TÜRKİYE’DE PROLETERYA HAREKETİ ve DR. H. KIVILCIMLI – MEHMET YILMAZER

Çağdaş Yol, Sayı 3, Şubat 1988

Giriş

Genel olarak 1960 sonrası devrimci kuşak için Dr. H. Kıvılcımlı bilinmez kaldı. Arkasında güçlü tümenler olmayınca, bütün yaşamını proletarya davasına adamış olsa da, neticede “bir kişi ne olabilirdi? Hızla devrimci ortama akan “genç kuşak” için “saygı” duyulan, “eski bir devrimci” olarak kaldı. Bu yanıltıcı görüntüyü yaratan, çok açık ki, sınıflar savaşında 1960’la başlayan alt üslüktür. Dalga, eskiye oranla öyle hızlı kabardı ki, önceki uzun yılları kalın bir tabakayla örttü, hareketin tarihi olmamışa döndü. Ancak art arda gelen her dalga, ilk kaba birikintiyi kazıdıkça, temeldeki taşlara değmeden edemedi.

Bu noktada en öne çıkan isim şüphesiz ki Dr. H. Kıvılcımlı’dır. H. Kıvılcımlı’nın proletarya hareketimizdeki yeri nedir sorusuna tek bir cümleyle cevap verirsek: O, hareketin bütün tarihidir. Ama yalnızca tarihi değil, aynı zamanda 1960 sonrası hareketle sentezleşen tarihidir. Böylece günümüzle kopmaz bağlarını kurmuştur.

  1. Kıvılcımlı’nın yaşamıyla ilgili bilgilerimiz çok eksik. Ancak onun hayatı, işçi sınıfı mücadelesiyle “hal hamur” olduğu için çokça kararlıkta değiliz.
  2. Kıvılcımlı’nın yaşamı ve mücadelesi en kaba hatlarıyla üç basamağa ayrılabilir. İlk basamak, 1929’lara kadar olan dönemdir. İkinci basamak, 1930’lardan 27 Mayıs öncesine gelir. Üçünü basamak ise, 1960 sonrasından ölümüne kadar aklar.

İlk dönem, Parti mücadelesinin ilk kuruluş yıllarında H. Kıvılcımlı’nın şekillenmesini, ikinci dönem yetkinleşmesini; 1960 sonrası ise parti tarihi ile günümüz mücadelesini sentezleştirme savaşını kapsar.

İlk Basamak: Mücadeleye Giriş ve Şekilleniş

Dönemin olayları üç başlıkta toplanabilir. Dünya açısından, Ekim Devrimi yeni bir çağ açmıştır. Bunun en doğal sonucu ise, dünya devrimcilerinin gündemine RSDİP deneyinin özümsenmesini getirmiştir. Türkiye açısından, Kurtuluş Savaşı yılları, ülkede temelli bir alt üstlüktür. Bu yıllarda H. Kıvılcımlı, bizzat Köyceğiz Kuvayı Milliyesi’nde hem halkın girişkenliğini ve “yürekliliğini” hem de Osmanlı artığı sınıfların “satılıklığını” canlı hayatta yaşar, tanır. Parti açısından ilk kuruluş yıllarıdır. M. Suphi ve Onbeşler devrimci selinin akıp geçmesinin acı deneyi, Ankara’da Halk İştirakiyan Fırkası’nın popülizmi parti tarihinin ilk açılışı olur. Aynı zamanda İstanbul’da İşçi Çiftçi Fırkası, Marksizm’e doğru adım atar. Ve olaylar 1927’de V. Nedim Törlerin partiyi polise teslim eden provokasyonuyla bir dönüm noktasına gelir.

Birkaç cümleye sığdırdığımız olaylar zinciri, H. Kıvılcımlı’nın ilk şekilleniş yıllarıdır. Yıllar kısa olsa da, olaylar, insan düşüncesinde fırtınalı atlayışlar yaratacak zenginliktedir.

1929 yazında, ardında on yıllık partili mücadele deneyiyle Elazığ hapishanesine (kendi deyimiyle “üniversitesine”) yola çıkarken, H. Kıvılcımlı, aynı zamanda her üye gibi önemli bir parti göreviyle de yüklüydü. 1927 provokasyonu yaşandıktan sonra Parti’nin gündeminde köklü bir otokritik görevi vardır.

İkinci Basamak: Yetkinleşme ya da ‘YOL’ Otokritiği ve Tarih Tezi

“Onun için hayatı partinin yaşayışı ile hal ve hamur olmuş, saçını orada ağartmış, başını ona adamış bulunan her mücahit (militan) yoldaş, o parti “günah”ının kefaretini böyle açık seçik satırlarla vermeye mecburdur.

“Mecburiyete uydum.

“Bu gücü ne dereceye kadar başaracağım?”

“Yalnız, elimden geldiği kadar değil, -son Merkez Komitesi’nin kararlarına göre- mecbur olduğum dereceye kadar uğraşacağım.” (Yol, Genel Düşünceler, s. 15)

Bu “otokritik” çabası ve görevi 1930’a kadar geçen Parti tarihinin kesin bir tablosunu vermekle kalmaz, gelecek yıllar için aydınlık bir yol açar. Ortaya kapsamlı bir “Yol” etüdü çıkar. Kompleksten uzak, her okuduğunu anlayan kişi bu etütlerin yalnızca önemli birkaç bölümünü okuduğunda, o dönem varılan teorik kapsamlılık ile 1960 sonrasının teorik geriliğini çarpıcı bir şekilde görebilir. Evet, Yol etütlerinin yalnızca bir bölümü 1970’te Sosyalist Gazetesi’nde yayınlanabildi. Geri kalanlar ancak 1977 sonrasında aydınlığa çıktı. Fakat aynı düşüncenin eri H. Kıvılcımlı oradaki teorik tezleri 1960’lardan sonra defalarca, üstelik daha da geliştirerek dövüştürmüştür. 12 Mart’a gelindiğinde biriken malzeme az değildi. Ama yine de ‘60 sonrası hareketin büyük bir kesimi için bu teorik temel bilinmez kaldı, ya da bilinse de algılanmadı.

Yol etüdüne başlarken H. Kıvılcımlı sorunu şöyle koyar:

“Tekrar edelim. Yol açılmıştır. Bize düşen iş şunlardır:

“1- Yolun neresinde bulunduğumuzu anlamak: Bunun için, bizden öncekilerin geçerken bıraktıkları lambaları yakmalıdır. Yaşanmış denemelerin verdikleri dersleri benimseyerek Parti’nin tarihi mevkiini belli etmelidir.

“2- Bundan sonra geçilecek yolları iyice bilince çıkarmak.

“3- Yolun ve politik yapının özelliklerini elle tutulur hale getirmek.” (ay, s. 28)

Yalnızca, bu otokritiğe başlayış yordamı bile, 1960 sonrası hareketin genel karakteri ile çatışmaktadır. On yıldır, “yol açılmıştır”, “bize düşen… yaşanmış denemelerin verdikleri dersleri benimseyerek Parti’nin tarihi mevkiini belli etmektir.” 27 Ma­yıs sonrası durgunluğundan kopan hareket ise, hem yolu ilk kendinin açtığına, hem de “benimsenecek dersler” olmadığına inanarak yürüdü.

Bu nedenle, geçmişin deneylerinden hız alamadığı için, günlük pratikten öğrendi, zikkzaklar aşırı savrulmalar kaçınılmaz oldu. Biz geçmişten öğreneceklerimiz olduğuna inanarak, o günlerin derslerini bir film şeridi gibi görelim.

“Yol” otokritiği 1930 öncesini başlıca iki konağa ayırır: Başlangıç Konağı: Ütopizm; “Hazırlık Konağı: Marksizm’e doğru.”

Başlangıç ya da Ütopizm Konağını ”Onbeşler” ve “Halk İştirakiyun Fırkası” temsil eder.

