Türkiye’de Sınıf Mücadelesi ve “Askeri Darbeler” – Mehmet YILMAZER

Çağdaş Yol, Sayı 3, Şubat 1988

Sungur Savran’la Polemik:

12 Eylül deneyinden hareketle, yalnızca yaşanan son on yıl değil, daha çok bütünüyle 1960 sonrası otopsi masasına yatırılıyor, Neden?

12 Mart, zayıf bir iz bırakarak geçmişti. Devrimci gidişte ve düşüncede köklü etkiler yaratamadı. Oysa 27 Mayıs ve 12 Eylül birbirine zıt yönde, düşünce ve davranış altüstlüklerine kaynak oldu. Bu gerçeklik, kaçınılmaz bir şekilde, eleştiri menzilini 12 Mart’tan öteye 27 Mayıs günlerine kadar uzattı. Ancak bu konuda öncülük, bizde, devrimcilerde değil… 12 Eylül yürütücüleri iktidara el koydukları gün, 27 Mayıs’la başlayan dönemi kapattıklarını ilan ettiler. Onlar başlatmıştı, onlar sona erdirdiler. Bizlere “yeni” tahliller yapmak düştü.

27 Mayıs’ın kaçınılmaz etkilerini üzerinde taşıyarak doğan hareket, bugünden geçmişine baktığında, orada “ilk günah”ını gördü. “Demokrasi” verilmişti, sokaklara aktık; geri alındığında evlere çekilip ağlaştık. Yol açanlar, yol kesici olarak sahneye çıkınca, düşüncelerde fırtına başladı. Bu fırtınanın zavallı çocuğu “sivil toplumculuk” oldu. Önce ortalığa bir sis gibi yayıldı, mücadelenin ilk canlı ışıkları üzerine vurunca dağıldı, eridi. Anca iz bırakmadan gitmedi. “Sınıflar’ kavramını eğip, bükerek yerine “elit” ve “sivil toplum” zıtlığını geçirdi. “Elit” bıraksa, ikide bir “darbelerle” devreye girmese, “sivil toplum” kendi içinde kozlarını paylaşacaktı. O nedenle, önce “toplum” olarak “elit”e karşı davranmalıydık, sonrası nasıl olsa gelirdi.

Aynı mantık, “yukarıdan” her türlü müdahaleye karşı çıkarak, 27 Mayıs’ın daha o zamanlar “mahkûm” edilmeyişinde, hareketin ilk büyük günahını buldu. Sırf aşağıdan ve en meşru yollarla davranılmalıydı. Önce sınıflar gerçekliğini bulandıran “sivil toplumculuk” ardından mücadele biçimlerini yalnızca toplumun kendiliğindenci tepkilerine indirgeyerek, bayağı kuyrukçuluğunu en açık biçimde gözler önüne serdi.

Bütün bunlar, geçmiş yıllara 12 Eylül yılgınlığı içinden bakmak anlamına geliyordu. 12 Eylül deneyinden gerçekten ders çıkartılmak isteniyorsa, olaylarımız, yakıştırmaların değil, oldukları gibi ele alınmalıdır. 27 Mayıs ve 12 Eylül’ün önemli dönüm noktalar olduğu açık. Bunları sırf askeri darbe olduklarından dolayı aynılaştırarak, gerçeklikleri açıklayamayız.

Sorun, 27 Mayıs ve 12 Eylül, dönüm noktalarının, sınıflar mücadelesi açısından ne anlama geldiğindedir. Sınıflar mücadelesinin hangi konaklarına denk düştükleri kavranırsa, onların zıtlıkları aydınlanabilir.

S. Savran yazısında “Türkiye’nin son kırk yılına damgasını vuran askeri müdahalelerin ancak toplumsal mücadelelerle, özellikle de sınıf mücadeleleriyle birlikte ele alındığında, sınıf mücadelelerinin bir ürünü olarak kavrandığında doğru biçimde anlaşılabileceğini” ileri sürüyor. Bu görüşe itiraz etmek mümkün değil. Ancak bu genel doğruyu, ülke orijinalliğimize nasıl uygulayacağız? Bu noktada yazarın görüşlerini irdelemeye çalışalım.

DP Kopuşması

“… Demokrat Parti, büyük toprak sahiplerinin ve tarım burjuvazisinin ticaret burjuvazisiyle ittifak halinde Kemalist önderlikten kopuşunun siyasal ifadesiydi.” (S. Savran, Türkiye’de Darbeler, 11 Tez, Haziran 1987)

Evet, DP “Kemalist önderlikten” bir kopuşmadır. Ancak, “Kemalist önderlik” ne idi, dolayısıyla bu kopuşma ne anlama geliyordu? “Kemalist devrim hiçbir şekilde bir burjuva devriminden öte bir şey” (ay) olmadığına göre bu kopuşma “burjuvazinin” hangi kanatları arasında bir kopuşmaydı? Büyük toprak sahibi, tarım ve ticaret burjuvazisi DP ile davrandığına göre, geriye sanayi burjuvazisi ve banka sermayedarları mı kalıyor? Yazar bu ilk önemli kopuşmada taraflardan birisini sınıf temeline otururken, diğeri boşta kalıyor. “Kemalist önderlik” deyimi yeterince aydınlık ve açıklayıcı değil.

Bu noktada, Türkiye’de kapitalizmin gelişiminin kendi orijinallikleri tespit edilemezse, en genel doğruların kaba ışığında el yordamıyla yürümek kaçınılmazdır.

Önce DP, Kemalizm’in özce bir inkârı değil, yordamca bir inkârıdır. DP’yi Kemalist ekonomi-politika yaratmıştır. Ancak DP, o güne kadar gelinen tarzı inkâr ederek varlığını sürdürebilirdi. Bu ne demektir?

Türkiye’de burjuva devriminin sınıf temeli bütün “Anadolu burjuvazisi”dir. Ancak burjuva devrimini yürüten, köklü bir geleneğe sahip “devlet sınıflarıdır.” Eğer bu devlet sınıflarını genel bir “bürokrasi” kelimesiyle deyimlendirmekle yetinirsek, hele bürokrasinin egemen sınıflardan “bağımsızlığının” ancak belirli bir sınır içinde söz konusu olabileceği genel doğrusuyla da tespitimizi desteklersek, olaylarımızı açıklamakta fazla yol alamayız.

“Anadolu burjuvazisi” deyimi neyi kapsar? Osmanlılıktan yeni çıkmış Türkiye’de Anadolu’da egemen sermaye kapitalizmin öncesinden gelen tefeci-bezirgân sermayedir. Bunlarla sıkı bağlı toprak bey ve ağaları da Kurtuluş Savaşı’nın sınıf güdümü içine girer. Modern kapitalist sermaye ise yok denecek kadar cılızdır. Bizdeki burjuva devriminin sınıf temelini bunlar oluşturur.

Ancak burjuva devrimini yürütenler, Osmanlılıktan kalma devlet sınıflarıdır. Devlet sınıfları, toplumda ilişkiler kilitlendikçe vurucu güç olarak davranmış, “devleti kurtarmak” için öne atılmıştır. 600 yıllık bu gelenek, burjuva devriminde bir kere daha öne çıktı. Tefeci-bezirgân sermaye ve toprak ağalığı burjuva devrimini güdecek ne itibara ne de yapıya sahipti. Özellikle köylü yığınları içinde yüzyıllardır sinik bir nefret uyandırmış bu asalak antika sermaye öncü olarak davranamazdı.

