Eylül Dersleri: Bilim ve Sınıflar – Tamer ADALI

Çağdaş Yol, Sayı 3, Şubat 1988

Y. Öncü Eleştirisi

12 Eylül yalnızca devrimci örgütlenmelerin yapısını bozmadı, daha da öteye kafalarda o güne kadar şekillenmiş kavramları da bozdu, değişime uğrattı. Sosyalizmin pek çok “tabu” konu ve kavramı artık “özgürce” tartışılabiliyor ve en akla gelmedik yorumlara uğratılabiliyor.

1965’lerden beri sınıf mücadelesinin öne çıkarttığı pek çok konuda bitmez tükenmez tartışmalar yapıldı. Bu sürecin doğal sonucu olarak, düşüncelerde yeni kavramlar şekillendi. Bunlarla mücadeleye yön verilmeye çalışıldı.

O günlerden bu yana Sovyetler, Çin “ayaklanma” ya da “uzun halk savaşı”, “örgütlenme-parti” konularında pek çok teori kurulup yıkıldı. Deney öğretiyor. Ancak bu gerçeklik yalnızca tek yönlü işlemiyor. Deney, aynı zamanda bazı gerçekleri unutturuyor da. Ya da deney, öğrettiği, öğrenme yeteneğini bilediği gibi, bu yeteneği köreltip yok da edebiliyor. Her sınıf ve tabaka kendi yordamınca öğreniyor.

Bunun en güzel örnekleri 12 Eylül’le verildi. 1980 öncesinin topyekün inkârına varan değerlendirmeler yapıldı. Bu inkâr fırtınasının yadırganacak bir yanı yoktu. Ancak onun girdiği yeni kılıklar, yarattığı politik sonuçlar elbette ki önemlidir.

Burada biz en tipik ve en masum görünenine değineceğiz: “Bilim yöntemi açısından geçmişin aşılması.” Y. Öncü’nün 12 Eylül’den çıkarttığı belki de en önemli derstir. Bilimsel sosyalistler açısından “bilim”den daha kutsal (!) bir kavram olabilir mi? “Bilim” ve “bilim yöntemi” denince akan sular durmalıdır.

Y. Öncü “bilim” sözcüğüne neden bu denli sarılmıştır? Ya da bilim kelimesi hangi amaçla vurgulanmaktadır?

“İlk olarak, doğanın diyalektiğini kavrayan bir düşünce sistemini benimsemiş sosyalistlerin, bilimi ve bilinci temsil ettiklerini bu açıdan bilimsel düşüncenin “tanrının tekliği” fikrini anımsatır ve homojenlik düşüncesine sahip olamayacağını kavramaları anlamına gelir.” (Yeni Öncü, Mart 1987, s. 1)

Burada, bilimsel düşüncenin “zengin ve çeşitliliği” öne çıkartılıyor.

Öte yandan “bilim hiçbir bireyin, grubun ya da yapının tekelinde olamaz. Bilimin araçlarını ele geçirmiş olan bilimsel üretimde bulunabilir.” (Y. Öncü, Tem-Ağustos 1987, s. 36) denerek, burada da bilimde “tekel” olamayacağı vurgulanıyor.

Bu basit ve itiraz edilemez görünen konuların öne çıkartılmasının temelinde, 12 Eylül’den ders çıkartma yordamlarından birisi yatmaktadır.

“Bilimsel düşüncenin” “homojenliği” yerine “çeşitliliği”nin kavranması ne demektir?

Bilim insanlığın adım adım gelişiminin kazancıdır, yetkinleştiği ölçüde toplum ve doğayı kavrar ve değiştirir. Bilim, gelişme demektir. Y. Öncü yazarlarının düşünce çeşitliliğine tutkunluktan belki skolastik düşünme tarzına bir tepkiden kaynak almaktadır. Ancak “tepki” hedefini bulamazsa doğru zeminde kalamaz.

