12 EYLÜL ve BURJUVA SOSYALİZMİ – Tamer Adalı
Çağdaş Yol, Sayı 3, Şubat 1988
TİP-TKP Birleşmesi Üzerine:
Giriş
Elimize bir program taslağı geçti. TKP ve TİP’in “birleşik” ürünü olan program taslağı sol hareketin bir bölüğünün 12 Eylül’le birlikte geçirdiği evrimi göstermesi bakımından incelenmeye değer. Elbette ki, henüz resmen gerçekleşmemiş bir birlik için bugünden spekülasyon yapmak işimiz değil. Ancak yolun büyük bir kısmı kat edilmiştir. Mücadele açısından önemli olan, 12 Eylül’ün burjuva sosyalizmi üzerindeki etkilerini irdelemektir. Daha eleştiriye başlarken TKP ve TİP’ten burjuva sosyalizmi olarak söz etmek, son söylenmesi gerekeni baştan söylemek olmuyor mu?
12 Eylül pek çok şeyi unutturmaya çalıştı. Unutkanlara bir şey diyemeyiz. Fakat bizler açısından, hiçbir temel özelliği atlamadan (unutmadan) geçmişi geleceğe bağlamak, kaçınılmaz bir görev olarak görünüyor. O nedenle karşımıza çıkan yeni program taslağı TKP ve TİP’in geçmişinin temel özelliklerini içinde barındırmakla kalmıyor, onları daha derinleştirip, yetkinleştiriyor. Burjuva sosyalizminin karakterini daha çıplak, göze batar hale getiriyor.
Program taslağına gelmeden, burjuva sosyalizminin 12 Eylül sonrası taktik tutumlarını irdelemek, varılan programın yapısını kavranmasına ışık tutacaktır.
Burjuva sosyalizmi ve “Demokrasi” Mücadelesi
12 Eylül, hiçbir tereddüde yer vermeyecek açıklıkta ilk birkaç aylık icraatıyla kendi karakterini ortaya koymuştu, bilinir. Buna rağmen TKP 12 Eylül olgusunu “askersel devirme” olarak nitelendirmeyi yeğledi. Derdimiz şemalar, isimlendirmeler üzerinde çakılıp, gerçek olayları soyut formüllere sığdırmak değildir, önemli olan kavramlara kazandırılan anlamlardır. Eğer TKP, böyle bir isimlendirmeye doğru bir anlam kazandırmış olsaydı, sözü edilmeye değmez bir deyim farklılığı olurdu. Geçer giderdik. Ancak bu tespiti o zamanlar İ. Bilen şöyle temellendirmiştir:
“Bizim çözümlememiz, bugünkü rejime karşı kurulacak cephenin olası bileşimini de gösteriyor. Örneğin, faşist bir rejimde bizimle geçici, taktik bir iş birliğine yanaşması olası olan kimi büyük burjuva, dahası kimi tekelci çevrelerin bugünkü durumda cephede yeri yoktur.” Demek “askersel devirme” kavramı, “taktik iş birliği” alanında “kimi büyük, dahası kimi tekelci çevreleri” içermiyor. Daha sonra olaylar aktı ve 1983 seçimleri öncesine gelindi. MGK, o günkü yetkilerine dayanarak BTP’yi kapattı. Ardından kurulan DYP’yi ve SODEP’i seçimlere katılmaktan alıkoydu. Bu gelişmeler sonucunda TKP’nin rejimle ilgili tahlilleri de hemen değişime uğradı.
12 Eylül’ün “… yalnız sol politik güçlere değil, geleneksel burjuva politik güçlere de hiçbir olanak tanımaktan yana olmadığı bugün kamuoyunda tartışmasız kabul edilmektedir.” (H. Kutlu’nun konuşması) tespitinden hareketle “son gelişmeleri” değerlendiren TKP, rejimin kazandığı “niteliği” yeniden belirledi.
Sorun, TKP’nin 12 Eylül’ü değerlendirişinde yaptığı zikzaklar değildir. Eğer bir siyaset zikzak çizerek de olsa doğru bir konuma gelmişse, söylenecek fazla bir şey olmamalı. Geçmiş hatalar üzerinde abartılmış gürültüler kopartmak proletarya sosyalizmi için boşuna enerji tüketimi olur.