Dolayısıyla tek parti dönemini şu üç özellikle karakterize edebiliriz:

Sınıf egemenliği bakımından: Üstte egemen görünen gelenekçil devlet sınıfları; bunların ardında yaygın irili ufaklı tefeci-bezirgân sermaye ve toprak ağalığı; son derece cılız modern burjuvazi.

Ekonomi-politika bakımından: Tek parti dönemi vahşi ilk sermaye biriktirme dönemidir. Emperyalizm çağında, başka ülkeleri talan edemeyen Türk burjuvazisi bir yandan Osmanlı artığı en iri sermayeleri bankalarda sentezleştirirken; işçi sınıfı ve köylülükten mutlak zor ile artı-değer aktarmıştır. İş Bankası’nın temelinde memurlardan yıllarca zorunlu olarak kesilen 10 liralar, Ziraat Bankası’nın temelinde muhtarlıklardan toplanan paylar da yatar.

Siyaset bakımından: Kemalizm dayandığı antika kökenli sermayeye “çağdaşlaşma” yolunda güvenememiş, laiklik kılıcını onların hep üstünde tutmuş, halk yığınlarına da güvenemediği için Takrir-i Sükûn Kanunu ve İstiklal Mahkemeleriyle doğrudan baskı uygulamıştır. Devlet eliyle sermaye birikimi yapılırken, kaçınılmaz bir şekilde baskıcı pahalı bir devlet mekanizması yaratılmış, Tek Parti dönemindeki devlet “memurin devleti” olarak anılmıştır.

DP patlamasının eşiğine gelindiğinde, son savaş vurgununda da iyice palazlanan, devlet sınıflarının vesayetindeki finans-kapital egemen zümresi iyice şekillenmiştir. DP kopuşması, bizde palazlanan yerli finans-kapital’in gelenekçil devlet sınıflarının vesayetinden ilk köklü kurtulma çabasıdır. Tıpkı Osmanlılıktaki gibi 1950’lere kadar devlet sınıfları üstte egemen görünmüştür. Oysa ekonomide gerçek egemen Osmanlılıkta tefeci-bezirgân sermaye, Cumhuriyet döneminde ise bunların en irilerinin bankalarda sentezleşmesiyle şekillenen finans-kapital olmuştur. Modern finans-kapital güçlendikçe gelenekçil egemen zümreleri geri plana itme savaşı vermeden edemezdi.

Dolayısıyla DP kopuşması burjuvazi içindeki çeşitli “sermaye kesimlerinin” kopuşması değildir. DP ile birlikte “büyük toprak sahipleri”, “tarım burjuvazisi” ve “ticaret burjuvazisi” kopuşunca, “Kemalist önderliğe” ya da CHP’sine ne kalıyor? Yazar bir başka yazısında sanayi burjuvazisinin “DP’ye karşı önemli bir mesafe koyarak, hiç olmazsa belirli kanatlarıyla CHP’ye yaklaştığını ileri sürmektedir.” (11. Tez, Ekim 1986, CHP ve Sosyal Demokrasi) Bu tespit, tek parti döneminde bizzat “Kemalist önderliğin” ekonomi-politikasıyla şekillenen egemen zümrenin yapısını kavramaz. Bu yapıda en iri sermaye ve mülk sahipleri, finans-kapital olarak şekillenmiştir, Bizde Batı’nın serbest rekabetçi döneminde yaşanan çeşitli sermaye grupları arasındaki -toprak, sanayi, ticaret banka- çatışmaları aramak boşuna olur.

Bu yanıltıcı görüntüyü yaratan nedir? Devlet sınıflarının “çağdaş” kapitalizmi özlemesi, buna karşılık sınıf temeli olarak toprak ağalığı ve tefeci-bezirgan sermayeye dayanmalarıdır. Tek parti döneminin laiklik kılıcı, hep bu sermaye kesimlerinin geriyi özlemlerine karşı bir bent oldu. Ancak devletçiliğimiz, kapitalizmi geliştirme çabalarında, tekelci finans-kapital yaratmaktan öteye gidemedi, gidemezdi.

Nitekim bilindiği gibi 1946’larda CHP’nin aldığı kararlar, DP’nin 1950’den itibaren yürüttüğü ekonomik-politikanın temelini oluşturur. Kopuşma, ekonomi-politikadaki zıtlıklardan kaynak almaz.

“7 Eylül kararları… 1946 yılındaki devalüasyon ve beraberindeki dış ticarette liberalizasyona ilişkin önlemlerdir. Bu yolda CHP iktidarı tarafından başlatlan süreç, 1950’de iktidara gelen DP tarafından sürdürülmüştür.” (Haldun Gülalp, Gelişim Stratejileri)

Ekonomik gidiş, finans-kapitali böyle bir yönelişe zorluyordu. Ancak bu yönelişi, finans-kapital artık devletçiliğin ağır ekonomik yükünü taşımadan ve CHP’nin yıpranmış siyasi misyonundan kurtularak yürütmek istiyordu.

27 Mayıs’a Doğru

Palazlanan finans-kapital DP kopuşmasıyla soygunu iki yoldan hızlandırdı. Bir yandan uluslararası finans-kapitalle doğrudan bağ kurdu. Öte yandan özellikle tek parti döneminde durgun kalan kırların talanına girişti.

1950-58 dönemi için yazar DP’nin “sanayiye karşı tarıma ve ticarete önderlik veren eski çizgisini inatla sürdürdüğünü” öne sürmektedir. (ay) Hatta “1957-58 bunalımıyla ve Ağustos 1958 istikrar tedbirleriyle birleştiğinde bu politika yeni gelişmekte olan sanayi sermayesine büyük bir darbe vuracaktır.” (ay)

Yazar bu tespitiyle Türkiye finans-kapitalinin sermaye biriktirme yollarını, sermaye grupları arasındaki çelişki gibi görmektedir. Nasıl CHP’nin son ekonomi politikaları, DP’nin yolunu çizdi ise DP’nin ekonomi politikaları da AP’nin yolunu çizmiştir. AP’de ANAP’ın.

DP, İktidarının ilk yıllarında, tarıma ve ticarete ağırlık verdiği bir gerçektir. Ancak bu finans-kapitalin hem yapısı gereğidir, hem de sermaye birikimini hızlandırmak için en kısa yoldur. Batı mallarının ithali ve traktör akını ile kırlardaki soygunun arttırılması sermaye birikimini yoğunlaştırmak için finans-kapital açısından en kestirme bir yoldu. Ancak sermaye, krizini çözümlerken, önüne yeni engeller dikmeden edemez. Bu dizginsiz gidiş, döviz darboğazı ile 1950’lerin ortalarında tıkanmıştır.

“1950’lerin ortalarından başlayarak, içe dönük sınaileşmeye elverişli politikalara yeniden başvurulduğunda, özel sermaye birikimi öncelikle dokuma ve gıda gibi hafif sanayi dallarında yoğunlaşmıştır. Özellikle dokuma sanayinde ithal ikamesinin en büyük hızla yer aldığı dönemin 1953-1957 arası olduğu görülmektedir. 1950’lerin sonlarına doğru başlayan dayanıklı tüketim mallarında ithal ikamesi ise özellikle 1960’lı yıllardan itibaren gelişme göstermiştir.” (Haldun Gülalp, ay)

Öte yandan, DP iktidarının ikinci yarısında “iç pazar önem kazandıkça özel sermaye sanayiye kayarken, devlet kesimi de özel kesime girdi sağlayan ara malları üretiminde yoğunlaşmaya başlamıştır.” (ay.)