Gelişme, düşünce “çeşitliliğinden” mi kaynak alır ya da her düşünce çeşitliliği bir gelişmenin işareti midir? Y. Öncü yazarlarına göre böyle. Onlar için gelişmenin önünü tıkayan düşünce “homojenliği” ya da “tek tanrılığı”dır.

Diyalektik materyalizme göre, doğada ve toplumda ilerleme ya da gelişme evrimcil birikimin, devrimci sıçrayışa varışıyla olur. Varolan tez, antitezini yaratır, oradan çıkan sentez gelişmedir. Ve sentez varoluşuyla birlikte, yeniden teze dönüşür. Gelişim böyle sürer.

Örneğin Ricardo ve A. Smith’e göre Marks’ın ekonomi politik yaklaşımı bir gelişmedir. Onların ileri bir sentezidir. Ancak Dühring’in görüşleri ya da tezleri, “düşünce çeşitliliği” olsa da gelişme değil, gerilemedir. Düşünce zenginliği değildir.

Ya da Einstein’ın rölativite teorisiyle zaman ve uzayın göreli olduğu düşüncesinden sonra ve bu teoriden kalkarak, Max Born un maddeyi değil onun görüntülerini birincil alan, yani idealizmin temel önermesini yeniden canlandırmaya çalışan görüşleri belki düşünce çeşitliliğidir, ama hem düşünce zenginliği değildir, hem de bilim dışıdır.

Gerçek diyalektik düşünür gelişmeye tutkundur, tutkun olmalıdır. O nedenle bir düşüncenin çeşitliliğinden çok onun ileri doğru bir adım olup olmadığı, önemlidir. Düşüncenin tekliği ya da çokluğu değil, doğruluğu ya da yanlışlığı önemlidir. Düşünce “çeşitliliği”, kendiliğinden doğruyu yaratmaz ve doğruya varmanın teminatı değildir. Bir düşüncenin doğru olup olmadığı tartışmalarla değil, ancak pratikte kestirilebilir. Olaylara uyan düşünce bilimseldir, uymayan her düşünce bilim dışıdır.

Y. Öncü yazarları “bilim” kelimesi ile “düşünce çeşitliliğini” neredeyse eş anlamlı ele alıyorlar. Oysa bilim, soyut bir düşünce çeşitliliği ya da düşünceler arası bitmez tükenmez tartışmalardan çok, doğru olduğuna inanılan düşüncenin pratiğe geçirilmesi, sınanması ile gelişir.

12 Eylül öncesi -konu sınıflar mücadelesi olduğuna göre- düşünce çeşitliliği yok mu idi? Belki istenenden fazla farklı düşünceler vardı. O zaman Y. Öncü’yü rahatsız eden nedir? Farklı düşüncelerin kendilerini pratikte sınama savaşı, yani doğruyu somutta kavrama, elle tutabilme mücadelesi… Y. Öncü bu mücadelenin yerine, düşünce çeşitliliğini ve tartışmayı geçirmek istiyor. Onun için bilimsellik, farklı düşüncelerin varlığını kabul etmekten ibarettir. Ancak farklı düşüncelerden hangisinin doğru olduğunu tespit etmeye gelince, bu nokta da Y. Öncü, “homojenlik”, “tek tanrılık” gibi itirazlar yükseltiyor. Doğru düşünceye ise hiç kimse pratik cehenneminden geçmeden varamaz. Ve ne yazık ki, düşünceler çeşitli olsa da; doğru tektir.

Y. Öncü, 12 Eylül yenilgisinden olumsuz yönde ders çıkartmıştır. Doğruluğuna inanılan bir düşünceyi pratikte sınama ve düzeltme cesareti yerine, farklı düşüncelerle bitmez tükenmez sözde “bilimsel” tartışmalar yaparak pratikten kaçınmak, teori softalığı ile soysuzlaşmak, Y. Öncü’ye 12 Eylül hatırası olsa gerek. Aslında… Y. Öncü’ye bu mantık 12 Mart yenilgisinden beri yapışmıştır. Hastalık tepe noktasına 12 Eylül’le çıkıyor.

