4 2.0 2.3
(Kaynak: OECO Economic Outlook Aralık 1988)

Üretim Sürecinin Yeniden Yapılanması: “Lean Production”

Henry Ford’un 20. yüzyılın başında, otomobil fabrikasında, ilk akar bantta meşhur T- Model motoru üretmeye başlaması ile başlayan süreçte, üretkenlik %300 gibi olağanüstü boyutlarda artmıştı.

70’li yılların başından itibaren ise üretkenliğin artması adeta kaplumbağa hızı ile gelişti. 1960 ile 1968 arasında Batılı endüstrilerde üretkenlik artışı yıllık ortalama %4.1 iken, son 20 yılda ortalama %1.5’e kadar düştü. Yapılan değişik incelemeler, bu süreç içinde büyük işletmelerin üretim dışı alanlarda hantallaştığını gösteriyor. Zaten hizmet sektöründeki “patlama”, beyaz yakalıların mavi tulumlulardan sayıca öne çıkmaları bunun göstergesi. Almanya, Baden’deki CAD-Center profesörlerinden W. Guttropf, endüstriyel işletmelerde doğrudan üretimde çalışanların, toplam personelin %20’sine kadar düştüğünü iddia ediyor.

İşte “lean production” bu aşırı hantallaşmış üretim organizasyonu “zayıflatmayı” amaçlıyor. Başka bir deyişle, daha az işçi ile daha dar bir alanda, daha az yatırımla, aynı kalite ve miktarda üretim. Kalite çemberinde olduğu gibi gene Japonya bu yeni üretim organizasyonunda önde gidiyor. Ekonomi gazetelerinde son bir yıldır aynı türden haberler görmek mümkün, bir işyeri üretimin iki misline çıkarmasına karşılık, çalışanların sayısını %20 azalttı. Bununla da bitmiyor, üretim için gerekli olan girdi depolanmasını %80 azalttı, montaj için gerekli olan alanı üçte iki küçülttü, siparişler %100 zamanında gönderilmekte, bozuk mal miktarı yarı yarıya azaldı. Sonuç: işçi başına ciro miktarı bir yılda %21 arttı. Diğeri sadece %16, bir diğeri %15 vs. Üstelik bütün bunlar, Batıyı kasıp kavuran ekonomik krizin ortasında oluyor. Tabi, OECD ülkelerinde %10 sınırını aşan işsizliğe, yeni işsizlerin katılması gerçeği, madalyonun diğer yüzü.

Dünya pazarında böylesine kıran kıran bir mücadele sürüyor, ya üretkenliği arttıracaksın ya da dünya piyasasından silineceksin. Büyük tekellerin menajerleri hedefi açık açık gösteriyorlar, üretkenliğin en az %5 ila %10 arasında hem de her yıl arttırılması. Bunun nasıl olacağını da gösteriyorlar. Clinton başkan seçildikten sonra, önde gelen menajerler, ekonomistler, sendikacılarla bir zirve toplantısı yaptı. Burada konuşan Apple computers menajeri J. Sculley, şu anda üretim organizasyonunda ortaya çıkan değişikliği, 18. yy’da ortaya çıkan “manifaktür” biçimi iş örgütlenmesinden sonraki ikinci devrim olarak adlandırdı.

“Lean production” aynı zamanda sosyal bir bomba olarak da görülüyor. Son beş yıl içinde 50.000 işçiyi sokağa kovan ABB tekeli menajeri P. Barnevik, önümüzdeki on yıllarda endüstriyel gelişmiş ülkelerde işsizliğin %20 ila %25 olabileceğini söylüyor. Gerçekte de H. Ford yüzyılın başında akar bant sistemi ile üretime başladığında, haftalık çalışma saati radikal bir biçimde 60 saatten 48 saate düşmüştü. Oysa bugün, tekeller toplumun bir de işi olanlarla, işi olmayanlar biçiminde bölünmesine çanak açıyorlar. “Sosyal devlet” düşleri sona eriyor, işsizlere yaşam hakkı bile tanınmak istenmiyor.

Yeni bir Üretim Organizasyonu

Fordcu ya da Taylorcu üretim örgütlenmesi, tüm üretim sürecini en ufak “iş adımlarına” bölerek bu adımları teker teker işçilere, bir “üretim çizgisi” boyunca -akar bant- yaptırma esasına dayanır. Bir ürünü binlerce işçi binlerce adımda üretir. Buna karşılık yeni üretim modeli, “lean production” veya sadece üretim sürecindeki adı ile “produktion-insel” -üretim adacığı- sayısı ona varmayan işçinin bir grup çalışması düzeni içinde, bir ürün için gerekli olan binlerce adımı her işçinin yüzlerce değişik adımı yerine getirmesidir. Akar bantta örneğin 20 değişik vidayı 20 değişik işçi, 10 somunu 10 değişik işçi monte ederken, bir üretim adacığında bütün bu “adımlar”ı bir veya iki işçi yerine getirir. Bu işbölümü ile artık akar bant için gerekli devasa yatırımlar asgariye düşer. Yeni bir ürün değişikliği de benzer şekilde, bir akar bantta devasa boyutlarda değişikliği gerektirirken, üretim adacığı basit bir iki değişiklikle yeni bir ürün üretimine geçebilir.