Ancak, 1953’lerden sonra başlayan bu gelişim yüksek enflasyonla “teşvik” edilmiştir. Tıpkı 1974-79 dönemi gibi. Yatırıma yönelen tekelci finans-kapital hızla kâra geçmeyi ummadıkça davranmazdı. Bu gidiş, 1958’de tıkanmıştır. Tıpkı 1979’da tıkandığı gibi.

Demek DP iktidarı süresinde “sanayie” karşı sonuna dek “inatla” direnmemiştir. Böyle bir bakış, süreçleri basitleştirmek, olayların gerçek akışını düzleştirmek olur. Öte yandan, 1958 tedbirlerinin “gelişmekte olan sanayi sermayesine büyük bir darbe” vurduğu gerçeklik değildir. İlk olarak, 27 Mayıs hükümetleri 1958 ekonomik tedbirlerini (IMF kaynaklı) sürdürmüşlerdir. 12 Eylül hükümetleri, 24 Ocak kararlarında ne kadar “değişiklik” yaptı ise, 27 Mayıs hükümetleri 1958 kararlarında daha fazlasını yapmamıştır. İkinci olarak, “1958 istikrar tedbirleri” bugüne dek tekrarlana gelenlerden farklı değildir. Enflasyonun kontrolü için: Fiyatlar serbest bırakılacak, Merkez Bankası kredilerine tavan konacak, KİT ürünlerine zam yapılacaktı. Devalüasyonla; ihracata yönelinecek, büyüme hızı geriye çekilecekti. (Gülten Kazgan, Dışa Açık Büyüme)

Evet, bu tedbirlerden zarar görenler olmuştur. Pek çok küçük firma iflas etmiş, hatta yedi küçük banka 27 Mayıs hükümetleri döneminde tasfiye edilmiştir. Ancak finans-kapitalin 1960 sonrası sıçramasının temelinde bu kararlar ya da yönelişler yatar.

Yazarın DP’nin sanayi sermayesine karşı “inatla” direndiği varsayımı doğru olmadığı gibi, bizzat “sanayi sermayesi” kavramının neyi kapsadığı da net değildir. Çünkü DP, ikinci iktidar döneminde, hem ithale dayalı “tekstil ve gıda sanayiinin” gelişimini teşvik etmiştir, hem de sanayie ucuz girdi için kamu yatırımlarına hız vermiştir. Ancak bütün bunlar yüksek enflasyon şırıngası ile yapıldığı için 1958’lerde tıkanma kaçınılmaz olmuştur. “Sanayi sermayesine” gelince, bu deyim neyi kapsamaktadır? Türkiye’de 1930’lardan beri bir avuç tekelci finans-kapital egemendir. Eğer sözü geçen “sanayi burjuvazisi” bir avuç finans-kapital zümresi içindeyse, o zaman söz konusu olan finans-kapitalin sermaye biriktirme yollarıdır. Tek Parti dönemi yıllarında egemen olan bir biçim tarım ürünlerinin ve devlet sanayi ürünlerinin ticareti olmuştur. DP’nin ilk yıllarında buna yabancı malların doğrudan pazarlanması ilave olmuştur. DP iktidarının son dört yılında ise yabancı malların dolaylı (“ithal ikamesine” dayalı) pazarlaması başlamıştır. Bu süreç iç pazar tıkanmalarıyla 1979‘a kadar gelebilmiştir.

Finans-kapitalin sermaye biriktirme biçimleri, yazara “burjuvazinin” çeşitli kesimleri arasında bir çatışma gibi görünüyor.

27 Mayıs

Yazarın mantığı, onu “sanayi burjuvazisi”nin 27 Mayıs askeri müdahalesini güttüğü sonucuna vardırır. 1960 sonrası palazlanan montaj sanayii irilerinin görüntüsü yazarı yanıltıyor. Nasıl 12 Eylül’den hareketle bütün “askeri müdahaleleri” aynılaştırma mantığı yaygınlaştıysa, yazar da 27 Mayıs öncesinden kalkarak değil, sonraki gelişmelerin kaba görüntülerinden hareketle değerlendiriyor.

“Bütün bunların ışığında 27 Mayıs için şunlar söylenebilir: Her şeyden önce, darbe sanayi burjuvazisinin, iktidar blokunun o güne kadar yönetici konumunda olan öteki unsurlarıyla çelişkisinin, başka araçlarla çözülemediği bir durumda, zora dayanan bir çözümüdür.” (ay) “İktidar blokunun o güne kadar yönetici olan” kesimi “büyük toprak sahipleri, tarım burjuvazisi ve ticaret sermayesi” olduğuna göre, 27 Mayıs “sanayi burjuvazisi”nin bunlara karşı bir davranışı olmaktadır. Yazarın 27 Mayıs çözümlemesi budur.

27 Mayıs’ın bir öncesi, bir kendisi bir de sonrası vardır. Yazar çözümlemesini 27 Mayıs sonrasının kaba görüntülerinden hareketle yapıyor. Ve bu mantığını 27 Mayıs ve öncesinin gerçekliklerini bozma pahasına bütün bir sürece yayıyor.

Önce yazara “sanayi burjuvazisi” gibi görünen şey Türkiye finans-kapitalidir. Evet, 27 Mayıs atılımı en son tahlilde finans-kapitalin rotasına oturtulmuştur. Milli Birlik Komitesi’nin bölünmesi, 14’lerin sürgünü, Silahlı Kuvvetler Birliği’nin kurulması, T. Aydemir’in isyanı hep bu operasyonun komplikasyonlarıdır. 12 Eylül yürütücüleri arasında böyle olaylar yaşanmadı. 27 Mayıs’ın çıkışı ve vardığı nokta arasındaki farklılıklar pek çok tepkileri, sancıları içinde taşımıştır. 12 Mart’ta bunun daha küçük boyutlusu yaşanmıştır. Bunlar neyi anlatmaktadır?

27 Mayıs öncesinin temel karakteri nedir? Tek Parti döneminde devletçiliğimiz üstte göründü. “İkinci Cihan Savaşı’ndan beri bu gösterişe lüzum kalmadı. Finans-kapital, ‘Bu ülkede efendi, benim’ dedi,” (Dr. H. Kıvılcımlı, 27 Mayıs) Yılların geleneği ile üstte egemen rolüne alışmış devletçiliğimiz, birdenbire Finans-Kapital egemenliğinde basit Kapıkulu konumuna itildiler.

İkinci olarak, Tek Parti dönemi, hem tefeci-bezirgân sermayeye yeterince güvenemediği hem de halka dayanmadığı için pahalı kalabalık bir memurin devleti” yaratmıştı.

Üçüncü olarak, DP, siyasette devletçiliğimize saldırırken, ekonomide sermaye birikimine, tek parti dönemine oranla dizginsiz bir hız verince, “Efendi pozuyla yukarıdan konuşmaya alışkın Devletlular şereflerinin zedelendiği ölçüde, enflasyon ve pahalılıkla keselerinin de dibine darı ekildiğini fark ettiler.” (H. Kıvılcımlı, ay)

27 Mayıs öncesinin temel karakteristikleri bunlardır. Konuyu “bürokrasinin tepkisi” ya da “sanayi burjuvazisinin” “zora dayanan bir çözümü” olarak ele almak, canlı olayları soyut formülasyonlara uydurma gibi bir sonuç doğurur.

