SENDİKAL KORUCULUK NASIL YIKILACAK? – Hüseyin Ali KEMAL

Yol, Sayı 5, Ağustos 1993

Türkiye’de on yıllardır süregelen “sendikalar faciası” artık iyice işçi sınıfının önünde bir ayak bağı oluşturuyor. Sınıfın 1989‘dan bu yana yükselttiği direniş dalgasının da bu ayak bağını çözmede yetersiz kaldığı artık apaçık gözler önüne serilirken, sınıfın “devrimsel” dönüşümlerle hem politika sahnesinde önderliğe soyunması, hem de kendisi açısından “politik yeni bir dönemi” başlatmasının nasıl olanaklı hale geleceği/getirileceği de en önemli iki soruyu oluşturuyor. Ne yapmalıyız ve nasıl yapmalıyız? Bu iki soru tayin edici sorulardır.

Bu yazıda bunlara ilişkin bazı çözümleme ve öneri denemelerine girilecektir. Yazının ilk planında, 1980’den sonra işçi hareketinin geçirdiği evrimsel gelişimi genel ve kimi farklı başlıklarla irdeledikten sonra finans kapitalin 80 sonrası geliştirdiği kimi refleksler, uyum-emme-özümseme mekanizmalarını ele alıp son olarak yeni bir çıkış için ne yapılması ve nasıl yapılacağını anlatacağız.

***

12 Eylül den sonra faşizmin bir karşı devrim dalgası olarak işçi sınıfına yönelik olarak neler yaptığını biliyoruz. Ama tüm yapılanlara rağmen, yaşamın diyalektiği sınıflar savaşında işçi sınıfını yeniden mücadelenin ortasına itmeden edememiştir. Mücadelenin ortasına iten-itilen işçi sınıfının eylemliliklerini farklı başlıklarla incelediğimizde şunlar karşımıza çıkmaktadır:

1980-1987 dönemi: Grev yapma gibi demokratik hakkın bile kullanılamadığı-kullandırılmadığı bu dönem esasen faşizmin sınıflar savaşını “en alt seviyeye” çektiği, deyim yerindeyse “savaşın dondurulduğu” dönemdir. 12 Eylül sonrası yaşanan direnişler de faşizmin tam anlamıyla kontrolü ele geçirmesiyle kısa süre sonra kırılmıştı. Bu dönemin en ciddi, önemli girişimleri Bağımsız Sendikalardır.

1987-1989 dönemi: Bu dönem faşizmin 7 yıllık sultasındaki suskunluğun yavaş da olsa kalktığı, zayıf da olsa ilk grevlerin yaşandığı bir “ara dönem”dir. İşçi hareketinin sonraki yılları göstermiştir ki bu ara dönemde “ısınan mücadele” 1989’dan sonra “patlamıştır”.

Bilinen örnekleriyle Netaş, Derby, Kazlıçeşme grevleri sınıfın 12 Eylül kefenini ilk yırttığı eylemlilikler olmuştur.

1989-1993 dönemi: 1989’dan itibaren başlayan Bahar eylemleri öncelikle kamu İşletmelerinde başlamış, ardından buradan hız alan işçi dalgası özel sektör işyerlerinde de ciddi yükselişler göstermiştir. 12 Eylül öncesinde özel kapitalist kuruluşlar direnişlerde ve mücadelede en önde yer alırken, 80 öncesinin en geri konumdaki “bölüğü”; kamu kapitalist kuruluşlarındaki işçi sınıfı bu kez mücadelede taze güç olarak öne çıkmıştır. 1989-93 arasında sayısal olarak milyonlarca işçi Direnişçi mücadelenin turnikesinden geçmiş, hatta kimi işyerlerinde devresel olarak birden çok direniş yaşanmıştır. En genel anlamda bu dört yıllık dönem bir “çan eğrisi” çizerek tırmanan ve düşen bir Direniş dalgasıdır. Bu orta fazlı Direniş dalgası şimdi artık yeni bir çıkışa doğru yönelmekteyse de birazdan değineceğimiz gibi bunu tayin edecek olan şeyler bu dört yıllık dönemi tayin eden kendiliğindencilik olmayacaktır!

İşçi sınıfının mücadelesini bir başka boyutta incelediğimizde ikinci ana başlık Direnişlerin karakterinde yatmaktadır. Şimdi buna bakalım:

1980-1987dönemi: Genel sendikal hareketin bu “sessiz” döneminde Bağımsız Sendikalar ilk direnişleri başlatmış, ilk iticileri yaratmışlardır.

1987-1989 dönemi: Grev silahının yeniden kullanılmaya başlanması. “Tırnaksız aslan hiçbir şey yapamaz” mantığıyla, grev yapılamaz denildiği bir dönemde yapılan grevler sınıfın sonraki dönemini katalize etmiştir.

1989-1991 dönemi: Bu dönemde işçi eylemlerinin karakteri kısmi bir evrim geçirmiştir. Toplu vizite, sakal bırakma, oturma, servise binmeme gibi eylemler daha sonra cılız da olsa kimi yerde sembolik iş bırakmalara yerini bırakmış, ünlü Madenci Yürüyüşü ile bu dönem noktalanmıştır. Çünkü bu tip eylemlerle sınıfın ekonomik kazanımlar anlamında bile “sonuç alıcı” olabilmesi bu dönemden sonra olanaksız hale gelmeye başlamıştır. 1989-1991 döneminde eylemlerin bu yumuşak karakteri onların “hızla düzen içileştirilebilmesinin” de zemini olmuştur. Atatürk posterleriyle yürüyüş, İstiklal Marşı söyleyerek polis müdahalesini engellemede gösterilen Şark Kurnazlıkları, polis kordonu altında “rahatsız etmeden” yapılan eylemlilikler işçilerin faşist devletle yüz yüze gelmemesine de yol açmıştır. En çarpıcısı olmak üzere Madenciler Yürüyüşünde bir tek işçinin bile “burnu kanamamıştır”!

1991 -1993 dönemi: Önceki dönemin eylem biçimlerinin yıpranması ve giderek tükenmesi karşısında işçi sınıfı eylemliliği bir başka basamağa tırmanmaya başlamıştır. Bu dönemin startı Mağa fabrika işgali, Paşabahçe işgali eylemleriyle verilirken iş bırakmalar, kısa süreli işgaller giderek farklı işkolları, işletmelere ve farklı bölge, illere sıçramaya başlamıştır. Bu, sınıflar mücadelesinin keskinliğinde sınıfın direnme zemininin daha da genişlemesine -işkolu-işletme, bölge-il- ve kısmen de olsa “sertleşmesine” yol açmıştır. Bir önceki dönemde bir tek işçinin bile burnu kanamazken, gözaltına alınmalar yaşanmazken bu yeni dönemde özellikle 1992 sonlarından itibaren işçi sınıfı artık gözaltılar yaşamaya, polisin estirdiği terör onu giderek devletin faşist yüzüyle karşı karşıya getirmeye başlamıştır. Bir tek karakteristik örnek vermek bile yeterlidir: 1991’de direnişlerin yaşandığı tersanelerde bu yıl da yeni direnişler baş göstermiştir. 1991 ‘de “uslu uslu” eylemlerini yapan işçilere bu kez polis saldırmaktadır ve “sermayenin uşağı polis” sloganı ilk kez sınıfın ağzından yeni yeni de olsa dile gelmektedir!

Son üçüncü başlık sendikal yapılanmaya ilişkin ele alınabilir:

1980-1984 dönemi: 12 Eylül’le kapatılan tüm sendikal yapıların dışında kalan/dışında bırakılan Türk-iş bu yedi yıllık dönemde finans kapitalin yeni yapılanmasına hizmet etmekten öte bir şey yapmamıştır. Üst düzey görevlilerinden Sadık Şide’yi 12 Eylül faşizminin hükümetine Çalışma Bakanı olarak veren, 1982 Anayasa’sının “evet turnikesi”nden geçirilmesi için muazzam çaba gösteren Türk-İş bu “yalnızlığını” sonraki dönemlerde kaybetmiştir.

1984-1992 dönemi: Bu dönemin en önemli yanı Bağımsız Sendikaların sınıf hareketinde öne çıkmasıdır. Özellikle Metal işkolunda, Otomobil-İş ve Petro-kimya işkolunda Laspetkim-İş’le ortaya atılan bağımsız sendikalar taktik adımı tutmuş, hızla örgütlenen bu sendikalar sınıfın eylemliliklerinde de önemli etken oluşturmuşlardır. Bu dönemde, Türk-İş ve Bağımsız Sendikaların yanı sıra İslamcı-faşist çetelerin örgütlü olduğu Hak-iş Konfederasyonu da faaliyetlerini hızlandırmış ve birçok işkolunda adımlar atabilmiştir.

1992-1993 dönemi: 12 Eylül sonrasından sendikal yapılanmanın üçüncü ana dönemi DİSK’in açılışıyla başlamaktadır. Sınıf hareketinde dördüncü sendikal yapılanma olarak devreye giren DİSK hem içeriden, hem dışarıdan düzenin kontrolü altında tutulmaya çalışılıp sınıfın örgütlenmesinde “göstermelik bir alternatif” olarak sunulmaktadır.

İçeriden, 12 Eylül öncesinin burjuva sosyalistlerinin artığı ve sivil toplumcu, sosyal demokratlarla dışarıdan ise düzenin her türlü faşist zor ve yasalarıyla kontrol altında tutulup devrimci ellere kaptırılmamaya çalışılan DİSK’in dışında son olarak beşinci bir sendikal yapılanma odağı olarak Memur Sendikaları gündeme girmiştir. Hemen hemen her işkolundaki “memurların” esas adlarıyla kamu işçilerinin örgütlendiği bu sendikalar bundan sonraki dönemin yeni yapılanmalarında önemli bir etken olmaya aday görünmektedir.