Oysa “askersel devirme” kavramından üç yıl sonra vazgeçilip 12 Eylül’ün daha “gerçekçi” değerlendirmesine varışta, çizilen zikzak, basit bir hata olmaktan öteye anlamlara sahiptir. 12 Eylül ne zaman DYP ve SODEP’in yolunu tıkamış, TKP ancak o zaman kavram değiştirmiştir. Bu değişiklik, doğruya bir yaklaşım değil, ilk tespitlerde saklı olan liberal hayallerin kırılıp dökülmesinin çıkarttığı zavallı gürültülerdir.
12 Eylül demokrasi oyununu bozar bozmaz, daha ilk günden “uygun zamanda demokrasiye geçileceğini” de ilan etti. Belki 27 Mayıs ve 12 Mart deneylerinden kalkılarak, erken bir “demokrasiye geçiş” umuldu. Bu yol tıkanınca, acı acı çığlıklar atmak kaçınılmaz oldu. O dönemki Çanakkale-Zincirbozan sürgünleriyle, TKP’nin çığlıklarının üst üste düşmesi, basit bir tesadüf değil, aynı hayallere kapılmanın yarattığı, ortak düş kırıklığının eş zamanlı tepkisidir. 12 Mart’tan çıkışta belli ölçülerde de olsa Ecevit CHP’si yol açmıştı. 12 Eylül, böyle yol açıcıların önünü kesince, TKP paniğe kapılıp tepki göstermeden edemedi. Yollar birileri tarafından açılmadan nasıl yürünecek? Bu zorlu ve kahırlı bir iş. Bu zorlukla yüz yüze gelenler, kendi acz’lerini dışa vurmadan edemediler.
12 Eylül’ün gölgesi işçi sınıfı ve halk yığınlarından öteye, orta tabakaların ve hatta “kimi” eski finans-kapital sözcülerinin üstüne düşmeden, TKP rejime kıyamadı. Gölgenin son uzandığı noktada, demek ki, TKP’nin hayat kaynağı yatıyor.
12 Eylül’de bu iki taktik yalpalama, TKP’nin liberal hayallerle yüklü özünü açığa vururken, aynı zamanda ardından gelecek süreçteki davranışlarının belkemiğini oluşturmuştur.
Görelim.
1985 ikinci yansında şu tespitler yapılır: “Parlamento dışı burjuva muhalefet partileri dikkate alınması gerekli bir güç olarak ortaya çıktılar ” 12 Eylül “… karşıtı çizgi bugün demokrasiden yana olanlar çizgisine yükseldi.” (H. Kutlu) Burjuva muhalefet olgusunu tespit etmek ayrı şeydir, onları “demokrasiden yana” güçler seviyesine “yükseltmek” başka bir şeydir. Ancak, TKP’nin mantığı açısından ortada garip olan bir şey yoktur. “Askersel devirme” henüz burjuvazinin “bir kesimine” vurmazken “kimi büyük burjuva daha kimi tekel çevreleri” taktik işbirliği dışında tutan TKP, ardından gelen süreçte, bunları da “demokrasi cephesine” katmadan edemezdi. DYP için şöyle denir: “Biz nesnel ortam nedeniyle onu… demokrasi güçleri içinde yer alamaz olarak ilan etmedik. Yerini demokrasi konusundaki tutumu belirleyecekti. Gelişmelerin ışığında bugün bu partilerin içinde demokrasi isteyen önemli çevreler olduğunu söyleyebiliriz.” (ay) DYP’ye utangaç bir demokratlık ithafı.
TKP gerçekleri değil, görmek istediklerini görüyor; DYP ile ilgili söylenen bu bulanık sözlere aldanıp, TKP’nin ihtiyatlı olduğuna hükmedilsin. Şu tespitiyle bütün ihtiyat paylarını kaldırıp burjuva muhalefeti ile kaynaşmayı kendine hedef koymaktadır.