“Bürokrasi” kavramı, bizde devlet sınıflarının geleneksel özelliklerini ve tek parti döneminde kapitalizmin gelişim özelliklerini kapsamaz. Devlet sınıfları, basit bürokratlar olmaktan öteye, Kurtuluş Savaşı’yla burjuva devriminin yürütücüsü, tek parti döneminde devletçilik yoluyla, kapitalizmin geliştiricisi oldular.

“Sanayi burjuvazisine” misyon yüklemek ise, egemen sınıf yapılanmasını kavramamak olur. Bizde kapitalizmin gelişim yolları ve özellikleri temel yönleriyle kavranırsa egemen sınıf yapısı basitçe ortaya konabilir. Devlet sınıflarının güdümünde, tekelci finans-kapitalin yaratılması tek parti döneminin en özlü özeti olur. Böylece, devletçi zümreler ve özel finans-kapital bizde iki egemen zümre olmuştur. Özel finans-kapital geliştiği ölçüde, devletçi zümrelerinin etkisini ve yükünü azaltmak için davranmıştır. Bu yolda en hızlı çıkış 1950 DP kopuşması olmuştu, bunun geriye tepişi 27 Mayıs oldu.

27 Mayıs’ın kendisi ne idi? “Devlet kapıkulları net yarım milyon kişiyi çok aşar: Ortalama 4 kişilik aileleri ile sayılırsa, devlet kapısında geçinen nüfus 2 milyon insan ederdi. 27 Mayıs günü bu 2 milyon Kapıkulu nüfusu ile 2 bin civan finans-kapital zümresinin 8-10 bin kişilik nüfusu göz göze gelmişlerdi. Baskın basanın olduğu için, kuvvet dengesi bir gecede Finans-Kapital aleyhine, devletçiliğimizin lehine dönüşüvermişti.” (Dr. H. Kıvılcımlı, ay)

27 Mayısçılar, devletçi zümreleri ekonomi-politik gidişle hırpalayan, siyasi planda “meclis çoğunluğu” ile “her yolu mubah” gören, yıpranmış DP siyasi üst kademelerinde başka bir hedef göremediler. Onlar ne sermaye gruplarının birinin tepkisinden kaynak aldılar, ne de bir sermaye kesimine karşı yöneldiler. “Devleti kurtarma” güdüsü her kaygının önündeydi. O nedenle 27 Mayısçıların “idareye el” koyduklarının ertesi günü uygulayacakları bir “programları” yoktu. Hızla bölündüler. 1961 seçimleri yapılmasına rağmen 1963’lere kadar ordu gençliği bir türlü durulmadı. 27 Mayısçıların kendi iç çekişmelerinin detaylı analizi konumuz değil. Ancak o iç çelişkilerin kaynağında 27 Mayısçıların sınıf pusulasızlığı ile var olan sınıflar gerçekliğinin çatışması yatar. 12 Mart bu var olan sınıf gerçekliğini kavramış göründü. 12 Eylül ise doğrudan sınıf gerçeklikleri doğrultusunda davrandı. Demek devletçi zümreler sınıf mücadelesi gözler önünde aktıkça öğreniyorlar.

27 Mayıs, finans-kapitalin bin bir engellemesiyle bunaldıkça geriye yalnızca bir anayasa bıraktı. Anayasa’nın hazırlanmasında tek güdü, “bir partinin meclis çoğunluğu bahanesiyle keyfi davranışını engellemek” oldu. Anayasa Mahkemesi, Danıştay, çift meclis vb. tedbirler hep bu kaygıdan ürediler, 20 yıllık deneyden sonra, 12 Eylül tam tersine bir partinin kesin egemenliğini zaafa uğratacak her türlü boşluğu dışlayan bir anayasa hazırladı.

Ancak 27 Mayıs’ın finans-kapital ve halk kitleleri açısından anlamı neydi? 27 Mayısçıların sınıf pusulasız davranışı Türkiye’yi bir anda sınıfsız toplum haline getiremezdi. Tam tersine onlar göremedikleri sınıflar mücadelesinin hem önünü açtılar, hem de bu mücadelenin kurbanı oldular.

27 Mayıs’ın finans-kapital açısından anlamı ne oldu?

“Geri kalmış Türkiye’de, en “ileri” sömürü sistemini sağlamak isteyen finans-kapital, çok ağır ve kalabalık devletçiliğimizi yaratmış ve geliştirmiş idi. Bu devletçiliğimizin bir gün başına dertler açabileceğin başına topladığı cinleri dağıtamayan sihirbaz durumuna düşeceğini 27 Mayıs gösterdi. Alt sınıf ve tabakaların hesabı yoktu.” (H. Kıvılcımlı, ay) Finans-kapital, 27 Mayıs’ta devlet sınıflarını DP ölçüsünde hafife alamayacağını kavradı. “25 milyon köylü karşısında 1500 Harp Okulu öğrencisi nedir?” diyen Menderes, ordu gençliğinin vuruşuyla Bir gecede 25 milyon “oy”dan tecrit edilivermişti. Finans-kapital, 27 Mayıs sonrası ORKO, OYAK ve lojmanlarla işe girişti. Bunun sonuçlanın 12 Mart ve 12 Eylül’de aldı.

27 Mayıs’ın halk açısından anlamı neydi?

“Harp Okulu’na yüzlerce kişinin getirildiğini haber aldım. Bizim kararımız, kabine üyeleri ile mahut takrire imza koymuş olan 4 mebus dışında başka kimseyi tevkif etmemekti. Fakat halk… bu hareketi o kadar candan bekliyormuş ki, penceresini açan, eline telefon rehberini almış.
“— Bu adam da onlardandır, milyonlar vurmuştur… şeklinde hemen bütün mebusları ve yakınlarını toplatmışlar.” (Madanoğlu, aktaran, H. Kıvılcımlı, ay) 27 Mayıs topu topu 15-20 bakanı hedef almış, ancak halkın vurgunculara tepkisi ile ordu gençliğinin idealizmi birleşince, Harp Okulu’na bütün DP erkanı, fazlasıyla toplanmıştır. Bu ne dernekti?

27 Mayıs vuruşu, vurgununu tek parti döneminde sinikçe, DP döneminde ise açık ve amansızca yürüten finans-kapital zümresinden, küçük burjuva tabakaların kopuşmasının açığa çıkması, kendini ortaya koyuşu oldu. Elbetteki bu kopuşma, düzen sınırlarını aşan bir nitelik taşımıyordu. Ancak bu kopuşma bir kez gerçekleşince kendi kanalarında akmadan edemezdi. 1968’lere gelindiğinde, gençliğin, meslek odalarının, öğretmenlerin, hatta adli mekanizmanın AP hükümetlerine karşı tepkisi hep bu kopuşmadan kaynak almıştır. Ve içinden düzen sınırlarını aşan kopuşmaları da çıkartmıştır.

Bu noktada 27 Mayıs’ın sonrasına geliriz.

İstediği denli idealistçe olsun, sınıf pusulasız bir atılım, en son tahlilde atıldığı ortamdaki sınıflar dengesine göre şekillenir. Egemen finans-kapital, Milli Birlikçileri bölüp, bunaltarak, onları bir anayasayla yetinmeye mecbur bırakmıştır. 27 Mayıs hükümetleri ekonomide DP’nin 1958 kararlarını devam ettirmekten öteye bir şey yapamadılar. Hatta tasarruf bonoları ve arazi vergisi ile sermaye birikim alanını genişlettiler.

