“Türkiye Üzerine Tezler” Hakkında Bir Kaç Söz – Mehmet YILMAZER

Çağdaş Yol, Sayı 3, Şubat 1988

Y. Küçük “Türkiye Üzerine Tezler”inin önsözünde “İleri sürdüğüm tezler, yeni çalışmalarla çürütülmedikçe, Türkiye tarihi üzerine şimdiye kadar söylenmiş ve yazılmış olanların çok büyük bir bölümünü unutmak gerekecek” diyor. Önsözün tarihi Ekim 1977’dir, üçüncü cildin basım tarihi ise 1986…

Eğer “şimdiye kadar” Türkiye tarihi üzerine “söylenmiş ve yazılmış olanlar”dan kasıt resmi devlet literatürü ya da kimi burjuva aydınlarının etütleri ise, bunlarda ileri sü¬rülen görüşlerin “çok büyük bir bölümünün” unutulması gerektiğine fazlaca itiraz edilmeyebilir. Ancak böyle köklü bir düşünce ihtilaline (!) kalkışan bir kişi Marx’ın ekonomi politik araştırmalarını yaparken söylediği gibi, “tarihin adaletini yerine getirmek”ten kaçınamazdı. Yani, ilk kez ileri sürüldüğü sanılan düşüncelerin geçmiş bilgi birikiminde ilk filizleri, hatta oldukça gelişkin örnekler bulunabilir “Sınıf mücadelesi”, “artı-değer” konularda Marx, bu alanlardaki ilk düşünce sahiplerini bulup çıkartmış ve böylece “tarihin adaletini yerine” getirmiştir.

Y. Küçük’ün 1875 sayfalık “Türkiye Üzerine Tezler”inde böyle bir bilimsel titizliğin izi bile yoktur. Tam tersine kaba genellemeler, ne yazık ki, tezlerin egemen özelliğidir. “Tarihin adaletini yerine getirmek” yalnızca ahlaki bir sorun değildir ve esasında işin bu yönü bilimsel araştırma açısından pek önemli sayılamaz. Ancak gerçek bilim, kendinden önceki basamakların üzerinde yükselir. Eski tezler, anti-tezlerle inkâr edilerek senteze varılabilir. Yalnızca inkâr, boşlukta kalan eklemli, her zaman kırılmaya mahkûm eklektik düşünce üretebilir.
O nedenle bizler, Y. Küçük’ün “Türkiye Üzerine Tezler”ini “yeni çalışmalarla” değil, tam tersine eskiden yapılmış çalışmalara dayanarak eleştireceğiz.

“Tezler”i ele aldığımızda karşımıza oldukça yoğun bir belge ve düşünce yığını çıkıyor. O nedenle eleştiriyi önemli gördüğümüz noktalarda odaklaştırmak zorundayız. Amacımız Türkiye üzerine yeni etütler yapmak değil, 12 Eylül’le bir kere daha belli ölçülerde bulanıklaşan, sol siyasi eğilimler arasındaki sınır çizgilerini kalınlaştırmaktır. “Türkiye Ürerine Tezler”, Toplumsal Kurtuluş Dergisi’nin teorik tabanıdır. Bu dergi çevresindeki insanlar ise aydın olmaktan öteye özelliklere sahiptir. “Tezler” belki yeniden şekillenmeye çalışan bir siyasi eğilimin yol gösterici işaret taşları olacaktır. O nedenle günümüz sınıflar mücadelesinde önemli olan teorik sorunların değerlendirmesiyle kendimizi sınırlayacağız.

“Tezler” de konu özellikle Kemalizm’dir. Onun sınıf yapısı, iç ve dış politikası, ayrıca sosyalist hareket üzerindeki etkileri detaylıca işlenmiştir. Kemalizm konusunda söylenenlere genel planda katılmamak mümkün değil. Kemalizm’in küçük burjuva ideolojisi olmadığı, Kurtuluş Savaşı’nın Türkiye burjuvazisinin öncülüğünde yürüdüğü bir gerçektir.

Yine bizdeki “devletçiliğin”, dünyada eşi benzeri bulunmayan bir yol olmayıp, özellikle bizim gibi ülkelerde kapitalizmin gelişimini hızlandıran bir yol olduğu, o günlerin devrimcileri tarafından da tespit edilmiş, artık üstünde tartışma gerektirmeyecek denli açık bir olgudur.

Kemalizm’in ilk Bolşevik iktidarıyla ilişkilerinin pragmatik çıkarlara dayandığı, anca bunun o günlerin devrimcileri üzerinde etkiler yarattığı ve aslında daima Batı’yla bütünleşmeyi özlediği de, tarihi gerçeklerimizdendir.
Ancak, 1987 Türkiye’sinde bu Tezler’in muhatabı kimlerdir? Ve Tezler gerçekten o güne dek söylenenleri “unutturacak” ölçüde yeni ve bambaşka mıdır? Üç ciltlik Tezler incelendiğinde, günümüze kadar akıp gelen burjuva yargılar yanında, TİP’in belli bir dönem hariç (1978’e kadar olan dönem) diğer bütün sol eğilimlerin görüşleri Y. Küçük’ün top atışının menzili içinde kalmaktadır. Fakat YÖN çizgisi, MDD Hareketi ve TKP’nin omuzları üzerinden bütün devrimci hareketi eleştirmek gölge döğüşünden öteye fazla bir değer taşıyamaz. Yazar Sosyalist Devrim’in önüne “aşama” koyan her siyaseti aynı potada eritmek için aşırı bir zorlama içindedir.

Bu zorlamaların sınıf tahlillerine ve devrimci hareketin genel değerlendirmesinde nasıl yansıdığını irdelemeye çalışalım.

EGEMEN SINIFLAR: TÜM BURJUVAZİ Mİ, FİNANS-KAPİTAL Mİ?

Uzunca bir alıntıyla konuya girelim. Y. Küçük bugünün Türkiye’sinden iki örnek veriyor:

“Sadece iki örnek yeterli. Bir yabancı sermayeli şirket olan İstanbul Umum Sigorta’nın iştirak yoluyla ortak olduğu, yerli ve yabana şirketler şöyle: Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, Türkiye Sınai Kalkınma Bankası, Türkiye İş Bankası, Türkiye Garanti Bankası, Ereğli Demir-Çelik Fabrikaları, Gübre Fabrikaları, Good Year Lastikleri, Aslan Çimento, Eskişehir Çimento, Ünye Çimento, Çukurova Elektrik, Us Royal Lastikleri, Assicurazioni Generali, La Cancarde, Allianze Assircurazioni, Rabak, Sim-Em Ticaret, Doğan Sigorta, İnan Sigorta, Milli Reasürans, Türkiye Şişe ve Cam Fabrikaları.

“Diğer örnek gibi Osmanlı Bankası’ndan. Osmanlı Bankası’nın iştirakler yoluyla ortak ve söz sahibi olduğu şirketler ise şöyle: Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, İstanbul Umum Sigorta, Gima, İttihadı Milli Sigorta, Siti-Tur Sigorta Acentası, Tam Hayat, Umumi Mağazalar, Türkiye Sınai Kalkınma Bankası, Sınai Yatırım ve Kredi Bankası, İnter Continental Oteli, Rabak, Go¬od Year, Uniroyal, Sifaş Kömür İşletmeleri, Ereğli Demir-Çelik Fabrikaları, Sunta Tahta Sanayii. Bu iki örnek, yabancı şirketlerin dal budak salmalarının yanında, Türkiye’deki yerli ve yabancı özel kuruluşların nasıl birbirinin içine girdikleri gösterme bakımından da öğretici… Bu bilgi ve gözlemler, Türkiye kapitalizminin bir avuç “oligarşi” olarak görülmesinin ne denli gerçek dışı olduğunu göstermemesi bakımından da öğretici.” (Tezler I, s. 395)

Evet, Y. Küçük’ün Türkiye sınıflar yapısıyla ilgili tezlerinin çürütmek için sadece bu iki örnek yeterli. Yazar muhatabı olduğu görüşleri eleştirmek için önce onları kendi boyutlarının dışına zorluyor, sonra eleştiri yıldırımlarıyla yok ediyor. “Türkiye kapitalizminin bir avuç oligarşi olarak görülmesi eleştirisi hiç şüphesiz ki en başta Cephe kökenli siyasetlere yöneliktir. Ancak yazar nüanslara, hatta köklü farklılıklara pek aldırmadan eleştiri haklarını sosyalist devrim bakış açısı dışında kalanlara aynı ölçüde fırlatabilmektedir.

“Parantez açıyorum. Finans-Kapital görüşünün, Dr. Hikmet Kıvılcımlı eliyle (ne yazık ki Dr. H. Kıvılcımlı’nın görüşleri Tezler yığını içinde yalnızca iki parantez içine sıkıştırılmıştır b.n.) Türkiye’deki uygulaması Türkiye’nin feodal egemenlik altında olduğunu ileri süren milli demokratik cephe çözümlemeleri ve Türkiye’nin tekellerin boyunduruğundan kurtarılması için önerilen ulusal cephe ile Türkiye’deki kötülüklerin tek kaynağını oligarşik yapıda arayan bakış açılarında hep kendiliğindencilik ve kestirmecilik eğilimleri var. Buna paralel olarak, ulusal cephe projesi bir yana, diğerlerinin tümü bir yiğitleme çağrısı da içeriyor.” (Tezler III, s. 351)

“Yiğitleme çağrısı”na sonra değineceğiz. Konumuza devam edelim. Türkiye devrimci hareketi içinde, ikinci doğuş diyebileceğimiz 1960 sonrası yıllarda, kapitalizmin varlığı yokluğu değil, daha çok hangi seviyede olduğu ve gelişiminin ülkemizde nasıl bir sınıf yapılanması yarattığı tartışıldı. Ve bu tartışmalarda TİP, kapitalizmin ülkemizdeki gelişim seviyesini olduğundan öteye görerek konumunu Sosyalist Devrim parolasında somutlaştırdı. MDD hareketi ise, “feodal artıkları” abartarak kapitalizmin durumunu gerçeklikten geriye itekledi ve “millici sınıflarla” yapılacak Milli Demokratik Devrim parolasını öne çıkarttı. Ve tartışmalar daima sınıflar yapısının tespitinde odaklaştı. Bir devrime soyunanlar ya da bu iddiada olanlar mücadele alanında güçler durumunu bilmek zorundaydı. 1960’lar Türkiye’sinde egemen sınıf olarak “tüm burjuvazinin” ya da “gayri milli” , “işbirlikçi burjuvazisinin” öne çıkartılması gerçekliklerimize şaşı bakmak oluyordu.

“Tekellerin egemenliği” bulanık görüşü ise, genel sol literatüre ancak 12 Mart deneyinden sonra girebildi. Proletarya sosyalizmi ise, gerçek sınıflar yapımızı çok önceleri belirlemiş fakat onun “bir avuç Finans-Kapital” egemenliği tezi 1960’larda hemen hiç bir rezonans bulmamış, ancak 12 Mart sonrası, “tekelci kapitalizm”, “oligarşik egemenlik” vb, biçimlerde biraz bozularak da olsa gündeme gelmiştir.

Y. Küçük “kapitalizmin bir avuç oligarşi” olarak görülmesinin ne denli gerçek dışı olduğunu” yukarıdaki alıntılarda ispatladığı kanısındadır. Mademki, MDD ve Cephe görüşleriyle bir “yiğitleme çağrısı” içinde aynı potaya konuyoruz, “bir avuç oligarşi” ifadesini “bir avuç Finans-Kapital” olarak değiştirip, kendi tezlerimizi “yiğitçe” savunmak durumundayız.

Y. Küçük iki farklı kavramı aynı düzeye indirgeyerek kendi eleştirisine zemin hazırlamaya çalışıyor. Kapitalizm bir üretim biçimidir. Ve bu üretim biçimindeki çıkar konumlarına göre; kendi sınıflarını şekillendirir. Oysa “bir avuç Finans-Kapitalist”, kapitalist sistem içinde bir sınıf, hatta bir sınıf bile değil, genel olarak burjuvazi içinden sivrilmiş bir zümredir.

Ancak Yazar, 1986 Türkiye’sinden (Tezlerin üçüncü cildinin basım tarihi) 1968’lerin MDD görüşlerini eleştirerek, bu gölge dövüşüyle bütün Demokratik Devrim tezini savunanları yere sermek istiyor. Kolay ve kurnazca bir yol, ama gerçekliklerimize uymuyor. Kapitalizmi “bir avuç Finans-Kapital” olarak görmek, yazara göre kapitalizmi Türkiye topraklarında “bir avuca” indirgemektir. Böyle olunca bir tezi, hele hele 1980’ler Türkiye’sinde, yere serivermek pek kolay olacaktır. Çünkü Türkiye’de kapitalizm “bir avuç” değil, yerleşik kesin egemen bir üretim biçimidir. Oysa Türkiye’de kapitalizmin “50 yıldır” kesin egemen üretim biçimi olduğunu; ancak egemen sınıfın tüm burjuvazi, ya da kapitalist sınıf olmayıp; devletçilik eliyle semirtilen “bir avuç Finans-Kapitalist”in ülke ekonomisine, sınıf ilişkilerine kesin ve tek egemen olduğunu savuna gelmiş bir görüş var.