Onbeşler: “Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Marks’ın Paris Komünarları için dediği gibi: ‘Göklere sıçrayan kahramanlık’ timsalidirler. Tıpkı gene Paris Komünacılarını kasıp kavuran, haddinden aşırı “saf çocukluk” vasıflarına kurban olup gittiler… Mustafa Suphi hareketi özü itibariyle bir Bakuninizm’den ibaretti. Burjuva paşasının hilesine kanarak, Bolşevik Devriminin serbest bıraktığı esir Türk subay ve erlerinden alelacele yaptığı bir alayla Türkiye’de Bolşevizm’i kurmaya yürüdü.” (Yol: Partide Konaklar ve Konuklar s. 101-102)

Kıvılcımlı bu eleştirisini şu şaşmaz prensipçil temele oturtur:

“Türkiye Marksistleri geçmişin bu acı ve kanlı hatıralarını gönüllerine ölmez izlerle yazarlarken, ilk tecrübelerin niçin bozguna uğradığını da izah etmeyi bilirler. Ve bu izahta ne denli başarılı olurlarsa, harekette de o derece başarılı olacaklardır.” (ay, s. 100)

Onbeşlerin temelli hatalarını H. Kıvılcımlı dört başlıkta toplar:

1- Dünya ölçüsünde devrimde sırf dış yedek güçlere dayanmak:

“Onlar sırf dış güçlere; proletarya diktatörlüğüne dayandılar.

“Pekala biliyoruz, Türk burjuvazisi de o dış güce, yani proletarya diktatörlüğüne dayandı. Bolşeviklerden para, silah, asker ve her şey aldı. Fakat bu aldığı vasıtaları, Anadolu’da kurduğu siyasi, idari ve askeri burjuva teşkilatlarının çerçevesine tabi tuttu. Yani önce iç gücünü teşkilatlandırdı. Her türlü bağımsız halk hareketi ve teşkilatlanmalarını yaşatmamak için ne lazımsa her tedbiri aldı. Ve ancak özel mülkiyeti emniyet altına almak suretiyle Bolşevizm’e dayandı. O iki şeyi aynı zamanda başaramasaydı, Kemalizm’in yerinde çoktan yeller eserdi.

2- Bir memleket ölçüsünde objektif ve realist olamamak:

“Onbeşler’in harekete geçtikleri zaman dünyadaki sınıf ilişkileri şiddetle devrim lehinde idi. Fakat bu ilişkilerin Türkiye’deki özelliklerini, yani Türkiye halkının devrimci eğilimlerini öldürmek isteyen faktörleri Mustafa Suphi ve yoldaşları dikkate alamadılar.

3- Öncü ölçüsünde gizli faaliyeti hiçe saymak;

4-Teşkilat yokluğu” (ay, s. 106-108)

Sovyet devriminin ülkemize savurduğu bu ilk devrimci sel dört başlı hatasının kurbanı olur ve akıp geçer. Onların örnek alınacak yanları “İnkilapçı Kanatlanış”larıydı. Ancak ardından gelen “Halk İştirakiyun Fırkası”: “1- Onbeşler’in olumlu sahalarından çok olumsuz yanlarına mirasçı olmaktan kurtulamayacaktı. 2- Onbeşler’den bambaşka bir sahaya; Parti teşkilatı, Meclis fa afiyetleri ve ilh. gibi yeni yeni alanlara dö­küldükçe, Onbeşler’de görülmeyen yepyeni ve oldukça feci hatalara düşecekti.” (ay, s. 100)

Halk İştirakiyun “işçi, köylü tabirlerini bol bol harcadığı” halde “onun ağır basan tarafı, sınıflar üstünde, hatta sınıflardan bambaşka bir halk tasavvur” etmesidir. Böylece “Bolşevizm’le burjuva insaniyetçiliğini birbirine karıştırmaktan” kurtulamamıştır.

Halk İştirakiyun özlediği geniş halk yığınlarından kopuk kaldıkça “var kuvvetiyle Meclis’i fethetmeye” girişti. Kemalizm karşısında açık, gizlilikten yoksun, Meclis’e umut bağlayan, Halk İştirakiyun, Kemalizm’in 1921’lerden sonraki dönüşüyle dağıldı.

Hareketin başlangıç konağının temsilcileri Bolşevizm’den etkilenmişlerdi, fakat özce (teori ve pratikleriyle) Bolşevizm’e değil, tersine Rusya’daki Marksizm öncesi Narodnik akımlara denk düştüler. Hiç şüphesiz ki, Ekim Devrimi sonrası artık bir ülkedeki herhangi bir halk muhalefeti Bolşevizm’e özenmeden edemezdi. Ancak bu hareketlerin kabuğunun içindeki özü seçmek gerekliydi.

Bizde Onbeşler ve Halk İştirakiyun, Marksizm Öncesi Ütopizm ve Popülizm konağını temsil ettiler.

Onbeşler Bakü’de derlenirken aynı yıllar da önce Almanya’da “Kurtuluş” dergisi çıkar, ardından 1919’larda İstanbul’da İşçi Çiftçi Fırkası kurulur. Fakat hareketin iki kanadı, Onbeşler ve Halk İştirakiyun kanadı ile İşçi Çiftçi Fırkası Kanadı zamandaş olmalarına rağmen, pratikte birbirinden kopuk kalmışlardır. Bunu yalnızca Kurtuluş Savaşı’ndaki Anadolu-İstanbul bölünmesine bağlamak yeterince açıklayıcı olamazdı.

“Teorik olarak tersine, her iki hareketin birleşmekle kuvvet bulacağını fark etmek mümkündür. Ancak somut hayatta böyle bir şey olmadı. Demek olmayacaktı. Bu sahada, kuru hayıflanmalardan ziyade, ileri için, hareketin bütün Türkiye ölçüsünde sentezleşmesi için tarihi bir ders çıkarmak ve bu dersten Marksistçe yararlanmayı bilmek daha realistlik olur.

“Bununla birlikte fiili sahada ayrı kalış, bu iki hareket için sırf kötü bir tesadüften veya bir anlayamazlıktan, anlaşamazlıktan ibaret değildir. İki hareket kökten ve ana telakkiler bakımından iki ayrı aşamayı temsil ediyorlardı. Teorik temelce iki başka zihniyeti ifade ediyorlardı.” (Yol, Partide Konuklar ve Konaklar, s. 131)

Bu iki ayrı aşama neydi? Onbeşler ve Halk İştirakiyun işçi sınıfı ile bağ kuramayan Ütopizm ve Popülizm dönemi oldu. Rusya’da Marksizm öncesi Narodnik harekete ve onların çeşitli nüanslarına denk düştüler.

1919 İşçi Çiftçi Fırkası ise daha çok 1883 Emeğin Kurtuluşu grubunun kurulmasıyla başlayan Marksizm’e doğru hazırlık konağına denk düştü. Legal Marksizm ve Ekonomizm konaklarını yaşadı.

Bizde 1922’lerdeki Akaretler Kongresi “İkinci sayılmıştı. Fakat bu hakikatte Rusya’nın 1898’deki birinci kongresine pek benzer. Her iki kongrenin de öz hedefi: Dört bir yana dağılmış bulunan devrimci hareketleri, -şimdilik temayülleri ne olursa olsun- şöyle bir derleyip toparlamak idi. Dağınık cereyancıkları Aydınlık grubu çerçevesinde partileşmeye doğru hazırlamak idi” (ay, s 140). Ancak Akaretler Kongresi henüz “devrimci hareketleri” derleme adımı olduğu için doğrudan Bolşevizm olamazdı. Olmadı…

Legal Marksizm’i bizde Sadrettin Celal’in başında bulunduğu Aydınlık dergisi (1922-1927) temsil eder.

Ekonomizm’i (1926-1927) V. Nedim Tör ve S. Süreyya’nın içinde bulunduğu “Seka” temsil eder.