***

İkinci ana bölümde ise sınıfın gövde ve kafasının röntgenini çekmeliyiz. Gövde ve kafanın fotoğraflanmasında yukarıda ele alınan konular daha da detaylıca görülebilmektedir. Fotoğraflarda görülenler nelerdir? Tek bir cümleyle sınıfın gövdesi ve beyni tümörlerle doludur, bunlar tarafından kuşatılmıştır!

Bu kuşatma ağı biraz da şematik olarak şöyle ortaya çıkmaktadır:

Kuşatma ağı 1/İşyerleri: Sınıfın her gün saatlerini verdiği işyerleri onun kuşatıldığı ilk halkadır. Düzen mikro düzeyde en küçük biriminden, hücresinden itibaren işçi sınıfını kuşatma çemberine almaktadır. İşyerlerindeki kuşatma ağı iki başlıdır: Birincisi işçi sınıfının örgütlü olduğu yerlerdeki sendika temsilcileri, yöneticileridir. Birinciyle beraber ikinci baş ise bizzat düzenin koruyucuları bir başka adlandırmayla düzenin korucularıdır. Bunlar sendika temsilcileri ve kapitalistin işyerlerindeki muhbir, ajan takımıdır. İşçiler arasından özenle seçilmiş ve yerleştirilmiş muhbir ve ajanlar kapitalistin doğrudan istihbarat alıcıları, provokatörleri, ihbar-ispiyoncularıdırlar. Her günkü gelişmeden, dakiklice ve örgütlüce hemen her bölümden haber alan kapitalist, muhbir-ajan ağıyla mücadelenin gerisinde kalmadan, mücadelenin her günkü seyrini dakikçe izlemekte, günlük reflekslerle yapılacak müdahaleler, geciktirilmeden uygulanabilmektedir. Bu müdahaleler sonucunda direnişlerde, eylemlerde, sözleşmelerde öne çıkmış öncü işçiler hızla tasfiye edilirken, işyerlerindeki öncü çekirdek kurma girişimleri veya varsa öncü çekirdekler bir sonraki döneme bırakılmadan tasfiye operasyonuyla yüz yüze kalmaktadır. Kapitalistin doğrudan değil, dolaylı kuşatma görevlileri ise sendikal yöneticiler, temsilcilerdir. Türk-Metal, Teksif gibi faşist sendikal yapılanmalarda “sendika yöneticileri, temsilcileri” dolaylı değil doğrudan karşı-devrimci bir rol oynamakta, kendi altlarındaki görevli muhbir-ajan ağı aracılığıyla daha üst bir görev yürütmektedir. Faşist sendikal yapılanma dışında kalan diğer sendikal yapılanmaların temsilcileri ve yöneticileri ise sınıfı ilk etapta nötralize ederek, ardından da gerileterek kamuflajlı bir rol oynarlar. Bugüne kadar yaşanan direnişlerde sınıfın tavrını olabildiğince yumuşatmak, olabiliyorsa onu etkisiz hale getirmek konusunda sendikacıların yürüttüğü işyeri birimlerindeki müdahaleler bunlara örnek gösterilebilir.

Kuşatma Ağı 2/Sendikalar, Mahalleler: Sınıf fabrikadan dışarıya adımını atar atmaz ikinci bir kuşatma çemberine girmektedir. Bu, mahallesi ve eğer örgütlüyse sendikasıdır. Mahallede günlük yaşam, işçinin düzenin ekseninde tutulmasında oldukça örgütlüdür. Kahve, meyhane yaşamı, kültürü onun fabrikada çektiği acılarını “uyuşturmakta”, fuhuş ve kumar da en önemli destekleyiciler olarak işlev görmektedir. Düzenin görünen güvenlik güçlerinin dışında, görünmeyen muhbir-ajan takımı bir ağ olarak mahallelerde de etkince işlemektedir. İşçi, günlük yaşamın yarattığı uyuşukluk, sersemlikten her başkaldırışında bu takım karşısına çıkmaktadır. Mahalle gerçeğinde sınıfın kuşatılması bunlarla bilmemektedir. Dinsel propagandanın yaygınlığı, bunun el altından düzen tarafından bilinçlice körüklenmesi, desteklenmesi işçinin dinsel temalarda kaderciliğini beslerken özellikle 1980 sonrası oldukça önem kazanan televizyon da her gün işçiyi propagandayla ideolojik bombardıman altında tutarak onu finans kapitalin politikalarına olabildiğince tabi kılmakta, bunlara yönlendirmektedir.

İşçi sınıfının fabrika dışındaki ikinci kuşatma ağında sendikalar, merkezleriyle, şubeleriyle oldukça önemli bir işlev yüklenmektedir. Düzen örgütleri olarak sendikalar, yukarıda saydığımız işyerlerindeki temsilcileri, yönetici düzeyinde sınıfın bölüklerine daha öldürücü darbeler indirebilmektedir, işyeri birimleri ve bölge işkolundan ülke düzeyinde işkoluna dek uzanan bir sendikal bürokrasi, kuşatma ağı sınıftan gelebilecek tüm yönelişlere karşı etkin olabilmektedir. Bu, işyeri birimlerindeki sendikal faaliyette toplu sözleşmelerde, seçimlerde, işten atılmalarda, taşeronlaştırma, kısaca tüm sendikal mücadelenin parça parça veya bütününde olabilmektedir. Sınıfın her direnişçi enerjisi ve ruhu işyerinden başlayıp tüm ülke düzeyindeki işkoluna uzayan bu ağa çarpılarak yassılmaktadır. En alttan atağa geçen direnişçi enerji ve ruh, silahtan atılan bir kurşun gibi belki işyeri düzeyindeki kuşatma ağının kolunu delebilmektedir ama fabrika dışına çıktıkça kurşunun delici etkisi kalmamaktadır! Örneklersek, işyerlerindeki temsilcilik seçimlerinde gösterilen bir başarı iş daha yukarılara tırmandıkça boğulmaktadır, etkisizleştirilmektedir.

Kuşatma ağı 3/Ülke yapılanması: Sınıfın işyeri, mahalle ve bölgesinin hemen dışında karşısına çıkan kuşatma çemberi burjuva düzenin tüm kurum-kuruluşlarıdır. Eğer onun sendikal yaşamından başlayacak olursak bunlar sırasıyla iş yasaları, sendikal örgütlenmeye ilişkin yasalar, ardından burjuva düzenin ana biçimi: Anayasadır. Bunları somutlaştırırsak 13, 17. maddeler, 2821 ve 2822 nolu iş yasaları, sendikal örgütlenmede işyeri, işkolu barajı, işçi sınıfının ve sendikaların siyaset yasağı vb., sıralanmaktadır. Burjuva düzenin bu biçimi sınıf hareketini oldukça geriletebilmekte, onun öne çıkan yanlarını tahrip edebilmektedir. “Biçimin” işlevsiz kaldığı aşamada ise onun koruyucusu kurumlar devreye girmektedir. Polis, jandarma, mahkemeler burjuva düzenin koruyucu ve uygulayıcıları olarak daha üste tırmanan hareketi baskı altına almakta, gerekirse ezmektedir. Kuşatma ağını işyeri biriminden dele dele geçip burjuva biçiminin ötesine sıçrayan sınıf hareketi ise aştığı tüm zor engellerinin ardından daha devasa, güçlü ve çıplak zorla yüz yüze gelmektedir!

Evet, işi daha rahat anlaşılır hale getirmek için sıraladığımız bu kuşatma ağı elbet birbirinden bıçakla ayrılmamaktadır Her günkü sınıf savaşı örneğinde tüm bunlar çok kısa sürelerde ve yoğun biçimde iç içe girerek harekete geçebilirken, kimi zaman farklı zaman dilimleri ve mekanlarında ağın her halkası sınıfın karşısına dikilmektedir!

***

Son olarak 12 Eylül sonrasında işçi sınıfının iç ve dış yapısal durumunu ele aldıktan sonra neyi, nasıl yapmamız gerektiğine geleceğiz. 12 Eylül öncesinde işçi sınıfının verdiği mücadele ekonomik yapılanmada önemli zaaflar taşıyan finans kapital oldukça güç duruma düşürebiliyordu. Ekonominin dışa bağımlı yapısı devresel bunalımları yaratırken, işçi sınıfı ve emekçilerin verdiği mücadele de bu bunalımı derinleştirebiliyordu. Ama 80 öncesi dönemde sınıfın politik davranışına göz attığımızda özellikle öne çıkan DİSK’in ve 1970’lerden gelen TİP’in somut pratiklerini görüyoruz. 1970’lerden başlayan ve giderek sınıfta kök salan burjuva sosyalizm anlayışının DİSK’te egemen olması mücadelenin objektif zemininden kaynaklı kimi “sert” -1976 DGM Direnişi, 1978 Faşizmi İhtar Direnişi- eylemlilikleri ve adımları DİSK’in gündemine sokarken, öznel olarak işçi sınıfının düzen içileştirilmesi, düzen içi reformalara tabi kılınması siyaseti bizzat egemen siyasi anlayış TKP, (1980 sonrası TBKP’liler) tarafından izleniyordu. 1970’de 15-16 Haziran’da işçiler ile; DİSK’in burjuva sosyalizm anlayışı ilk çatışmasını ortaya koymuştu. O dönem, Kemal Türkler, işçi sınıfının bu kendiliğinden eylemini radyolardan yapılan anonslarla “bastırmaya” çalışıyordu. 12 Mart faşizminin ardından giderek kitleselleşen DİSK’in izlediği siyaset incelerek” ve “kökleşerek” devam etmiştir Bunun yine en çarpıcı örneği Tariş olaylarında yaşanmıştır. Tariş’de sınıfın yükselttiği direnişi bu kez Baştürk bastırmaya, geriletmeye çalışmıştır. CHP’nin Bülent Ecevit’le halkı faşizme boyun eğdirmeye çalışması gibi DİSK de izlediği politik çizgiyle adım adım sınıfın faşizme boyun eğmesi için elinden geleni ardına koymamıştır. 1 Mayıs mitinglerinde sallandırılan “kızıl bayrakların” arkasında sinsi sinsi oynanan burjuva sosyalizan oyunlar 12 Eylül’e doğru sınıfın içsel yapılanmasını çok ciddi biçimde inmelendirmiştir. Yüzbinlerce kitleyi kucaklayabilen DİSK’in 12 Eylül’ün hemen ardından hiçbir esaslı direniş gösterememesi, ardından yöneticilerin büyük bölümünün Selimiye Kışlası önünde teslim kuyruğuna girmeleri burjuva sosyalizmin, egemen olduğu örgütle birlikte faşizme teslimiyet oyununun finalidir.