“Günümüzde iki ayrı demokrasi platformu oluşmuştur. Birincisi burjuva muhalefet partilerinin birleştiği demokrasi asgari müştereğidir. Şöyle özetlenebilir: 1- (12 Eylül’e)… karşıtlık ve erken seçim istemi; 2- Batılı anlayışta demokratik hak ve özgürlüklerin tanınması; 3- 1982 Anayasası’nın değişmesi; 4- Militarizme karşı olma; 5- Komşularımıza karşı ve bölgemizde gerçekçi, barışçı yumuşama yanlısı bir dış politikanın izlenmesi; 6- IMF’nin dayatmalarına boyun eğilmemesi.
“Diğeri, Sol Birliğin öne sürdüğü daha kapsamlı ve tutarlı demokrasi platformudur.
“Şimdi görev bu iki platformu, ortak noktaları genişleterek, artırarak yaklaştırmak, solun demokrasi hareketindeki etkinliğini arttırmaktır.” (ay)
TKP, kendi hayallerini burjuva muhalefetine mal ediyor. Şimdiden belirtelim, son birleşik program tamamıyla burjuva muhalefetine, “yaklaşmanın”, kaynaşmanın özlemleriyle doludur. 1985’te taktik plandaki hayaller, günümüzde program seviyesine çıkmıştır.
Burjuva muhalefetine bu misyonlar neden hangi amaçla yüklenmektedir? TKP, 12 Eylül’ün halk muhalefetiyle çözülmesini amaçlıyormuş ve buna hazırlanıyormuş. Ancak “başka olasılıkları da dışlamıyoruz. Biz…” 12 Eylül’ün “… geri çekilmesini çok uzun ve sancılı bir sona eriş yolunu tıkamaya çalışıyoruz.
“Eğer burjuva muhalefet partilerini, özellikle DYP’yi uysallaştırmayın rejimle bütünleştirmeyi başarırlarsa bu tehlike artacaktır.” (ay)
Rejimin “uzun ve sancılı” bir yoldan geri çekilişinin “yolunu tıkamak” için DYP’ye misyonlar yüklemek! Oysa DYP’nin yolu tam da budur. H. Cindoruk, ikide bir Özal’ı köyde ve şehirde artan hoşnutsuzlukla tehdit etmiyor mu? Geçmiş sınıflar mücadelesinin yeterince yıprattığı burjuva lider ve partilerine itibar iadesi için bu ne gayret! Ne yazık ki, en son referandum bu itibar iadesi oyununu epeyce bozdu. Yığınlar başka şeyler söylüyor. Yeni yollara akmanın sancı ve tedirginliğini yaşıyorlar. TKP bütün bu potansiyeli çürütmek, burjuva muhalefeti kanalarına akıtmak için demagoji sanatını “yükseltmek”ten başka bir şey yapmıyor.
Siyasi partilerin kurulmasına izin verilmesiyle başlayan ve akıp gelen süreç, 12 Eylüelen süreç, 12 Eyl ilmesiyleka biruvauyi başarırlarsal’ün kurumlaşmalarının kaçınılmaz yeni koşullara “uzun ve sancılı yoldan” uyumlandırılması dönemi midir, yoksa “burjuva muhalefetinin” bu gidişi “tıkama” yolunda mücadele dönemi midir? Güçler dengesi açısından döneme damgasını vuran hangisidir? Elbette ki birincisi. Burjuva muhalefetinin bu yolu “tıkamak” gibi bir sorunu yoktur. Siyaset arenasındaki toz duman kimseyi yanıltmasın. Halk yığınlarına mücadelelerinde cesaret vermek ve öncü olmak yerine, DYP’ye cesaret şırınga edip artçı olmak, 12 Eylül sonrası TKP’nin taktiklerinin pratik özü budur.