“Mesela Aydınlık denince hatırımıza gelen onun sahibi ‘Sadrettin Celal Bey’ olur. Aydınlık çok kere daha devrimci unsurların elindeydi. Fakat yeni hamlelere işaret olan yazıları, -kiler sıçanı gibi gizli gizli- sistematikman kemiren kişi Sadri’dir. Sadrettin Celal, İstiklal Mahkemesi’nde, devrimciliğin sırf ‘harici havadislerle alakadar olduğunu’ iddia etmişti. Demek istiyordu ki, ben Türkiye’de Marksist devrimle o kadar alâkadar değilim. Maksadım dünya hadiselerinde köktenci bir objektiflik göstermektir… Bu yüzden Aydınlık, gizlemiye çalışsa bile, daima “Kanun dairesinde mütevazi, dürüst ve hayırhay bir reform iddiası olarak kaldı.” (ay, s. 142)

“1926 Viyana Konferansı: Aydınlıkçılığın her sahadaki darmadağınıklığına vurulmuş ilk sınır Parti programının özendirilmesi” oldu. (ay, s. 140).

“Fakat programda birlik, taktikte selameti icap ettiremezdi ve ettiremedi. Nitekim daha iki yıl, 1926 ve 1927 seneleri, programa rağmen; Leninizm’in siyasi açıklamalarında ve bütün milli hoşnutsuzluklar ölçüsünde itham ve ajitasyon taktiği; Müterakkipçi (ekonomist bn.) ve legal Marksizm’in iğrenç bazı zaruretlerle devamlı olan mahut ‘Seka’ya kabul ettirilemiyordu.

“1927 yılı her türlü tufeyli (asalak) yapışkanlığın ve iğrenç geçinme imkânlarının birden bire yok olduğunu gören Müterakkipçilik: Belki hiçbir partinin tarihçesinde örneğine rastlanılmamış bir skandal ve provokasyon sarası içinde kıvranıp gömüldü.” (ay, s. 141)

Parti’deki bu “örneğine rastlanılmamış” provakasyonu hazırlayan koşullar neydi? 1920’ler Kemalist burjuvazinin ilk günleridir. İktidarını sağlamlaştırmak için Türk burjuvazisi, İstanbul’da patlak veren grevler ve Şeyh Sait Kürt isyanıyla birlikte 1925’te Takrir-i Sükun Kanunu’yla İstiklal Mahkemeleri dönemini açtı. Aydınlıkçılık ve kuyrukçuluk bu birkaç yılın aldatıcı ortamının ürünü oldu.

“Mütareke ve ondan sonraki üç beş aylık aldatıcı ve ‘mürdezad’ (ölü doğmuş) piç burjuva demokrasisi onların bütün dünyasıdır. O piç demokrasinin yarattığı yalancı (legalite+anti-emperyalizm) hamlelerine her nasılsa kapılmışlardır.

“Niçin kapılmışlardır?

1- Legalite: Kuyrukçu küçük burjuvanın bir işe girebilmesi için o işte bir tehlike görmemeye ihtiyacı vardır.

“2- Anti-emperyalizm: O zamanki Türkiye’nin bütün sınıfları için (birkaç komprador müstesna) biricik prensipti. Küçük burjuva ve burjuva aydınları için en cezri (köktenci) lafebeliği ancak anti-emperyalizm sahasında yapılabilirdi. Şu halde kuyrukçuluk, burjuva vatanperverliğinin ‘Marksist’ frazeolojiyle ifade edilişinden başka bir şey değildi.” (ay. s. 175)

Bu “Marksist lafebeliği” yapan “burjuva vatanperverliği” Partiden kopuştuktan sonra, Kadro Dergisi çevresinde Kemalizm’in ideologluğuna soyundu. Böylece Parti tarihinde bir dönem daha kapanmış oluyordu.

H. Kıvılcımlı, Parti tarihinde Aydınlık dönemini (Legal Marksizm): Program sapıklığı; Viyana Konferansı sonrası “Seka” dönemini (Ekonomizm): Taktik sapıklık olarak tespit eder… Bu dönemler 1927 provokasyonu sonrası aşılmış olur. Hiç şüphesiz ki, zengin bir mücadele ortamında değil Şark toplumunun kısırlığı ve Takrir-i Sükun zılgıtı altında olaylar akmıştır.

1927 sonrasını, H. Kıvılcımlı, “Konak yakmak ve Bolşevikleşme” olarak görür. Ancak bu döneme daha girilir girilmez Parti “dar-Amelecilik, Komünizm Softalığı: Ultimatomculuk”la yüz yüze gelir.

“Bizde Ultimatomculuk, Kuyrukçuluğun temizlenişinden sonra belirir. Sağa vurmakta fırka çizgisine uygun gidenlerden bir kısmı, Kuyrukçuluğun birdenbire provakasyonu ve intiharı üzerine doğan geçici dağınıklık devrinde, Fırka mihverinde dümen tutturamayarak, fırtınaya tutulmuş takalar gibi mukabil kutba, sol uç kayalıklarına çarptılar.” (Yol, Parti ve Fraksiyon, s. 50) Bu fraksiyoncu dar ameleciliğin intiharı ise, 1929 İzmir Tevkifatıyla olmuştur.

1934’ler sonrası özellikle 1935-38 arası Parti, H. Kıvılcımlı’nın içinde bulunduğu “Parti Triumvirası”; “Kıvılcımlı, Hasan ve Vasıf” yönetimde Yol Otokritiği doğrultusunda adımlar atmıştır. “Legaliteyi İstismar” taktiği doğrultusunda Parti’nin o güne kadar içinde olduğu “teori kırıntıcılığı” “Marksizm Bibliyoteği”, “Emekçi Kütüphanesi” ve “Günün Meseleleri” propaganda faaliyetiyle önemli ölçülerde aşılmıştır.

1938’de gelen Donanma Tevkifatı, Parti’nin bu olumlu yönelişini yeniden uzun yıllar kesintiye uğratmıştır.

“YOL” Otokritiğinde Türkiye Sınıflar Yapısı

Burada Yol Otokritiğine başlanırken çizilen iskeletin diğer maddelerine gelinir. “Bundan sonra geçilecek yollan iyice bilince çıkartmak, yolun ve politik yapının özelliklerini elle tutulur hale getirmek.”

Kısa, ancak bin bir altüstlükle yüklü on yılın Parti deneylerini, gelecek Konağı tespit eden Kıvılcımlı, buna bağlı olarak Türkiye ekonomisi-politikası ve sınıflar yapısını, aynı otokritikte “elle tutulur” hale getirmiştir.

1960 sonrası en çok tartışılan teorik sorunlardan “önümüzdeki devrimci görev”, “strateji bahsi”nde şöyle belirlenir:

“Varılacak konak, gaye, hedef nedir? Bu soruya cevap vermek için keramet sahibi olmaya lüzum yok. Türkiye’de Türk burjuvazisi kendi devrimini yaptı. Bu devrimi bitirdi mi, bitirmedi mi? Bitirebilir mi, bitiremez mi? Bunu bir tarafa bırakalım. Dünyanın herhangi bir kapitalist sınıfından beklenilmeyen ve alınamayan şeyi, Demokratik Burjuva Devrimi’ni son haddine vardırmayı, bizim burjuvaziden ummak boşunadır. Türkiye sermayedarlığı ununu elemiş, eleğini duvara asmıştır. Fazlası: Fazla-kar, artı-değer çekmekten ileriye geçemez. Şu halde bize, Türk proletaryasına, bütün memleketler işçi sınıfına düşün bir görev kendini dayatıyor: Burjuvazinin bıraktığı yerden başlamak! Türk burjuvazisi, Türkiye’nin sömürge kurtuluşu mücadelesinde devrimci rolünü oynadı ve zaferden sonra kendi soygun düzenini kurdu. Zaferin ganimeti ile yaşıyor. Türk proletaryası, yarım kalan ve yarım bırakılmak istenen işi bütünleştirecek: Sömürge kurtuluşunu yapan Türkiye halkını sosyal kurtuluşa götürecektir” (Yol, Strateji Bahsi, s. 9)

Tespitte hiçbir yakıştırma yoktur. Bu özlü tahlili şöyle şemalaştırabiliriz:

  1. Türk burjuvazisi sömürge kurtuluşu mücadelesinde devrimci rolünü oynadı.
  2. Zaferden sonra kendi soygun düzenini kurdu.
  3. Bizim burjuvaziden demokratik burjuva devrimini son haddine vardırmayı ummak boşunadır.
  4. Gerçek sosyal kurtuluş yarım kaldı ve yarım bırakıldı.
  5. Proletaryaya düşen sömürge kurtuluşunu sosyal kurtuluşa vardırmaktır.