12 Mart ve 12 Eylül’e Doğru

S. Savran 27 Mayıs’ta “sanayi sermayesi”ne ayrı bir misyon yüklediği için, DP’nin devamı olan AP’sini de evrimleştirmek zorunda kalmıştır.

“1960’lı yılların AP’sinin DP’nin mirasçısı olduğu kuşkusuz doğrudur. Ama önemli bir kayıtla: DP içinde sanayi burjuvazisi tabi bir unsurken, AP bünyesinde yönetici güç bu sınıf dilimidir.” (ay) Daha önce belirttiğimiz gibi, yazar Türkiye finans-kapitalinin sermaye biriktirme yollarını -ki bu yollar ona daha çok uluslararası finans-kapital tarafından dönem dönem dikte ettirilmiştir- sermayenin çeşitli kesimleri arasındaki egemenlik mücadelesi olarak görmektedir.

Aynı mantığın devamı olarak “1960-1980 arası dönemde Türkiye burjuvazisinin karşılaştığı ve ortadan kaldırmak için mücadele verdiği engeller” arasında ilk sırada “kırsal ittifaklar sorunu” sayılır ve şöyle denir:

“Burjuvazinin bu ‘ilk günahı’, daha sonra kendisine karşı çevrilmiş bir silah haline gelmiş, tarım sorunu Kemalist devrimin gerçek mirasçısı olan sanayi burjuvazisinin bir karabasanı olarak günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.” (ay)

“Kemalist devrimin gerçek mirasçısı olan sanayi burjuvazisi” değerlendirmesi, bizde burjuva devrimine hem aşır modern bir misyon yüklemek olur, hem de gerçeklerimizi anlatmaz. “Kemalist devrim” antika kökenli sermaye ile inmeli asalak bir finans-kapital zümresi yaratmıştır. Kemalist devrimin gerçek mirasçısı bu zümredir. M. Kemal’in kendi eliyle kurduğu İş Bankası’nda yuvalanmış, devletçilik ile palazlandırılmıştır. Antik sermaye kökeninden geldiği ve baştan tekelci doğduğu için, hiçbir yaratıcı girişimciliğe sahip olmamıştır. Yaşadığımız yıllar bunu yeterince ispatlamadı mı?

Öte yandan, AP sinde 1960 sonrası “yönetici güç”, “sanayi burjuvazisi” olmasına ve “CHP’nin sanayi sermayesini öteki sermaye dilimleri karşısında hiçbir ikircikliğe yer bırakmayan biçimde savunması”na (S. Savran, 11. Tez, Ekim 1986) rağmen burjuvazinin neden bir türlü bu “ilk günahı”ndan kurtulmak için “toprak reformu”nu yapamadığı sorusunun cevabını bulmak zordur. “Toprak reformu” komedisinin en son perdesi 12 Mart’ta oynandı. AP, toprak reformuna doğrudan karşı çıktı. CHP’si ise fazla direngen olmadı. 12 Eylül’de toprak reformunun sözü bile edilmedi. Yazarın tezleri bu sorulara aydınlık cevaplar veremez.

Yazarın tezleri açısından, “ilk günahın” tek parti döneminde işlenmesinin nedeni sanayi burjuvazisinin cılızlığıdır. Bunu böyle kabul etsek, 1960 sonrası gelişmelerde sanayi burjuvazisinin öne çıkmasına rağmen neden toprak reformuna el atılmadığı sorusu yine cevapsız kalır.

Bu noktada, 1960 sonrası mücadelesine yazarın nasıl baktığını en iyi biçimde açıklayan uzun bir alıntıya ihtiyacımız var.

“Büyük sanayi ve banka sermayesinin 12 Mart arifesinde yüz yüze kalmış olduğu çifte sorun, 12 Mart’ın her alanda başarısız oluşu ve yarım önlemlerle yetinmek zorunda kalması nedeniyle 1970’li yıllara olduğu gibi miras kalmıştı. Burjuvazi hâlâ bir yanda işçi sınıfının ve öteki toplumsal güçlerin muhalefetini bastırma sorunuyla karşı karşıyaydı, ama aynı zamanda büyük toprak sahipleri ile ticaret sermayesinin sanayi kapitalizminin gerisinde kalan ya da az gelişmişliğin hücrelerinde hayat bulan dilimleri ile de mücadele etmek zorundaydı. Sorun aynı idi ama ’70’li yıllarda aldığı siyasal biçimi ’60’lı yıllara göre farklı olacaktı. ’70’li yıllarda, AP bir kez daha bütün mülk sahibi sınıfların küçük köylüler çoğunluğu üzerindeki hegemonyasını sağ güçlerin birliğinde ararken (MC hükümetleri bu ittifakın billurlaşması biçimiydi), CHP sanayi burjuvazisine işçi sınıfı ve öteki emekçilerin desteğinde, çıkarları sanayi kapitalizminin gelişmesiyle çelişen mülk sahibi sınıfları geriletme alternatifini sunuyordu.” (ay)

Yazar 12 Mart arifesinde “büyük sanayi ve banka sermayesinin yüz yüze kalmış olduğu “çifte sorun”dan bahseder. Bu çifte soruna gelmeden bir noktaya değinmek zorundayız. Yazı boyunca tek parti ve DP dönemi, hatta 1960 sonrası irdelenirken, hep çeşitli sermaye kesimlerinden söz edilmiş, ama “12 Mart arifesinde” “büyük sanayi ve banka sermayesi” de yazarın kaleminin ucuna takılmadan edememiştir. Bu sıçrayışı teşhis zaafının altında Türkiye’de finans-kapital egemenliğini görememek yatar. Bizde banka sermayesi, daha 1930’lardan beri bünyesinde en büyük sermaye kesimlerini ve mülk sahiplerini sentezleştirmiştir. O yıllardan beri kartopu gibi irileşen sermaye yumağı bu aynı finans-kapitaldir. Yazara 1950’lerde “ticaret sermayesi” 1960’larda “sanayi sermayesi”, 1970’lerde “büyük sanayi ve banka sermayesi” gibi görünen şey, Türkiye’de üretim ve dağıtımında tekel kurmuş finans-kapital ve tefeci-bezirgân sermaye ittifakıdır.

Gelelim “çifte soruna”.

“Burjuvazinin” -alıntıdan bunun “büyük sanayi ve banka sermayesini” kapsadığı anlaşılıyor- 1970’li yıllarda işçi ve halk hareketiyle mücadele etmek zorunda olduğu anlaşılır bir şey. Ancak “büyük toprak sahipleri ve ticaret sermayesi” ile mücadele etmek zorunda olduğu epey şüphe götürür!

“Büyük sanayi ve banka sermayesi” biraz derinden incelenirse, bünyesinde en büyük ticaret şirketlerini, hatta tarım komplekslerini de barındırdığı kolayca görülür. Büyük toprak sahipleri ise hisse payları ile aynı banka ve şirketler ağının kaynaşık üyeleridir. Eğer hâlâ giyiyorlarsa, poturları kimseyi yanıltmasın.

Ancak yazar, böyle bir mücadeleyi varsayar. Yazara göre 1960’lı ve 1970’li yıllar “egemen sınıflar içi” mücadele de aynı öze sahiptir. Yalnız 1960 öncesi “sanayi burjuvazisi” egemenlik için mücadele ederken, 1960, 27 Mayıs ile bunu başarmıştır. Artık ’70’lere gelindiğinde sorun sanayi burjuvazisinin çıkarlarının iki farklı yoldan savunulması haline dönüşmüştür. Bu farklı yolların siyasi güdücüleri ise AP ve CHP’dir. Yazarın tezleri böyle. Gerçekliklerimiz böyle mi, görelim.