12 Eylül sonrasına, bugünden baktığımızda burjuva sosyalist anlayışın sınıfta bıraktığı derin izler daha kolay görülebilmektedir TKP’nin teslimiyet çizgisi, faşizmin terör ve zoru da eklenince sınıfta onarılması oldukça güç tahribatlar yaratmıştır. Bu tahribatlar 12 Eylül öncesi işçi önderlerinin fiziki tasfiyesi ve sınıfın örgütsel tasfiyesi sonucunda bilinç kaybına yol açmıştır. Fizik tasfiyenin sonuçları çok açıktır. İşçi sınıfının geçmiş dönemde yetiştirdiği önderlerin yitirilişiyle, deney ve birikim yeni döneme aktarılmamıştır.

Örgütsel tasfiye ve onun sonucunda ortaya çıkan bilinç kaybı ise sınıfı birçok şeyi yeni baştan kurma göreviyle baş başa bırakmıştır.

DİSK’in kapatılmasının ardından “ortalıkta kalan” birçok işkolundan on binlerce işçinin bir bölümü bağımsız sendikalar taktiğiyle rezonansa gelerek örgütsel tasfiyeyi bir parça da olsa frenlese de, geride kalan yüzbinler Türk-İş cenderesi içinde eritilmişlerdir.

12 Eylül sonrası sınıfın en basit sendikal örgütlülüğünde yaşadığı zaafların bir bölümü geçmişiyle ilgilidir. Bununla ilgili olarak burjuva sosyalizminin günahlarını sıralarken, küçük burjuva sosyalizmininkileri de hesaba katmadan geçmemeliyiz.

Herkesin çok iyi bildiği gibi küçük burjuva sosyalizmi 80’lere kadar sınıf içinde örgütlenmekten daha çok sınıfın anti-emperyalist savaşımda bir ittifak gücü olabileceğini savunuyor ve buna göre davranıyordu. Zaten, 70’lere gelindiğinde “sınıfın olup olmadığı” da küçük burjuva sosyalizminin “tartıştığı” bir konuydu. 12 Mart faşizmiyle bilinci bir halka genişleyen küçük burjuva sosyalizmi, sınıfı bu kez görmüş ama onunla ilişki biçimini, onun siyasal pozisyonunu Öncü Savaş’a bağlamıştır. Sınıfla, bu son derece dışsal ilişki biçiminin kazandırdığı bir şey yoktur hatta kaybettirdiği çok şey vardır. Böylece küçük burjuva sosyalizminin sınıf dışındaki yığınsallığına rağmen, meydan burjuva sosyalizm tarafından istenildiği gibi kullanılmıştır. Proletarya sosyalizminin 12 Eylül öncesi durumu ise bir güç sorunudur. Her ne kadar DİSK içinde Kenan Budak önderliğindeki Deri-İş’in Yeraltı Maden-İş’le birlikte ittifaken yürüttükleri muhalefet burjuva sosyalizminin politikasını kimi zaman-yerlerde çatlatsa da Tekstil gibi en önemli işkollarından birinde zorun kullanımı da dahil birçok araç ve güçle mücadeleye girilse de sınıf içindeki yapılanma burjuva sosyalizminin anlayışını darbeleyecek ve onun bulunduğu alanlarda kendi taktik çizgisini hayata geçirtecek bir durum yaratılamamıştır Bu, proletarya sosyalizminin, sınıf mücadelesine örgütsel araçla geç devreye girmesiyle ilgili olduğu kadar 12 Eylül’le de ilgilidir. DİSK içinde yükseltilen muhalefet henüz derinlik kazanmadan 12 Eylül gelip çatmıştır. 12 Eylül sonrasında Kenan Budak’ın Sıkıyönetim emriyle aranmasına karşın direnmesi, proletarya sosyalizminin kimi direnişleri örgütlemesi sınıf içindeki mücadeleye kimi tohumlar ekmiştir. Bu tohumların sonuçları 1983-87 dönemlerinde proletarya sosyalizminin attığı Bağımsız Sendikalar taktiğiyle kısmen de olsa alınabilmiş, 1980 öncesinde kimi işkollarındaki etkinlik bu kez metal ve lastik-petro kimya işkollarına sıçratılmıştır ama bunlar kalıcılaşamamıştır.

12 Eylül sonrasında “sosyalizmlerin” sınıfla ilişkisi farklı biçimlerde de olsa sürmüştür. Tabii bu ilişkilerde önemli değişiklikler yaşanmıştır. Şimdi bunlara değinelim.

Burjuva sosyalizmi, sendikalardaki varlığını ağırlıkla DİSK’te bulundurduğundan işçi sınıfı içindeki “kurumsal etkinliğini” önemli ölçüde 12 Eylül sonrasında yitirmiştir. Ama bu ışın sadece bir yanıdır. Onun, sınıf içindeki kökleri burjuva sosyalizmin sendikal anlayışını; uzlaşma ve teslimiyet çizgisini daha sonraları değişik işkolları ve sendikalarda sürdürmüşlerdir. TKP’nin TBKP’ye; burjuva sosyalizmin sosyal demokrasiye doğru geçirdiği evrim bu anlayışı hızla düzenle köklü bir entegrasyona sokmuştur. Aristokrat işçi zümresinin sınıf içindeki anlayışı olarak TBKP, daha sonra dağılmaya yüz tutunca “Partili” faaliyet sona ermiş, “Partililer” ise içinde bulundukları alanlarda sendikacılık faaliyetlerini yürütmüşlerdir. Bu yürütücülerin 12 Eylül öncesinden devraldıkları sendikal anlayış “gerçek yüzüne” kavuşmuştur. 80 öncesi sınıflar savaşının tozu dumanı arasında kamufle edilebilen teslimiyetçi çizgi, sonraki dönemin “sessizliğinde” çıplak gözle görülür hale gelmiştir.

Gorbaçov’un Glasnost ve Perestroika adımlarının ardından Yeni Düşünce teorisyenlerinin ilan ettikleri “sınıflar savaşı bitmiştir” tezi o güne kadar Sovyet tezleriyle birebir hareket eden TBKP’yı de aynı tezin savunucularından bir haline getirirken, ülkede 12 Eylül faşizminin yarattığı “uzlaşmacı” dönem de bu anlayışın sendikal çizgisini önemli ölçüde etkilemiş ve “Çağdaş Sendikacılık” savunulmaya başlanmıştır. Çağdaş Sendikacılık “aynı kayık içinde bulunan işçi ve işverenin” kayığın batmaması için barış içinde, kardeş kardeş geçinmesinin adıdır. İşçi sınıfının dünya çapında yaşadığı değişimi; sanayi sektörü yoğunluklu işçi sınıfı yapısının giderek hizmet sektörüne kayması her ne kadar özellikle emperyalist metropollerde gözlense de, Çağdaş Sendikacılığın savunucuları bunu hızla Türkiye’ye adapte etmiş ve sınıfın “militanlığını yitirdiği” ilan edilmiştir! Böylece işçi sınıfının mücadelesi tamamen düzeniçileştirilerek, sendikal çizgi de buna uygun hale getirilmiştir. Burjuva sosyalizminin sosyal demokrasiye evrilmesi, düzenle köklü entegrasyona girmesi onun geçmiş dönemdeki “sosyalizm lafzı” ve “demagojik” silahını elinden alıp ideolojik iddiasını ortadan kaldırırken, sınıf içindeki kalıntıları, sınıfın mücadelesi önündeki en önemli engellerden biri olmaya devam etmiştir. İşletme birimlerine kadar sinen, şimdilerde çağdaş sendikacılık kılıfı altında ortaya çıkan burjuva sosyalizmin sendikal anlayışı Eylül sonrasının uzlaşma ortamı ve devrimci hareketin düşük seviyesi düşünüldüğünde nasıl olur da hala etkinliğini birçok alanda sürdürdüğü anlaşılabilir. Demek ki 80 öncesinin sendikal mücadelesinde egemen olan anlayış onlarca yıl sonra sınıfın derinliklerinde tamamen kazınmadan durmaktadır.