Yazar, iki ayrı kavramı; Kapitalizmle, bir avuç Finans-Kapitalist kavramı aynı seviyeye indirgeyerek, bizleri Türkiye’de kapitalist üretimi feodal ilişkilerin ortasında “bir avuç” adacık olarak görmekle eleştiriyor. Boşa gayret. Karıştırılan konu kapitalist üretim yapımız içinde gerçek egemen sınıf ya da zümrenin tespit edilmesindedir. Düz mantıkla, mademki kapitalizm bizde egemen üretim biçimidir, o halde egemen sınıf tüm burjuvazidir, demek artık emperyalizm ya da tekelci kapitalizm çağında bir anlam taşımıyor. Hele daha baştan tekelci yapıda gelişmiş olan Türkiye’de kapitalizm için hiçbir anlam taşımıyor.

Yazar, kendi tezlerini desteklemek için benzer bir başka yol daha izliyor: “Söz konusu ampirik araştırma, iştirak yoluyla, kenetlenmenin, genellikle beklenenden fazla olduğunu gösteriyor. Sadece bu bilgi bile, Türkiye’deki burjuvaziyi tepedeki bir avuç müteşebbisten ibaret sayan eski ve yeni siyasal görüşün ne denli yanıltıcı olduğunu göstermeye yetiyor” (Tezler 1, s. 419).

Burada da “burjuvaziyi tepedeki bir avuç müteşebbisten ibaret say”mak suçlamasıyla yüz yüzeyiz. Hiç şüphesiz ki Türkiye’de burjuvazi “bir avuç müteşebbisten” ibaret değildir. Eğer kategorik anlamda artı-değer sömürüsünü dikkate alırsak, yani küçük esnafı ve kırda yoksul ve orta köylülüğü dışlarsak, Türkiye’de 1977 rakamlarıyla şehirlerde sırf imalat sanayisindeki işletme sayısı 200 bini aşkın, kırlarda ise 150 bin civarındadır. Ticaret ve bankacılığı da dahil ettiğimizde bu rakamlar daha şişecektir. Y. Küçük bu rakamların içine isterse küçük esnafla, yoksul ve orta köylü “işletmelerini” de dahil edebilir ve o zaman “burjuva sınıfımız” karıncalar kadar kalabalık hale gelebilir. Böylece neyi ispatlamış oluyoruz? Türkiye’de kapitalist üretim biçiminin çok yaygın olduğunu mu? Belki! Ancak sınıflar mücadelesi alanında isek ve güçlerimizi bu hareket alanında mevzilere yerleştirme sorunuyla yüz yüze isek, böyle bir bakış açısının “ne denli yanıltıcı” olduğunu kavramak hiç de zor olmasa gerek.

Türkiye’de burjuvazi, hele 1950’ler sonrası Türkiye’sinde, “bir avuç müteşebbisten ibaret” değildir. Buna şüphe yok. Ancak Türkiye’de “tüm burjuvazi” kesin egemen konumda mıdır? Tartışma konusu bu. Y. Küçük, Tezlerinden aktardığımız bölümde “yerli ve yabancı özel kuruluşların nasıl birbirinin içine girdikleri”nden, “iştirak yoluyla kenetlenmelerden söz ediyor. İşte konunun can alıcı noktası buradadır. “Birbirinin içine” giren, “kenetlenenler kimlerdir? Tüm burjuvazi mi? Kesinlikle hayır.

Bunu Y. Küçük, tezlerinde bizzat kendisi açıklıyor. Cumhuriyetin birinci ön yılına geri dönelim: “Bankacılık sistemi içinde Cumhuriyet rejiminin has evladı İş Bankası önemli bir gelişme kaydediyor. İş Bankası’nın gelişme çizgisi içinde en önemli yeri iştirakleri oluşturuyor. Sırtını Cumhuriyet rejimine dayamış bu özel banka, özel bankacılık tarihinde harikalar yaratıyor… İş Bankası, ödenmiş sermayesi ve yedeklerinden daha büyük bir sermayeyi, iştirak şeklinde yatırımlara bağlamış oluyor. Bu durum ise 1930 yıllarının sınayi planları ile daha da gelişiyor. Çünkü sanayi planları, bazı yatırımların yapılmasını doğrudan doğruya İş Bankası’nın öncülüğüne bırakıyor.” (Tezler I, s. 177-178) Cumhuriyet rejiminin “has evladı”nın mükemmel bir tasviri!

Bankalar bilindiği gibi kapitalizmin klasik gelişimi içinde ilk dönemlerde ödemelerde “mütevazi aracılardı.” Kapitalizm tekelci dönemine gelip dayandığında ise mütevazi aracılar olmaktan çıkıp, sanayi, ticaret, vb. sermayelerinin yoğunlaşıp birbirinin içine girdiği Finans-Kapitalin Kabeleri oldular.

Bizde İş Bankası ise, daha neredeyse “Cumhuriyetin has evladı” olarak doğar doğmaz “iştirakleri” ile yaygınlaşıyor, hatta “sanayi planlan, bazı yatırımların yapılmasını doğrudan doğruya İş Bankası’nın öncülüğüne bırakıyor.” Ve İş Bankası Umum Müdürü Celal Bey, ardından gelen yıllarda Başbakanlığa, Cumhurbaşkanlığına tırmanıveriyor. Günümüzde, dört büyük banka -İş Bankası, Ziraat Bankası, Akbank, Yapı ve Kredi Bankası- mevduatların %70’ini, kredi piyasasının ise %68’ini elinde tutmaktadır. Yine yalnızca 4 bin büyük işletme işgücünün %81,4’ünü kullanmakta, katma değerdeki payı ise %84’ü bulmaktadır. Evet, “tüm burjuvazi” bankaların kapısında kredi beklemekte ya da işletmesine bu bankanın iştirakini sağlamak için teklif üstüne teklif yapmakta özgürdür. Ancak bu Kabelerin kapısından teklifsizce yalnız bir avuç Finans-Kapitalist girebilir. Diğerlerine “yüksek faizden”, “kredi darlığından” ya da “haksız rekabetten” ağlaşmak düşer.

Finans-Kapital ne yalnızca sanayi sermayesi ne de ticaret sermayesidir. Finans Kapital üretimde tekeli varsayar. Ve sanayi, ticaret ve tarımdaki en iyi sermayelerin bankalarda sentezleşmesidir. Bu noktalarda Finans-Kapital tezi, “oligarşi” tezinden ayrılır. “Oligarşik diktatörlük” tezinin savunucuları açısından “uluslararası tekellerle bütünleşmiş işbirlikçi ‘yerli’ tekelci burjuvazinin toprak ağaları ve tefeci bezirganların en irileri ile birlikte oluşturduğu gerici bir hakim sınıflar iktidarı (oligarşik diktatörlük) vardır.” (Bildirge, s. 17) Bu tez çeşitli sermaye kesimlerinin bankalarda sentezleştiğini kavramaz. Bugün büyük toprak sahiplerine, veya bir ithalat-ihracat tekeline ya da büyük sanayiciye dokunulduğunda aynı Finans-Kapital zümresinden tepki gelir. 12 Mart’taki toprak reformu dramı hatırlardadır. O nedenle Finans-Kapital çeşitli sermaye gruplarının geçici, iğreti, ya da koşullara bağlı bir “birliği” değil, daha da öteye domuz topu olmuşça bir sentezidir.

Finans-kapital zümresi içinde çelişki olmaz mı? Bazı finans grupları batıp yok olmaz mı? Bu sorulara bütünüyle olumsuz cevap vermek, kapitalizmin öz çelişkilerinin inkârı olurdu. Ancak bu çelişki ve batış çıkışlar, o ülkede bir halk devrimi olmadıkça, Finans-Kapitalin egemenliğini, yapısını bozmaz ve ortadan kaldırmaz.
Konumuza dönersek, Türkiye’de mevcut sınıfsal yapının hatalı kavranışı bir doktora tezi için belki yalnızca eksi puandır, ancak politika sahnesinde tamir edilemez hatalara kapı açabilir. Y. Küçük tüm burjuvazi ile bir avuç egemen Finans-Kapital zümresi arasında bir nitelik farklılığı görmeyince, bu mantık ister istemez politik tespitlere de yansımıştır.

“1945 yılından sonra burjuvazinin partileri çiftleşerek çoğaldığı için 1965 yılından sonra Türkiye’nin sosyalistleri iktidarı düşünmeye başladıkları için, 1970 yılına dönerken ve 1970 yıllarında burjuvazi işçi ve emekçilere, sopa ile umudu farklı farklı örgütlerle sundu. CHP ve MHP burjuvazinin iki kolu oldu. Aynı gövdeden ve daha özel olarak aynı kalpten kan olan iki kol oldu.” (Tezler II, s. 613)

Türkiye’de “tüm burjuvazinin” egemen olduğu tezinden hareket edilirse ve yalnızca kaba görüntüyle yetinilirse CHP ve MHP’nin “burjuvazinin iki kolu” olduğu, “aynı kalpten kan” aldığı sonucuna kaçınılmazca varılır. Burjuvazinin “sopa ve umut” taktiği olayların klasik ve pek basit bir açıklaması olur. Ancak neden 1945’ler sonrası “burjuvazinin” partilerin “çiftleştiği”ni (DP ve CHP kastediliyor b.n.) ve CHP’nin “tek devlet partisi” olma konumundan “ortanın soluna” itildiğini yeterince açıklamaz. Hele hele DSP’nin ekonomisti A. S. Akat’ın “Alternatif Büyüme Stratejisi”ni hiç açıklayamaz.

Eğer geniş halk yığınlarını, işçi sınıfının saflarına kazanmak, hatta bizzat geniş işçi yığınlarındaki çeşitli burjuva etkilerini kırmak istiyorsak mücadele alanındaki partilerin dayandıkları sınıf ve zümre temelleri iyice açıklanabilmelidir. Bunun için “sopa ve umut” çeşitliliği yeterince açıklayıcı olamaz. Tam karşımızda olan, tarafsızlaştırılması gereken ve saflara kazanılması gereken güçler iyi tespit edilmelidir.

Eğer, CHP, ortanın solu’na kaydı ise, sosyal-demokrat hayalleri yığınlara yaymak istiyorsa, bunun açıklaması burjuvazinin “umut” çeşitlemesi olarak yapılırsa, siyaset mizansene dönüştürülmüş olur.

CHP ve devamlar egemen Finans-Kapital zümresine değil yaygın tekel dışı burjuvalara ve orta tabakalara dayandığı için, onların sözcülüğüne soyunduğu için sosyal-demokrat hayaller peşindedir. Tekeller, hele 12 Eylül ekonomik programıyla, onların da yaşam alanlarını daraltmıştır. Fakat tekel dışı burjuvalar bin bir bağla Finans- Kapital’e bağlıdır. Finans-Kapital için ise, tekel dışı burjuvalar özellikle kriz günlerinde bir amortisör işlevi görür. Yaylanma alanıdır. Proletaryanın Finans-Kapital partilerine karşı tavrı ile tekel dışı burjuvaların partilerine karşı tavrı aynı olmaz. Aynı anda hem Finans-Kapital’e hem de tekel dışı burjuvalara cepheden savaş açmak, proletarya açısından güç israfı olur. CHP gibi partileri bazen söylediklerini yapmaya zorlayarak, -Bolşeviklerin Şubat günlerinde Kerenski hükümetine yaptıkları gibi- bazen, de yapamadıklarını bizzat devrimci eylemlilikle yaparak, siyaset döğüş alanında inmelendirmek, tarafsızlaştırmak, şimdiki momentte izlenecek yoldur. MHP için söylenecek fazla bir şey yok. Bu parti, doğrudan Finans-Kapital zümresine dayanır, Finans-Kapitalin faşizm özleminin iğreti bir sembolüdür.
Yazar’ın egemen zümre konusundaki yanılgısı onu faşizmin tahlilinde de belirsizliğe itmiştir. Tez şöyle gerekçelendirilir: “12 Eylül’de Adalet Partisi ve lideri Demirel ile Halk Partisi ve lideri Ecevit’in hiyerarşik düzeni koruyarak Silahlı Kuvvetlerin komuta düzeyi ile tam bir anlaşmışlığı var.” (Tezler III, s.77) Doğrudur, eğer 12 Eylül “anarşi ve terörü” bastırmakla yetinip, daha ötelere gitmeseydi bu tespit tam bir haklılık kazanabilirdi. Ancak özellikle 24 Ocak ekonomi politikası ve bunun siyasi mantık sonuçları kararlıca uygulanınca, bunun CHP yönünden tam bir kabulü mümkün olamazdı.