Uzun alıntıda AP’nin halk muhalefetine karşı nasıl mücadele ettiği açık, ancak “büyük toprak sahipleri ve ticaret burjuvazisine” karşı nasıl mücadele ettiği karanlıkta kalıyor. AP, “bütün mülk sahibi sınıfların küçük köylüler çoğunluğu üzerindeki hegemonyasını sağ güçlerin birliğinde ara”mış… “bütün mülk sahibi sınıflar” deyimi, sorunun tam da bu can alıcı noktasında çözümlemeyi iyice bulanıklaştırıyor. Proletarya dışında az çok her sınıf ve tabaka “mülk sahibidir.” Yazar “küçük köylülüğü” de dışlamış görünüyor. Demek AP, proletarya ve küçük köylülük dışındaki “mülk sahiplerinin birliği” parolasından hareketle, sanayi burjuvazisine yol göstermeyi tercih etmiştir. Öyleyse AP, “sanayi burjuvazisinin” güdümünde olmasına rağmen, burjuvazinin “ilk günahı”nı sürdürmekte bir sakınca görmüyor. Daha açık köylersek AP bu “ilk günah”la sıkı sıkıya kenetlidir. Yazar ya sanayi burjuvazisinin AP’de “yönetici güç” olduğu tezinden vazgeçmek zorundadır; ya da -bu biraz da ne olduğu pek belli olmayan- “sanayi burjuvazisinin” eline 1960 ve 1970, hatta 1980 fırsatları geçmesine rağmen neden “ilk günahın”dan birazcık olsun kopuşamadığını, toprak reformundan ölümünü gürmüşçesine korktuğunu açıklamak zorundadır.

CHP’nin önerdiği yola gelelim. “CHP sanayi burjuvazisine işçi sınıfı ve öteki emekçilerin desteğinde, çıkarları sanayi kapitalizminin gelişmesiyle çelişen mülk sahibi sınıfları geriletme alternatifini sunuyordu.”

Yazar, CHP’nin sanayi sermayesini “hiçbir ikircikliğe yer bırakmayan biçimde savunduğu iddiasındadır. Demek AP bu yolda epeyce “ikircikli”dir. Yazar bunun nedenini açıklamıyor. Geçelim.

CHP, “çıkarları sanayi kapitalizminin gelişmesiyle çelişen mülk sahibi sınıfları geriletmeyi” amaçladığına göre, bunların içinde birinci sırayı büyük toprak sahipleri almalıdır. Buna bağlı olarak tefeci-bezirgân sermaye hemen arkadan gelir. CHP’nin toprak reformu istediği bir gerçeklik, bu reformun hayali ve gerici yanlarını başka bir yerde daha o günlerde eleştirmiştik. Burada bizzat toprak reformu talebine gelen tepkileri, CHP’nin nasıl değerlendirdiğine bakmakla yetinelim. Bu CHP’nin hangi sınıf güdüsünü taşıdığını gösterecektir.

1970’lerde Ecevit’in “tarım sorunu uzmanı” Z. G. Mülayim, Toprak Reformu ve Kooperatifçilik kitabında şöyle diyor: “Türkiye’de genel olarak, bugünkü bozuk toprak düzenini aynen korumak isteyenler (aracı, tefeci ve muhtelif menfaat grupları) özel olarak da büyük toprak sahipleri… toprak reformuna karşıdırlar.

“Sanayi kesiminin toprak reformuna karşı olmaması, hatta reformu desteklemesi gerekir. Zira toprak reformu yapılması sınai gelişmeyi hızlandırır, sanayi mallarının iç pazarını genişletir. Fakat ülkemizde sanayi örgütlerinin ve sanayicilerin de toprak reformuna karşı oldukları görülmektedir. Sebebi: Sanayicilerin büyük toprak sahipleriyle olan ekonomik ve siyasal ilişkileri ve sanayicilerin, toprak reformu yapılırsa, ilerde fabrikalarla ilgili kamulaştırma yapılabileceğinden endişe etmelidir.”

Demek CHP, “sanayi kesimine” rağmen, sanayicilerin çıkarlarını savunmak gibi garip bir konumdadır. Burada sınıfların, siyasi partileriyle tıpatıp denk düşmedikleri genel doğrusu ileri sürülebilir. Ve bu bir gerçekliktir de. CHP, “sanayi kesimine” akıl hocalığı yapma konumundadır, sanayiciler bu akla pek iltifat etmeseler de…

Olayın soyut bir açıklamasını yapmaya çalışırsak: CHP, sanayi burjuvazisinin “ikirciksiz” akıl hocası, AP ise “ikircikli” güdücüsüdür! Bu deyimleri kullanmak zorundayız, amacımız herhangi bir küçültme değil, kavramlar yazarın mantığından kaçınılmaz bir şekilde türemektedir.

İstediğimiz kadar evirip çevirelim, olayları soyut bir “sanayi burjuvazisi” kavramıyla açıklamak mümkün olmuyor. CHP’nin açıkça itiraf ettiği gibi “sanayi kesimi” mantık olarak toprak reformundan yana olması gerekirken, realitede reforma karşıdır. Bu açmazı çözmek için soyut sanayi burjuvazisi kavramını, somut hayatta yerli yerine oturtmak gerekiyor. En somut örnekle başlaydım: Türkiye’de Sanayi, Ticaret ve Ziraat Odaları’nda kayıtlı üye sayısı birkaç yüz bini çok aşar. Ancak bir de 12 Mart içinde şekillenen -daha doğru söyleniş ile şekillenmemezlik edemeyen- TÜSİAD vardır. Üye sayısı yalnızca, 300’dür. TÜSİAD; sanayi, ticaret, ziraat odalarından sivrilip çıkagelen finans-kapitalin 12 Eylül kanunlarına göre, “politika yapmaktan yasaklı bir derneğidir!”

Öyleyse burjuvazi “bölünmüş” durumdadır. Bir azınlık zümresi tüm ekonomi-politikaya egemen iken, bu finans-kapital dışında kalan geniş tekel dışı burjuva kesimler tekellerin eteğinde sızlanmaya mahkûm edilmişlerdir. Genel olarak sanayi burjuvazisi ya da ticaret burjuvazisi gibi kavramlarla sınıf gerçeklerimizi açıklayamayız. CHP, Z. G. Mülayım’ın acı acı yakındığı gibi “sanayi kesimine” rağmen toprak reformu talep ederken, aslında finans-kapital dışında kalan burjuvazinin taleplerini dile getirmiş oluyor.

Yazar, CHP’ne “anti-tekelci” bir misyon yüklenmesine itiraz eder. (11. Tez, Ekim 1986) CHP’nin objektif konumu ile sübjektif yetenekleri birbirine karıştırılmasın. CHP’nin 1950’lerden beri geçirdiği bir evrimle, tekel dışı burjuva kesimlerin sözcülüğüne itildiği bir gerçekliktir. Ancak bu, CHP’den tekellerin tasfiyesini beklemek anlamına gelmez. Bekleyenler var hiç şüphesiz. Onlar şimdi konumuz değil. Tekel dışı burjuvaların zavallı ideali devlet imkânlarının kendilerine de sunulmasıyla, tekeller katına erişebilmektir. Ancak bu yol 1950’lerden beri kapanmıştır. İşte CHP’nin (ve şimdi devamları SHP ve DSP’nin) bütün talep ve tepkileri bu tıkanan yolu biraz olsun açma özleminden kaynak alır.