Küçük burjuva sosyalizmin geçirdiği evrim ise çok daha çarpıcıdır 12 Eylül öncesinde sınıfın konumuyla ilgili yeni yeni bir şeyler “mırıldanmaya” başlayan küçük burjuva sosyalizminin bilinci 12 Eylül faşizmiyle bir halka daha genişleyerek nihayet işçi sınıfına ulaşabilmiştir! Düne kadar sınıfı tanımayan veya sadece bir ittifak olarak gören anlayışlar birer birer sınıfı kraldan çok kralcılar gibi önemsemeye başlamış, özellikle 87’lerden sonra tırmanan sendikal mücadeleyle sınıfa duyduğu hayranlıkla tam bir işçi hastalığına yakalanmıştır! Küçük burjuva sosyalizminin yakalandığı bu hastalık, işçi sınıfına yönelen güçlerin artışına yol açtığı için sınıf içinde doğru politik hattın ve taktik yönelişlerin önemi önceye göre bin kat daha fazla artmıştır. Küçük burjuvazinin sınıfı kavraması son derece pragmatiktir. Bunun en çarpıcı örneği, Dev-Yol’un kavrayışından verilebilir. 80 öncesinin mücadele eksenini anti-emperyalizm olarak değerlendiren Dev-Yol, 80 sonrasının mücadele eksenini ise işçi sınıfının verdiği mücadele olduğu saptamasından yola çıkarak, dünkü Dev-Genç taktiğini basitçe kaldırıp, yerme Dev-İşçi’yi getirmiştir. Dev-Yol’a göre düne göre değişen sadece mücadelenin eksendir! Yoksa Türkiye sınıflar yapısı ve küçük burjuvazinin on yıllardır yaşadığı bilinç çarpılmalarının bunda etkisi yoktur! THKP-C kökenli hareketlerin dışında THKO kökenli hareketlerin de sınıfı kavrayışı pragmatiktir. 89’lardan sora patlayan direniş dalgasının hemen ardından sınıfın “bahar eylemlerine” yazılan methiyeler, ama sonradan direnişler kırıldıkça bu kez işçiye duyulan öfkeler sınıfın nasıl da faşizmin zoruyla bilinçlere yükseldiğinin göstergeleridir. Eylül öncesine göre örgütsel, siyasal, ideolojik yapılanmalarını kısmı düzeltmelerin dışında köklüce değiştirmeyen, küçük burjuva sosyalizminin sınıfa yönelişi ciddi tehlikeleri de beraberinde getirmektedir!

Her ne kadar sınıfın kavranışı olumlu görünse de alttan alta sınıfın İçine doğru küçük burjuva sosyalizmin tüm pragmatik, basit çıkarcı, kaypak ve sol-sağ uç ideolojisi akmaya başlamıştır. Burjuva sosyalizminin sosyal demokrasiye evrimi onu politik hedef olarak gerilere iterken, bu kez küçük burjuva sosyalist anlayış sınıf içinde en tehlikeli varlıklardan biri haline gelmiştir. Şimdi bunları tezleriyle açmaya çalışalım.

Küçük burjuva sosyalizmin bir kanadının sınıfın örgütlenmesine ilişkin getirdiği tez Devrimci Sendikal İşçi Muhalefeti (DSİM), Devrimci Sendikal Odak (DSO) vb., yapılanmalarda kendini gösterdi. Değişik zaman dilimlerinde ortaya çıkan bu tip yapılanmaların “manifestolarına” baktığımızda sınıfın sendikal yapılanmasına ilişkin getirilen öneriler sendikalarla Partiler arasındaki sınır çizgilerini ortadan kaldırmaktadır. Manifestolar bir partinin Devrim programı gibidir: Her türlü ekonomik, siyasal talep ve öneriler buralarda dile getirilmiştir. DSİM, DSO gibi yapılanma girişimleri bir yanıyla “Kızıl Sendikacılığı” yani yeraltı sendikacılığını andırmaktadır; Her işyeri biriminde veya ¡kolundaki öncü işçiler yan yana gelecektir ve bunlar, içinde bulundukları sendikaya karşı muhalefet yürütecektir. Tıpkı birazdan inceleyeceğimiz İşyerleri Konseyi önerisi gibi bu yapılanmalar da esasen sendikal yapıya, bürokrasiye karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Ama kökünde küçük burjuvazinin işçi sınıfını kavrayışı vardır. Sendikalarda politikanın yürütülüş tarzına ilişkin küçük burjuvazinin yaklaşımı sendikaları parti-örgütlerin birer organik kolu olarak düşünmektir. Sendikalarda politikayı dövüştürmek değil, sendikayı bir Parti-örgüt kolu gibi gören bu anlayış ister-istemez sınıf içinde kitle çalışması yerine sadece “örgütsel çıkarlar” gözeterek “dar” çalışmayı tercih etmektedir. Sendikal bürokrasiye tepki olarak öne sürülen DSİM, DSO vb., yapılanmaların savunucuları eğer bir sendikal yapıda başarı kazanırlarsa, bu oranın hızla bir örgütün kolu haline getirilmesiyle sonuçlanacaktır. Sendikal yapıda yönetime girildiğinde sendikanın kitlesel yanı ve başka siyasi hareketlerin de bulunduğu “unutularak” tamamen bir siyasi parti çalışması yürütülmeye başlanır. Bu, sendikalarda siyasetin sol uçkunca yürütülme tarzıdır. İşyeri komiteleri, temsilciler meclisi veya yönetimin hiç önemsenmediği bu anlayış yönetime geldiğinde kendini daha iyi ortaya koyar. Sendikanın taban örgütlenmesi ve sendika içi demokrasi bir çırpıda unutularak siyaset en keskin haliyle (!) uygulamaya konulur. Bunun tersi; sendikal yapılanmada başarı kazanılamayınca dar öncüler faaliyetiyle muhalefet yapılarak gösterilir. Siyasetten olmayan sınıftan birinin önemi yoktur. Lenin’in sadece Bolşevik Parti örgütlenmesinde sunduğu Parti hücrelerini oluşturulması önerisiyle sınıfın içine girilir Sendikalar da sadece bu işlevin yerine getirilmesi için vardırlar zaten. Bu tezin savunucuları, sınıfın önüne habire Genel Grev gibi olmadık zamanlarda ve güç dengesinde taktik adımlar sunarak aslında sınıf hareketiyle oynamaktadırlar. Veya sınıf herhangi bir yerde eylem yapıyorsa mutlaka önüne Parti pankartıyla geçip sınıfa öncülük etmektedirler! Eğer bir yerde direniş varsa onun nasıl genişletilip, politik içerikle zenginleştirileceği, vuruş gücünün yükseltileceği düşünüleceğine, o direnişte sadece kaç tane işçi kazanırım hesabıyla evet sadece bu hesapla yönelinir, bunun sonuçlarıyla ilgilenilir. Sınıfa bu dar yöneliş sınıfın devrimci faaliyete veya devrimcileşmesine katkıda bulunmaz, tam tersine politikaya anti-patiyi besler. “Sınıfa politika götüreceğim” veya “onun eylemini politikleştireceğim” denilerek aslında sınıf tersten sendikacıların kucağına itilmektedir. Sınıfa daha kapsamlı, onun meşru faaliyetini özümseyebilen bir taktikle gitmek yerine kaba ajitasyon-propagandayla gidildiği her sefer aslında kayıkla akıntıya kürek çekmekten başka bir sonuç doğurmaz. Bu taktiğin en acı sonucu öncüyü kitleden koparmak, kitleyi sendikacıların kucağına itmektir.

Küçük burjuva sosyalizminin ikinci kanadında ise, giderek geçmişin burjuva sosyalizmine doğru evrilen bir anlayış olarak özellikle Dev-Yolcuların öne sürdüğü İşyeri Komiteleri, İşyeri Konseyleri tezi vardır. (Dev-Yolcular diyoruz, çünkü merkezi yapılanması olan bir Dev-Yol olmadığına göre ancak böyle adlandırabiliyoruz.) İşyeri komiteleri ve Konseyleriyle ne kastedilmektedir? İşçi sınıfının sendikal bürokrasi ağı içinde hareketsiz hale getirildiği ve sendikaların işçi sınıfının mücadele sürecinde engel oluşturduğu savunularak örgütlenme sendikal Koruculuk biçimi olarak komite ve konseyler sunulmaktadır. Örneklemek gerekirse, sendikaların profesyonel faaliyetle işçi sınıfına yabancılaştığını ve denetiminde uzaklaşarak düzen içileştiğini öne süren bu tezin savunucuları tek tek işyeri birimlerinde kurulan işyeri komitelerinden her işkolunda bir üst komite oluşturulmasını ve var olan il veya bölgede tüm işkollarından seçilecek temsilcilerle bir Eşgüdüm Komitesinin kurulmasını önermektedir. Her işkolu temsilcisi alınan kararları ve önerileri bu eşgüdüm komitesine götürecek ve bu komitede sadece altta alınan kararları onayladıktan sonra alındıktan sonra pratiğe geçilecektir. Sendikalara tepki olarak, bürokrasiye alternatif olarak sunulan tezin de bürokrasiden başka bir şey üretmediği açık!