Demirel, akıp giden siyasi olaylar içinde yıpranan, Finans-Kapitalin eski atıdır. Ancak Ecevit’in siyasi yaşamı, yükselen sınıf mücadelesi sürecinde, Finans-Kapitalin faşizm tehdidi ile işçi ve halk yığınlarının devrimci atılımı arasında, tekel dışı orta tabakaların nasıl acz ve şaşkınlık içinde Finans-Kapitale teslim oluşunun örnek, çok öğretici bir hikâyesidir. İşçi sınıfının bu trajik hikâyeden çıkartacağı çok önemli dersleri vardır:

Yazar yukarıdaki tespiti yaptıktan sonra tezini şöyle açar: “Tezi yazıyorum; faşizm, yöneten sınıf ya da sınıflar içinde, çelişkilerin, bir taraf lehine, ortadan kaldırılması ya da ertelenmesini anlatıyor.” (Tezler III, s. 77). Bulanık bir tespit. Faşizme “taraf” olan sınıf hangisidir? Tezin içinde bu yok. Tez devam ediyor: “Tezin uzantısı var: Faşizm, yöneten sermaye gruplan içinde, ister ülke toprakları içinde ve isterse dışında olsun, yeni alanlar zaptetmek isteyenlerin rejimi oluyor.” Burada da “yeni alanlar zaptetmek isteyen” sermaye gruplarının faşizmi istediğini öğreniyoruz.
Bu tezin Türkiye pratiğine uygulanmasına geçildiğinde şunlar yazılıyor:

“Türkiye’ye dönüyorum: 12 Eylül’den kendilerini Cumhuriyet rejimi ile yaşıt ve özdeş sayan, Koç sermaye grubu, “temsili” niteliğini kaybetmiş olarak çıkıyor… Şöyle de söylenebilir: 12 Eylül’de sanayi sermayesinin siyasal yapısı monolitik özelliğini geride bırakıyor. Bayar Menderes Rejimi ile doğan Sabancı Sermaye Grubu, çok daha yayılmacı ve aragon bir politika izliyor.” (Tezler II, s. 77)

Bütün bu söylenenlerden 12 Eylül rejimini özleyen “sermaye grubunun” hangisi olduğunu tespit etmek oldukça zor. Ancak “yayılmacı” Sabancı grubu bu özleme daha yakın duruyor(!) Fakat bu tür tahlillerle gerçeklikler aydınlatılamaz, ancak gereksiz detaylarla konunun odak noktası gözden yitirilir. “12 Eylül’de sanayi sermayesinin siyasal yapısı monolitik özelliğini geride bırakıyor” diyerek ne anlatılmak isteniyor?” “Sanayi sermayesinin siyasal yapısı” ne demeğe geliyor, bilmiyoruz. Sermaye gruplarının -banka, sanayi, tarım- ayrı siyasi yapılarda temsili tekel öncesi dönemde bazı kapitalist anayurtlarda yaşanmıştır. Zamanımızda, bu olgu aşılmıştır. Eğer anlatılmak istenen, 12 Eylül’de sanayi sermayesinin “monolitik özelliğinin geride” kalması ise, iki temelli yanılgıyla yüz yüzeyiz. Önce sözü edilen sermaye grupları yalnızca sanayi sermayesini “temsil” etmezler. Banka, sanayi, ticaret ve hatta tarım sermayesi, bu holdinglerde iç içedir. Ve ülkemizde Finans-Kapitalin somut öne çıkmış örnekleridirler. İkinci yanılgı, “monolitik”liğin -yani tek sesliliğin- geride kaldığı tespitidir. Sabancı’nın özellikle 1960 sonrası gelişimi, Enka’nın 1978’ler sonrası gelişimi, Finans-Kapita’lin “tek sesli” yapısını fazlaca bozmaz. 12 Eylül’de Rahmi Koç’un dediği gibi, “sağlıksız yapılar elenerek” daha yüksek ve yoğun sermaye birikimine varılmıştır. Yani Finans-Kapitalistlerimiz biraz daha semirmiştir.

Özetlersek, Tezler’de Türkiye’de kapitalizmin egemen olduğu büyük bir gayretle ispatlanmaya çalışılıyor. Ve yeni tek parti döneminin burjuvaziyi palazlandırdığı, devletçiliğin böyle bir amaca yönelik olduğu açıklanıyor. “Geri kalmış” ülkemizde geri bir tartışma. Bunlar 12 Mart’la birlikte, genel anlamda aşılmıştır. Ancak kapitalizmin bizdeki yapısı, orijinal gelişim özellikleri ve bunlardan çıkan gerçek sınıf yapılanması henüz devrimci kafalarda tam anlamıyla aydınlanmış sayılamaz. Y. Küçük’ün Tezler’inde bu konularda bir yenilik göremedik.

TEORİK BAZI SORUNLAR

Tezler’de açıklanan, bizdeki devrimci “aşama” konusunu irdelemeden bazı genel teorik sorunlara değinmek gerekecek. Bunlar “demokrasi”, “cephe” ve “Demokratik Devrim-Sosyalist Devrim” ilişki ve çelişkileri konularını kapsıyor. 12 Eylül’le bu konulardaki tartışmalar yeniden canlanmıştır. Özellikle Sosyalist Devrim-Demokratik Devrim tartışmasının yeniden belli canlılık kazanmasının nedenlerini de irdelemek zorundayız. Nedenleri, bu bölümün sonuna bırakarak önce konu ile ilgili söylenenleri değerlendirmeye çalışalım.

Tezler’in üçüncü cildinde “cephe” sorununun irdelendiği bölümde söze şöyle girilir:

“Demokrasi, burjuvazinin, gayrı meşru çocuğudur, reddediyor” (Tezler III, s. 270) Güzel söz dizisi, ancak gerçekliği tam anlatmıyor. Demokrasi, burjuvazinin öz evladıdır. Ve demokrasi kelimesi daima bir sınıfla birlikte anılmak zorundadır. Ve tarihsel olarak burjuva demokrasisi, feodalizmin bir sosyal devrimle alt edilmesidir. Bu kadar. Demokrasi illüzyonları bu sınırdan çok ötelere yayılırsa, onun tarihi misyonu ve sınıf temelleri belirsizleşir.
Ancak demokrasi, tekelci kapitalizm çağında Finans-Kapital’in “gayri meşru çocuğudur.” Özü boşaltılmış, Finans-Kapital egemenliğinin asma yaprağına dönüşmüştür. Faşizm, dönem dönem bu asma yaprağının atılıvermesi oluyor.
Bizde burjuvazinin demokrasiyle arasının hiçbir zaman iyi olamamasının esas nedeni, daha egemenliğini kurarken tekelciliğe soyunmasından geliyor. Yine de, bir avuç tekelci Finans-Kapital dışında kalanlar, demokrasi hayalinden bütünüyle vazgeçmiş değiller. Başarabilirler mi? Hayır. “Düdük sesini” bekleyerek yaşamak onların alın yazısıdır. Ancak düdüğü hiçbir zaman ellerine alamazlar.

Devam edelim.

“Cephe, sosyalistlerin, üvey çocuğudur, eşitsiz gelişme yasasından doğuyor.” (Tezler III, s. 270). Doğrudur, cephe, sosyalistlerin “üvey” çocuğudur! Ancak “eşitsiz gelişme yasasından doğmaz.

Yazar, Marx’ta “cephe” kavramını bulamıyor. “Komünist Manifesto anlayışında ve 1851 yılından itibaren düzelten eğilimleri saptamış olmasına karşın yazılarını temel eğilimi alındığında tümüyle Marx’ta, cephe kavramı yok; son derece yabancı düşüyor” (Tezler III, s. 270). Marx’da “cephe” kavramının olmaması “son derece” doğal. Bu ne Marx açısından bir zaaf, ne de Cephe olgusunun Marksizm’e uygun düşmediğini gösteren bir delildir. Yazarın, tekelci kapitalizm çağının özelliklerini kavrayışındaki sıradanlıktan geliyor.

Öte yandan Cephe kavramı Lenin’e ve “eşitsiz gelişme yasası”na bağlanır. “Lenin Rusya despotizminde ve daha önemlisi eşitsiz gelişme yasasının despotluğunda, ortaya çıkıyor ve düşünmeye başlıyor. Düşünmesinde, eşitsiz gelişme yasasının, bilincinde olduğundan çok daha fazla etki yaptığını düşünüyorum. Kapitalizmin eşit adımlarla ilerlemediğini ve işçilerin iktidar bilincine yaklaştıkları bir zamanda, burjuvazinin programının çok geri bir biçimde uygulanmış olduğunu duyuyor ve görüyor.” (Tezler, III, s. 271) “İki Taktik, gençliğe, ‘cephe’ programını veriyor.” (ay, s. 272)

Lenin’de “işçilerin iktidar bilincine yaklaştıkları bir zamanda, burjuvazinin programının çok geri” kaldığı anlamında bir “eşitsiz gelişim yasası” yoktur. Bu yakıştırmadır. Ancak benzeri bir görüş Troçki tarafından sunulmuştur. Ve bütün Yeni Sol akımlar bu anlamdaki “eşitsiz gelişim yasası”nı Troçki’ye bağlarlar. Haklıdırlar.
Lenin, “eşitsiz gelişim”den ilk kez “Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine” makalesinde (Ağustos 1915) söz etmiştir.

“Eşitsiz ekonomik ve politik gelişim kapitalizmin mutlak bir kanunudur. Bu nedenle ilk olarak birkaç ve hatta bir tek kapitalist ülkede sosyalizmin zaferi mümkündür.” (Cilt 21, s. 342) Konular apayrı. Lenin’in adıyla anılan “kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası” “tek ülkede sosyalizm” sorunuyla doğrudan bağlantılıdır. Oysa Troçki’ye bağlanan sözde “eşitsiz gelişim yasası” 1905’lerde proletaryayı müttefiklerinden koparan “işçi hükümeti” parolasına varmış, fakat 1917 sonrası ise “Rus Proletaryasının iktidarı erken aldığı” görüşlerine sıçramıştır. Tek ülkede sosyalizmin imkansızlığı ispatlanmaya çalışılmıştır.

Eğer kavramlarla oynanmıyor ise, Cephe olgusu olayca ikinci büyük buhranın hemen öncesinde filizlenmiş ve özellikle faşizmin bazı kapitalist anayurtlarda yükselmesine karşı şekillenmiştir. Bu pratik gelişimden bir teorik soyutlama yaparsak, cephe olgusu Finans-Kapital egemenliğinin, kapitalist anayurtlarda pekişmesiyle doğrudan bağlantılıdır. İtalya ve Almanya’daki devrimci durumların tasfiyesi, ancak burjuva demokrasisinde tasfiye edilmesiyle mümkün hale gelmiştir. “Halk Cepheleri” bu koşulların olgusudur. Bu özellikleriyle Lenin’in İki Taktik’indeki işçi-köylü ittifakından ayrılır.

Öte yandan, emperyalizmin doğrudan işgali altındaki Çin, Vietnam gibi ülkelerde halk savaşları sürecinde çeşitli cepheleşmeler yaşanmıştır.

Bizler, Türkiye topraklarına basan devrimciler olarak ne birisini, ne de ötekini bayağı bir analojiyle aynen benimsemek durumunda değiliz. Ancak bu deneylerden öğrenmeyi bilmeliyiz.

“Burjuva demokratik ve sosyalist programlar arasında Çin Duvarı indirilirken, “Cephe” yükselmeye başlıyor” (Tezler III, s. 271)

Yazar MDD tezlerinden hareketle Cephe olgusunu çürütmeye çalışıyor. Ancak bu çok sık tekrarlanan bir aydın hatasıdır. MDD tezlerinin yanlışlığı, Cephe kavramı reddedilmeden de belgelenebildi. Ya da TKP’nin ünlü UDC Deneyi’nin maskaralığı, Cephe tezlerine gölge düşürmez. Sosyalizm lafzı eden oportünist eğilimlerin her hatasından dolayı o güne kadar dünya deneylerinden süzülüp çıkmış yol gösterici teorik kavramlardan vazgeçseydik, geriye sağlam ne kalırdı!