Gelelim “bilim” ve “tekel” konusuna. Bilimin hiçbir kişi ya da grubun tekelinde olamayacağı, böyle bir tekelin bilimsel gelişmeyi engelleyeceği tespit edilirken, şu önemli tez ileri sürülür:

“Çünkü tekelci düşünüş aynı zamanda sınıf indirgemecidir de. Bu görüş biçimi kendi konumundan asla kuşku duymaksızın, farklı olan görüşünü, sırf kendisinden farklı olmak dolayısıyla bir başka sınıfın ideolojik ve siyasal konumuna denk düştüğünü, ‘son tahlilde’ tespit eder; ‘ilk tahlilde’ de sınıf düşmanına karşı alınması gereken tavrı alır.” (Y. Öncü, Tem-Ağustos 1987, s.37)

Bilim, bilimsel düşünce “sınıf indirgemeci” olmamalıdır! Y. Öncü’nün bütün mantığı bu temel taş üzerinde yükselir. “Sınıf indirgemeci” mantık kaçınılmaz bir şekilde ve belki de yerli yersiz “sınıf düşmanlığı” silahına sarılıp, sosyal mücadele alanını alt üst ediyor. O nedenle bilim “sınıf indirgemeci” mantıktan kurtarılmalıdır.

Aynı düşünce, şu cümle ile daha genel bir prensip seviyesinde ilan edilir:

“Nasıl bilimsel faaliyeti sınıf ilişkilerinin dışına atan, ondan etkilenmeyen bir mertebeye koyan anlayış yanlışsa aynı şekilde bilimi burjuva ve proleter olmak üzere ayıran, her şey gibi bilimi de bir sınıfcıl indirgemeye (altı yazar tarafından çizilmiş) maruz bırakılan anlayış da yanlıştır.” (Y. Öncü, Tem-Ağustos 1987, s. 40)

Sorun “bilim” ve “sınıf” ilişkisine gelip dayandı. Konunun böyle konuluşu bile mantığın çarpıklığını hemen göze batırıyor. Bilimsel olmak için sınıf bakışı açısından bağımsızlaşmak ya da sınıf bakış açısına sarıldığımızda bilim dışı olmakla yüz yüzeyiz. Y. Öncü’nün önümüzde sürdüğü ikilem budur. Gerçeklik böyle midir?

Bilim hiç şüphesiz ki insanlığın topyekün gelişiminin bir ürünüdür. İlkel sosyalist toplumda henüz bilim yoktur. Bilim, yazı ile gerçek birikimine başladı. Dolayısıyla sınıflı toplumla birlikte doğdu ve gelişti. İnsanlığın gelişiminin zembereği sınıflar mücadelesidir. Bilimin gelişmesi de bu gidişten apayrı bir süreç olamazdı. O nedenle bilimin gelişimi sınıflar mücadelesinin eseridir ve dönemine göre egemen sınıfın damgasını üzerinde taşımıştır. Bu anlamda bilim, genellikle egemen sınıfın “tekel”inde kalmıştır. Oysa Y. Öncü “bilimin araçların; ele geçirmiş olan bilimsel üretimde bulunabilir” diyerek, bilimde “tekel”e şiddetle itiraz etmektedir.

“Bilimin araçları” nelerdir? Doğa bilimleri için laboratuvarlar, sosyal bilimler için zengin arşivler vb. Bunları eline geçirme şansına burjuva toplumunda herkes sahip değildir. Burası açık. Eğer bu basit gerçeklik kabul edilirse, bunun anlamı en azından şudur: Bilim üretiminin maddi araç ve ortamı egemen sınıfın tekelindedir.

Buradan şu kaba sonuç çıkartılabilir mi? Öyleyse bilim egemen sınıfların ismi ile anılmalıdır: “Feodal bilim”, “burjuva bilimi”, ve nihayet “proleter bilimi!” Bu gelişmenin ya da ilerlemenin skolastik bir tarzda kavranmasının sonucudur. Bilimsel gelişim ancak kendinden önceki birikimin üzerinden ileriye atlayabilir. Bu anlamda bilimsel gelişmeyi sırf egemen sınıflarla birlikte anmak hatalı olur. Öte yandan bilimin güdümü egemen sınıfça yönlendirildiği içinde, o sınıfın damgasını taşır.