Anlatılmak istenen eğer işçi sınıfının şu ünlü “tabanın söz ve karar sahipliği” ilkesini hayata geçirmesi ise buna itiraz etmek mümkün değildir. Veya işçi sınıfının sendikacıları denetlemesi, taban örgütlenmeleriyle inisiyatif almasından söz ediliyorsa buna da denilecek bir şey olamaz. Ama buradan hareketle varılan nokta söz ve karar sahipliğinin tamamen sınıfa devredilmesi olursa buna dur demek gerekecektir. Bu tezin savunucuları, işçi sınıfının söz ve karar sahipliğini işyerlerinden başlayarak adım adım kuracağını öne sürerek, zaman içinde edinilen deneylerle sınıfın yönetmeyi öğreneceğini söylüyorlar, işçi sınıfının söz ve karar sahipliğini taban faaliyetiyle; sözleşmelerde, direnişlerde vb., sendikal eylemliliklerde öğrendiği açık. Ama sorulması gereken işçi sınıfının ne zamana kadar olgunlaşacağı ve tüm yetkiyi alacağı ile bu zamana kadar sendikal çalışmalarda finans kapitale karşı sınıfın nasıl bir örgütlenmeyle sınıflar savaşında yer alacağıdır? Kimi Dev-Yolcu yazarların daha da ileri giderek sendikaları tamamen ortadan kaldıran ve sadece işyerin komiteleri ve konseyleri örgütlenmesiyle sendikal faaliyetin yürütülebileceğine dair tezleri işte bu sorulardan kurtulamamaktadır. Bugün işçi sınıfının içinde bulunduğu her türlü politik, sosyal durum ortadadır. Henüz demokratik devrim sürecini önümüze koyduğumuzu düşünürsek, bu işçi sınıfının henüz en basit ekonomik-demokratik haklar mücadelesinin içinde yıllarca pişmesi gerektiğini anlatır. Hem sayısal anlamda, sendikalarda örgütlenmek, hem sendikal faaliyetin değil sınıfın politik arenadaki yerini alabilmesi için politik örgütlenmesini yaygınlaştırıp, derinleştirmek… İşte tüm bu görevler ana hatlarıyla, devrim beklenmeksizin, birçok yan ürün elde edilmesi de hesaba katılarak devrimci sürecin ta içine ve sonrasına kadar yayılacaktır.

İkinci olarak, şu günkü sınıflar savaşında işçi sınıfını bürokrasiden kurtarmanın adına, henüz Türkiye işçi sınıfı içinde kalıcı ve yaygın bir gelenek haline gelemeyen/gelmeyen komite ve konseyleri “ilaç” niyetine sunmak sınıfın içindeki hastalıkları iyileştirmek şöyle dursun daha da müzminleştirecektir. Siz sınıfı bürokrasi derdine çare olacak diye sendikalardan kurtarmama, henüz son derece hazırlıksız olduğu sosyal, politik kişiliğiyle, komite ve konseyleri işlevsiz kalacağını bile bile pratiğe geçirmeye çalışın ve bu arada eğer sınıflar savaşı devam ediyorsa buna da bir yandan müdahale ediverin! Bu, tezin savunucuları olayı tersten görmektedirler. Tavanla ilgili çok ciddi bir problemin olduğu açıktır. Sendikalar bürokrasisine ilişkin çözüm önerilerini aşağıda sunacağız, ama burada kısaca belirtmek gerekir ki bu da işçi sınıfı mücadelesinde bugün için de, demokratik devrim ve sonrasında da nasıl ki devleti olacaksa ve bürokrasiyle iç içe olacaksa, sendikalar için de “bürokrasiyle birlikte olacağımızı” cesurca ve açıkça belirtmeliyiz. Sorun elbette bürokrasiyi tamamen tasfiye etmektir, ama siz kalkıp çöken sosyalizmin de gösterdiği gibi on yıllarca, hatta yüz yıllarca sürecek bir tasfiye sürecini daha şimdiden demokratik devrim süreci öncesinin öncüsü işçi sınıfına dayatırsanız o zaman sınıfı “şimdilik” boş hayallerle avutup, olmadık şeylere ikna etmeye çalışıp, onun var olan örgütlülüğünü de zedelersiniz. Tüm süreçlere yayılacak şekilde komiteleri işyerlerinde hayata geçirmek ve kabalaştırmak elbette önemlidir ve yapılması gerekir. Ama bu yapıldığı gibi, sendikalar aracı da etkince ve politikçe değerlendirilip sınıfın mücadelesine hizmet eder hale getirilmelidir. Finans kapitalin bir an saldırdığını, sınıfın hızlı savaş sürecinde hızlı karar verme süreçlerine ve anlarına ihtiyaç duyduğunu düşünelim, o zaman anlık reflekslerle savaşa yön vermek üzere sınıf tek tek komite ve konseylerle mi yürüyecek, tüm bu ara halkalardan geçe geçe alınacak kararla mı harekete geçebilecektir? İşyeri komite ve konseylerindekileri profesyonel yapmıyorsunuz; onları bir sendika binasında takım kravatlı baylar olarak görmek istemiyorsunuz, bürokratik işlemleri sınıfı boğuyor diye rafa kaldırıyorsunuz ama buna karşı da yine seçimle işbaşına gelen, yine aşağıdan yukarıya kadar uzanan yani yine tabanı ve tavanı olan, belki takım kravatsız ve kısmi olarak az bürokratik bir yapıyla sınıfa bir sendikal örgütlenme öneriyorsunuz. Ürküttüğümüz kurbağaya değse bari! Bu kadar bürokrasi için koparılan kıyamet eğer yine dönüp dönüp bürokrasi yaratıyorsa o zaman sorunu bu tarafından alıp çözümlemenin olanaklı olmadığı anlaşılmalıdır.

Son olarak yine bu tezin savunucularının işçi sınıfı ve “memurlar” için de -artık kamu işçileri demeliyiz- sendikal faaliyete ilişkin kimi politik tutumlarını irdeleyerek tezin nasıl sağ uçlarda filizlendiğini görelim.

İşçi sınıfı eylemliliği yükseldikçe, memurlar sendikal mücadeleye daha fazla girdikçe farklı sosyalizmlerin elbette farklı yönelişleri ve önerileri olacaktır. Bu kesimin önerisi tabanın söz ve karar sahipliği denile denile aslında sendikal yapının tamamen tabana bağımlı hale getirilmesini sağlamaktadır. Örneğin, memur sendikalarında toplu sözleşmeli ve grevli sendikal hak savunulmasına rağmen, pratikte toplu sözleşmeli sendikaya daha şimdiden tav olunmuştur. “Greve ne olacak?” denildiğinde bu kesimden “sınıfın bugünkü düzeyi, örgütlenmesi, bakışı ve kaldırabileceği yük bu kadar” sesleri yükselmektedir. İşçi sınıfının Kürt Ulusal Mücadelesine ilgisi, o eylemlilikle kendi eylemliliğini birleştirmesine ilişkin öneriler geldikçe yine aynı kesimden sınıfın içindeki önyargılar, kimi davranışlara girildiğinde sendikanın “Kürt sendikası” damgasını yiyeceğine dair “endişeleri’ dile getirilmektedir. İşçi sendikalarında ise sınıfının devrimcileşmesinden ziyade demokrasiye sahip çıkması gibi giderek düzeniçileşen ve “yumuşak” taleplerle sınıfı kucaklamaya çalışan anlayış belirmektedir. Tüm bunlar, bu tezin savunucularını giderek kitlenin kuyruğuna takılmasına yol açmaktadır. Nasıl ki sol uçtan yaklaşanlar kitleden kopuk her şeyi kitlesiz öncünün peşine takmaya çalışıyorsa, bu kesim de öncü-kitle ilişkisinde kitleye tabiiyeti sendikal alana sokmaktadır.

Sınıfın sendikalarda sendikacılık yapmaması gerektiğini giderek açık açık savunan sağ uçun teorisyenleri “sendikalarda siyaset yapılmaz” diyen şu merhum TBKP’nin sendikal anlayışını hatırlatmaktadır.

Anlaşılan küçük burjuva sosyalizmi sınıfa giderken ya onu aşırı dozda siyasetten ya da siyasetsizlikten öldürecektir!

***

Evet, yukarıdaki bölümlerde sınıfın geçmiş köklerinden bugüne kadar süregelen yapılanmasına ana başlıklarla göz attık. Şimdi bugünkü durumdan yola çıkarak nasıl bir çözümlemeye gideceğimizi tartışacağız.

Türkiye’de işçi hareketinin genel gelişimine baktığımızda 1950’lerden sonra bunun belli ana dönemlere ayrıldığını görürüz. 50’lerden günümüze kadar geçen 43 yıllık sürede sınıfın sendikal yapılanmasının geçirdiği evrim kimi dönem yaşanan çıkışlarla yapısal dönüşümlere yol açmış ve sınıf her seferinde daha ileri bir noktaya ulaştıktan sonra yapısal tıkanıklarla karşılaşmıştır. Şimdi bunlara geçelim:

1. Çıkış 1950-1967 Dönemi: Bu döneme damgasını vuran, ülke içi ve uluslararası gelişmelerdir. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın sona ermesiyle dünyadaki güç dengeleri emperyalizm-sosyalizm sistemleri eksenine doğru kaymıştır. Sosyalizmin sistemleşmesi ve emperyalizmle başlayan soğuk savaş döneminin Türkiye siyasetine ve konumuzla ilgili olarak sendikalar alanına etkisi kimi zaman doğrudan, kimi zaman dolaylı olmuştur. Aynı dönemde Türkiye kapitalizminin o güne kadar yaptığı birikimle sıçraması, kırları kapitalist pazara daha yaygın ve derinlikli bağlarken, bunun sonucunda patlak veren göç dalgası Türkiye kapitalizmini uzun sürelerle besleyecek işçiler ordusunu şehirlere fırlatmıştır. Finans-kapitalin geçmiş birikimlerle hem ekonomik, hem de siyasi alanda olgunlaşmasının, sonuçlarıyla görüldüğü bu dönemde işçi sınıfının sendikal mücadelesi de kısa sürelerde hızlı gelişmeler kat etmiştir. 1953’de kurulan Türk-İş o güne kadarki sınıflar mücadelesinin seviyesiyle sınıfı biçimlerken, finans kapitalin uluslararası finans kapitalle işbirliğinde bu alana müdahalesi, bu ilk biçimlenmeye indirilen ilk darbedir.