İşçi sınıfı burjuva partileri arasındaki çekişmelerden yararlanmayacak mı? Bunu bütünüyle reddetmek çocukluk olur. Ancak bu çekişmelerin özü, sınıfa hiçbir yakıştırmaya uğratılmadan aktarılırsa bir anlam taşır. “Burjuva muhalefetini” demokrasi güçleri seviyesine “yükseltmek”, ona geri çekilişin “yolunu tıkama” misyonu vermek, çelişkilerin çatlaklarında boğulmak anlamına gelir. Eğer finans-kapital yıpranan ANAP’a ya da kurumlaşmalara kısmî alternatifler üretmeye çalışıyorsa, bu pazarlığın ortasında işçi sınıfının işi ne?
“Demokratik Yenilenme” Programının Dayandığı Sınıf Tahlilleri
TKP’nin taktiklerini, yazımızda öne aldık. Olayın anlatımını kolaylaştırmak açısından bu gerekliydi. Elbette ki bu taktik sapıklığın temelinde, onun sınıf bakışı açısı yatar. Ve aynı sınıf bakışı birleşik program taslağının da temelidir.
“TKP’nin programında belirttiği gibi, Türkiye kapitalizminde tekelci ilişkiler gelişiyor ve devlet tekelci kapitalizminin biçimleri de görülmektedir. Ancak ekonomide gelişen şey, egemen olan şey anlamına gelmez. Eğer başka şeylerce engellenmezlerse egemen olacak şey anlamına gelir.” (H. Kutlu, Nisan 1986)
Ekonomide “tekelci ilişkiler” henüz “egemen” değildir, ancak “eğer başka şeylerce engellenmezse egemen” olabilir. 1986 Türkiye’sinde hâlâ böyle şeyler söylenebiliyor. H. Kutlu Parti’de yeni genç nesildir. Ancak beyninde eski neslin bütün köhnemiş düşüncelerini taşımaktadır. Eskiden kastımız, daha 1930larda Türkiye toprağından ayağını kesmiş, sonra “TKP dış bürosu” olmuş ve 1974’te “atılım” yapmış olan Parti tarihinin kılıç artıklarıdır. 1975’te A. Soydan bir yazısında şöyle diyordu:
“Türkiye’de üretim ilişkilerinde çok yönlü bir değişiklik var. Bu değişiklik yapısaldır… Türkiye’de kendine özgü bir tekelleşme süreci vardır.
“Bu gelişme, burjuvazinin bölünmesine yol açmıştır. Burjuvazinin en gerici, en talancı, işbirlikçi koluyla ulusal, reformist kolu arasında derin bir uçurum açılmıştır. Burjuvazinin bu iki kolu arasında, hegemonya savaşı sürüp gidiyor.”
Tekelleşme süreci” gören mantık, “burjuvazinin iki kolu arasında hegemonya savaşı” da görmek zorundadır. Evet, elli yıldır egemen olan tekelciler dışında da burjuvazi vardır. Ancak tekel dışı burjuvalar, Türkiye sınıflar dengesinde “hegemonya” şansını yine en az elli yıldır yitirmişlerdir. Böyle bir bakış açısı kişiyi Türkiye politikasında en olmadık hayallere sürükler. A. Soydan’dan bu yana on iki yılda, TKP ideolojisinde gelişme olmuş mudur? H. Kutlu’nun “yeni” ifadeleri bir değişim olmadığını gösteriyor. Hatta aynı mantık iyice koyulaşmaktadır. H. Kutlu Türkiye sınıflar yapılanmasına yaklaşırken bilimsel gerçeklikleri çarpıtmakta da bir sakınca görmüyor.
“Orta katmanları dikkat dışı bırakmak kapsamını daraltarak da yapılabilir. Orta katmanları köylülük ve kentin küçük “emekçileri” ile sınırlamak daraltmaktır. Aydınlar, devlet memurları, birçok küçük işletme sahipleri de bu kapsamın içine girer.” (H Kutluay) H Kutlu proletaryanın müttefiklerini genişletmek çabasında. Sağolsun. Ancak bu genişletme sınıf tahlillerinin özünü bozmadan yapılamazdı. Sınıf tahlilinin alfabesinde küçük burjuvazi ve orta tabakaları ayrı tutulur. Şehir ve kır küçük burjuvazisi esas olarak artı-değer sömürmez. Yanında en fazla bir çırak ya da mevsimlik işçi bulunur. Fakat “küçük işletme sahibi” deyimi oldukça bulanık. Küçük burjuvazi dışında kalan yaban burjuvalar ya da gerçek orta tabakalar kapitalist işletme sahibidirler ve düzenli artı-değer sömürürler. Bu iki tabakanın işçi sınıfı mücadelesine karşı tavırları farklılık gösterir. TKP tahliliyle bu farklılığı belirsizleştiriyor.