Örneğin, bırakalım sosyal bilimleri, doğal bilimlerdeki her yeni adımı, emperyalizm en başta silah sanayine aktarıyor. Hatta ABD’de de doğal bilimlerin gelişimi doğrudan NASA tarafından güdülür.

Y. Öncü, bu noktada bizi bilimle, bilimin uygulanışını birbirine karıştırmakla suçlayacaktır. Çünkü bu dergiye göre “bilimsel faaliyet masa başında, deney evlerinde, arşivlerde vb. gerçekleştirilir.” (Y. Öncü, Tem-Ağustos 1987, s. 40) Evet, bilimsel gelişmenin burjuva çağına denk düşen mantığı böyle işler. Marx’ın dediği gibi filozoflar o güne dek dünyayı yorumlamakla yetinmişlerdir, oysa mesele onu değiştirmektir. Bilimsel kavrayış, diyalektik materyalist düşünceye varıncaya dek düşünce maddeden kopuk algılanmıştır.

Oysa bilimde bir sorunun kavranışı, tespiti ile uygulanışı, değiştirme bir bütündür. Y. Öncü’nün bilimi sınıflar üstü yapması, onun bilimi yalnızca “kavrayış ve tespit” olarak algılamasında yatar.

Bir bilimci (sosyal ya da doğal alanda) önündeki sorunu, olguyu kavrarken, objektif ve tarafsız olmalıdır. Olguya yaklaşırken ön yargılardan, sübjektif yakıştırmalardan olabildiğince uzak durabilmelidir. Olgu ancak o zaman kendisi gibi, objektif olarak kavranabilir.

Ancak bilimsel gelişme burada durmaz. Sorun kavranınca, onun değiştirilmesi adımına gelinir. Değiştirme hangi amaçla yapılacaktır? En genel ifadesiyle: “İnsanlığın çıkarları” için. Ancak insanlar sınıflı toplum var olduğundan beri, toplum içinde olmakla kalmaz, aynı zamanda bir sınıf içinde de yer alırlar. İşte bilimin değiştirme adımı ister istemez sınıfların damgasını taşır. Taşımak zorundadır. Bu adımda tarafsızlık ve objektiflik olmaz. Taraflı ve subjektif olmak zorundadır. Sosyal bilimler alanında bunun böyle olduğu çok açıktır, ancak aynı olgu doğal bilimler alanında da geçerlidir. Çünkü her bilimsel bulgu, uygulama alanına geçince, yani değiştirme adımını atınca ister istemez sosyalleşir.

Sosyal bilimler alanında durum son derece açıktır. Örneğin Türkiye’nin sınıflar yapısını tespit etmede, iyice örümcekleşmiş kafalar bir yana, pek çok “aydın” birbirine çok yakın tespitler yapabilir. Ancak değiştirmeye gelince, yollar hemen ayrılır. Her kişi kendi sınıf ya da zümre güdüsüyle davranır. Başka yolu da yoktur.

Y. Öncü tam da bu noktada bilimin “sınıf indirgemeci”likten kurtarmaya soyunmuştur. Bilimsellik, “sınıf indirgemeciliğin” yarattığı, “tekelci düşünce” yapısını ortadan kaldıracaktır!

Görüş farklılıklarını, sınıf temeline indirgemek yerine “düşünce çeşitliliği” içinde ele almak tek “bilimsel” yaklaşım olacaktır. Çünkü bilim, her şeyden önce düşünce çeşitliliği demektir!

Bu zavallı bilimselliğin temelinde sınıf mücadelesinin yarattığı derin yorgunluk ve yılgınlık yatmaktadır. Bilim adına sınıfcıl düşünüş ve davranışın inkârı bilimsel sosyalist bir yol değil, ama tipik bir burjuva objektivizmidir.