Yazar AP ve CHP’nin farklı yollarını bir ve aynı “sanayi burjuvazisine” atfetmekle, egemen sınıf yapılanmasını kavramadığını açığa vuruyor. AP finans-kapitalin, CHP ise tekel dışı burjuva kesiminin taleplerinin dile gelişiydi.

Aynı mantıktan hareketle yazar şu genel yargıya varır:

“Bir tarım devriminin yokluğu, çağdaş sanayi burjuvazisini aşılması çok güç sorunlarla karşı karşıya bırakmıştır. Geri ilişkiler içinde yaşayan kırsal sınıflarla işçi sınıfı arasında sıkışan sanayi burjuvazisi, tekrar tekrar askeri yönetimlerden medet umacak duruma düşmüştür.” (ay) Böylece askeri müdahaleler bir ve aynı mantığa oturmuş oluyor. Olay böyle konulunca, sanayi burjuvazisinin 27 Mayıs’la verdiği özgürlükleri, 12 Eylül’de bütünüyle geriye almasının tek açıklaması, gelişen sınıf mücadelesi karşısında, 1960 Anayasasına “sırt çevirmesi” olarak açıklanır. Ancak nedense “çağdaş sanayi burjuvazisi” üç müdahalede de “tarım devrimine” el atamamıştır. 12 Eylül denli “güçlü” iktidarı belki de “çağdaş sanayi burjuvazimiz” tarihinde hiç yaşamamıştır. Buna rağmen “tarım devrimi” neden gündemde yok?

Bu noktada, bizde kapitalizmin gelişiminin iki yoluna geliriz. Türkiye finans-kapitali kapitalizmin “Prusya tipi” gelişimini seçmek zorunda olduğunu daha ilk yıllarda sezmiştir. Derebey artıkları, uzun sancılı yollardan, burjuvalaşacaktır. Bu anlamda ilk önemli “tarım devrimini” DP yapmıştır. AP ve ANAP’ta bu yolu şaşmaz bir şekilde izliyorlar. Kapitalizmin “Amerikan tipi” gelişimini çok sınırlı bir şeklide 1945’te CHP istemiş, ama kendi kanun teklifinden kendi ürkmüştür. Daha sonraları radikal toprak reformunu 27 Mayısçıların bir kanadından, 21 Mayısçılara ve 9 Martçıların bir kesimine kadar uzanan ordu gençliği özlemiştir. Her seferinde finans-kapital egemenliği bu yolu tıkamıştır. Sonuçta toprak devriminin gerçek sahiplerinin proletarya ve küçük burjuva sosyalistleri olduğu aydınlık bir şekilde ortaya çıkmıştır.

“Askeri müdahaleleri” değerlendirirken kaçınılmaz olarak Türkiye’deki sınıf yapılanmasını ve bizde kapitalizmin kuruluş ve gelişim özelliklerini tartışmak zorunda kaldık.

12 Eylül sonrası, bu konuda hiç şüphesiz ki en tipik görüş sivil toplumculardan geldi. Onlar bizde Osmanlılıktan gelen bir “devlet-elit” geleneği buldular, bunun karşısına “toplumu” koydular. Aslında sivil toplumcular, kabaca da olsa bir gerçekliğe dokunmuşlardı. Bizde gerçekten devlet ve devlet sınıfları geleneği köklü bir olguydu. Ancak onların hatası, 1980 Türkiye’sinde bu geleneğin gücü ile bu ölçüde yüz yüze gelince, yıllardır şekillenmiş sınıf yapılanmasını “unutmak” oldu. Onlar, sözlerine bakılırsa, 12 Eylül’le bir kere daha ortaya çıkan “elit” geleneğine öfkeyle karşı çıktılar, ancak sınıf gerçekliğini geri plana iterek, “elit”in yarattığı yanılgılı görüntüye teslim oldular.

Öte yandan, askeri müdahaleleri “bürokrasinin egemenliğini yeniden kurma çabası” olarak yorumlayanlar, farklı bir konumda değildi. Tam tersine bizde günümüze doğru geldikçe her askeri müdahale, finans-kapitalin devlet sınıflarının sözde “sınıflar üstü” davranış ve tepkilerini kendi egemen çizgisinde oturtan bir rol oynamıştır.

Son olarak, yazar bizde askeri müdahaleleri “tarım devriminin yokluğu”ndan çıkan sorunlarla, işçi ve halk hareketi arasında “sıkışan”, “çağdaş sanayi burjuvazi”ne bağlar. Daha somut söylenirse, “büyük toprak sahipleri” ve “ticaret sermayesinin”, “geri ilişkileri” ile halk hareketi arasında sanayi sermayesinin sıkışması, askeri darbeleri getirmiştir.

Yazarın bu bakış açısı, Türkiye’de kapitalizmin gelişimine, serbest rekabetçi dönem kapitalizminin “ilericiliklerini” yüklemek olur. Böyle bir şey gerçeklik olsa yükleyelim. Kapitalizme karşı kininden kuduran küçük burjuvalar değiliz. Kapitalizme karşı ancak somut gerçekliklerimiz kavrandıkça sağlamca karşı durulabileceğimizi kavrıyoruz. O nedenle bizde sınıflar egemenliğinde apayrı bir “çağdaş sanayi burjuvazisi” görmek ister istemez ona bazı “çağdaş” misyonlar yükleme hatasını peşinden getirir. Örneğin yazar, 1960 Anayasasını bu “çağdaş sanayi burjuvazisi”ne yükler. Ve bütün yazı boyunca, yine aynı burjuvazinin “tarım devrimi” özlemi dile getirilir.

1960 Anayasası’na, daha baştan Türkiye finans-kapital (o dönem AP eliyle) karşı çıktı. “Tarım devrimi”ni ise hiç özlemedi. Ama Prusya tipi “tarım devrimi”ni ise şaşmazca yürüttü. Yanıltıcı bir görünüm veren 1960 sonrasının montaj sanayii irilerini “çağdaş sanayi burjuvazisi” olarak görmek, insanı politikada köklü yanılgılara sürükler. Hele CHP’ye sanayi burjuvazisinin “ikirciksiz” temsilcisi misyonunu yüklemek daha köklü bir yanılgı olur. Çünkü yazarın tezlerine göre Türkiye’de biraz “sıkışık” da olsa “sanayi burjuvazisi” egemendir. Bu objektif tespit ile CHP’nin “sınıf yapısı” yan yana getirilince bu zeminden çok yanıltıcı beklentiler sürer.

Sonuç

Bizde askeri müdahaleleri, finans-kapital egemenliğinde yarattığı sonuçlar açısından değerlendirirsek hepsini aynılaştırmak zor değildir. Çünkü netice de hepsi, finans-kapitalin sermaye biriktirme krizine az çok yeni bir biçim vererek “aşılması” sonucunu doğurmuştur.