“Lean Production” daha önce belirtildiği gibi sadece üretim adacıkları ile sınırlı değildir. Diğer üretim birimleri, planlama, depo ulaşım ve benzeri alanlarda “zayıflatılmak” durumundadır. Akar bant sistemi, bir aylık hammadde ve ara maddelerin depolanmasını öngörürken, zayıf üretim bunu haftalık, hatta günlük olarak yapar. Böylelikle depolanma giderleri en aza inerken, riziko da bunları gönderen işletmelere kısmen de olsa devredilmiş olur. Böylelikle bu işletmelerde “zayıflanmaya” zorlanmış olur. Ürünü pazarlayanlar da, toplu mal alıp depolama yerine ne zaman satacaksa, o zaman ürünü elde eder. (Just in time)

Ürün ile işçi arasındaki ilişkide nitel olmasa bile bir değişiklik geçirmekte. Akar bantta üretilen ürün, işçi için tümden yabancılaşır. Üretim adacığı da ürünü işçiye yabancılaştırır, ancak ürün işçi için sonucunu gördüğü, ürünü tüm ortaya çıkış sürecinde yaşadığı bir olaydır. Ürünle arasındaki ilişki, akar banttaki ile kıyaslanınca daha somuttur, onda kendisinin bir parçasını görür. Zaten bu ilişki, üretim adacığında daha az bozuk ürün çıkmasının nedenidir. Öte yandan, ürünü oluşturan adımlar, onun için sonu görünmeyen bir süreç değil bilinen, onun için belli bir mantığı olan bir süreçtir. Üretim sürecindeki hareketleri, akar bant sisteminde olduğu gibi, önceden en ince ayrıntısına kadar tespit edilmiş, onun dışına çıkamayacağı hareketler değildir. Keza iş sıralaması da. Böylelikle mekanik olarak aynı hareketleri tekrarlayan varlık yerini düşünerek hareket eden, sınırlı da olsa inisiyatif kullanabilen varlığa terk eder. Böylelikle sermaye, daha önce sadece kol emeğini kullandığı işçinin kafa emeğini de kullanma imkanına kavuşur. Üstelik ek bir ücret ödemeden.

İşte bu yeni ilişki, kolektif aksiyon, kolektif bilinci kazandıracak sürecin başlangıcı olabilecektir. Bu tespit, biraz da el yordamı ile bulunmuş bir tespittir. Bilimsel açıklaması için deneylerin birikmesi gerekir. Üretim adacığında üretilen, kapitalist ilişkinin özellikle mikro-düzeyde işyeri düzeyinde incelenmesi gerekir.

Nasıl ki Fordcu-Taylorcu iş organizasyonu, kapitalist ilişkilerin dolaysızca üretilmesi için yeni bir aşama oldu ve bu ilişkiler bütün toplumsal ilişkileri belirlediyse, yeni iş örgütlenmesi de aynı yol izleyecektir Bunun ilk belirtileri, sınırsız büyüme tezlerinin yerini kaliteli büyüme tezlerine terk etmeye başlamasında görebiliriz.

Türkiye ekonomisi içinde gerek KÇ gerekse “lean production” olsa olsa kaba bir kopya olarak yerini alacağa benzer. Bu türden araştırmalara uygulamalara finans kapitalimizin ne nakti, ne de vakti vardır zaten. En büyük işletmelerde, araştırma-geliştirme giderleri hemen hemen yok gibidir. Özellikle Türkiye finans kapitalinden “modernlik” “çağdaşlık” hele hele “emperyalistlik” bekleyenlere önemle duyurulur. Kapitalizm yeni ufuklara, kriz içinde de olsa, yelken açıyor, bizimkiler -finans kapital ve “solcularımız”- hala eski çayırda otluyorlar.

12 yıllık aradan sonra açılan DİSK, “yeni” tezleri ile finans kapitalle, kopyacılıkta yarışa girişiyor. Buram buram “batı” ve “entel” kokan bu tezleri Avrupa sendikal hareketi bile üfleyerek içiyor. Bizimkiler, 12 yıllık açlıktan olsa gerek, önüne sürülen sıcak sütü bir nefeste mideye indiriyor. Onu eleştiren “radikal sollarımız” mı? Onların da finans kapitalizmimiz gibi nakitleri ve de vakitleri yok gibi, ne Türkiye gerçeğinde güncel araştırma ne de geliştirme. Öyle ya ne gerek var bunlara hepsi kara kaplı “Kuran’da” yazılı, “demir demir üstünde gidecek, demir havada uçacak” demiyor mu peygamber. Eee, Marx‘da “lean production” “çözümlemesi” yoksa yuh olsun zaten ona.