Bulgaristan’daki Vatan Cephesi deneyi demokratik ve sosyalist programlar arasına Çin Seddi indirmemiştir. İspanya ve Fransa Halk Cephelerinde komünistlerin konumu ise hiç şüphesiz ki bütünüyle benimsenemez. Ancak, İspanya ve Fransa komünistlerin orijinal yapılan kavranırsa, bu hatalar doğrudan Cepheleşme olgusunun inkârını getirmez.
“Yaşanan tarihte, Türkiye’de cephe bir pratik sorunudur. Cephe girişimlerini bir teorik gereklilik düzeyine çıkarmak, anlaşılmaz yapmakla özdeş oluyor” (Tezler III, s. 274) Doğrudur. Cephe sorununu MDD ya da UDC tarzında “teorileştirmek” onu anlaşılmaz hale getirir. Ancak proletarya, pratik mücadelesinde pragmatik olamaz. Ve sosyalizmi hedeflediğini günde beş vakit tekrarlaması da onu hedefine vardırmaya yetmez. Yazarın mantığı, proletarya sosyalizm hedefine yürür, bu süreçte çıkarsa belli güçlerle pratikte işbirliği yapar, demeye geliyor. Keşke sınıflar mücadelesi bu kadar yalınkat ve sade olabilse. İşimiz ne kadar zahmetsiz olurdu.

Her devrimin odağında iktidar sorunu durur. Ancak iktidar yolunda en önemli sorun ittifaklar meselesidir. Proletarya bu konuda, kendi ülke sınıf tahlillerinden çıkan bir teorik yaklaşıma mutlaka sahip olmalıdır. Aksi günlük politikanın iniş çıkışlarında aşırı dalgalanmalara kapı açar. Cephe problemi de, ittifaklar genel sorunu içinde koşullara göre yer alır ve önem kazanır.

Yazarımız, Rus devriminde ilk önemli örneği yaşanan işçi-köylü ittifakı ile koşullarına pek bakmaksızın Cephe problemini aynılaştırıyor. Karmaşık problemleri basit elemanlara indirgeyerek çözmek bir yoldur. Ancak konunun özü bozulmadan yapılırsa bir anlam taşır. Aynı mantık kaçınılmaz şekilde demokratik devrim-sosyalist devrim problemine de yansımaktadır.

“Yirminci yüzyılın başında Rusya’da çözümleme, demokratik ve sosyalist programların uygulanmasında çözülmez bir bağ, ancak teorik platformda ise bir ayrılık noktasında kalıyor. Eşitsiz gelişme yasasının kazanmış olduğu belirginlik içinde teorik ayrılığın da ileri sürülmesinin zorlaştığını düşünüyorum.” (Tezler III, s. 274)
“Yirminci yüzyılın başında artık burjuva demokratik programla sosyalist program arasındaki teorik ve pratik ayrılık çürümüş görünüyor…” (Tezler III, s. 271)

“Rusya’daki çözümleme” neler göstermiştir?

Proletarya açısından demokratik devrim ve sosyalist devrim arasında skolastik bir karşıtlık yoktur. Ancak bu yalnızca proletarya açısından böyledir. Bir demokratik devrimin nasıl gelişeceği ve hangi basamaklara sıçrayacağı tamamıyla devrimi güden sınıfların durumuna bağlıdır.

Rus deneyinin öğrettikleri nelerdir?

Burjuva devrimi sürecinde ilk önemli atılım 1905’tir. Devrim henüz burjuva karakterde olmasına rağmen, “proleter araçlarla” yürümüş ve gelişmiştir: Politik grevler, işçi ve köylü ayaklanmaları, ilk Sovyet şekillenmeleri. Ancak geniş yığınlardaki “anayasal hayaller” devrimi ivmelendirmiş ve restorasyon başlamıştır.
1917 Şubat’ın da otokrasinin yıkılması ve burjuvazinin iktidara geçmesiyle burjuva devrimi “bu bakımdan tamamlanmıştır.” (Lenin, Nisan Tezleri)

Lenin bu tezine itiraz edenlere şöyle cevap verir:

“Yanıt veriyorum: Bolşeviklerin fikirleri ve sloganları, bütünü içinde, tarih tarafından tamamıyla doğrulanmışlardır; ama somut gerçek olaylar, bizim önceden görebildiğimizden başka şekilde oldu… Yaşamın gerçekleştirdiği ‘işçi ve asker vekilleri Sovyetleri’, işte ‘proletaryanın ve köylülerin devrimci demokratik iktidarı’.”

“Oysa gerçek yaşamda, şimdiden bambaşka bir şey görüyoruz: Bu ikisinin, birinin ve ötekinin, son derece özgür, yeni, şimdiye kadar hiç görülmemiş bir biçimde birbirine geçişini. Önümüzde, yan yana, bir arada, aynı zamanda, hem burjuvazinin egemenliği (Lvov-Guckov Hükümeti), hem de kendi isteğiyle iktidarı burjuvaziye bırakan, isteyerek burjuvazinin kuyruğuna takılan proletaryanın ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğünü görüyoruz.” (Lenin, Nisan Tezleri)

Demokratik devrimle sosyalist devrimin iç içe girmesi, Rus demokratik devriminin tamamlandığı anda, hem burjuvazinin egemenliğinin hem de proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğünün, “şimdiye kadar hiç görülmemiş bir biçimde, birbirine” geçişindendir. Bu gerçeklik, özgün “ikili iktidar” unutulunca, “yirminci yüzyıl” için kaba bir genelleme yapmak yazar için kolay oluyor. Böylece “burjuva demokratik programla, sosyalist program arasındaki teorik ve pratik ayrılık” çürüyüveriyor.

Oysa Lenin, aynı Nisan Tezleri’nde “doğrudan görevimiz, sosyalizmin ‘başlatılması’ değildir” vurgulamasını yapmayı unutmamış, “yalnızca üretimin ve ürünlerin dağıtımının işçi vekilleri Sovyetleri tarafından denetlenmesine derhal geçiştir” belirlemesini yapmıştır.

Olayların akışı biliniyor. Burjuva iktidarının, özellikle savaşla hızla yıpranması, Korlinov karşı devrimci ayaklanması ve ikili iktidarın proletarya lehine son bulması ve Ekim Devrimi.

Bütün bu olaylar, demokratik ve sosyalist programların teorik ve pratik ayrılığını çürütmez. Teorik ayrılıklarını çürütmez, çünkü 1900-1917 yılları arasında Rusya’daki sınıf mücadelesi henüz demokratik devrim ufkunda gelişmiştir. Bolşeviklerin teorik tespitleri olaylarca doğrulanmıştır. Bolşeviklerin politik tespitleri, Kadetlerin sefilliğine karşı demokratik devrimde işçi sınıfı ve köylülüğün rolü üzerinde odaklaşmıştır.

Pratik ayrılıklarını çürütmez, çünkü Rus devriminde iki devrimin birbirine sıçramasını sağlayan özgün ikili iktidar, hem 1905’ten beri gelen mücadele birikiminin bir sonucudur, hem de mutlak bir geçiş modeli değildir. İstekle ya da dilekle yaratılacak bir durum değil, tamamen sınıflar mücadelesindeki güçler dengesinden çıka gelen bir olgudur. Aksi takdirde 1905’te Bolşeviklerin neden devrimi “sonuna dek” götüremediği ya da sosyalist devrime sıçratamadığı açıklanamaz. Ya da Troçki’nin yaptığı gibi Bolşeviklerin “kendi kendine burjuva demokratik sınırlamalar koymasına bağlanır.

“Bolşevikler aynı derece soyut bir nosyondan -sosyalist diktatörlük değil, demokratik diktatörlük- yola çıkarak devlet iktidarına sahip, kendi kendine burjuva demokratik sınırlamalar koyan bir proletarya düşüncesine varıyorlar. Şurası doğru ki, bu konuya ilişkin aralarındaki ayrılık hayli önemli: Menşevizm’in anti-devrimci yönleri halı hazırda tümüyle ortada iken, Bolşevizminkiler, ancak zafere ulaşılmasıyla birlikte muhtemelen ciddi bir tehlike haline gelecektir.” (Troçki, Ayrılıklarımız, 1905)

Bu kehanet gerçekleşmedi. Yeni Sol vb. çevrelerde bu konuda Lenin’in 1917’de kendini “düzelttiği” kanısı yaygındır. Bu gerçeklik değil, kendi kafalarını düzeltemeyenlerin, zavallı yakıştırmasıdır. Burjuvazinin genelleşmesiyle, demokratik devrimlerin sınıf yapısında farklılıklar olmuştur, hele sosyalizm dünyada somut bir olgu olduktan sonra kurtuluş savaşlarının ve demokratik devrimlerin sosyalizme varma şansı güçlenmiştir. Ancak devrimin gelişim sürecini yine de her ülkenin kendi özgül koşulları belirler. Rus devrimiyle, işçi sınıfının demokratik devrimlerdeki rolünün belirleyici hale gelmesi tarihsel gerçekliğinden hareketle, demokratik ve sosyalist programların arasındaki teorik ve pratik ayrılıkları çürütüvermek, eğer varsa(?) proletaryayı iktidar yolunda müttefiklerinden koparmak sonucunu, doğurur.

Y. Küçük bizde ittifaklar sorununa nasıl bakıyor?

Yazar “halk savaşı” tezini eleştirirken şöyle diyor; “Burjuvazinin demokratik platformdan kaçması bir gerçeklik sayılabilir, burjuvazinin boşalttığı platformu köylülerin alacağı ve bunun için şiddetli bir istek göstereceği düşüncesi bir ham varsayımdır. Politika sanatında gerçeklerin yerine varsayımları koymak geçerli bir yol olmuyor.
“Bütün bu varsayımlar, en çok Lenin’in 1905 Rus Demokratik Devriminin iyimser günlerinde yazdığı İki Taktik çalışmasına referans yapılarak güçlendirilmek isteniyor.” (Tezler III, s. 632)

“Köylü ordusu” ve “kırlardan şehirlerin kuşatılması” tezleri Lenin’in “İki Taktik”inden kaynaklanmaz. Mao’nun “halk savaşı” teorilerinden beslenir. Ancak konumuz bu değil. Konumuz devrim mücadelesinde köylülüğün konumu, ittifaklar içindeki yeridir.

Lenin, köylülük konusunu 1905 devriminin “iyimser günlerin”den önce de sonra defalarca irdelemiştir. Hatta devrimin inişe geçtiği 1906’da devrimin derslerini kritik ederken, Lenin, “köylülük arasındaki burjuva demokratik, yani demokratik hareketin derinliğini ve yaygınlığını yeterince değerlendirememiş olmaktan dolayı hatalıyız” der. (Tarım Programının Yeniden Gözden Geçirilmesi)

Yazar, “köylü kütleler”in “aktif devrimci rollerle ortaya çıkma”ları sorununa şöyle yaklaşıyor:

“Çıkabilirler veya çıkmayabilirler: Ülkelerin tarihleri ve somut gelişmeleri belirliyorlar. Ancak Lenin’in burjuvazinin demokratik programdan kaçkınlığını saptayarak, köylülerin bu tür rolünden söz etmesinin arkasından her ülkede köylülere devrimci rol kesmek… ciddiyetle bağdaşmıyor.” (Tezler III, s. 633)
Bırakalım “her ülkeyi!” Ülkemizde durum nedir? Cümle aralarında soruna verilen, cevaplar ya “ham hayal” ya da “çıkabilirler veya çıkmayabilirler” oluyor. Türkiye’nin somut tahlilinden bu sorunla ilgili bugünden bir esas belirleme yapmak yerine, ihtimal hesapları ya da “ham hayal” aldırmazlığı ile karşı karşıyayız.

Gelenek Dergisi, köylülüğü gericiliğin ağlarına birkaç istatistik rakamla terk ediverdi. Y. Küçük çok farklı şeyler söylemiyor.

Köylülüğün devrimci süreçteki konumu, mücadelede nasıl yer alacağı sorunu, bir “ham varsayım” tespitiyle basitçe çözümlenebilirse, böylece köylü sorunundan kurtulabilmiş olsak, sosyalist devrim çığlıkları fazla haksız sayılamaz. Köylü yığınlarının devrimci mücadelede hangi mücadele biçimleri ve talepleri ile yer alacakları sorunu hiç şüphesiz ki gelecek günlerin sorunudur. Ancak bu böyledir diye, kırlardaki durumun tahlilinden hareketle proletaryanın köylülük için bugünden ileri süreceği talepleri bir kenara atmak, işçi sınıfına aydınca ve platonik bir hayranlık duyanlar için eksiklik sayılmayabilir, ancak proletaryanın iktidar mücadelesinde onulmaz yaralar açar.