Y. Öncü bu mantığıyla kendine her sosyalist diyen kişi ve eğilimi, işçi sınıfı sosyalizmi içinde görmek zorundadır. Onların görüşlerini “sınıf indirgemeci” bir yaklaşımla değil de, düşünce farklılıklarının doğallığı içinde ele alınca söyleyecek fazla bir şeyi kalmayacaktır. Yeter ki o eğilimlerde Y. Öncü’yü sosyalizm içinde görsünler.

Y. Öncü 12 Eylül deneyinden oldukça köklü bir ders çıkartmıştır: Bugüne kadar amansız çekişmeler yaratan “sınıf indirgemeci” yaklaşım bir kenara bırakılmalı onun yerine “bilim”in bayrağı dikilmelidir.

Böylece Y. Öncü zaten pek iyi kavrayamadığı sınıf gerçekliğine veda etmiş oluyor. 12 Eylül bütün gücüyle sınıf kopuşmalarını örtmek için uğraşmadı mı, demek onu bu eyleminde çok da başarısız sayamayız.

Y. Öncü’nün her sayısında bol bol “işçi sınıfı”ndan söz edilmesi kimseyi yanıltmasın. Türkiye’nin sosyal gerçeklerini az çok kavrayan birisi için sınıf gerçekliğini doğrudan inkâr etmek artık mümkün değildir. Ancak bir liberal de sınıfları ve sınıf mücadelesini kabul eder, yeter ki bu mücadele siyasi iktidar hedefine yönelmesin.

Y. Öncü de, sınıfları, farklı görüşleri kabul ediyor. Ancak bir görüşün kendini “işçi sınıfı sosyalisti” ilan edip, diğerlerini “sınıf indirgemeci” bir yaklaşımla, işçi sınıfı dışında sayması, daha da öteye, bu yolda pratikte davranması, kabul edilemez bir “tekelcilik”tir. Bu mantık, sınıf savaşının bir egemenlik mücadelesi olduğu bilimsel gerçekliğini inkâr eder. Hiçbir düşünce çeşitliliği, hatta çeşitliliğin en aşırısı ve özgürü, işçi sınıfını iktidara getiremez. Sınıf iktidarının yolu, bu yolu tıkayan görüşler, maddi temelleri ile birlikte tasfiye edilmedikçe açılamaz. Dolayısıyla, sınıflar mücadelesinin doğasında var olan egemenlik savaşı iktidar arifesinde gerçekleşen bir anlık bir sorun değil, bütün mücadele sürecinde var olan bir gerçekliktir. Y. Öncü sınıf mücadelesinin bu yönüne katlanamıyor.

Sonuç olarak, Y. Öncü’nün bütün itirazlarına rağmen konuyu “sınıf indirgemeci” bir bakış açısıyla noktalayalım. 12 Eylül, 1960’lardan beri yükselen sınıf mücadelesine önemli bir darbe vurdu. Olayların kaba görüntüsüyle yetinen birisi için, neredeyse önceki yılların canlı mücadelesi bir anda olmamışa döndü.

Bu büyük altüstlük düşüncelerde derin izler bırakmadan edemezdi. 1960’larda sınıf mücadelesine coşkuyla sarılanların önemli bir bölüğü şimdi “bilim” bayrağını sallayarak sınıflar mücadelesinin insafsız gerçeklerini örtmek, “çeşitlilikler” içinde bulanıklaştırmak istiyor. Bundan bir tek sonuç çıkartılabilir: 1960 sonrası mücadelesinde yorgun düşen işçi sınıfı ile sağlam bağlar kuramayan küçük burjuvazinin bir kesimi, şimdi burjuva liberalizmine giden yolun taşlarını döşüyor. “Bilim”, lanetli “tekelci düşünce”, çok partililik, “çoğulcu demokrasi” çığlıkları, hep bu yol inşaatındaki kazma kürek sesleridir.