“Öte yandan orta katmanlara verilen rol ile de bir daraltma yapılabilir. Bu güçlere ‘tarafsızlaştırma’ politikası uygulamak, onların kendine özgü çıkarlarını ‘küçük burjuva demokrasi anlayışlarını’ hesap dışı bırakmak bu anlama gelir.” (ay)
TKP bütün “orta katmanları” kazanma yoluna çıkmıştır. Oysa proletarya açısından kazanılması mümkün olan güç küçük burjuva tabakalardır. Orta tabakalar ise tarafsızlaştırılmalıdır. Onları kazanma şansı zayıftır. Özellikle 1974-1980 arası mücadele bunu pratik gidişiyle ispatladı. Bu mücadele sürecinde TKP, “goşizm” çığlıkları atarak kendini küçük burjuva devrimciliğinden koparırken CHP ile ittifakı başarabilmek için bin bir yol izlemiştir. Şimdi bu yolunu daha “teorik” temellere oturtabilmek için en açık bilimsel kavramları tahrif etmekten çekinmiyor.
Birleşik Program Taslağı
Program taslağı hiç şüphesiz ki TKP ve TİP’in ortak ürünüdür. Buna rağmen, ilk bakışta herkesin görebileceği ölçüde TKP’nin damgasını taşımaktadır. TİP terminolojisinden yalnızca birkaç iz vardır. TKP, birkaç yıl önce yaptığı kongresinde “ulusal demokrasi” için bir program kabul etmişti. Birleşik program taslağı bu programda bazı detay değişikliklerle yetinmiş, “ulusal demokrasi programı” böylece yeni bir muhteva değil ama yeni bir isim kazanmış: “Barış ve demokratik yenilenme” programı olmuştur.
Mevcut programın temel mantığını ve taleplerini değerlendirerek eleştirimizi tamamlayalım.
“Demokratik yenilenme stratejisi” hangi aşamayı temsil etmektedir?
“Ülkedeki politik güçler oranı, bağımlı tekelci-militarist oligarşiyi kesin yenilgiye uğratma, ekonomide ve iktidar yapısında devrimci dönüşümlere yönelme hedefleri için mücadeleyi gerçekçi kıldığında, Barış ve Demokratik yenilenme stratejik aşaması tamamlanmış olacak ve … Parti bu durumda stratejik amaç ve görevleri yeniden belirleyecektir.
“… Parti ülkemizin temel sorunlarının kalıcı çözüme kavuşmasının ancak anti-emperyalist, anti-tekel devrimci dönüşümlerin gerçekleştirilmesi ve sosyalizme geçilmesiyle olanaklı olduğu görüşündedir.” (Taslak s. 74)
Böylece mücadelenin ufkuna üç aşama yerleştirilmektedir. ‘Demokratik Yenilenme” “anti-emperyalist, anti-tekel devrimci dönüşümler” ve “sosyalizm”. “Birleşik Parti”, bugünden “anti-emperyalist, anti-tekel” mücadeleyi “gerçekçi” bulmuyor. 12 Eylül’le topraklarımızda ne olmuştur? Sınıflar yapısında bir alt üstlük yaşanmış mıdır? Eğer böyle bir değişim olsaydı, her siyaset programatik hedeflerini yeniden kritik etmek zorunda kalabilirdi. Yine 12 Eylül’le sbirlikte Arafat’taki orta tabakaların siyasi eğilimleri devrimci güçlere bir yöneliş göstermekte midir? Bu sorunun cevabı da hayırdır. SHP ve DSP ortada!