Devam edelim. Yazar 27 Mayıs deneyinden hareketle şöyle bir genellemeye, varıyor: “Tezi yazıyorum: Sosyalizm çağında demokratik devrimler, en büyük düşmanlığı, sola karşı gösteriyorlar. Uzantısını da eklemek mümkün oluyor; demokratik devrim, zaman içinde ne kadar geç geliyorsa ve aynı anlama gelmek üzere sosyalizm ne kadar genişlemişse, düşmanlık o ölçüde şiddetli oluyor.” (Tezler III, s. 81) Bu tezle bir önceki yani, yirminci yüzyılda demokratik ve sosyalist programların teorik ve pratik ayrılıklarının kalmadığı tezi çelişmiyor mu? Ancak doğaldır. Yazar’ın tezleri eklektik düşünceler yığınıdır. Rus Devrimi’nden kalkarak bir tez kuruluyor, 27 Mayıs’dan kalkarak çıkarılan başka bir tezle bu çürütülüyor. Önemli değildir. Çünkü yazar, demokratik devrimleri “aşama” olarak ortadan kaldırmaya soyunmuştur. Bunu ya demokratik devrimleri sosyalist devrimlerin içinde eriterek yapıyor, eğer somut olaylar henüz sosyalist devrimle tamamlanmamış demokratik devrimleri ortaya çıkartıyorsa, bu sefer bunların “sosyalizme düşmanlığı” üzerine tez yazıp yine demokratik devrim “aşaması”nı yıldırımlamış oluyor. Yazar kendi mantık kurgusuna göre tutarlıdır. Ancak onu çelişkilere boğan somut olaylardır.

Yazarın gözden kaçırdığı temel gerçeklik demokratik devrimlerin sınıf yapısı ya da devrimleri güden sınıflar ittifakını göremeyişidir. “Sosyalizm çağından” birkaç örnekle konuyu açıklamaya çalışalım. Libya devrimi, demokratik bir devrimdir. Ülke koşulları ve dünya güçler dengesi onu en azından sosyalizme düşman olmaktan alıkoymuştur. Angola Devrimi, hem bir ulusal Kurtuluş Savaşı, aynı zamanda da demokratik bir devrimdir. Sosyalizm yolunda hızlı adımlar atıyor. Ancak aynı zamanda gerçekleşen Portekiz Devrimi, faşizmi geri püskürtse de, devrim sonuna kadar gidememiş, 1905 benzeri bir restorasyon yaşanmıştır. İran devrimi, mollaların (İran orta burjuvazisi) liderliğinde yapılmış demokratik bir devrimdir. Ülkesinde sosyalizme düşman hale gelmiştir. Nikaragua Devrimi, henüz demokratik devrimdir. Ve sosyalizme düşman değildir.

Yazarımızın tezi “sosyalizm çağındaki” olaylara uymuyor. Ve “olaya uymayan her yazı bilim dışıdır.” (H. Kıvılcımlı)
Demokratik devrimleri bir tek kalıba oturtamadık. Neden? Çünkü her ülkenin özgün koşulları, demokratik devrimlerin sınıf yapısını belirliyor. Sosyalist devrimlerin güdücü sınıfı bir tektir ve proletaryadır. Bu açık. Ancak demokratik devrimlerde sınıf güdümü proletarya, köylülük ve orta burjuvaziye kadar çeşitli bileşimler gösterebilir. Hatta özgün koşullarda bir avuç genç subay bu yola atılabilir, Ancak onların bu atılımı eninde sonunda bir sınıfa dayanmak zorunda kalır.

Tezin “uzantısına” da değinmek zorundayız: “Demokratik devrim, zaman içinde ne kadar geç geliyorsa ve aynı anlama gelmek üzere sosyalizm ne kadar genişlemişse, düşmanlık o ölçüde şiddetli oluyor.”
Bunun tam tersi de olabilir. Demokratik devrimin “geç” gelmesi genel olarak burjuvaziyi demokratik devrim alanından dışarıya fırlatır. Ama onun yerine köylü yığınları ve diğer küçük burjuva tabakaları akabilir. Üstelik geciken demokratik devrimden burjuvazi kaçtıkça, bu kopuşmanın o ülke tarihinde gündeme girme olasılığı artar. Ve “sosyalizm çağında” bu daha büyük bir olasılıktır.

Gelelim Türkiye’ye.

“…27 Mayıs, Türkiye’de demokratik devrimin en son halkası olmuştur” (Tezler, III, s. 36) Tam tersine, 27 Mayıs bizde burjuva devriminin olağanüstü kısırlığına, bir türlü genlikli olamayışına karşı bir tepkidir. Ama yalnızca bir tepki. 27 Mayıs hızla Finans-Kapital tarafından “nötralize” edilmiştir. Aydemirler bu “nötralize” edilişe karşı bir çığlıktır. “Statüko’nun duvarlarında parçalandılar, 12 Eylül, 27 Mayıs’ın tam bir rövanşıdır. Fazlasıyla geri alınışıdır.
Kurtuluş Savaşıyla Türk burjuvazisi egemenliğini kurmuştur. Lenin’in Nisan Tezleri’ni de yanına alıp birisi bize “bu anlamda burjuva devrimi tamamlanmıştır, şimdi sosyalizme.” derse, ona, burjuva egemenliğinin hemen yanında duran “işçi-köylü Sovyetlerimiz” nerede, sorusunu sormak zorundayız. “Bizde Tanzimat’la başlayan burjuva devrimleri Kurtuluş Savaşı’yla son durağına varmıştır. Ne anlamda? Burjuvazinin ilerici misyonunu çarçabuk yitirmesi anlamında. Ancak “demokratik” görevler o günden beri ortada duruyor.

Bizde burjuva devriminin olağanüstü kısırlığını ve neleri yapamadığını önceki sayımızda yazdık. (Bkz. Devrimci Demokrasiden Program, Ç. Yol, Sayı 2) Tekrarlamayalım. Proletaryanın, özellikle geniş köylü yığınlarına dayanarak ilk elden ve en az (daha asgarisi reformizm olur) yapacaklarını belirledik. “Demokratik Devrim”in bizde tamamlandığını ileri sürenler, önümüze somut bir program getirsinler. Açıkçası ne diyeceklerini çok merak ediyoruz. Ancak böyle programların fazla da yabancısı değiliz. TİP sosyalist devrimi savunmuştur. Ancak aynı TİP’in gündeminde daima “güncel istemler” de bulunmuştur. TİP, kendini sosyalist devrime saklarken “güncel istemleri” ise burjuvaziye -daha somutu CHP’ye- ısmarlıyordu. Yanılgı nerededir?

Günümüzde, TİP, TSİP, TKP tarzında öne sürülen, işçi sınıfının asgari programının bozulmuş, dejenere edilmiş bir şekli olan “güncel istemler” bile bizde burjuvazinin hiçbir kanadı tarafından gerçekleştirilemez. En basitinden “toprak reformu” tüm Türkiye burjuvazisi için erişilmez bir serap. Finans-Kapital için ise “komünist oyunudur. 141-142 mi? O bile burjuvazimize ağır gelir. Sendikal haklar, yayın, örgütlenme özgürlüğü mü? İkide bir tırpanlanır. Haydi, en kabul edilebilir olan “nispi demokratik seçim” istensin, imkânsız. Seçim kanunu belki en çok değişen ülkeyiz. TİP’i 1965’de umutlandıran, ancak 1969’da çökerten seçim kanunu oyunu hatırlansın. Bugünkünden ise söz etmeye bile gerek yok.

TİP’in sosyalist devrim yaldızının altında, daima reformizmin paslı anahtarı “güncel istemler” bulunmuştur. 27 Mayıs deneyi neyi gösterdi? 27 Mayıs ölçüsünde olsun demokratik talepleri bizde burjuvazinin hiçbir kanadı savunmaya, hele geliştirmeye yeterli değildir.

Bizler, bu nedenlerle ilk elden bir avuç Finans-Kapital’in (ancak bir avuç olmasına rağmen, Türkiye ekonomi politikasına tümüyle egemen) bankalar ve şirketler yumağının ve kırdaki en büyük desteği-yedek gücü tefeci-bezirgân ağının tümüyle tasfiyesini savunuyoruz. Bu henüz sosyalizm değildir. Ancak işçi sınıfı ve köylülük iktidarı eliyle yapılacak bu tasfiye kesinlikle sosyalizmin yolunu açacaktır.

Eğer bize “devrimci demokratik” iktidarın demokratik ve sosyalist uygulamalarının sınırının nasıl belirleneceği, ya da böyle bir sınırlamanın “yapma” olacağı sorusu yöneltilirse şöyle deriz:

Önce, politika sanatı tüm zinciri sürükleyecek halkayı yakalayabilmektedir. Tüm zinciri sürükleyebilmek için, Türkiye koşullarında yakalanacak halka, Finans-Kapitalin tasfiyesidir. Ve elbette güçler saflaşmasını bu halkanın gereklerine göre yapmaktır. Şehirde ve kırda irili ufaklı tüm burjuvazinin ilk elden tasfiyesi yakalanacak halka olamaz. Böyle bir tasfiyeyi Finans-Kapitalde çok genlikli gelişirse -ki mümkün değil- zaman içinde -ne zaman?- yapabilir? Sosyalist devrime varmak için o günleri mi bekleyeceğiz?

İkinci olarak, işçi sınıfı ve köylülüğün iktidarında, devrimci demokrasinin programının uygulanması ile sosyalizme geçişi skolastik bir şekilde birbirinin karşısına koymak işimiz değil. Ancak birinden başlanacak, fakat bu ikisinin nasıl ve hangi hızla birbirine geçeceği o günlerin sorunudur. Politik çeşitlilikler ya da ihtimaller üzerine bugünden bir şey söylemek yalnızca spekülasyon olur. Ancak bugünden şu söylenebilir ki, iki programın birbirine geçme hızı, iktidar sorunu çözüldükten sonra, modern ağır sanayiinin inşa edilme hızına bağlıdır. Nikaragua devrimi buna en son ve güzel bir örnektir.

Üçüncü olarak, devrimci demokratik iktidarın, özel mülkiyetin tasfiyesine karşı tavrını ise, her şeyden çok geniş köylü yığınlarının konumu belirleyecektir. Rusya’da büyük derebeyi latifundalarında yarı-serf konumundaki köylülüğün, Lenin’in dediği gibi “özel mülkiyetin korunmasına” karşı ilgisi azdı. Toprağın millileştirilmesi henüz sosyalist bir tedbir olmasa da, kapitalist özel mülkiyete indirilen en önemli ve en yaygın darbe olur. Bizde köylünün tapusu ya tefecinin elinde ya da bankanın kasasında ipoteklenmiştir. Ancak bugünden bu sorunla ilgili fazla bir şey söylemenin imkânı yoktur. Öyleyse sosyalist programa geçiş hızını belirleyen diğer önemli sorun köylülüğün demokratik devrimdeki tavrı ve konumudur. Köylülük büyük toprak sahiplerine topraksızlıktan ya da toprak azlığından; şehirdeki tekellere ve onların kırlardaki bayi ağı tefeci-bezirgânlara, tarım girdilerindeki soygundan, fiyat makaslarından ve faiz vurgunundan dolayı karşıdır. Bu nedenle demokratik devrimde geniş ittifak unsurudur. Ancak bizzat bu süreç içindeki mücadele de, köylülüğün devrimci atılımı, kendini nasıl ve hangi araçlarla ortaya koyacaktır? Bu teorinin değil, gelecek günlerin pratiğinin sorunudur.

Şimdi de sol ortamda demokratik devrim, sosyalist devrim tartışmalarının yeniden belli bir canlılık kazanmasının nedenlerini irdelemeye çalışalım.

Bu, 1960’ların en canlı tartışma konusuydu. Dolayısıyla o günlere bir anlık olsun dönmeliyiz. TİP, sosyalist devrim tezinde, MDD, adı üstünde Milli Demokratik Devrim tezindeydi. Tezlerde TİP’in üstünlüğü, Türkiye’de kapitalizmi egemen üretim biçimi olarak görmesinde ve işçi sınıfının öncülüğünü savunmasındaydı. Ancak buradan sosyalist devrim tezine sıçraması onun zayıf yanıydı. Böylece teorik olarak bizde kapitalizmin gelişim seviyesini olduğundan öteye boyutlara vardırmış oluyordu. MDD tezinin üstünlüğü ortada duran demokratik devrim görevlerini, bulanık da olsa görmesiydi. Ancak devrimin sınıf temelini aydın-sivil-asker zümrelere kaydırmakla sınıf körlüğüne saplanıyor, feodal artıkları abartarak, kapitalizmi neredeyse arizi bir olguya indirgeyip, sosyalizm yasakçılığına varan bir konuma sürükleniyordu. Teorik planda, topraklarımızdaki kapitalizmi olduğundan çok gerilere itiyordu.

Taktik planda ise, TİP sendikalizm, parlamentarizm ikileminde pasifizme batarken MDD kaynaklı hareketler yükselen hareketin mücadele biçimlerine ayak uydurmaya çalışıyorlardı. Hatta o kadar ki, özellikle M. Çayan’ın ismi ile anılan hareket demokratik devrim-sosyalist devrim stratejik tartışmasını neredeyse mücadele biçimlerine indirgemiş, başka türlü söylenirse mücadele biçimlerini strateji seviyesine çıkartmıştır. “Kırlardan şehirlerin kuşatılması”, “gerilla aşamaları”, “silahlı propaganda”, “öncü savaşı” hep mücadele biçimleridir. Strateji seviyesine yükseltilmişlerdir. Bu, teori softalığına karşı, pratiğe tutkun oluşun, aşırılaştırılmış bir tepkisiydi.