1960 sonrası tartışmalar hatırlansın. Burjuva devriminin tamamlandığı tezinden, Kemalizm’in “anti-emperyalist” yanma takılıp ona aşırı misyonlar yüklemeye, hatta işçi sınıfının rolünü küçümsemeye kadar varan pek çok görüş, bir on yıl kıyasıya “teorik savaş” yürüttü. Parti tarihinin derinliklerinde ise sorun basitçe, “keramete” gerek duyulmadan formüle edilmişti.

Stratejik amaç böyle konuşulunca, “düşman” ve “ihtiyat” güçler tespitine geçilir.

Yol otokritiğinde Kemalizm, bir cümleyle en çarpıcı şekilde bütün görüntülerinden soyundurulur:

“Bismarkizm, serbest rekabet devrinin Bonapartizmi’dir. Kemalizm mali oligarşi Bismarkizmi’dir.” (Yol, Genel Düşünceler, s. 83)

“Ekonomik yapı özellikleri”miz: “Özellikle banka sermayesi”, “Tekelci sermaye”, “Devlet sermayesi ve kaynaşması” ve “yabancı sermaye” başlıkları altında didik didik edilir.

Birkaç kesit verelim.

“Üç büyük devlet bankasının (Ziraat, Sanayi ve Maadin, Emlak ve Eytam), halktan birer birer aldıklarını, yerli burjuvaziye toptan verdiği ve üç başlı canavarın, yerli milli sermayeye dadılık ederek onun palaz­lanmasından başka bir gaye gütmediği bir sistemdir.” (Yol, Düşman: Burjuvazi, s. 66)

“Yerli milli sermaye”nin yapısı, olayı daha da aydınlatır.

“Türkiye’de ‘yerli-milli’ dediğimiz banka sermayesine sermayeye 1/2 oranında ve sermayenin temerküzü itibariyle 16 misli hakim olan sermaye biricik İş Bankası’dır… 1929’da tekmil yerli-milli bankalar, 5,3 milyon küsur lira kâr ediyorlar. Bunun %78’i 4 büyük bankanın… Fakat %31’i de biricik İş Bankası’nın… Yani biricik İş Bankası, 34 küçük ‘yerli-milli’ bankanın 1/2 sermayesi ile %34 bankanın 1,5 mislinden fazla kâr ediyor!” (ay, s. 67)

Öte yandan, “Türkiye’de hemen bütün sınai büyük şirketler, 2’si ‘Ecnebi-Milli’ ve 4’ü büyük, 4’ü küçük olmak üzere 8 ‘yerli-milli’, 10 bankanın elinde temerküz ediyor.” (ay, s. 83)

Yol Otokritiğinde detaylıca irdelenen Kemalist ekonomi-politikanın yalnızca birkaç paragrafını aktardık. Ancak öz belli. Türk burjuvazisinin ununu eleyip, eleğini duvara astıktan sonra soygun düzenim nasıl ve hangi yollardan kurduğu, hiçbir yakıştırma yargıya kapılmaksızın teşhis edilir.

Hedef böyle tespit edildikten sonra, ihtiyat kuvvetlerin irdelenmesine geçilir.

İhtiyatların en genel durumu şöyle tespit edilir:

1. Garpte: Amele+Fakir köylü ittifakı, 2- Şarkta: Amele+bütün köylülük” (Yol, Strateji planı, s. 10)

İşçi sınıfı ve köylülüğün ortak hedefi, kır ilişkilerinin derin bir analizinden çıkar:

“1- Ağa (Derebey artığı): Çalışkan köylüye her türlü ödünç verdikçe yavaş yavaş bir nev’i ayni tefecileşir. Kemalizm bu vetireyi körükler.

“2- Tefeci: Çalışkan köylülerin mülklerini zapt ettikçe büyük arazi sahibi olur ve büyük arazi sahibi sıfatıyla iş kuvvetini daimi surette borçlu (kendine bent) ettikçe bir nevi toprak bent sahibi olur. Derebeğileşir.

“3- Mali-Sermaye: Bankalar doğrudan doğruya köylüye değil, tefeci-sermaye (tüccar, fabrikatör) vasıtasıyla kredi açarak, tefeciliği yamanlaştırır ve genişletir. Tefecilik, mesela kredi kooperatifleri, yavru bankacıklar ve ilh. yollardan bankalarla kaynaşarak mali sermayedarlaşır.

“4- Devlet: Görüldüğü gibi en büyük bankerdir. Mesela, tefeciliği kredi kooperatifleriyle sistemleştiren ve köylüye ancak tefeci sermaye vasıtasıyla ödünç veren Ziraat Bankası, köylünün emeğiyle biriktirilmiş devlet bankasıdır. Yalnız Ziraat Bankası’na bakmak Kemalist devlet cihazının ne berbat bir tefeci ve mali sermayedar cihazı olduğunu görmek için kâfidir.” (Yol, Müttefik: Köylü, s. 170)

Ve bu “dört unsur bir tek vücut (Kemalizm)”dir.

“Strateji Planı”nın son bölümü “ihtiyat-kuvvet: Milliyet (Şark)”da bugün artık günlük gazete manşetlerinden inmeyen “Kürt Sorunu” irdelenir. Yerli yerine oturtulur.

Yol otokritiği TKP’nin ilk on yılının de neylerinden çıkartılan dersler ve aynı zamanda partinin gelecek yılları için yürünecek yolun temel taşlarıdır. “Yol” otokritiği H. Kıvılcımlı açısından, parti mücadelesine egemen olan “teori kırıntıcılığı” ve “ilkellikken kopuşma olur. Ancak parti, aynı ilkellikten kopuşabilmiş midir? Dönem dönem bunu başarsa da Yol otokritiği parti çizgisinde sürekli ve kesin egemen olamamıştır. Partinin her tevkifattan sonra uzun dağılışlara uğraması, sapıtmalarla aşın zayıf düşmesinin nedeni, bir tek kelimeyle, teorik özünü, çekirdeğini pekiştirmemesinde yatar. Bu günden baktığımızda, devrimcilerin ancak yüzlerle sayılabildiği günlerde teorik kofluğun, pratik açısından ne denli korkunç sonuçlar doğurabileceğini daha iyi kavrayabiliriz. 1960 sonrası binler­le hatta yüzbinlerle sayıldığımız günlerde teorik ve taktik boşluklarımızın bedellerini acı acı ödedik. “Dev” gövdelerin, sağlam teorik temellere ve hassas taktik hatta oturmadığında, bir darbeyle düştüğü korkunç kaosu yaşadık. Bu deneylerden sonra artık tek parti dönemi parti hareketinin sancılarını kavramak zor olmasa gerek.

Belirttik, Yol otokritiği, H. Kıvılcımlı açısından, parti tarihindeki. Popülizm, legal Marksizm, ekonomizm sapıtmalarından kopuşma oldu. Bu kopuşmadan sonra kıyasıya pratik savaş ancak 3-4 yıl sürebilmiştir. 1938 Donanma tevkifatıyla H. Kıvılcımlı, yeniden 15 yıl pratik mücadelenin canlı akışından koparılır. Kendi cümleleri ile bu yıllar şöyle özetlenir:

“Bunu (Yol otokritiğini bn.) o zaman içinde bulunduğum Santral Komite’ye bir tartışma plâtformu olur umuduyla verdim… Üst üste tevkifler, mahkemeler ve en sonunda 1939 Donanma davasında (Askeri isyana tahrikten 15 yıla mahkûm edilişim) ideolojik tartışma özlemimi kursağımda bıraktı.” (Kim Suçlamış)

Ancak gelişim, dört duvar arasına sıkıştırılsa da, durmaz. Bu uzun yıllar, H. Kıvılcımlı için özellikle Tarih Tezi’nin şekillendirmiş yılları olur.