Türkiye kapitalizminin bu dönemde yaşadığı ilk ciddi devresel bunalımın 27 Mayıs İhtilaliyle sonuçlanmasının ardından ortaya çıkan siyasi yapılanmanın yarattığı demokratikleşme sendikal mücadeleye ivme kazandırmıştır. Alttan alta, sınıfların 25-30 yıllık Cumhuriyet kapitalizminin ardından uyanışa geçmesi, 1960’lar sonrasından sınıflar kopuşmasını hızlandırmış ve derinleştirmiştir. Yaşanan sosyal depremin sendikal mücadele üzerindeki etkisi sınıflar mücadelesinin kızışması, ikinci bir devresel bunalımla birlikte yaklaşık bir 14 yıllık süreçten sonra sendikal biçimlenmenin kırılması olmuştur.

2. Çıkış 1967-1992 Dönemi: Sınıfın ikinci çıkışı DİSK’le olmuştur. DİSK çıkışıyla başlayan bu dönemde uluslararası ve ülke içindeki gelişmelerden etkilenmiştir ama bu kez ülke içi gelişmelerin sendikal yapılanma ve sınıflar mücadelesi üzerindeki belirleyiciliği daha da artmıştır. Uluslararası planda 1967’ler, emperyalizmin 1950’lerle başlayan ve tarihinde eşine rastlanmamış boom’unun, yani kapitalist genişleme ve kar patlamasının sona erdiği ve emperyalizmin yeniden uzun süreli bir bunalıma girdiği dönemin başlangıcı olmuştur. Emperyalizm ve sosyalizm arasında güç dengesi ve 1950’lerle başlayan Soğuk Savaş bu dönemde derinleşerek sürmüştür. Kimi zaman yaşanan kısmi çatışmaların dışında bir yandan emperyalizm, öte yandan sosyalizm etki alanlarını genişletirken, sosyalist ülkelerin başta Sovyetler Birliği olmak üzere dünyaya yaydığı sosyalizm rüzgarı ve komünizme geçiş iddiaları Türkiye’deki sendikal çıkış üzerinde etkili olmuştur. Emperyalizmin Türkiye finans kapitali ile girdiği ekonomik-siyasi ilişkilerin sendikal mücadeleye etkisi, giderek baş gösteren emperyalizmin bunalımı ve Türkiye’de patlak veren ikinci devresel bunalımın sınıflar savaşında sınıf üzerindeki saldırganlığın artması ve doğrudan sendikal alanın bu saldırının karşısında yeni biçimlenmelere gidişinde olmuştur. Objektif olarak finans kapitalin işçi sınıfına saldırısı, en açık yönüyle DİSK’in kapatılmasına ilişkin ve 1960 Anayasasının sınıfa bol gelen elbisesinin daraltılmasına ilişkin politikalarda belirginleşirken, sınıfın Türk-İş cenderesi içinde tüm komünizmi tel’in çabalarına ve finans kapitalin her türlü güdümüne rağmen; objektif gerçekliğin zorlamasının özellikle birleşmesi sonucunda ortaya çıkan yeni sendikal yapılanma; DİSK, Türk-İş içindeki kopuşmadan çıkagelmiştir. Sosyalizmin sendikal mücadeleye bu dönemdeki etkisi DİSK çıkışında etkin olan aristokrat işçi zümresinden burjuva sosyalistlerin üzerinden olmuştur. Daha sonra TİP’in doğuşunda da etkinlik gösteren burjuva sosyalizmi, Türk-İş’e alternatif olarak doğan DİSK sürecim başlatmıştır ama daha doğuşundan hemen sonra 15-16 Haziran’la sınıfın önüne ilk düğümleri atmaya başlamıştır bile.

1970’li yıllar, burjuva sosyalizmi egemenliğindeki DİSK’in daha da genişleyip kurumlaştığı yıllar olmuştur. Türkiye’de sınıflar kopuşmasının politik sonuçları birer birer ortaya çıkarken, sendikal yapılanmalar içinde Türk-İş en gerici yönüyle düzeni savunurken, DİSK sosyalizm adına burjuva demokrasisi talepleriyle sınıfın mücadelesini düzeni içi kanallarda tutmaya çaba göstermiştir. 1970’ler sonrası yaşanan sendikal mücadelenin yarattığı dalgalar 12 Eylül’le durulmaya başlamıştır. Sınıfın 1967’de ortaya çıkan yapılanma içinde yaşadığı ilk ciddi tıkanıklık ve çatışma da zaten 1978’lerle birlikte ortaya çıkan kapitalizmin devresel bunalımıyla daha da belirginleşmiştir.

12 Eylül, karşı devrimle sınıfın tüm örgütlenmesine öldürücü darbeler vurmayı amaçlarken, ileriki dönemlerin hesabı da yapılarak Türk-İş açık tutulmuş, sınıfın bu alanda “örgütsüzleştirilmesi” planlanmıştır. Tüm faşist zor ve yapılanmalara sınıfın ilk ciddi tepkisi 12 Eylül’den sonra 1983’lerde ortaya çıkmaya başlamış, bağımsız sendikal yapılanmaların kimi işkollarında önemli başarılar elde etmesi sınıfa yeni bir sendikal mücadele alanı açmıştır. 1967’lerden sonraki sendikal yapılanmaya indirilen önemli darbelerden biri olsa da bağımsız sendikalar yaygınlık kazanıp, eldeki güçle daha ileri sendikal mevziler ve politik sonuçlar yaratamadığı için bir süre sonra düzen tarafından özümlenmişlerdir. Burada, proletarya sosyalizminin attığı bu taktik adımı daha ileri götürebilmesinde kendi içinde yaşadığı dönemsel olumsuzlukların etkisi olsa da yakalanan bağımsız sendikalar taktik halkası sürükleyici ana halka olamadan geri düşmüştür.

Daha sonra devreye giren Hak-İş ve şimdilerde DİSK aslında ikinci çıkışla birlikte ortaya çıkan sendikal yapılanmaların devamlarıdırlar. 12 Eylül sonrası, 1989’lardan sonra giderek hızla sendikal mücadelenin gündemine giren Memur Sendikaları ise bu 25 yıllık dönemde sınıf hareketinde ortaya çıkan ve önümüzdeki dönemdeki yapılanmalarda etkili olabilecek yeni bir güçtür. 1967’den bu yana kimi iniş-çıkışlarla, değişimlerle bugüne kadar süregelen Türk-İş, DİSK, Hak-İş’in dışında Memur Sendikaları yeni, enerjik ve henüz düzen tarafından tamamen asimile edilememiş halleriyle sendikal mücadelede dördüncü kuvvet olarak artık devrededirler.

İkinci çıkış dönemi sonrasındaki ülke içi ve uluslararası siyasi gelişmeler ise öncekine göre oldukça büyük altüst oluşlar yaşamıştır. 80 sonrasına kadarki dönemle 12 Eylül sonrası dönem bıçak gibi birbirinden ayrılmaktadır. Birincisi Türkiye açısından bakıldığında her türlü uluslararası gelişmelerin de etkisine açık olarak faşizmin iktidara gelişi, sınıflar savaşına finans kapitalin karşı-devrim yanıtıydı. 12 Mart’la teğet geçen faşizm bu kez tüm kurum-kuruluşlarıyla, ideolojisiyle baştan aşağıya yapılanmaya girmiştir. 1960 Anayasasının bol gelen elbisesi belki biraz 12 Mart’ta daraltılmıştır ama 12 Eylül’le sınıfa bambaşka bir elbise giydirilmiştir. Faşizm, karşı-devrim dalgası olarak 12 Eylül’e kadar yaşanan sınıflar savaşını olabildiğince “dondurmaya”, sınıflar kopuşmasını da olabildiğince yavaşlatmaya çalışmıştır. İşçi, memur ve köylülüğün her türlü ekonomik, siyasi, fizik terör ve zorla yoksullaştırılması her ne kadar sınıflar kopuşmasının düzeyini 12 Eylül öncesine göre daha ileri bir seviyeye objektifçe getirse de sınıfın örgütlenmesinin darmadağın edildiği, on binlerce devrimcinin işkence tezgahlarından geçirildiği 12 Eylül kıyametinin ardından öznel güçlerin içine girdiği çürüme, tasfiye, kopuşmanın olabildiğince önemli siyasal, sosyal tepkiler açığa çıkarmadan düşük seviyede tutulmasına olanak tanımıştır.

Faşizmin bu alanda elde ettiği başarı toplum genelinde giderek yaygınlaşan bir uzlaşma havasının, karakterinin yaratılmasıdır. Belki işçi sınıfı açısından aşırı yoksullaştırma ve onun çıplak gerçekliği onun uzlaşmacı noktaya getirilmesini bir hayli güçleştirse de diğer kesimler; özellikle küçük burjuvazi, finans kapitalin elde ettiği başarıyla önemli oranda uzlaşmaya bağlanabilmiştir. Uzlaşma havası, 12 Eylül öncesindeki çatışmalı karakterin tersine, daha çabuk düzen içileştirmeye, ehlileştirmeye zemin hazırlamaktadır.

Sendikal alan üzerinde ikinci olumsuz etmen uluslararası güç dengelerinde sosyalizmin yıkılışıdır. Sosyalist sistemin Gorbaçov’la başlayan ve hızlanan çözülüşü hangi planda sınıfı ve sendikal yapılanmasını, mücadelesini etkilemektedir? Sosyalizm inancının tüm dünya işçi-emekçilerinde zayıflaması ister istemez sendikal mücadele hattının sosyalizan yanını zayıflatmıştır. Emperyalizmin, sosyalizmin yıkılışının ardından ilan ettiği yeni dünya düzeni ve onun dünya üzerinde rakipsiz kalışı 12 Eylül faşizminin yarattığı uzlaşmacı havayı daha da katmerlendirmektedir. 1960’larda sendikal mücadele uluslararası planda emperyalizm ve sosyalizm tarafından çift taraftan artı ve eksi baskılar altındayken, 12 Eylül sonrasında bu baskılar tamamen eksiye dönmüştür.