Yeni Dünya Düzeninin Ekonomik Gidişi

1975/75 ve 1980/82 ekonomik krizlerinden sonra 1991 ortalarından sonra kapitalist dünya yeniden bir ekonomik krize girmiş bulunuyor. Bu yeni krizi diğerlerinden ayıran bazı önemli noktalar var. Bunlar kısaca,

  1. Kriz içinde büyük uluslararası şirketlerin karlarının artması (Artış oranının 1992 için %9, 1993 için ise %19 olması bekleniyor.
  2. Sosyalist sistemin ortadan kalkması ile sistem rekabeti ve onun sonuçları da ortadan kalkıyor.

a) “Sosyal Devlet”e veda bunların en önemlisi, böylece işsizlik yardımlarının kısılması, sınıf kaymalarının artması, kapitalist metropollerde “3 dünyanın” ortaya çıkmasını getiriyor.

b) 82 krizinden çıkışta Reagan yönetiminin, silahlanmaya yaptığı yatırımlar (uzay savaşları vb.) bugün tekrarlanma şansını yitirmiş t durumda.

c) Dünya ölçüsünde üçüncü dünyayı “komünizmden koruyacak” masraflara gerek yok.

d) ABD ve Japonya’nın olduğu gibi Avrupa’nın da şu anda “arka bahçesi” mevcut. (Doğu Avrupa, Rusya) Türkiye Portekiz gibi ülkeler yerine bu ülkeler ucuz işgücü alanları oluyor, üstelik buradaki devlet işletmeleri de bedavaya satılmakta.

3. Komünist hareketlerin içine girdiği arayışa paralel olarak, sermayenin artık sosyal-demokrasiye ihtiyacı kalmadı. İspanya, Fransa, İsveç’te artık sosyal demokrasi iktidarını ve bu sefer toplumsal gücünü de yitirdi. Diğer ülkelerde bunları izleyecekler. Sosyal Demokrasi artık hasta yatağındaki kapitalizmin doktoru olmaktan çok, yeni liberallerin ortağı rolüne alışmak zorunda. Sistemler arasında veya onlara alternatif bir üçüncü yol tartışması artık yok.

4. İşsizlikle mücadele artık iktidarların programlarına bile girmemekte, kapitalist metropollerde “ekonomi dışı” katmanlar hızla artmakta, “üçte ikilik toplum” modelleri tartışılmakta.

5. Sendikal hareket bugüne kadar sınıfın kazandığı haklan koruyamamakta daha önceki kriz dönemlerinde pahalılığın hızla düşmesi ile gerçek ücretler izafi olarak artarken bugün gerilemekte.

Kovboy R. ve Lady T. ile anılan yeni liberal ekonomik gidiş, Ford-Keynes tipi biçimlendirmenin yerine özelleştirmeyi getirirken yeni tip üretim yöntemlerini de gündeme getirdi. Devletin ekonomiye her türlü müdahalesi sınırlandırıldı. Sosyal harcamalar sınırlandırıldı.

Buna karşılık özellikle servet, kurumlar vergisi düşürüldü. Sonuçta başta ABD olmak üzere bütün metropol devletler bir borç krizi içine girdiler.

Bunlar şu andaki krizden çıkmanın önünde duran engeller biçimine girdiler. Böylece krizin yapı değişimine olan etkisi, olağanüstü arttı ve sadece büyüme ile krizden çıkış ihtimali azaldı. Kriz yeni üretim modelleri ile ilgili tartışmaları (Ford-Taylor tipi kitlesel –akar bant- tipi üretim tipinden, lean production, esnek kitlesel üretime vb.) gündeme hızlıca getirdi, buna devlet sektöründe işten çıkartmalar, yatırımların kısılması ve olağanüstü bir tasarruf baskısı eşlik etti.

Bu yeniden paylaşım krizinden çıkışı zorlamakta, aşağıda satın alma gücü zayıflarken, yukarıda spekülasyona kayış görülmekte.

Gene son 20 yılda sürekli artan hizmet sektörü çalışanlarında ilk defa kriz döneminde bir azalma meydana çıktı. Banka ve sigortaların, çalışanlarım azaltmalarını sadece gelgeç bir gelişme onlara görmemek gerekli. Bu alandaki gerek teknik gerekse de çalışma metotları ile ortaya çıkacak rasyonelleştirme potansiyeli oldukça fazla. Batı Avrupa’da gelecek yıllar içinde bu alanda %20 azalma bekleniyor. (Elveda proletarya diyenler bugün elveda memurlar mı diyecekler acaba?)