Geri Ülkelerde Devrim Sorunu ve Tarih Tezi

“Yol” otokritiğini partinin on yıllık pratik deneyi yaratmıştır. Tarih Tezi’ni doğuran koşullar nelerdir? Hiç şüphesiz ki, Tarih Tezi, uzun cezaevi yıllarının, vakit dolduran bir aydın çabası değildir. Pratik içinde pişmiş, kendini parti mücadelesine adamış H. Kıvılcımlı, pratik mücadeleden zorla koparılsa da, aynı mücadelenin pratik ihtiyaçlarından kafaca koparılamazdı.

Tarih Tezi’nin genel gerekçelendirilmesini, 1970’de biraz da Marksizm softalarını alaya alarak, şöyle yapar:

“Böylece Antik Tarih üzerine açılan her problem ölü noktada örtbas edildi. Bu nokta mezara çevrildi. Bu mezarın kapılan İkinci Cihan Savaşandan sonra ansızın açıldı. İçinden hiç umulmadık canlılıkta geri kalmış ülkelerin akıncı eğilimleri fırladı. Bunlar Çin’den Afrika’ya, Küba’ya dek Antiklik’ten ve egzotiklikten başka değerlerine metelik verilmeyen yeryüzü ülkeleriydi.

“Geri ülkeler, klasik burjuva mukaddes ve muazzez (kişi mülkiyeti) prensibine metelik vermeksizin, doğru sosyalizme akın etmişlerdi. Avrupa yeni bir ‘Ulusların Göçü’ne uğramışa döndü. Hayat gibi kültürün de bütün değerleri sarsıldı…

“Marksizm’e içten inanmış, Batılı sol düşünürler vardı. Sömürgeler dünyasındaki gidişin sırrını aramaya koyuldular. Marksizm metinlerinde üzerine oturtulmuş bir işaret bulunup bulunmadığına eğildiler. Samimi idiler. Müslüman kişiler, uçağı ve radyoyu Kuran ayetlerinde daha önce belirtilmiş görmüyorlar mıydı? Kimi Marksistler de o saf ve iyimser düşünüş ile Marks’ın dışında ‘hakikat’ bulunamayacağına inanmışlardı.

“Hakikati buldular. Marksın İkinci Cihan Savaşı ortasında gürültüye gelmiş Grundrisse (Kapitalizm-öncesinde Mülkiyet Biçimleri) yazısı ortada idi.” (Toplum Biçimlerinin Gelişimi, önsöz, s. 14,15)

Tarih Tezi’nin işlenmeye başladığı yıllar 1935’lere kadar gider. Hatırlardadır, dünyada ve bizde “Asya tipi üretim tarzı” vb. tartışmalar, gerçeklikleri çarpıtmak pahasına da, ancak 1960’lar sonrası hız kazanmıştır. Bir objektif zorunlulukla geri ülke devrimlerinin her göze batar hale gelmesiyle.

Oysa geri ülkelerde devrim problemi, 1917’ler sonrası dünya gündemine girmiş, bundan dolayı Komüntern’in özel ilgi alanlarından birisi olmuştur.

İşte Tarih Tezi’ni dayatan objektif gerçeklik, geri ülkelerde sosyal devrim imkânının gündeme gelmesidir. Türkiye’de Osmanlılıktan çıkan, daha doğrusu bir türlü çıkamayan, Antik Tarih’in en son halkalarından birinin toprağı üzerinde şekilleniyordu.

Tarih Tezi’ni yaratan subjektif gerçeklik ise, 1935’lere gelindiğinde, emperyalist talan güdüsüyle de olsa, Antik Tarih, arkeoloji kazılarıyla mezarlarından, yeryüzüne yeterince çıkarılmıştı. Bu birikim Marks-Engels çağında henüz son derece cılızdı. O nedenle Marks-Engels bu alanda dahiyane öngörüler yapmış olsalar da, tüm Antik Tarihi kucaklayamamışlardır.

Sorunu en kaba görüntüleriyle koymaya çalışalım.

Antik medeniyetin beşiği olan ülkeler, bugün kapitalizm açısından geriliğinde beşiğidir. Artık medeniyet soysuz gücüyle hangi kara parçalarını yaladı ise, oralar bugün çorak geri ülkeler olarak isimlendiriliyor. Buna İtalya, İspanya, Portekiz gibi Avrupa kıtasındaki antik medeniyet beşikleri de dahildir.

Neden Çin’den Irak’a Roma’ya dek dizilen ülkeler medeniyete ilk girdikleri halde, kapitalizm medeniyete en son giren İngiltere’de patlak vermiştir?

Ve neden 7000 yıllık batış çıkışlarına rağmen Antik Tarih’te sosyal devrim imkânı olamamış, ilk sosyal devrim “Avrupa Orta Çağı’ndan kapitalizmle atlayışla mümkün olmuştur?”

Bu sorular Tarih Tezi’nin iskeletidir. Tarih Tezi hiç şüphesiz ki “bugünkü Türkiye’yi anlamak” noktasından yola çıkmıştı, soruya bulunan cevaplarsa ilk çıkış noktasını çok aşmıştır.

Tarih Tezi’ni bu yazı çerçevesinde irdelemek mümkün değil. Ancak onun en önemli unsuruna “üretici güçler” teorisine değinmek zorundayız.

“Klasik Tarih, metafizik metodu yüzünden; her çağın yalnız en mükemmel örnek yanını ele almıştır. Doğuş ve ölüş anlarını yeterince önemsememiştir. Diyalektik metodlu klasik tarihsel maddecilik; hangi çağda olursa olsun, insan toplumunun genel olarak ve son duruşmada, “ÜRETİCİ GÜÇLER”le hareket ettiğini göstermiştir. Ama özellikle her çağda ve hele bir çağdan ötekine geçiş konağı içinde, o yere ve zamana göre somut olarak hangi “üretici güçler”in ayrı ayrı nasıl rol oynadıklarını araştırma ve bulma yetkisini artık felsefe yerine yalnız ve ancak olaylara dayanan sırf bilime ısmarlamıştır.

“Üretici güçleri başlıca dört bölüme ayırabiliriz:

“1- TEKNİK: Toplumun tabiatle güreşinde kullandığı cansız araçlar ve kullanımları. Aygıtlar, avadanlıklar (aletler, cihazlar) ve metodlar (usüller).

2- COĞRAFYA: Toplumu doğrudan doğruya dışarıdan, daha doğrusu mekân içinde çevreleyen maddi ortam. İklim, tabiat vs.

“3- TARİH: Toplumu doğrudan doğruya içeriden, daha doğrusu zaman içinde çevreleyen manevi ortam. Gelenek, görenek, kalıntıları, vs.

4- İNSAN: Toplumun gerek dış-maddi ortamını, gerek iç-manevi ortamını teknik araçla işleyen Kollektif Aksiyon (topluca eylem), zor ve şiddet anlamlı “Güç”, vs.

“Sosyoloji bakımından yukarıdaki dört ÜRETİCİ GÜÇLER dalından yalnız birisi, TEKNİK üretici gücü ele almak mümkündür; soyutlaştırılmış (tecrit edilmiş) sosyal olaylar hiç değilse bir kerteye dek teknikle aydınlatılabilir. Hele modern çağda teknik olağanüstü gelişkin olduğundan, öteki üç grup üretici güçler belirli süre için değişmez sayılırsa, yalnız başına teknik üretici güçler, sosyal olayların gidişine jalon (yol gösterici sırık) rolünü oynayabilir.