3. Çıkış 1993-… Dönemi: Başlıkta dönemi 1993’den itibaren başlatmamız Türkiye’de sonuçları ortaya çıkan üçüncü çıkıştan kaynaklanmıyor. Henüz üçüncü çıkış olmamıştır ama bu çıkış son derece sancılı bir sürece girmiş bulunan Türkiye sınıflar savaşının içinden yapılacaktır, ikinci çıkış döneminden devralınan birçok olumsuzluk vardır; uluslararası alanda yukarıda saydığımız olumsuzluklar, Türkiye’de faşizmin kurumsal yapısı, yaratılan uzlaşmacı hava vb…

Ama Türkiye kapitalizmin içine girdiği devresel ve giderek ağırlaşan bunalım, finans kapitalin Kürt ulusuna karşı giriştiği savaş harekatının yanı sıra işçi-emekçi sınıflara karşı da savaş ilan etmesini emretmektedir. Bunun; Türkiye kapitalizminin yaşadığı sermaye birikim bunalımının aşılabilmesi için işçi sınıfının 1989’lardan sonra tırmanan ücretlerinin tırpanlanması, özelleştirmelerle önemli bir işçi bölüğünün tasfiye edilmesi, giderek mevzi kazanan memur hareketinin de düzeniçileştirerek fiziki ve örgütsel olarak tasfiye edilmesi ve köylülüğün de daha hızla mülksüzleştirilmesi gerekmektedir.

Yukarıda saydığımız savaş yönelişlerinin tümü sınıf hareketini doğrudan ve hızla etkisi altına alacak ve var olan tüm yapılanmalar, kurumlar politik hatlar bu etkinin altında yeni bir senteze doğru gidecektir. Tek tek ele alacak olursak bugünkü savaş düzeyiyle finans kapitalin işçi kıyımı, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırmaya ilişkin attığı adımlar bile sendikal yapıları delik deşik etmektedir. Sendikalar bir yandan güç kaybederken, öte yanda geçmişin devamcıları kimi yapıların; DİSK’in öylesine iddiasız ortaya çıkışı bile 13 yıldır faşizmin baskısı altında sıkışmış sınıfın, kimi bölüklerini sendikal yapılanmalar arasında gel gidine yol açmaktadır.

Yukarıda, üçüncü çıkışın bir sentezle sonuçlanacağını belirttik. Tabii ki bunun mutlak olarak devrim çıkarlarına sonuçlanması gerekmektedir. Ama bu nasıl olacaktır? Yazının en başında ne yapılması gerektiğini sormuştuk. Şu ana kadar yazdıklarımızdan da anlaşılacağı gibi yapılması gereken: sınıfın, ikinci dönemin devamcıları ve artıkları yapılanmaları geride bırakarak devrimci-direnişçi bir işçi hareketin ve yapılanmalarını oluşturmaya yönelmektir. Makro düzeyde gerçekleşecek böyle bir alt-üst oluş için esasen Türkiye sınıf hareketinin gerçekliği devrimcilere olabildiğince geniş imkanlar sunmaktadır. Ama sunulan imkanlar ancak pratikçe değerlendirildiğinde ve doğru taktik yönelişlerle biçimlendiğinde anlam kazandığına göre Ne yapmamızdan, Nasıl yapmamıza geçmemiz ve ağırlıkla bu konuyu tartışmamız gerekmektedir!

Yukarıda ele aldığımız burjuva sosyalizm ve küçük burjuva sosyalizmlerinin sınıf hareketine yönelişlerinin nerelerde tıkandığını ve sınıfı nasıl uçlara savurabileceğini tartışmıştık. Proletarya sosyalizminin sınıf hareketine getirdiği taktik nedir? Şimdi bunu açarak tartışmayı ilerletelim.

Diğer sosyalizmlerin bugüne kadar hiç değinmedikleri bir konu var. Bu da sendikal bürokrasinin, yapılanmaların nasıl değiştirileceği? Gerçi her biri birbirinden çok da uzak olmayan kimi yaklaşımlar gösterse de hareketi ileriye taşıyacak ana halka yakalanamamıştır! Yazının birinci ana bölümünde sınıfın kuşatılmasına ayrıntılıca girmiştik.

Bu kuşatmanın nasıl kırılacağı ve işçi hareketinin nasıl daha ileriye sıçratılacağına ilişkin proletarya sosyalizmin izleyeceği taktik tutum genel örgütlenme ve propaganda-ajitasyonla sınırlı kalmayacaktır. Bu iki faktörün dışında üçüncü bir faktörde taktiğin bileşimi tamamlanmalıdır. Bu üçüncü faktör de zordur!

Daha önceki çıkışlara göre işçi hareketinin içine girdiği üçüncü çıkış döneminin farkı, sınıfın kendisi dışındaki zorların basıncı altında yeni yapılanmalara gitmesinin dışında, bu kez sınıfın içinden ve politik düzeyde belirlenen taktik hedefler doğrultusunda öncüyle zorun uygulanması ve bunun da karşı devrim zoruyla çatışarak sınıf hareketinin biçimlenmesinde devreye girmesi zorunludur.

Yani Türkiye işçi hareketinin üçüncü çıkışının ebesi zor olacaktır!

Bu zor, sadece devrimci zor değil, finans kapitalin zorudur aynı zamanda. Finans kapital ekonomik zorunun -işsizlik vb…- yanında devletçil zorunu, -faşist kurumlarıyla- da her gün dakikçe devreye sokmaktadır. Bu, her işçi direnişinde, grevde, sözleşme döneminde ne derece dakik ve sistemli olduğunu göstermektedir. Finans kapitalin işçi hareketi üzerinde dolayımlı zor araçlarından biri de şimdiye kadar tartıştığımız sendikal yapılanmalardır.

Tüm bu faktörlerin oluşturduğu teze karşı proletarya sosyalizmi de bir anti-tezle cevap vermek ve senteze ilerlemek için harekete geçmek durumundadır. Nedir anti-tez?

Anti-tezin birinci halkası örgütlenmedir. İşçi sınıfı içinde yakalanan tüm ilişkiler farklı nitelikler taşısa da en ince ve dakik biçimde değerlendirilmelidir. Örgütlenmede ortaya atılan taktik adım direnme zeminindeki tüm işçilerin kucaklanacağı Direnişçi İşçilerdir. Her direnme zemini; işyeri, işkolu, sadece isimle adlandırmak açısından değil örgütlenmeye ve politik bir mevziye çevri lebi İme si anlamında Direnişçi İşçilerin savaş alanı haline getirilmelidir. Düzenin genel saldırısı, sınıfa açtığı savaş zaten objektif olarak kendiliğinden bir direnme zemini yaratmaktadır. Ama onun kendiliğindenliğinin bilinçli bir hareketin öğesi haline getirilebiImesi için, sınıf hareketine öncü örgütün-partinin müdahalesi gereklidir. Bunun birinci ayağı örgütlenmedir ve bununla önümüzdeki dönem çıkışının ordusu hazırlanmalıdır; tam deyimiyle bir Direnişçiler Ordusu! Yönelişin ikinci ayağı, propaganda-ajitasyondur. Sınıfın her direnme zemini, alanı tüm diğer alanlarla birleştirilebilmelidir. Bunun en önemli aracı bir iletişim kayışı olması anlamında propaganda faaliyetleri; gazete, dergi, bildiri vb. propaganda araçlarıdır. Propaganda-ajitasyonun ikinci önemli noktası sınıfın bilinçle silahlandırılması ve finans kapitalin tüm genel-özel politik yönelişlerinin teşhir edilmesiyle işçi sınıfının her alanında finans kapitalin ideolojik, politik egemenliğinin sarsılmasıdır. Finans kapitalin özellikle 12 Eylül’den sonra güçlendirdiği ve yaklaşık üç-dört yıldır etkisini olabildiğince hissettiğimiz Medya manipülasyonunun kırılabilmesi için propaganda-ajitasyon çok daha güçlü araçlarla ve daha niteliklice, inceltilerek yapılmalıdır.

Üçüncü ayağımız ise özellikle yukarıda sıraladığımız kuşatma altındaki her bir halkada yer alan muhbir, ajan ağı, sendikalar bürokrasisine karşı uygulanacak zordur. Düzenin her günkü, sistemli ve kapsamlı ülke çapındaki zoru sınıf hareketini nasıl ki etkisizleştiriyor ve onun politik kulvara girmesinin önüne set çekiyorsa; devrimci zor, proletarya sosyalizminin öncü olarak muhbir, ajan takımına, sendikalar bürokrasisine karşı uygulayacağı zor da tam tersinden sınıfı politik sahneye daha yakınlaştıracak, sahnede yer almasını sağlayacaktır. Sendikalar bürokrasisi tam bir etten duvar, Türkiye cephesinin korucuları gibi sınıf hareketinin her alanında onu boğan düzenin işçi hareketi karşısında esneme, özümleme mekanizmalarının en can alıcı halkalarından biridir.