TKP, daha önceleri 12 Eylül’e geliş nedenleri içinde şöyle bir tespit yapmıştır:
“Dördüncüsü, CHP’nin yarattığı düş kırıklığının ve terörizmin etkisiyle orta katmanlardaki sağa kayıştı. Böylece gericiliğin önü açılmıştır.” Kısacık cümlede birkaç hata iç içe. Önce, CHP’nin dayandığı gerçek sınıf temeli tekel dışı burjuvalar açısından ortada bir “düş kırıklığı” yoktur. Onlar, finans-kapitalin yukarıdan tehdidi ve yükselen sınıf mücadelesinin aşağıdan baskısı arasında yalpalayıp, sinikleştiler. Finans-kapitalin tehdidinden çok, işçi sınıfı ve halk yığınlarının yükselen mücadelesinden korktular. Neticede finans-kapitalle uzlaşma yollarını aradılar. Bu gelişim tekel dışı burjuvaların sınıf yapısı açısından hiç de şaşırtıcı değildir. Neticede de tekel dışı burjuva eğilimler 12 Eylül öncesi, 12 Mart çıkışına kıyasla sağa kaydılar.
Öte yandan, CHP’ye umut bağlamış işçi sınıfı ve halk kesimleri içindeki yaygın bir kitle için “düş kırıklığı” söz konusudur Ancak bu güçler sağa kaymamıştır. Tam tersine CHP’den kopuşup, daha radikal davranış yolları arayışı içine girmişlerdir. Hiç şüphesiz ki bu kopuş ve yöneliş, mücadelenin akışında ani bir sıçramayla olmamış, sancılı bir süreci başlatmıştır. 12 Eylül böyle bir momentte gelip çatmıştır.
“Gericiliğin önünün açılmasına” gelince. Sınıflar mücadelesi tarihinde TKP’nin deyimiyle “orta katmanlar” ya da daha doğru ifadeyle tekel dışı burjuvazi ve hali vakti yerinde diğer orta tabakalar, gericiliğin önünde hiçbir zaman tayin edici güç olamamışlardır. İşçi sınıfı ve halk örgütlenmelerinin gücü tayin edici rol oynar. Ancak TKP, CHP’ye böyle bir misyon yüklediği için kendisi de aynı “düş kırıklığını” yaşamaktadır.
12 Eylül sonrasına gelelim. Tekel dışı burjuva eğilimlerinin “sağa kayışı” ortadan kalkmış mıdır? Kesinlikle hayır. Eğer olaya bu partilerin 12 Eylül’e karşı laftan öteye bir türlü geçemeyen tepkileri yönünden bakılırsa, yanılgı kaçınılmazdır. Olayın bir de öbür yüzü vardır. CHP ve devamları, 12 Eylül öncesi sınıflar mücadelesinin korkularını, hafızalarına bir daha silinmeyecek şekilde yazdılar. Sosyal-demokrasinin zavallılığının nedenleri bu gerçeklikte yatar. Halk hareketindeki muhtemel bir yükseliş onların da korkulu rüyasıdır. Demek sınıflar dizilişinde köklü bir değişim yok. Zaten “birleşik programda”ki üçlü aşamada bu “gerçekçi” tespite dayanır. Mademki “orta katmanlar” bugünden yarına “anti-emperyalist, anti-tekel” bir mücadeleyi göze alamıyorlar, öyleyse şimdilik “demokratik yenilenme” ile yetinilmelidir.
“Birleşik programın” mücadele ufku sosyal-demokrasinin mücadele ufkuyla sınırlıdır. Onunla birlikte “bir adım ileri iki adım geri!”
TKP bu yeni aşamayı kendisi açısından şöyle değerlendirir:
“Sorun devrime geçiş, devrime yaklaşmayı oluşturacak bir ara aşama sorunudur. TKP programının ulusal demokrasi basamağı bunu amaçlıyor.” (H. Kutlu, Nisan 1986) “Ulusal demokrasi basamağı” birleşik programda “demokratik yenilenme” oldu. 12 Eylül, birleşik partinin ufkundan demokratik devrimi itmiş, yeni bir aşama türemiştir. Buna gerekçe ise devrime “yaklaşma”dır. TKP için devrim öyle uzak bir hayaldir ki önce ona “yaklaşıp” bakacaktır!