 “Tarih bakımından teknikle birlikte (coğrafya-tarih-insan) sözcükleriyle özetlediğimiz öteki üç üretici güç de ele alınmadıkça yeterli aydınlığa kavuşulamaz. Çünkü tarih son derece somut bir konudur. Robenson masalındaki gibi tek başına kalmış uyduruk insanın değil, gerçek insanın eylemidir. Gerçek insan; hem TOPLUM YARATIĞIDIR, hem TOPLUM YARATICISI’dır. Tarih o gerçek insanın; belirli geçmişinden kalma GELENEK GÖRENEKLER’le, içinde yaşadığı belirli coğrafya ve iklim şartlarına göre, belirli bir tekniğe ve metoda dayanarak yaptığı yaşama güreşinde, gene belirli bir seviyeye ulaşmış kolektif aksiyonundan doğar ve gelişir. Tarihte her şeye can veren bu kollektif aksiyondur.

Onun için, arttırmamız SOMUT TARİH olduğu ölçüde, insan aksiyonunu manivela gücüyle on kat, yüz kat ve ilh. büyüten üretici tekniği elbet başta tutacaktır. Ama hele Antika Tarih toplumunda yalnız başına teknik insanı umutsuzluğa düşürecek kadar yavaş gelişmiştir. Buna karşılık: Her toplumun içinden çıktığı tarih gelenek-görenekleri, içine girdiği coğrafya etki-tepkileri altında gösterilmiş, insanca kollektif aksiyon teknikten hızlı davranmıştır, denilebilir. Onun için, özellikle Antika Tarih’te, dört küme üretici güçlerin dördünü birden hesaba katmak gerekir. Yalnız teknik, olayların tümüyle aydınlanmasını değil, şemalaştırılmasını bile yapmaya yetmez.

“Modern Toplumda Teknik: Maddi Coğrafya ve Manevi Tarih üretici güçlerini öylesine kökten ve kolaylıkla havaya uçurabiliyor ki, toplum hareketinde yalnız teknikle kollektif aksiyon karşı karşıya kalmış gibidir. Gene de, hangi toplum biçiminde olursa olsun insan: 1- Kendinden önce gelmiş, geçmiş kuşaklardan arta kalan gelenek-göreneklere göre, 2- İçinde bulunduğu coğrafya ortamına göre, 3- Elinde tuttuğu tekniğe göre bir kollektif aksiyon başarır. Tümüyle insanlığa, dört başlı üretici güçler içinde teknik, en son duruşmada ağır basmıştır. Ama Antika Tarih’te her belirli medeniyet için, kollektif aksiyon üretici gücü azaldığı zaman, coğrafya üretici gücü durmuş, görenek ve geleneğin üretici gücü dağılmış, teknik gerilemiştir. Böyle bir medeniyet karşısında, tekniği daha güçlü olmasa bile, yeni bir coğrafya üretici gücünü temsil eden gelenek-görenek ve kollektif aksiyon güçleri daha üstün olan geri bir barbar toplum, kolayca zafer kazanmıştır.” (Tarih-Devrim-Sosyalizm. s. 18-19-20)

Antika Tarihi açıklayabilmek için, Bilimsel Sosyalizmin üretici güçler teorisi, dakikleştirilip, sistemleştirilmek zorundaydı. H. Kıvılcımlı Tarih Tezi’nde bunu yapar. Tarihin somut gidişi, ilkel toplum, köleci toplum, feodal toplum skolastik kavrayışına sığmıyordu. Bu, tarihin en kaba didaktik bir anlatımı için cılız bir bilgi verebilirdi. Ancak, “Avrupa Orta Çağı”ndan gerilere 7000 yıllık Antika Tarih denizine açılmadığında bu tasnifin hiçbir açıklayıcı yanı kalmaz. Orada medeniyet (kent) ile orta ya da yukarı barbarlık konağındaki insan kümelerinin, birbirine çekilişi, tarihcil devrimlerle medeniyetlerin yıkılışı ve yeniden dirilişi yaşanmıştır.

Geri ülke devrimlerinde Tarih Tezi’nin önemi nedir? Nasıl Antik Tarihi yalnızca teknik üretici gücü ile açıklamak imkânsızsa, geri ülkelerdeki sosyal devrilişleri, yalnızca kapitalist üretimin gelişimi ile açıklamak imkânsız değilse de olayların zenginliğini kavrama da yetersiz kalır. Kapitalizm buralarda henüz Batı kapitalist anayurtları ölçüsünde, tarih (gelenek, görenek kalıntıları) ve insan (kollektif aksiyon) üretici güçlerini kendi yordamınca çiğneyip, sindirip yok edememiştir. Her sosyal devrilişte bu üretici güçler şu ya da bu kılıkta ortaya çıkar. Türkiye’de, Mısır’da, Irak ve Libya’da genç subayların davranışı ya da İran’da Mollalar olayı, bunlara en güzel örneklerdir.

Öte yandan, Antik Tarih’te Medeniyet: Bezirgan ekonomisidir. Tefeci-bezirgan sermaye üretimden kopuk karakteriyle antik toplumları taşlaştırmış, küçük üretimi çoraklaştırmıştır. Bu nedenle geri ülkelerde kapitalizmin gelişimi daima alnında tefeci-bezirgan sermayenin damgasını taşımıştır. Bu, kapitalizmin en sancılı gelişimine denk düşer. Bu ülkelerde kapitalizmin gelişimiyle üretim biçiminden, sosyal yapı şekillenişlerine kadar, pek çok antika-modern karması melez yapılar şekillenir. Ve kendi çelişkilerini sınıflar mücadelesine yansıtırlar. Örneğin Avrupa Ortaçağı’ndan kapitalizme sıçramış Batı Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da burjuvazi kendi devletini şekillendirmiş ve devlet daima burjuva egemenlerin gölgesinde kalmıştır. Oysa Antika Tarih’in beşiği ülkelerde kapitalizmi de, hatta gerekirse “sosyalizmi” de gelenekçil devlet sınıfları getirmiş görünürler. Bu ülkelerde palazlanan burjuvazi hep devletin gölgesinde kalmıştır. Libya ve Suriye gibi ülkeler de ise, getirirse, “sosyalizmi” de “devlet” getirecektir.

Antika Tarih’ten, modern tarihe giren ülkelere Batı’nın merceğinden bakıldığında, bu olgular açıklanamaz olarak kalır.

Bütün bunlar soyut formüllerle değil, ancak Antik Tarihin 7000 yıllık somut gidişi, bir zembereğin boşalıp, yeniden gerilişini andıran kalp atışlar, kavranmadıkça aydınlatılamaz.

Burada, pek tek yanlı ve çarpıtılmış olarak ta olsa Dr. H. Kıvılcımlı’ya yönelen saldırılar karşısında, kısa bir “savunma” yapmak durumundayız.

H. Kıvılcımlı’nın orijinal etütlerinden bir teki, Tarih Tezi’nin bütünü bile değil, yalnızca ordunun “vurucu güç” misyonu, hatta bu bile değil, 12 Mart Muhtırası sonrası Sosyalist gazetesinin “Ordu Kılıcını Attı” manşeti, eleştirilerin odağına konmuş, deyim yerindeyse H. Kıvılcımlı’nın “işi bitirilmiştir.”

Ancak 12 Eylül sonrası ne görüyoruz? Bütün aydınlarımız ve kimi sosyalistlerimiz, son altı yıldır harıl harıl bizde “Ordu darbelerinin tarihi köklerini” aydınlatma yoluna çıktılar. Sonunda bir keşif yapıldı: Bizde toplumu sindiren bir “devlet” ya da yukarıdan buyuran bir “elit” geleneği bulundu. Ne yapılacaktı? “Sivil toplumu” kurmalıydık! Tek yanlı zavallı eleştiriler, yine tek yanlı zavallı sonuçlara varmak zorundaydılar.