Fakat aynı askeri müdahalelere doğuş ortamı ve kendi özellikleri açısından baktığımızda aynılaştırmak mümkün değildir. Her üç müdahalede de ordunun devleti kurtarma gelenekçil tutumu kesin ve ortak bir özelliktir. İster benimsensin ister görmezlikten gelinsin, ordunun “devleti kurtarma” geleneği, modern kapitalizmin ona sonradan yüklediği bir misyon değil, Osmanlı toplum yapısından çıkagelen eski bir gelenektir. 60 yıllık kapitalist yapımız bu geleneği neden yoka indirgeyemedi? Bir tek nedenle: Pısırık, antika tefeci-bezirgân özelliklerinden dolayı, yaratıcılığa değil, asalak vurgunculuğa her zaman yatkın olmuş Türk burjuvazisi tüm toplum ölçüsünde bileğinin hakkına hiçbir zaman öncü olamadığı için. Batı’da burjuvazi kendi adıyla çağrılır. Bizde hâlâ “burjuva” lafı biraz da küfür anlamına gelir. Batı’da modern girişimciliği ile burjuvazi, toplumu devrimlere sürükledi. Bizde, geniş halk kitlelerinin sinik bilincinde, tefeci-bezirgân sermayenin asalak yapısı derin izler bırakmıştır. Bu asalak yapısını, bir avuç finans-kapital egemenliğine evrimleştiren Türk burjuvazisi geniş halk ölçüsünde gerçekten “meşru öncü” olamadı. O nedenle kalıntı-gelenek de olsa, Kılıçlılar bu yarım egemenliğin diğer bütünü olma rollerini kaybetmediler.

Ancak hiçbir şey değişmedi mi? Tersine çok şey değişti. Kılıçlıların “devleti kurtarma” gelenekçil tutumuna egemen zümrelerin bir itirazı olamazdı. Neticede egemen düzen kurtarılacaktı. Ancak bu yoldaki atılımlar “sınıflar üstü” bir güdü ile yapılırsa, finans-kapital düzeni açısından geçici de olsa sancılar yaşamak istenen bir şey olamazdı. 27 Mayıs ve 9 Mart biraz da bu çıkışlar oldu. 27 Mayıs öncesi orduda “general enflasyonu” vardı. Dolayısıyla darbe sırasında hiyerarşi çatladı. 27 Mayıs’ın ilk tedbirlerinden birisi bu çarpık hiyerarşiyi düzeltmek oldu. Finans-kapital askeri hiyerarşisinin sivri ucuyla sıkıca kenetlenmedikçe rahat edemeyeceğini kavradı. Öte yandan modern sınıflar mücadelesi geliştikçe, sınıflardan bağımsızmışçasına devleti kurtarmaya talip olan Kılıçlılar, bu şaşmaz gerçekliği tanıdılar. 9 Martçılar, 12 Mart mahkemelerinde devrimcilerle birlikte yargılanırken, 12 Martçılar finans-kapitalin “balyoz harekâtını” yürüttüler. Bu kopuşma, sınıf saflaşmasının kaçınılmaz sonucuydu.

Demek Tek Parti döneminde Kılıçlıların vesayetinde palazlanan finans-kapital, şimdi onlara acı acı sınıf gerçekliğini öğretiyor. Bu anlamda en iyi örnek 12 Eylül oldu. 12 Eylül ne açık iç çekişmeler yaşadı, ne de hükümetler bir kurulup bir istifa etti. 12 Eylül, 27 Mayıs ve 12 Mart’tan ders çıkartarak davrandı. İlk gününden hiç ikirciksiz, 24 Ocak kararlarını yürütmeye devam ederek finans-kapital ile ordunun üst katlarının kesin kenetlenmiş olduğunu ispat etti.

Buna rağmen MDP olayı ilginçtir. Bütün deneylere rağmen 12 Eylül, finans-kapital üzerinde tek parti dönemine benzer bir vesayet kurmak istedi. MDP, bu 1950’de kalmış geleneğin yeniden hortlamasıdır. Bu partinin, zavallı akıbeti onun patavatsız başkanı, T. Sunalp’ten gelmez. Finans-kapital ordunun işleri yoluna koymasına bir şey demedi. Ama MDP ölçüsünde yeniden siyaset vesayet altına alınma girişimine kendi yordamınca itiraz etti. Ve 12 Eylül generallerine güçlerinin sınırını göstermekten geri durmadı.

Netice olarak, 27 Mayıs, sınıflar mücadelesinin konakları açısından, Tek Parti döneminde yaratılan devletçiliğin hem ekonomik, hem de siyasi planda, finans-kapital tarafından yeni koşullara uydurulma, belli ölçülerde eritilme davranışına karşı tepki olarak patlak verdi. Tek parti döneminde kendini topyekün egemen gören “memurin devleti”nin alt katları ordu gençliğinin vuruşu ile finans-kapitalin dizginsiz sermaye biriktirme hırsına tepkilerini yükselttiler. Bu, en azından şehirlerdeki küçük burjuva tabakaların finans-kapitalden ilk köklü kopuşması anlamına geldi. Evet, bu kopuşma, geniş yığınların aşağıdan coşkun kalkışması ile olmadı -27 Mayıs öncesi gençlik olaylarını atlamıyoruz- tersine yukarıdan bir vuruşla yaygınlaştı. Bundan yakınacak değiliz. Hareketin bu “ilk günahı” bilinçlice yorumlanırsa, sızlanma ve pişmanlıklar anlamını yitirir. Ancak kopuşma bir kez yukarıdan düşen kıvılcımla, alt sınıfları sarıp kucaklayınca, kendinin aynen tekrarını imkânsız hale getirdi. 9 Mart bunun ispatı oldu.

12 Eylül, sınıf mücadelesi açısından 27 Mayıs’ın objektif olarak yüklendiği misyonların tam zıddını yüklendi. 27 Mayıs’la 1980 arası 20 yılda, bütün burjuva partileri, sınıflar mücadelesinin darbeleri altında iyice yıprandılar. 1979’da parlamento içindeki hiçbir hükümet alternatifi yığınlar için bir anlama sahip değildi. 20 yılda sınıf kopuşmaları epey yol kat etmişti. 12 Eylül bu sınıf kopuşmalarını “sıkı” bir anayasa ile asgariye indirme amacını taşıdı. Tüm burjuva partileri aşırıca yıprandığı için, onların hepsi adına ve yerine kendi gücünü son haddine kadar ortaya koymadan edemedi. 12 Eylül, periyodik müdahaleler alın yazımızı değiştirmeyi amaçladı. Bu ise, 10 yılda bir siyasete atılmak yerine her gün siyasetin içinde olmakla mümkün olabilirdi. Yaşanan gerçeklik budur. Bu, sınıflar mücadelesi açısından önemli bir kazançtır. Geniş yığınlar açısından, bizdeki egemenlik sisteminin bugüne dek, birbirine karşı davranıyormuş görünen iki yarısı bütün yanılgılara son verecek şekilde, kitle gözünde bir tekleşti.

Sonuç olarak, 12 Eylül’le birlikte müdahaleler konusunda “bir daha olmasın” yakınma ve tepkileri ortalığı kapladı. Bunun için soyut ve ütopik formüller yapıldı. Bilinçli işçiler açısından böyle soyut bir yakınma söz konusu olamaz. Sınıf mücadelesinin olduğu yerde zorluklar da olur, olacaktır. Sınıf mücadelesini bunlardan arındırmak fikri ancak bir liberale yakışır. Proletarya olayların gidiş nabzını elinden tutmak, her taktik imkândan yararlanmakla yükümlüdür. İşin can alıcı noktası proletaryanın gücünü örgütlemek ve açığa çıkartmakta yatıyor.

27 Mayıs’la hızlanan sınıf kopuşmalarını son haddine vardırmaya yetenekli tek sınıfın proletarya olduğu yeterince aydınlandı. 12 Eylül’le, finans-kapital gücünün önemli bir bölümünü harcadı. Artık geniş halk yığınlarının içinde yayılan tepkileri bir tek odak noktasında toplama görevi herkesten çok işçi sınıfı devrimcilerine düşüyor.