“Demokratik Yenilenme” programı hangi sınıflara karşıdır ve hangi güçlerden kaynak alır?
“Çalışkan ve yetenekli emekçi halkımızın insanca, onurlu ve mutlu bir yaşam sürmesinin, tüm temel istem ve umutlarının gerçekleşmesinin önünde duran ilk engel, egemen güçlerin bugünkü politikası ve anti-demokratik otoriter rejimidir.” (Taslak, 22)
Ortada hedeflenen bir sınıf ya da zümre yoktur. Tüm kötülüklerin kaynağı “egemen güçlerin bugünkü (dünkü değil bn.) politikası”dır. Demek ki “demokratik yenilenme” programı mücadele edilecek ilk engel olarak, finans-kapitalin bizzat kendisini değil, yalnızca “bugünkü politikası”nı görüyor. Dolaylı olarak dünkü politikasını aklamış oluyor. DYP’ye rejimin “yolunu tıkama” misyonu verildikten sonra, böyle bir tespite varmak artık hiç de zor olmazdı.
Burjuva sosyalizminin “demokratik” hedeflerinde sıkça “lekelerin etkinliğinin sınırlan dırılması”ndan söz edilirdi. Şimdi 12 Eylül şokuyla bir adım daha geri çark edilip, egemenlerin “bugünkü politikası” hedef alınıyor. TKP, yığınları ihanet ölçüsünde aldatma gayretindedir. (TİP de bu koroya katılmış oldu, onun nüans farklarını ne çare artık dikkate alamayız.) Egemenlerin “bugünkü” politikası, dünkü AP iktidarının politikasıdır. Ancak 12 Eylül’le aşırıca miyoplaşan gözler artık yalnızca burnunun ucunu görmeye yetenekli. Gerisi uzak, bulanık, ulaşılamaz karartılardır.
Birleşik program hangi güçlere dayanmaktadır?
“Ülkemizde Barış ve Demokratik Yenilenme stratejisinin geniş toplumsal güçleri vardır. İşçi sınıfı, kent yoksulları, köylülük, aydınlar ve geleneksel orta katmanlar” sayıldıktan sonra bir de “ulusal ekonomiye katkıda bulunan iş adamları” ilave edilmiştir. (Taslak, s.36) Program taslağının bir başka yerinde ise bu deyim biraz daha açılarak, “ulusal ekonomiye katkısı olan küçük ya da büyük sanayici ve iş adamları” (Taslak, s. 70) denmektedir. Birleşik program bu toplumsal güçlerden meydana gelen bir “hükümet”in demokratik yenilenmeyi gerçekleştireceğine inanmaktadır.
“Ulusal ekonomiye katkıda bulunmak” deyimi son derece belirsizdir. Bugün “ulusal ekonomiye” en büyük katkıyı, katma değerdeki pay açısından, birkaç büyük holding yapmaktadır. Evet, bu holdingler, aynı zamanda uluslararası tekellerle doğrudan bağlantılıdır. Ancak bu onların “ulusal ekonomiye katkılarına” engel değildir. Zaten TKP’nin mantığı da “kimi büyük burjuvalarla, dahası kimi tekelci çevrelerle” taktik işbirliği yapmaya engel değildir.
“Demokratik Yenilenme hükümetinin” programı neleri içermektedir?
“Ülkemizde demokratik bir rejimin kurulması, demokratik gelişmenin sürekli kılınması, askeri darbelerle kesintiye uğramamasının güvence altına alınması, içinde bulunduğumuz dönemin başlıca sorunudur. Demokratik rejim, parlamentonun özgür iradeye dayanması ve en üst organ olması, temel hak ve özgürlüklerin eksiksiz sağlanması, özgür politik yaşamın ve demokratik katılımın gerçekleşmesi demektir.” (Taslak, s. 47) DYP’nin programını okumuyorsunuz, birleşik partinin demokratik yenilenme programının girişidir, aktardığımız.