Bu süreç içinde sermayenin sendikal hareket bakışı da oldukça çelişkili. Yeni ortaya çıkan sermaye grupları, daha sınırsız sömürü isteklerini sendikal hareketi toptan devre dışı bırakmakta ararken, klasik sermaye çevreleri bunu hala biraz tehlikeli buluyorlar. Sendikal hareket ise gerek sosyalist sistemin çöküşünün, gerekse de içinde bulundukları örgütsel krize çare bulamamanın moral çöküntüsünü üzerlerinden atamıyorlar.

Bunlardan çıkacak ilk sonuçlar şunlar:

-Ekonomik durgunluk Resesyon beklenenden daha uzun sürecek.

-Durgunluktan çıkılması benzer şekilde daha uzun ve sancılı olacak.

-Yeni ortaya çıkacak beklenmedik gelişmeler -para sistemindeki krizin çözüm kavuşturulamaması, yeni düzende ortaya çıkacak yeni çatlaklar-  bu süreci daha da uzatacaktır.

-Toplumsal sonuçlar diğer krizlerden daha ağır ve kalıcı olacak, işsizlik oranları batılı merkezlerde ekonomik patlama zamanlarında bile %10’un altına pek düşmeyecek.

-Toplumsal paylaşım savaşı -sendikal, demokratik mücadele- daha da sert biçimler alacak, orta sınıflar kriz öncesi düzeylerine tekrar gelmek yerine daha da aşağılara çekilecekler.

-Sendikal mücadele bunları önleyecek güçte değil, yeni içerik ve örgütlenme biçimi yaratmak zorunda.

Özel olarak sendikal harekete bir kez daha değinirsek:

– Kendilerini bir dinozor değil, hala toplumsal gerekliliği olan bir güç olarak görmekteler

– Sermaye ile kol kola girip “toplumu modernleştirmede” yararlı bir kurum olmak istiyorlar

– Çevre ve kadın sorunlarına da öncelik vermek istiyorlar.

Buna karşılık,

– Bir yapı değişikliği için perspektiften yoksunlar (endüstri politikası yok, üçüncü yol imkanı yok vb.)

– Kitleleri harekete geçirecek imkan bulamıyorlar.

– Ekonomik krize verdikleri cevap eski Keynesçi reçeteleri yeniden piyasaya sürmekten ileri gitmiyor.

Sosyal demokrasinin solunun içinde bulunduğu durum;

-Yeni bir arayışın lafı çok ediliyor ancak kendisi yapılmıyor. Ve aynı zamanda SBKP ve benzerleri artık ekonomik sosyal analiz ve çözüm önerileri de sunmuyorlar, artık bunları bizzat yapmak zorundalar. Özellikle bir zamanlar FKP’nin başını çektiği anti-tekel programlar yeniden gözden geçirilmek zorunda, -temel branşların devletleştirilmesi, asgari ücret garantisi, sosyal haklar, servet vergisi artışı vb.- Bu tartışmalarda dikkati çeken nokta bunların sol- Keynesçiler paydası altında birleştikleri oluyor, ama Keynes’ten bir adım ileri atana pek rastlanmıyor.

-Sermayenin geliştirdiği yeni ataklara karşı cevap ya verilmiyor ya da aradan zaman geçip cevabın anlamı kalmadıktan sonra bir şeyler söyleniyor. Günlük politik taktikler neredeyse yok gibi veya olanlar da günlük taktik ismine hak kazanmıyor.

-İşsizlik her zamankinden daha da güncellik kazanırken, sol kesimin işsizlik konusunda söyledikleri, yaptıkları sosyal demokrat sendikal yapılardan farklı değil. Oysa işsizlik toplumsal muhalefetin önemli bir merkezi olacak düzeyde.

Birkaç öneri:

– İş yerlerinde neyin nasıl üretileceği tartışmaları artık iş yerlerinde tartışmaya açılmalı, sendikal endüstri politikaları geliştirilmeli. Sınıfın temsilciliği, sendikal yapı değil, bizzat üretim yapanların bu tartışmayı açmaları gerekli.

– Ford-Taylor sonrası üretim modellerine nasıl cevap verilmesi gerektiği tartışmaya açılmalı. (Ören Tezlerinin açmak istediği tartışma ciddiye alınmalı. Tezlerin devrimci olup olmadığını tartışmak bile abes ancak sendikal hareketin şu an tartışma alanı olması gereken bir alan için ortaya atılan bu tezler ciddiye alınmalı ve tartışmaya açılmalıdır.)