TİP’in sosyalist devrim tezi, demokratik devrimin görevlerini atlayınca kaçınılmaz bir çelişkiye, teorik tutarsızlığa saplanıyordu. O zaman, tartışmaların yoğun momentinde şöyle deniyordu:

“Sosyalist devrimin gerçekleşmesinden sonra, sosyalist düzeni kurma süresinin ilk evresi, anti-emperyalist mücadele ve feodal kalıntıların yok edilmesi olacaktır.” (Emek Dergisi) Bu, ortada duran demokratik devrim görevlerinden kaçamayışın itirafı oluyordu. Ancak bu haliyle başı üzerinde duran bir strateji planıydı.

Daha da öteye S. Aren’in “Mademki anti-emperyalist küçük burjuvalar varmış, gelir bize katılırlar. Çünkü sosyalist mücadele anti-emperyalizmi de içermektedir” sözü, TİP’in ittifak sorunundaki tavrının tam bir izahıdır. Sosyalizm bayrağı kaldırılınca, kendiliğinden arkasında saf tutulmalıdır. Sosyalist devrim tezi, kendi mantığı gereği demokratik devrimdeki ittifak güçlerini dışlar, ya da “gelirler, katılırlar” buyuruculuğuna varır.

Ancak objektif gerçeklikler, TİP’in sosyalist devrim tezini kaçınılmaz bir şekilde deforme etti, bozdu. “Güncel istemler”, ya da “demokratik istemler” TİP bildirgelerinin, sık rastlanan başlıklarıydı. Bunlar aynı zamanda, atlanan demokratik devrim görevlerinin dolaylı kabulüydü. Ancak sosyalist devrim tezini savunmak, objektif olarak, demokratik devrim görevlerini burjuvaziye havale etmek oluyordu. Ya da belki de S. Aren’in dediği gibi “anti-emperyalist küçük burjuvalara!” TİP, bu stratejisiyle 1966’lardan sonra hızla çöktü. Ve böylece sosyalist devrim tartışmaları bir bakıma tarih oldu.

Şimdi 12 Eylül’le birlikte görüyoruz ki, üstüne yıllar yığılan bu tez yeniden canlanıyor. Neden?

Önce, niçin 12 Mart sonrasında canlanamadığını açıklayalım.

Devrimci radikalizm, 12 Mart’ta yenilgiye uğradı. Ancak bu yenilgi ona itibar kazandırdı. TİP ise, 12 Mart gelmeden seçimle yenilmişti. 12 Mart’tan hemen sonra, “halk savaşı” savunucuları hızla yaygınlaştı. Bu ne tesadüftür, ne de tarihin bir yanılgısı. Bunun objektif anlamı, demokratik devrim güçlerinin gelişmesi demekti.
Yine 12 Mart sonrası hareket hızla yükselen faşizme karşı mücadeleye dönüştü. Yanlışı, eksiği konumuz değil. Objektif olarak mücadele bu zeminde aktı.

Böyle bir ortamda Sosyalist devrim tezi yeniden canlanamazdı. Üstelik proletarya ve devrimci demokratlar Tariş, Çorum, Fatsa deneylerini yaşarken, TİP bunlara hep soğuk durdu.

Netice olarak, TİP’te çatlama yaşandı. Olayların zoru ile sosyalist devrim tezi iyice deforme edildi, “güncel istemler” programlaştı.

12 Eylül’e gelirsek.

Sosyalist devrim tezini canlandıran olguları seçebiliriz. TİP, TKP yakınlaşması, aslında TİP’in sosyalist devrim tezini terk etmesi oldu. Daha doğrusu “güncel istemler” her iki eğilimin programı olma yolunda. Böylece gerçekte TİP, “aslına rücu” etmiş oluyor. Bugüne kadar sosyalist devrim paravanasıyla burjuvaziye ısmarlanan demokratik devrim görevleri şimdi “demokrasi güçlerinin en geniş birliği” uğruna resmen yapılıyor. Ortada şaşırtıcı bir şey yok. Ancak sosyalist devrim tezine samimi olarak inananları bu evrim şaşırtmış olabilir. Böylece 12 Eylül’le bir kanat sol hareket (TİP, TKP) “ulusal demokrasi” uğruna sos¬yal demokrasinin bir nüansı halinde evrimleşince, TİP’ten kopuşan “sosyalist devrimciler”, bu olayda, demokratik devrim “aşama”sını yeniden mahkûm edecek kanıtlar buldular.

Öte yandan, 12 Eylül’de en kötü yenilgiyi Cephe kökenli siyasetler aldı. Ve korkunç ideolojik çöküşler yaşandı. Hatta bu eğilimler içinde bayağı liberalizm türedi. Tıpkı, TİP, TKP gibi bunlar da, demokrasi için Demirel’in ardına düştüler. “Sosyalist devrimciler” bu olayda ve devrimci radikalizmin bir kere daha yenilmesinde demokratik devrim “aşama”sını mahkûm edecek kanıtlar buldular.

Esas sorun, 12 Eylül zorunun düşüncelerdeki baskısı ve yarattığı mantık düzleşmeleridir. 12 Eylül, solun büyük bir kesiminden devrim ve sosyalizm ufkunu silmiş, bu yeni düz satıha bayağı reformculuğu yerleştirmiştir. Bunun tam karşısındaysa, zıttı yönde sosyalist devrim tezi yeniden canlanmıştır. 12 Eylül sonrasının ilk bir iki yılında Yeni Gündemle bayağı liberalizm ve reformizm üstte göründü, öne çıkan bu ve buna benzer görüşlere, karşı sosyalist devrim tezi tepki olarak yeniden yükseldi.

İkisi de, 12 Eylül yenilgisinin hatalı uçlardan yorumlanmasıyla ortaya çıkan, birbirine zıt duran komplikasyonlardır. “Demokrasi” mücadelesinin ikide bir yenilmesi ya da bayağılaştırması, “sosyalist devrimcileri” yeniden tezlerine sarılmaya itti.

Ancak Y. Küçük’e hakkını teslim etmeliyiz. Eski sosyalist devrim tezi, TİP’i bütün devrimci demokratlardan tecrit etmişti. Bunca deneyden sonra, Tezler, artık böyle bir tecrite iyi gözle bakmıyor. Ancak Gelenek Dergisi, sosyalist devrim tezini eski mantığına daha yakın bir şekilde uygulama eğilimindedir. TİP’in “goşizm” korkusu, Gelenek’te ağabeyce nasihatlara dönüşmüştür. Bir gelişme mi? Akacak günler gösterecek. Dolayısıyla, demokratik devrim tezleri gibi sosyalist devrim tezi de yeniden canlanırken içinde nüansları barındırmadan edemiyor. Çünkü devrimci demokratik hareketin, bütün baskılara rağmen susturulamayan sesi, ya da daha doğrusu objektif varlığı, “gelirler, katılırlar” burjuva mantığına hayat hakkı tanımıyor.

Bağlarsak, 12 Eylül “demokrasi” mücadelesinin (demokratik devrim mücadelesi anlamında) alanını iyice daralttı. Buradan hareketle, solun bir kesimi hemen ufuklarını daraltıp, Demirel’lerle de demokrasi mücadelesi verebilmek için programlarını iyice bayağılaştırdılar. Sosyalist devrim tezi ise, bu daraltmayı fırsat bilerek ya da bu mücadelenin bayağılaştırmasını gerekçe göstererek, demokratik devrim görevinin üstünden atlamayı bir kere daha deniyor.

DEVRİMCİ HAREKETE GENEL BAKIŞ

Yazar genel anlamda sol hareketin değerlendirilmesini TİP’in konumundan hareketle yapıyor. Hatta 1971 sonrasına bakışta 1975-78 yıllan arasındaki “üç yıllık” Yürüyüş dergisi yayınını odak noktası seçiyor. Doğaldır. “Herkes dünyaya kendi gözleriyle bakar.” Ancak Yazar’ın bakışı olaylarımızın doğru bir tahlilini getiriyor mu? Konumuz bu!
12 Mart öncesi ve sonrası şöyle değerlendirilir:

“Türk sosyalizmi’ seçimle iktidara gelme heyecanından doğdu. 1961-71 döneminde iktidar perspektifi Türkiye sosyalist hareketini hazırlıksız yakaladı. Belki de, içgüdüsel bir tepi ile 1971 sonrası sosyalist harekette iktidar perspektifi tümden yok oldu. Bu yokluk da, 1971 sonrasında sosyalist hareketi kısırlığa, etkisizliğe, kendi içine kapanışa Türkiye’den kopmaya götürdü. İktidar perspektifi olmayan her hareketin yoksullaşacağını, 1971 sonrası sosyalist hareket yaşadı.”(Tezler II. s.567) Bu söylenenler yalnızca TİP’i kapsıyorsa itiraz edilmeyebilir. 1968’lere kadar yaşadığı günleri, TİP, ardından gelen yıllarda bir kere daha yaşayamamıştır. Ancak bu gerçeklik açıklanırken, çözümlemenin odak noktasına “iktidar perspektifi” yerleştirilirse bu TİP’e olmadık misyonlar yüklemek olur. İktidar ufku söz konusu olunca, 1971 öncesi devrimci hareket nasıl değerlendirilmelidir? 1971 öncesi gerek TİP, gerekse MDD, iktidarı kendilerine çok yakın hissettiler. 1971 öncesi için bu anlamda bir iktidar perspektifinin varlığından söz edilebilir. Ancak TİP bu yolda seçimle yürüyecekti. MDD ise asker-sivil-aydın zümrelerin yukarıdan bir atağı ile. Köklü ve temelli farklılık buradaydı. Bu nedenle TİP 1969 genel seçimleriyle birlikte çökmüştür. O nedenle TİP’e bir “iktidar perspektifi” misyonu yüklemek aşırı subjektivizm olur. İktidara ulaşmak için gerekli ve zorunlu zengin mücadele yollarını atlamak ya da TİP konu ise, seçim hayaline yatmak, bir tek şeyi, gerçek iktidar ufkundan yoksunluğu ispatlar. 1968 sonrası yaşanan olaylar bu gerçekliği TİP’in yüzüne vurmuştur. Böylece TİP’in iktidar olma yaldızı hemen dökülmüş, gerçek iktidarsızlığı ortaya çıkmıştır.

“Bugün için inanılmaz görülebilir ama Türkiye’de ilericiler birbiriyle mücadeleye iktidar perspektifi yüzünden başladılar. Ve bu mücadele TİP ile YÖN arasında başladı.” (Tez II, s. 570) Y. Küçük, 1971 sonrası, hareketin iktidar perspektifini yitirdiğini söyleyerek yakınıyor.

Tartışmalar ne idi? Ne anlama geliyordu? 1960’lar sonrası tartışmaların birinci odak noktası, Türkiye sınıflar yapısının tespiti idi. Yani ülkenin içinde bulunduğu devrimci konak en çok ve en yaygın tartışılan konu oldu. Buradan iki konu daha çıkageldi. Önümüzdeki devrimci adımda sınıf öncülüğü sorunu ve partileşme problemi. Bu sorunlarla hep ve her gün iç içe yaşanan sorun ise, günlük mücadele taktikleriydi. İktidar perspektifi sözü bütün bu konulan kapsasa da, bütün bu sorunları kendi iç zenginliği ile açıklayamaz.

1971 öncesi, dar anlamda, “iktidar perspektifi” iki temele oturtulmuştu, seçim ya da karşıtı yukardan müdahale. Evet, 1971 sonrası bu hayaller “yok” oldu. Böylece iktidar perspektifi de ortadan kalkmış mı oluyordu? Tam tersine, gerçek temelleri üzerine oturma sancısı içindedir. 12 Mart deneyinden sonra aynı hayaller, aynı güçte yaşayamazdı.
Marksist düşünce yığınlar içinde cisimleşirken, daha özel deyimi ile işçi sınıfı hareketi ile sentezleşirken, bazı konakları yaşamak neredeyse kaçınılmazdır. Bu “tartışma” hiyerarşisinde ister istemez, ülkenin sınıf yapısı ve devrimci konak sorunu en önde gelir. Sınıf öncülüğü ve program sorunu bundan çıkar. Ve mantık sonucuna, Parti problemine ve dönemin taktik sorunlarına varır. TİP’in daha 1961’de “parti” olarak kuruluvermesi kimseyi yanıltmasın. Zaten olaylar, TİP’in parti olarak varoluşuna aldırmaksızın aktılar.