Ordunun “vurucu güç” misyonu bir realitedir. Neden böyle bir misyon Batı Anayurtlarında göze batmaz iken, eski Osmanlılık dediğimiz topraklarda ikide bir öne çıkar? Antik Tarih’ten Kılıçlar (Seyfiye) Devletin “sahibi”; köylü yığınları ise Reaya (güdülen)dir. Bin yıllar böyle işlemiştir. Kapitalizm sancılarının eşiğine gelindiğinde ise, burjuvazi cılız, tefeci-bezirgan kökenli, girişimci değil asalaklığa yatkın; işçi sınıfı zayıf; köylülük ise bin yılların reaya geleneği ile inmelidir. Böyle toplum yapılarında sınıf ilişkilerinin kilitlendiği, yeni sıçrayışlara gebe olduğu momentlerde, düğümü tek diri güç Seyfiye kılıcıyla çözmek için davranmıştır.

Ancak, kılıçlar istedikleri denli “sınıflar üstü’’ davranışa tutkun olsunlar, sonunda bir sınıfa dayanmaya itilirler. Realite bu ise, ona sırf “yukarıdan” geldiği için karşı çıkılamaz.

Öte yandan, bizde Kılıçların ve İlmiye’nin atılımları toplumun akışında dönemine göre “ilerici” rol oynamıştır. Onların bu yolda en son açık eylemleri 27 Mayıs, açığa çıkamayan eylemleri ise 9 Mart oldu. Neden? Tarihten akıp gelen bu gelenekçil davranış en son tahlilde, toplumun akış yönü içinde tarihçil bir kalıntı idi. Modern sınıf yapılanması, bu kalıntıyı kendi yeni bünyesinde sindirmeye çalışacaktı. 27 Mayıs ve ardından T. Aydemir olayı, Türkiye finans-kapitali için büyük bir uyarı oldu. 27 Mayıs’ın ilk gününden itibaren onu nötralize etmek için didindi durdu. Ve ilk kendine göre olumlu sonucu 12 Mart’ta aldı. 12 Eylül artık bu gidişin devamı oldu. Nasıl ki modern sınıflar, kendi davranış yeteneklerini açıkça ortaya koyamadıkları sürece, bu tarihcil kalıntı, kalıntı olduğuna bakmaksızın öne çıktıysa, modern sınıflar, mücadele alanında göğüs göğüse yer aldıkları yıllardan itibaren, ordunun “vurucu güç” misyonu da zayıflamış ya da sınıflar savaşı gerçekliklerine uyumlanmak zorunda kalmıştır. 12 Eylül ilk gününden hiç “çağdaş reformlar” lafı etmeden 24 Ocak kararla­rını uygulamaya girişmiştir. Finans-kapital, ordunun “devleti kurtarma”sına itiraz etmeyebilirdi, ancak bunu kendinden bağımsızmışçasına yapmaya kalkışmasına katlanamazdı.

Öte yandan, Kuvayi Milliye, 27 Mayıs geleneğine sahip çıkma iddiasında olanlar ela, 12 Mart ve 12 Eylül’den ders almalıdır. İşçi sınıfı ve halka dayanılmadıkça, her girişim çözülmeye mahkûmdur.

Gelenekçil yapımız kavranmadıkça, 27 Mayıs-12 Eylül zıtlığı açıklanamaz.

Dr. H. Kıvılcımlı, bize has orijinalliklerimizi uzun yılların deneyi ve teorik yetkinliği ile bulup çıkartmış ve bunları proleteryanın mücadelesinin taktik alanı içine sokmuştur. Gerçeklikler, sığ tepkilerle görmez­likten gelinebilse de, kendilerini eninde sonunda dayatırlar.

Ancak, H. Kıvılcımlı, bütün olaylarımızı, bir tek odak noktasına, proletaryanın sınıf öncülüğü gerçekliğine dayandırmıştır. “Jön Türk” geleneğimize, “zinde güçlerle” atılım özleyen ordu gençliğine, daha sonraları Amerikan emperyalizmine karşı kurtuluş savaşına soyunan Dev-Genç geleneğimize ne oldu? Bir döneme damgasını vuran bu gelenek 12 Mart sonrası, hele 12 Eylül sonrası buharlaşıp yok mu oldu? Onlar, gerçek sınıf mücadelesinin yolunu açtılar. Ancak yol bir kez açılınca, saflaşmalar netleşip, yerli yerine oturunca, o geleneğin eski canlılığıyla bir kere daha yaşanmasını beklemek hayal olur. Ancak, bugünden kalkarak, geçmişe bakılıp, bu gelenekçil atılımı toptan mahkûm etme çabaları, kolay bir yol olsa da, sınıf mücadelesi açısından olumlu bir inkâr sayılamaz. O geleneğin olumlu yanlarını sınıf müca­delesine uyumlandırmak tek çıkar yoldur. Hayal kurmuyoruz. Fakat bir 12 Eylül’le “Kuvay-i Milliye” geleneğinin bütünüyle finans-kapitalin vurgun düzenince sindirilebileceğine de inanmıyoruz. 9 Mart’ta “ezilen” atılım, gövdenin derinliklerine tepkilerini yaymıştır.

Proletarya uyanıklığıyla, kendi yolunda her imkânı, mücadelenin potasına akıtmaktan geri duramaz. Taktik zenginliği, güçleri tanımayı, momenti yakalamayı ve cesaretle atılımı şart koşar. Yenilgi alıklığı işimiz değil. Eğer olaylar gerektirirse, daha iyi teçhizatlânarak, “yenildiğimiz yere” bir kere daha gitmekten kaçmamayız. “Savunmamızı” bitirelim.

Üçüncü Basamak: 1960 Sonrası ile Sentezleşme Konağı

1960 sonrası proletarya hareketi ikinci doğuşunu yapmak zorunda kaldı. Gerçeklik bu olunca, bize yakınmak düşmez. Çelişki gibi görünse de, hareket ne kadar ileriye atılırsa, parti tarihi o kadar karanlıktan kurtulacaktır. Doğru kanallara akan işçi hareketi, kendi geçmişiyle sağlam bağlar kurmadan edemez. Bize düşen bu bağlara yeni ilmikler atabilmektir.

1960 sonrası hareket öncesiyle bağsız görünür. Oysa gerçeklikler biraz didiklenirse bu görüntü kaybolur. Topraklarımızda ilk devrimci hareketin doğuşu dünyada Ekim devriminin hemen sonrasına. Türkiye’de ise Kurtuluş Savaşı yıllarına denk düşer. Ve ister istemez biri dışarıda diğeri içeride yaşanan bu büyük alt üstlüklerden etkilenmiştir. 1960’lar sonrası hareket yeniden doğarken dışarıda Çin, Vietnam, Küba devimlerinin, içeride 27 Mayıs politik devriminin izlerini taşıyacaktı. Hareketin birbirini inkârı bu temel çerçeveye oturtulamazsa kargaşalık kaçınılmazdır.

1960 sonrasının, öncesini bir objektif bir de sübjektif inkârı yaşanmıştır.

Objektif inkâr, yığın hareketinin öncesiyle kıyaslanmayacak boyutlar kazanmasıyla olmuştur. Subjektif planda, eskinin politik görüşleri çoğu zaman irdelenmeden “yok” sayılmıştır. Birkaç eski politik liderin ismi bazen göklere çıkarılmış, bazen yerlere batırılmıştır. Bilimsel Sosyalizm açısından hiçbir şey “yok” oluvermez. Eski, yeninin içinde koşullara göre kendine özgü biçimler alır. Ya da yeni sentezlere ulaşarak “yok” olur. Bilimsel Sosyalizmin sırf soyut mantığı açısından bakılsa bile, eskinin bu topyekün inkârı, “yok” sayılması, olayların zoruyla belli sentezlere akmak, atlanamaz gerçeklikler üzerinde durulmak, zikzaklı salınımını böyle bir odak noktası etrafında yaklaştırmak zorundaydı. İlk inkâr fırtınasından sonra, özellikle 1970’ler sonrası böyle bir süreç yaşanmıştır.

İnkârın objektif köklerini irdelemeye çalışalım.