İşçi hareketinin genel açılımı için zorun ana vuruşu buraya olmalıdır. Ama bu zor, gel geç bir zor, günü birlik veya öne geldikçe uygulanacak bir zor değildir. Bu zor, düzenin anti-tezi anlamında sistemli, dakik ve kapsamlı olmalı, ama ebetteki belli hedefler öncelikli olarak sıralanıp zorun biçimi de buna göre saptanmalıdır. Öncünün zorla yaratacağı etki ne olacaktır? Faşizan eğilimli sendikalar bürokrasisi-gangster devletçil zoru yanına alarak, kimi yerlerde ülkücü-İslamcı kadroları yanına alarak buna karşılık geliştirebilecektir. Bu yüzden, bu kesimin öncelikle yılması beklenebilir ama etkisiz kalıp işçi hareketinin önünden kalkması hemen beklenmemelidir.

İkinci grup olarak görünen ama faşist sendikal bürokrasiden daha da tehlikeli sosyal demokrat-muhafazakar-liberal-Kemalist sendikal kadroların ise zor karşısındaki ilk tepkileri lafızda sert olsa da maddi bir karşılık geliştirmeyecekler, eğer zorun sistemi ve dakikliği sağlanabilirse bir süre sonra etkisizleşebileceklerdir. Ama bu karakterdeki kadrolar da tabii ki zor karşısında kendini savunma aracı olarak devletçil biçime sığınacak, ama onun buna her yönelişi, atacağı adımları işçilerin gözünde daha da deşifre edecek, bu çıplaklığı gören sınıf, adımlarım hızlandırabilecek ve cesaretle yürüyebilecektir.

Zorun sistemli, dakik ve kapsamlı uygulanışı sadece uygulama noktalarıyla sınırlı kalmayacak, bu belli bir tempoya girdiğinde bir ilden diğer illere, giderek bölgeye/bölgelere yayılacak; böylece ülkedeki işçi hareketinin tümüne bir esinti kaynağı olacaktır. Bu, aynı zamanda tüm bürokrasi üzerinde bir basınç oluşturacak, onun gerilimi, atacağı adımlarda daha dikkatli olmasını ve sınıfa yönelik her türlü provakatif ve saldırgan tutumuna daha fazla dikkat etmesine yol açacaktır. Bunun sınıfın mücadelesinde göstereceği etki, uygulama alanlarının dışında da kuşatmanın gevşemesi, zayıflaması, kimi yerlerde kısa-zayıf vuruşlarla bile çözülebilir hale gelmesi olacaktır!

Böylece zorun kendisi kendi gücünün, çapının, iradesinin dışında bir güce, çapa, iradeye dönüşecek ve etkisi dalga dalga yayılacaktır!

Öncünün sınıfla kurduğu her ilişki propaganda-ajitasyonla desteklenen ve zorla önü açılan bir mevziye dönüştürülebildiği ölçüde başarı kazanılacaktır. Bu başarı, zorun işçi hareketinin bizzat kendisi tarafından içselleştirilmesi ve sınıfın kendi zorunu da adım adım yaratmasına yol açabilecektir.

1989’larda Direnişçi İşçilerin sendika baskınlarının ardından kimi bölge ve işkollarında görülen sınıfın baskınlarının örgütleyicisi, Direnişçi İşçilerin baskınları olmamışsa da bunun kamuoyunda yarattığı etki ve propaganda ile bu alanlardaki eylemlere ışık yakmadığı da söylenemez!

Bu kez, 1989’dan farklı olarak, atılacak adımlar kamuoyunun ve işçi sınıfının kendiliğinden bilincine terkedilmek yerine örgütlüce yayılıp sınıfın bilinç ve eylemine kazınmalıdır.

Peki, üçlü ayak olarak öne sürdüğümüz yaklaşımlar şu an için var olan sendikal yapılanmalardan birine özel bir yönelim göstermemize engel midir? Hayır! Bu özel yönelim DİSK’tir, ama her taktik adımda olduğu gibi proletarya sosyalizmi bu taktik adımı da mutlaklaştıramaz. Taktiğin göreceliği ona yönelmemizi engellemez. Ama şunu da söylemeliyiz:

İşçi hareketinin makro düzeyde içinde bulunduğu durumları göz önüne aldığımızda, onun üçüncü çıkışının içinde olduğunu ve bu çıkışın işçi sınıfı ve onun sendikal yapılanmalarındaki tüm bugünkü durumları sarsacağını, gelişmelere göre alt-üst edebileceğini ve tüm bu kaotik, son derece dinamize olacak sürecin içinde yeni bir sentezin çıkacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Tabii ki bu üçüncü çıkış her zaman olduğu gibi verili durumdaki devrim ve karşı-devrim güçlerinin hesaplaşmasının sonucunda ortaya çıkacaktır. Ama az önce belirttiğimiz gibi sınıfa finans kapitalin her yönelişinin bozulabilmesi için onun karşıtını, daha güçlü ve hızlıca uygulayabilmeliyiz; zor ve zorun savaşından geçebilmeliyiz ki çıkışın sonucu devrimin hesabına yazılabilsin!

Sendikal yapıların bugünkü kurumlaşmış düzeyleri aşın abartılmamalıdır. Öngörüyü finans kapitalin önümüzdeki dönem politik tutumları ve Türkiye sınıflar savaşının içinde bulunduğu durumdan yola çıkarak yapmamız gerekiyorsa bu abartmaya zaten gidemeyiz. Bu var olanları mutlaklaştırmak olur. Çıkışın içinden nasıl bir kurumlaşmaya gidileceği bugün belirsizdir. Bunun için söylenenler spekülatif olur. Ama bugünkü kurumsal faaliyetin -sendikal biçimler- dışında Direnişçi İşçilerin kendi örgütlenmesini hızla genişletip geliştirmesi önümüzdeki dönemin yapılanmasında önemli bir rol oynayacaktır. Bugünkü kurumsal yapılar, işçi sınıfını kendiliğindenliğiyle yıkılmak şöyle dursun, esaslı vuruşlar bile yememişlerdir. Bunun en güzel kanıtı 1989’dan bu yana yaşanan dört yıllık direniş döneminin sonuçlarıdır. Sendikalar direniş dalgasını adım adım yutmuş, onun sert yanlarını törpüleyerek düzen içine akıtmıştır. Zaten, direnme zemininin daha ileriye sıçramadığı anda yapılabilecek başka bir şey de yoktur.

İşçi sınıfının sendikal yapılarıyla yaşadığı çelişkinin ana düğüm noktası bu değil midir? En uç örneği, Madenciler Yürüyüşünde Şemsi Denizer’le 48 bin maden işçisi arasındaki çelişkiden verilebilir. İşçi sınıfı madenciler yürüyüşünde tam da bu çelişki yüzünde mücadelenin seyri noktasında her ne kadar altta komiteleri olsa da, gel gitler yaşamış ve son noktada kaderini Şemsi Denizer’in iki dudağı arasında söyleyeceği sözlere emanet etmiştir!

Demek ki, işçi sınıfının bahar eylemlerine methiyeler dizen solcularımızın beklentileri hiç de doğru çıkmamışın Direniş dalgaları sendikalar bürokratik aygıtını her seferinde yalamasına, onu kısmen aşındırmasına rağmen, içinde taşıdığı zaaflar yüzünden onu parça parça da olsa yıkamamış, yerine kendi fiili sürecinin örgütlülüğünü geçirememiştir. Sonuçta sınıfın yükselen enerjisi ve morali düzen tarafından, düzen içinde mass edilebilmiştir. Bu ana düğüm noktasının çözümlenebilmesi için buna vuruş yapılması gerekmektedir. Bunun, sendikal yapılanmaların iki, dört yılda bir yaptıkları kongrelere ertelemek bürokratik aygıtlar içindeki devletin nüfuzunu, sendikacıları bu konuda artık iyice gelenekselleşmiş ve kökleşmiş bürokratik oyun-zorlarını hafife almak olur. Elbet, sendikal yapılanmalarda direnişçi çizginin etkin hale gelebilmesi, sendikada doğru taktik hattın dövüştürülebilmesi için teslimiyetçi çizgiler dışındakilerle direnme zemininde birlikte hareket edilecek, seçimlere de girilecektir! Ama sadece bununla yetinilen “muhalefetin” nasıl hüsranlarla sonuçlandığı 12 Eylül sonrası kongre tarihlerinde yazılıdır.

Düğüm noktasına yapılacak sistemli saldırı olmadan elde edilen kısmi başarıların da kalıcılaşması mümkün değildir. O halde, kurumsal ve kurum dışı olmak üzere işçi hareketini iki ana kanaldan; içeriden ve dışarıdan fethede fethede ilerlemek gerekir. Fethettiğimiz alanlarda bürokrasinin ve devletin her türlü oyununun karşısında yenilgiye uğramamak, deforme olmamak ve özümsenmemek için işçi hareketi içinde sürekli bir gerilim zorunludur. Bu gerilim, sendikacılar üzerindeki işçi sınıfının ve öncünün basıncı, seçimlerin sonrasında sınıfın seçilenleri geri çağırabilme hakkının yaşama geçirilmesi, işyeri birimlerinde hayata geçirilen kalıcı komiteler, sendikacıların ücretlerinin işçilerin genel ücret ortalamasına endekslenmesi ve açık mali denetim olmalıdır.

Bu söylediklerimizi toplarsak aslında sınıfın kendiliğindenliğinden çıkışı için sınıfın öncüyle buluşması artık olmazsa olmaz bir koşul olarak öne çıkıyor, Üçüncü çıkış dönemini yaşadığımıza göre öncünün bu konuda her bir geri adımı, ileriye adım atmada geç kalışı ister istemez finans kapitalin müdahaleleriyle şekillenen, belki tasfiye edilen yapılanmalar olacaktır. Sentez bu kez devrimci mayalanmayla değil karşı devrimci mayalanmayla sonuçlanabilecektir.