1971 öncesi ile sonrasını kıyaslarsak, 1971 sonrası öncesinden hem teorik seviye -gerçekliklerimize yaklaşma- bakımından, hem de pratik yaygınlık açısından daha zengindir. Eğer eski özleniyorsa, gelecekle ilgili karamsarlık var demektir. Ya da tam zıddı, eski topyekün inkâr ediliyorsa, geleceğin görevlerinden kaçış kaçınılmazdır.
TİP’in ne dün ne de bugün “iktidar perspektifi” olmadı, olamazdı. Dün seçim hayaline dayanan iktidar ufku, bugün kaçınılmaz bir şekilde sosyal demokrasiyle birlikte iktidar olma hayaline evrimleşmiştir. Bu evrim, TİP’in özüne uygun bir gelişmedir. Devrimci radikalizm açısından sorun bambaşkadır. Onlar “uzun” halk savaşını savunsalar da, özellikle hareketin yükseliş günlerinde yakın bir devrim özlediler. Devrim özlemek güzel şey, ancak bu özlem sağlam bir sınıf tahliline ve gerçeğine uygun bir güçler dengesine oturtulamazsa yıkımlar, inkârlar kaçınılmaz oluyor.
İktidar ufku konu olunca, Y. Küçük’ün söyledikleri gerçekliklerimizi anlatmıyor. İktidar ufku, ne seçim aldatmacasına ne de devrim özlemlerine dayandırılamaz, İktidar ufkuna gerçekten sahip olmak, doğru sınıf tahliline, yapılacak işler planı olan bir programa, çelik bir partileşme ve mücadelenin nabız atışlarını elde tutma yeteneği¬ne sahip olmak demektir. Gerisi yaldızlı laf ya da boş kuruntudur.

Bütünüyle devrimci hareket dikkate alındığında 1970 öncesinde değil, ama 1979 başlarında iktidar ufku bakımından esaslı bir sınav verildi. Ve o kısacık moment devrimci hareket için gerçek ve çok önemli bir deney oldu. Pratik bakımından, yarın iktidarı alma anlamında bir iktidar sorunuyla yüz yüze değildik. Bu bir gerçeklik. Ancak ekonomik ve siyasi krizin tepe noktasında, burjuvazinin parlamento ve siyasi partiler seviyesinde bütün alternatiflerini tüketmesi anlamında, iktidar sorunuyla yüz yüze gelindi. MC’ler ve CHP iktidar yükselen hareket tarafından hızla yıpratılmıştı. 1979 başları yaygın sosyal-demokrat hayallerin yığınlar içinde yıkıldığı ve geniş yığınların yeni devrimci yönelişler aradığı bir dönem oldu. Geniş yığınlar içinde devrimci hareket, bu momentte ya maya rolünü oynayıp, çok daha radikal ve kitlesel bir şekilde hareketi yoğunlaştırıp yükseltecekti ya da yenilecektik. Yenildik. Ancak bu kapsamda bir atılıma bile talip olamadan yenilgiyi yaşadık. Sınıflar mücadelesinin dış halkalarındaki yığınlarda var olan kararsızlık, sosyal-demokrat hayallerin yıkılışının yarattığı geçici karamsarlıklar büyük bir hız ve enerjiyle giderilemediği için 12 Eylül’le karşı halk kesimleri başta nötr kaldı.

12 Mart daha çok devrimci hareketin stratejik görüşlerinin sınanması oldu. Ancak 12 Eylül yaygın bir şekilde genel taktiklerimizin sınanmasıydı. CHP’yi “faşizme karşı mücadeleye” ikna etmek gayretkeşliği ile faşizmi MHP’den ibaret gören taktik davranışlar sınandı. Belirtmeden geçmeyelim. İki laktik tutumu hiçbir zaman aynı kefeye koyamayız. Birinci taktik tutum, ölü ve cansızdır. En köklü deneylerden bile fazla öğrenme yeteneği yoktur. İkinci taktik tutum canlı ve değişkendir. Deneylerden öğrenebilir. Bu anlamda birbirinden bambaşkadırlar.

Eğer iktidar ufku açısından genel olarak devrimci hareket sınanacaksa, en önemli moment 1979 başlarında ortaya çıkan politik durumdur. O anacık babacık günleri devrimci hareketin iktidar ufkunun son derece kısır olduğunu en açık şekilde belgelemiştir. Ancak yazarın belirttiği gibi, 1971 öncesi var olan “perspektif”in 1971 sonrası kaybolması gibi bir durum yoktur. Böyle bir “perspektif” 1960 sonrası devrimci harekette her iki dönemde de olgunlaşamadı. Sınıfsal gerçekliklerimiz yeterince kavranmadan olgunlaşamaz da. Ancak 1971 sonrası hareket, öncesinden kesinlikle daha ileri ve daha zengindir. Fakat yazarımız devrimci hareketi eleştirirken 1968’lerdeki görüşleri hedef almayı tercih ediyor. Bu en azından 1971 sonrasının zenginliğine bir kayıtsızlık, mücadelenin 1980’lerde gelip dayandığı aşamanın yeterince kavranmayışı olur.

Bir adım daha ileri giderek bunu belgeleyelim.

“‘Türkiye Komünist Partisi’ ‘Kemalizm’in sol kanadı’ olarak hep MDD taraftarı oldu. Ancak Türkiye’deki MDD taraftarları, başlarında TKP eski yöneticilerinden Mihri Belli olmak üzere, Türkiye İşçi Partisi’nin karşısında ve YÖN hareketi yanında yer aldılar. Yurt dışındaki Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri Zeki Baştımar, Mihri Belli ile 1951 Tevkifatı kalıntısı hesaplarını temizleyememiş olduğu için, Mihri Belli ve YÖN hareketinin karşısında yer aldı. Türkiye İşçi Partisi’nin yanında yer aldı. Ve yurt dışında Milli Demokratik Devrim hareketinin “iç yüzü” ile ilgili bir broşür çıkarttı. Bu broşürde MDD tezini yurt içinde savunan Mihri Belli’yi sert bir biçimde eleştirip MDD tezini savundu. Böylece 1965 Ekim sonrasında başlayan tartışmayı anlaşılmaz bir hale soktu.” (Tezler II, s. 571)

Yazar TKP’nin TİP’i desteklemesini hem çözemiyor, hem de içine sindiremiyor. O kadar ki bu konuda sıkıyönetim mahkemelerinin “gerekçeli karar”ları kanıt olarak gösterilmektedir. “Kuşkusuz Gerekçeli Karar Türkiye İşçi Partisi’ni destekler görünmüşler” ifadesini kullanırken, hem daha temkinli davranmış oluyor ve hem de gerçeklere yakın düşüyor. TKP hiçbir zaman TİP’i desteklemiyor.” (Tezler III, s. 373) Yazar gerekçe” kararın “destekler görünmüşler” ifadesine içgüdüyle sahip çıkmaktadır. Böylece TİP aklanacak mı? Ya da “MDD’ci TKP’nin nasıl olup da “sosyalist devrimci TİP’i desteklediği aydınlanacak mı? Elbetteki hayır. Bu çözümsüzlük, Yazarı, olayın açıklamasını ya “gerekçeli karar”larla yapmaya ya da kişicil hesaplara (“1951 Tevkifatı kalıntısı hesaplara”) bağlamaya itmiştir.

Yazar TİP, TKP buluşmasını açıklayamamakla, bütün bir 1960-80 dönemindeki teorik farklılıkların gerçek köklerini, daha da önemlisi bu teorik farklılıkların günlük canlı mücadele içinde hangi taktik saflaşmalara denk düştüğünü kavrayamadığım kanıtlamış olmaktadır.

Yazarın hareket noktası düşünceler ya da “tezler”dir. Devrimci hareket sosyalist dev¬rim ya da demokratik devrim tezlerine göre saflaştırılınca, bazı zorlamalara düşmek kaçınılmaz oluyor. Düşünceler ya da tezler, boşluktan ya da soyut bilgi birikiminden doğmaz. Tezler, yüzlerce yılın beyinlere sanki görünmezce yerleştirdiği sınıf ya da zümre çıkarları süzgecinden geçerek şekerlenirler. Ancak, sınıf ve zümreler, sınıflar mücadelesi alanında o kadar iç içedirler ki, kendilerini düşünce planında ortaya koyarken, bu koyuş kendiliğinden ve basitçe, apaçık sınıf çıkarlarını aydınlatmaz Marx’ın dediği gibi, “Her görüntü, gerçekliği birebir yansıtsaydı bütün bilim gereksiz hale gelirdi.” O nedenle, karşımızda -konu siyasi mücadele olduğuna göre- bir politik tahlil varsa onu görüntülerinden soymak ve sınıf temellerine indirgemek bilimsel sosyalist bir gerekliliktir.

TİP, TSİP, TKP, teorisi ve pratiği ile görüntülerinden soyulursa işçi sınıfının tümü¬nün değil, bir zümresinin, sendikacı aristokrat işçi zümresinin, hatta ana tabakaların sosyalist eğilimidir. Buluşmaları tesadüf değil, yapıları gereğidir. MDD’ci TKP”, demokratik devrimin görevlerine “ulusal burjuvaziyi” ikna etmek için didinip durdu. TİP ise, tekrardan yılmayalım, sosyalist devrim derken demokratik devrimi “güncel istemler” kılığında yine aynı burjuvaziye havale etti. Bu temel mantık, taktik planda bu iki siyaseti kaçınılmaz bir şekilde sosyal-demokrasi kuyrukçusu yaptı. Ve bu taktik saflaşma 1980’e gelindiğinde netçe ortaya çıktı. Hele 12 Eylül sonrası en kör göze batar hale geldi. Sonunda birleşiyorlar. Bu sınıfsal alın yazısıdır.

Öte yandan yazar, hareketin 1960’lar da TİP’ten MDD tezine akışını şöyle açıklıyor:

“Bunda İç TKP’nin (Mihri Belli ismi altındaki MDD hareketi kastediliyor b.n.) hızla güçlenmesinde, o güne dek Kemalizm’in hâlâ en güçlü ideoloji olmasının, Türk aydınının bir türlü kurtulamadığı sürü kompleksinin ve ayrıca, İç TKP’yi iktidara yakın görerek kariyer hesapları yapanların kayışının etkileri var.” (Tezler III, s. 332)

1965 sonrası MDD hareketinin güçlenmesi “Kemalizm’e”, “sürü psikolojisine” ve “kariyer hesaplarına” bağlanıyor. Y. Küçük, yirmi yıl sonra MDD’den intikam almaya niyetli. Geç kalınmış. Olsun. Hiç değilse doğrular da söylense itiraz edilmeyebilir. MDD’nin teorik çürüklüklerini daha önce açıkladık. Ancak onun iki üstün yanı vardı. Demokratik devrimi, pek çarpıtılmış olarak da olsa atlamıyordu. Daha önemlisi mücadelenin pratik akışının dayattığı yeni döğüş biçimlerine ayak uydurmaya çalışıyordu. Özellikle genç insanları o yöne çeken budur. Y. Küçük yukarıdaki tahliliyle TİP’in sendikalizm ve parlamentarizm ikileminde pasifizme batışını aklamaya çalışıyor.

Daha öteye giderek, TİP ile TKP’nin üst üste düşmesini bir türlü hazmedemeyen yazar tam bir keyfi zorlamayla MDD ile TKP’yi birbirinin evrimi gibi gösterme gayretindedir.

“Hemen ve birkaç yıl sonra, milli demokratik cephe, ulusal demokratik cephe olarak ortaya çıkıyor. Çok ilginçtir; bir ülke insanlarının düşünsel sıçraması açısından üzerinde durulmaya değiyor. Aradan on yıl bile geçmeden, milli demokratik devrim savının temel dayanağı olan Türkiye’nin feodal yapısı bırakılıyor… Türkiye sanayileşiveriyor ve üstelik bu sanayileşme süreci içinde rekabetçi kapitalizm aşamasında da kalmayarak birdenbire bir tekeller ülkesi oluveriyor, işte feodallere karşı milli demokratik cephe on yıldan kısa bir zaman içinde kayboluyor ve bu kez, Türkiye’de tekellerin egemenliğini kırarak bir demokratik ülke yaratmak için ulusal demokratik cephe öneriliyor.” (Tezler III, s. 349)

Neresinden başlayalım? UDC (TKP’nin Ecevit CHP’sine yaptığı ilanı aşk, ama ne yazık ki tek taraflı bir kara sevda) MDD’nin evrimleşmesi değildir. Bu tarihimizi bayağıca çarpıtmak olur. MDD’nin evrimi “Cephe” siyasetleridir. Ve o dönemde UDC maskaralığına karşılık “direniş komiteleri” içindedirler. Bunlar açık.
Fakat bir on yılda, düşünceler de “feodal yapımızın” “tekelci kapitalizme” dönüşmesi bir gerçekliktir. Ancak tekellerin varlığını gören Cephe kökenli siyasetler, işçi sınıfına yönelmek gibi bir evrim yaşarken, UDC ile işçi sınıfı TİP, TSİP, TKP’nin eliyle teneke tepside burjuvaziye sunulmak istendi.