İlk temel neden Türkiye’nin kapitalist gidişinde 1940’lar sonrası yaşanan sıçramadır. Bu gidiş, 1960’lar sonrası kendini sınıflar mücadelesindeki sıçramayla açığa vurmuştur. 1945’lere kadar devletçiliğin desteği ile palazlanan yerli finans-kapital, bu tarihten sonra güneşin altındaki yerini istemiştir. 1950’lerde şehirde ve kırda hızlanan finans-kapital soygunu, kırları önce şehir varoşlarına taşımış, daha sonra Almanya’ya kadar fırlatmıştır. Hareketin önceki cılızlığını ve sonraki gürbüzlüğünü açıklarken ilk kalkış noktası bu temel gerçekliğimiz olmak zorundadır.

İkinci objektif neden birincisinden çıkagelir. O da 1960 öncesi ve sonrasında yaşanan sınıf kopuşmalarının hız ve yaygınlığıdır. 1960 öncesi sınıf kopuşmaları yok mu idi? Hiç şüphesiz ki vardı. Ancak cılız ve pısırık Türk burjuvazisi ilk sermaye birikimini tek parti diktatörlüğü ile yürütmek zorundaydı. Sonraki “demokrasi” denemeleri ise 12 Mart ve 12 Eylül ile kaçınılmaz mantık sonuçlarına varmıştır. Tek parti döneminde sınıf kopuşması başlıca iki kanalda yürüdü: CHP ve TKP kanallarında. Henüz tüm burjuvazi CHP içinde idi ve küçük burjuvalar da Kemalizm’in “memurin devleti” arabasına zafer şenlikleriyle birlikte koşulmuştu. Oysa kapitalizmin 1945’ler sonrası hızlı gelişimi, hem tekel dışı burjuvaları, hem de küçük burjuvaziyi finans-kapital ağlarından belirli seviyelerde koparmıştır. Bu fırtına, işçi sınıfının ilk kopuşmasını bir yandan hızlandırırken, öte yandan ise “ortanın solu”, “MDD” ve “sosyalizm bayrağını parlamentoya dikme” çığlıkları altında bulandırmış, gelişimin üstü, güçlü akıntının tortularıyla geçici olarak örtülmüştür. Hareketin 1960 sonrası aşırı dallanıp budaklanması hızlanan sınıf kopuşmaları nedeniyledir. Ve ancak işçi sınıfı hareketinin güçlenmesiyle, dağınık akımcıklar bir çekim merkezine doğru meyledebilirler.

Bu iki objektif neden hareketin birbirini inkârını açıklar, ancak 1960 öncesi hareketin bire dek dağılmasını açıklayamaz. Burada subjektif nedenlere geliriz. Başka bir deyişle birbirinden bambaşkaymış gibi görünen iki dönemdeki hareketin ideolojik yapılanması bu soruya cevap olabilir.

TKP doğuş ve şekilleniş yıllarında Ekim Devriminin kesin etkisi altındaydı. Bu TKP’de işçi sınıfına tutunma güdüsü yaratmıştır. Ancak, Ekim devrimi denli güçlü bir etkiyle de olsa işçi sınıfına yönelme, sağlam teorik temellere oturmadıkça sınıf içinde tutunamazdı. TKP tarihinde ikide bir baskın çıkan gerçeklik: teoride primitivizm (ilkellik) idi. Tek parti dönemindeki sınıflar savaşının ilkelliğine denk düşse de, bilim­sel sosyalistler açısından avutucu bir neden olamaz.

Öte yandan, dönemin egemen ve henüz itibarlı ideolojisi Kemalizm, TKP içinde önemli etkiler yaratmıştır. 1927’de ki V. Nedim Törlerin provokasyonu, bu etkinin zirveye çıkışı, aynı zamanda partiden kopuşmasıdır. Ancak Kemalizm’in etkileri partiden hiçbir zaman kazınamamıştır. Fakat TKP tarihi aynı zamanda Kemalizm kuyrukçuluğu ya da başka kılıklardaki sapıtmalarla mücadele ile geçmiştir. Ancak her mücadele ya da düzelme yeni bir tevkifatla kesintiye uğramış, hareketin kısırlığında boğulmuştur.

TKP, bütün tarihinde, doğru bir teorik ve taktik hata hiç mi tutunamamıştır? Bu soruya genellikle kestirmeden bir “hiç” cevabı vermek, İ960’lardan beri moda oldu. Ancak parti tarihinin bu sırf olumsuz yönden inkârı, yalnızca onun 1957’ye kadar gelen kendi tarihi ile açıklanamaz.

Burada 1960 sonrası yükselen hareketin kendi ideolojik yapısına gelir dayanırız. 1960 sonrası hareket, objektif patlamasıyla, kendi öncesini yok saydı ve aştı, ancak sübjektif bilinç seviyesiyle eskiyi aynı ölçüde aşabildi mi?

İlk doğan TİP işçi aristokrasisine dayanarak doğdu. Sonradan aydın aşısı aldığında popülizmden öteye gidemedi. MDD, yeniden emperyalizme karşı Milli Kurtuluş yoluna çıktı. İçeride 27 Mayıs ve YÖN hareketlerinin etkisinde kalarak doğdu, dışarıdan Çin, Vietnam, Küba devrimlerinin etkisiyle gelişti. Bu bilinç düzeyi, TKP mücadelesinde dönem dönem başarılmış, yükseltilmiş teorik seviyenin gerisine düşen bir inkâr oldu. Hareket pratik gövdesiyle eskiyi aşarken, teorik yapısıyla onun gerisinde kaldı. Bu gerçeklik, parti tarihi ile kopuşmayı keskinleştirdi.

Eğer 1960 sonrasına “güçlü” bir parti geleneği varmış olsaydı… denebilir. Gelemedi. Demek gelemeyecekti. Ancak bu “hiç” miras yoktu anlamına gelmez. Bilimsel sosyalist bir bakış, bütün bulantıların içinden gerçek olanı, doğru olanı seçebilir. Oysa Kemalizm’in ardında pısırıkta olsa, sınıf temeli olan Anadolu burjuvazisini göremeyen, daha da öteye Türkiye’de işçi sınıfının rolünü ciddi ciddi tartışanlar, cılız işçi hareketi tarihimizin mirasını nasıl seçebilirdi? Dolayısıyla sorun, TKP’nin 1960 sonrasına neden “güçlü” bir miras bırakmadığı sorunu olmaktan çok, bırakılan mirasın neden ve nasıl atlandığına gelir, dayanır.

Bu nokta da, Dr. H. Kıvılcımlı’nın 1960 sonrası mücadelesine geliriz. H. Kıvılcımlı’nın 1960 sonrası yükselen hareketle, öncesini sentezleştirme çabası, eski hareketin varlığını ispat etme gibi basit bir yönelişten bambaşka anlamlara sahipti. Gerçeklerimizin “yeniden keşfi” kaçınılmaz bir şekilde güç ve zaman kaybı demekti. Eski ve yeninin sentezleşmesi mücadelesi bu güç ve zaman kaybını asgariye indirme mücadelesiydi.

H. Kıvılcımlı, o zamanlar beklenildiği gibi, “eski tüfeklerin” birden parti oluvermesini hiçbir zaman benimsememiştir. Partileşmenin kaçınılmazlığı açıktı. Ancak bu, pratik mücadelenin zenginliğini az çok kapsayabilen bir ürün olmalıydı. Mücadele bu yönde akmıştır.

Bütün bu çabaların sonucu ne olmuştur? 11 Ekim 1971’de gövdesi sonsuz dinlenişe geçerken artık “bir kişi” değildi. Ardında onun görüşlerini ve geleneğini, bazen toyca da olsa, savunan bir eğilim bıraktı.

İşçi sınıfı hareketi militan karakter kazandıkça onun görüşleri yaygınlaşıp, sınıf içinde somut güç oluyor, aynı zamanda sınıf bu görüşleri bünyesine kazanabildiği ölçüde militanlaşacak, bütün sınıflar mücadelesi alanını kapsayan taktik ustalığa yükselecektir.

Ustalaşmadan yenemeyeceğiz.