“Aydın katında görebiliyorum: Türkiye’nin feodallerin boyunduruğunda inleyen bir ülke olduğu için üzülen aydınların çok büyük bir bölümü, bu kez, Türkiye’nin tekellerin egemenliğinde ezildiğini görerek da¬ha çok üzülmeye başlıyorlar. Cephe’ye gidiyorlar.” (ay)

“Yazar, “bir ülke insanlarının düşünsel sıçraması açısından üzerinde durulmaya” değer dediği konunun “üzerinde” böylece durmuş oluyor! “Üzülen ya da “daha çok üzülen” aydınlarla yüz yüzeyiz.

“Feodallerden “tekellere” düşünce evrimini yaşayan esas olarak MDD kökenli siyasetlerdir. “TKP dış bürosu” 1968’ler de evrim yapacak bir düşünceye bile sahip değildi. Ve “Atılımcı TKP”, 12 Mart deneyinin üzerine eklektik düşüncelerle doğdu. Oysa MDD tezi, bu düşünce evrimini bir 12 Mart yenilgisi pahasına yapabildi. Deney öğretti. Bu acı gerçekliğimiz “aydın katında”, “üzüntülerle hafife alınamaz. TİP’in teori softalığıyla oturganlaşması karşısında, pratik içinde kan teri döken insanların bir düşünce “sıçraması” bir değer taşır. Mücadele için bir kazançtır.
Bir adım daha atalım.

“Kır kesimlerinin siyasal ataletini açıklamak için ortaya sürülen ‘suni denge’ düşüncesi, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın uzun yıllar savunduğu düşünce demetinden kaynaklanıyor. Özgün bir yanı yok; Dr. Kıvılcımlı uzun yıllar, Türkiye’de yüz kadar parozitik egemenden kurtulmak için, oligarşik kadro ya da aileler de denebilir, yüz kadar yürekli aradı durdu. Bu arayışın arkasında yapay bir denge anlayışı yatıyor.” (Tezler III, 633) Böylece “yiğitleme çağrısı”nın ne anlama geldiğini öğrenmiş olduk. Yazar, H.Kıvılcımlı’nın görüşlerini bir yerden duymuş. Hiç değilse birkaç kitapçığın dahi okunduğuna inanamıyoruz. “Yüz Finans-Kapitaliste karşı yüz yiğit!” Böylece, Kıvılcımlı’nın bütün tezleri özetlenmiş oluyor. Üstelik Yazar, Cephe eğilimlerinin fikir babalığını da Kıvılcımlı’ya bağışlıyor. Neresini düzeltelim?

“Suni denge”, “öncü savaş” halk yığınlarından kopuk, erken devrim özleyen küçük burjuva devrimciliğinin parolalarıdır. Ve yığınlarla az çok bağlantı, kurulduğunda -1971 sonrası- bu tezler dergi sayfalarında bir türlü pratik eyleme akamamıştır. 12 Mart’ın hemen öncesi ve 12 Mart içindeki eylemler bir kere daha aynı boyutlarda tekrarlanamazdı. Tekrarlanmaya kalkıldığında bizzat Cephe eğilimleri içinde ayrılıklara neden olmuştur. Ancak H. Kıvılcımlı’nın 1971 öncesi TİP, MDD saflaşmasında genel anlamda MDD mevzilerinde yer alması, Aydınlık Dergisi’nde teorik ve pratik döğüş yürütmesi bir gerçekliktir. Oysa yazarımız, sosyalist devrim gözüyle olaylarımıza bakınca aradaki pek önemli farkları seçemiyor.

TİP oportünizminin bataklığı tercih edilemezdi. Canlılık, gelecek vadeden alan genel olarak MDD saflarıydı. Ve hayat bunu doğrulamıştır.

H. Kıvılcımlı, Aydınlık dergilerinde egemen olan “Amerikan işgali” gibi dışarlak bir düşmana karşılık, yerli Finans-Kapital gerçekliğimizi daima göze batırmıştır. Ancak Finans-Kapital’in “bir avuç” olmasından onun “suni denge” üzerinde duran, cılız bir yapı olduğu çıkmaz. Yine Kıvılcımlı, Finans-Kapital’in özellikle 1950 sonrası kırlarda tefeci-bezirgân sermaye ile kenetlenip, bayiler ağı ile kendi egemenliğini nasıl en ücra köye kadar yaydığını tespit eder. Yazarımız, bir avuç Finans-Kapitalistin gücünü ve imtiyazlı konumunu göremiyor. Onu tüm burjuva içinde eritme çabası ya¬zarın görüşlerinde hep ağır basıyor.

Aynı zamanda yazar, Finans-Kapital tezinden, H. Kıvılcımlı’yı da “yiğitleme çağasıyla”, MDD ya da Cephe eğilimleri içinde eritme çabasındadır. Bırakalım temelli teorik farklılıkları, H. Kıvılcımlı’nın Sosyalist Gazetesi’ni çıkartması, 15-16 Haziran olaylarına denk düşer. Bu rastlantı değildir. İşçi sınıfı bütün gövdesiyle kendini mücadele alanında gösterince Kıvılcımlı’nın görüşleri devrimciler içinde daha hızlı yol almıştır, Oysa aynı momentte “suni denge” savunucuları, yakın bir devrim umarak “öncü savaşı”na girişmişlerdir.

“Suni denge” anlayışı 1970’lerdeki deyimiyle “açık ya da gizli Amerikan işgali”nin varlığı ve “sürekli kriz” tespitlerinden kaynak alır. 12 Mart deneyi ile “tekelci kapitalizm” biraz olsun kavranınca, “suni denge” tezleri geri adım atmıştır. O nedenle, “Finans-Kapital egemenliği tespiti”, “suni denge” görüşüne kaynaklık etmek şöyle dursun, bu görüşleri çürütmüştür.

SONUÇ

Sonuç olarak, Y. Küçük devrimci hareketin kritiğini yaparken elinde sınıf pusulası yerine soyut bir sosyalist devrim-demokratik devrim ayırımı vardır. O nedenle bütün Tezler boyunca siyasi eğilimlerin farklılıkları aşırı zorlamalarla birbirinin içine sokulmuştur. Bir tezin ya da politik tahlilin, hangi sınıf, tabaka ya da zümre eğilimlerinin dile gelişi olduğuyla yazar ilgilenmez. Böyle olunca TKP’nin TİP’i desteklemesi açıklanamadığı gibi, MDD ve UDC mantıkları birbirinin devamı sayılır, hatta “suni denge” tezleri Kıvılcımlı’nın Finans-Kapital tespitine bağlanır.

1960 sonrasını dikkate alırsak, sol hareket başlıca üç kanaldan akmıştır: Burjuva sosyalizmi, küçük burjuva sosyalizmi ve proletarya sosyalizmi. Ancak bunların netçe ayrışması zaman almıştır. 12 Mart öncesi ilk kaba şekillenmeler yaşanmış, 12 Mart sonrası ise farklılıklar daha da netleşmiştir. “Sosyalistler” arasında da sınıf farklılaşması mı arayacağız? Elbette. Aksi durumda pek çok sol eğilimin varlığı ve saflaşmaları açıklanamaz. Siyasetler arası sınır çizgilerinin netçe kavranmasıyladır ki, “birlik” ya da “ittifaklar” sorunu sağlam bir çözüme kavuşabilir. Soyut birlik özlemleri ya da pragmatik işbirlikleri harekete fazla bir şey kazandırmamıştır.

Hareket ilerlerken içinde geriye dönüşleri de yaşıyor. 12 Mart böyledir. Her yenilgi dönemi kendine özgü anaforlar yaratıyor. TSİP, 12 Mart yaratığıdır. TİP’in, H. Kıvılcımlı’nın, hatta MDD’nin kendilerine göre “doğru” yanlarından eklektik bir teorik yapı kurmaya çalıştılar. Bir yıl gibi kısa bir zamanda, burjuva sosyalist özleri açığa çıkıverdi.

12 Eylül, 12 Mart’a kıyasla daha derin bir tersine gidişti. Bu nedenle aşılmış pek çok konu tartışma gündemine çıktı. Siyasi sınır çizgileri hırpalandı, ancak ortadan kalkmadı. Y. Küçük, Tezlerinde pek çok aşılmış konuyu tartışıyor. 1968’lerin görüşlerinden kalkarak siyasetlerin bugünkü sınır çizgilerini bulanıklaştırıyor.

Ayrıca siyasetler içinde “tekelci kapitalizm “gerçekliğinin her gün daha fazla kavranışını, aydın üzüntülerine bağlayarak, gelişmenin karakterini kavramadığını belgelemiş oluyor. Sorun bu noktadan, en azından son on yıldır çıkmıştır. Konu “tekelci kapitalizmin” hangi program hedefleri ve özellikle hangi taktik tutumla tasfiye edileceği noktasına varmıştır. Bu yolun “ulusal burjuvazinin” (CHP ve devamları) ardı sıra mı; yoksa proletarya ve devrimci-demokratların ittifakı ile mi yürüneceği, siyasetler arası genel saflaşmanın mihenk taşı olmuştur. Neden? Türkiye’deki Finans-Kapital gerçekliği kavrandıkça, sol siyasi eğilimler içinden bir bölüğü, tekeller tarafından hırpalanan orta tabakalara (ya da tekel dışı burjuvalara) olmadık misyonlar yükleme tutumunu koyulaştırırken; bir diğer bölüğü de, mücadele içinde işçi sınıfının rolünü inkardan vazgeçip, sınıfa yönelme anlamında olumlu bir dönüş yapmıştır. Elbette ki tutarsızlıkları, ikide bir yalpalamaları saklı kalarak. İlki burjuva sosyalizmine, ikincisi küçük burjuva radikalizmine denk düşer.

Tezler, burjuva sosyalizminden kısmen bir kopuşun belgesi. Ama nereye? Spekülasyon işimiz değil. Sosyalist devrim tezi, teorik planda tüm burjuvazi ile bir kopuşmayı içinde taşıdığı için, burjuva sosyalizmine göre bir olumluluk sayılabilir. Öte yandan, bizde “burjuva demokratik devrimini” “tamamlanmış” olarak gördüğü için kır ve kent küçük burjuva devrimciliğine güvensiz bakar, gelgeç bir olgu olarak düşünür. Onların kırlardan halk savaşı teorilerini, “hayal” olarak görmekle yetinir, bu eğilimlerin köylülükteki devrimci demokrat enerjilerin ilk filizleri olduğunu görmez.

Öte yandan, sosyalist devrim tezi, pratik mücadele planında kaçınılmaz açmazlarla yüz yüzedir. Çünkü pratik mücadele demokratik halk devrimi yönünde aktı, akıyor, akacak. Bu pratik gidiş, sosyalist devrimcileri, kendi tezleri ile sürekli hesaplaşmak zorunda bırakacaktır. Bu hesaplaşma nasıl sonuçlanır? Gelecek günler gösterecek.

Ancak 12 Mart çıkışında TSİP’in denediği gibi eklektik birlik özlemi yeniden denenemez. Oysa Toplumsal Kurtuluş’un parti adımı içinde, böyle özlemler yatıyor. Artık sol siyasi ortamda yepyeni siyasetlerin doğma şansı yoktur. Geçici gerileme dönemleri böyle bulantılar yaratsa da, olaylar aktıkça “yepyeni” olduğu sanılan siyasi şekillenmeler, hızla, var olan eski siyasi ayrışmalardan birinin nüansına dönüşür ya da doğrudan onlar tarafından emilir, sindirilir. Üstelik 12 Eylül deneyi sol içi saflaşmaları göründüğünün tam tersine, daha da yerli yerine oturtmuştur. Y. Gündem ya da Zemin gibi eğilimler geriye fırlatılış anaforunun geçici köpükleriydiler. Onları abartmak, onlara güç verir. Y. Küçük 1985 sonrası biraz da bunu yaptı. Ve bu liberal soysuzlaşmaya karşı tepki içinde öne çıktı. Ancak onların, bu dönemin, 12 Eylül’ün ilk yılgın yıllarının yıldızları olduğu unutulmamalıdır. Onları büyüterek, hatta artık onları doğrudan muhatap alıp, mücadele etmek, o zavallıların ömrünü belki biraz daha uzatır, Elbette ki sol içindeki liberalleşmeyi küçümsemiyoruz. Ancak biz işimize bakalım. Artık bunca deneyden, hele 12 Eylül deneyinden sonra, %99 pratik esastır. Ancak bu devrimci pratik, onları iyice tüketip, çürümüş gövdelerini yolumuzun üstünden itecektir.