“Demokratik yenilenme hükümetinin” “güvencesi altında” ikide bir yere kapaklanmadan sınıf mücadelesi yürüterek “devrime yaklaşmayı” başarabilmek, birleşik programın en büyük hayalidir.
12 Eylül sonrası, ordu müdahalelerinin tarihi kökleri yeniden araştırılır oldu. Ve bütün müdahaleler aynı kefeye konarak top ateşine tutuldu. Sivil toplum gevezelikleri öne çıktı. Aslında birleşik partinin “demokratik yenilenme programı” sivil toplum özlemlerinin başka ifadelerle dile getirilişidir. Hepsinin özü, sınıflar mücadelesi alanının kahredişi zorluklarından kurtulma özlemine dayanır. 12 Eylülün gücü, daha güçlü direnişlerin ebesidir. Bunda şüphe yok. Fakat aynı zamanda güçsüzlüğün teorik mazeretlerini de yaratıyor.
Mücadele kaçınılmaz “kesintilere” uğrayacaktır. Bu gerçeklikten yakınmak, soruna çözüm getirmez. Mücadelenin güçlenmesinin tek güvencesi başta işçi sınıfının burjuva etkilerden kesin bir kopuşu başarabilmesinde yatar. Oysa “birleşik parti” sınıf içinde burjuva etkileri canlı tutabilmek için didinip duruyor, “ulusal ekonomiye katkısı olan iş adamlarımızla” birlikte “demokratik yenilenme hükümeti” hayalini işçi sınıfına sindirmeye çalışıyor.
Programın “politik” bölümünden birkaç talep aktaralım:
“— Gerçekten çok partili bir sistem kurulmalı…
“— Milli Güvenlik Konseyi kaldırılmalı…
“— Sıkıyönetim ve olağanüstü hal yasaları demokratikleştirilmeli…
“— Yürütmenin parlamentonun denetimi dışında kalan hiçbir faaliyeti olmamalıdır…
“— Türkiye NATO içinde kendi meşru güvenlik çıkarlarına ve dünya barışının çıkarlarına uygun bir politika izlemeli… bu doğrultuda bir ilerleme sağlanmazsa, Türkiye NATO’nun askeri kanadından çekilmelidir…”
Bu kadar yeter!
Programın ekonomi bölümünden iki önemli talep:
“Uluslar ötesi tekellerin ve yerli tekellerin, mali spekülatörlerin, asalak, vurguncu faaliyetlerine son verilmelidir.
Toprak reformu… yapılmalıdır” (Taslak s. 57, 58)
Çok açık ki “birleşik program”, DSP’nin ekonomisti A.S. Akat’ın “alternatif büyüme stratejisi”nden bile gerilerdedir: A. Savaş hiç değilse, bir kanunla da olsa, tekelciliği yasaklamayı göze alabilmiştir. Birleşik program, nasıl egemen güçlerin “bugünkü politikasını” hedef seçtiyse, mantık sonucu olarak tekellerin yalnızca “vurguncu faaliyetlerine son ver”mekle yetinecektir.
“Demokratik yenilenme” programı tekel dışı burjuvaların azami programıdır. Özce SHP ya da DSP programlarından bir adım ileride değildir. 12 Eylül TİP ve TKP’nin zaten dar olan mücadele ufkunu iyice daraltmıştır. Böylece, Birleşik Parti Programı, sosyal-demokrasi kuyrukçuluğundan, sosyal-demokratlaşmaya doğru önemli bir adım atmıştır.
Bitirmeden bir noktaya değinmek gerekli. Birleşik Parti Programının “sosyal demokratlaşmaya doğru önemli bir adım” olduğunu söylediğimizde “öznelcilikle” suçlanabiliriz. “TİP’i burjuva sosyalist, diğer hareketleri “küçük” burjuva sosyalisti, kendini de devrimci proletarya sosyalistti sayan bir çevreyle nasıl tartışabilirsiniz?” (Gün Dergisi, Ağustos 1987) Böyle eleştirildik. Bu eleştiriye en güzel cevabı “demokratik yenilenme” programı veriyor. O program taslağının altında TİP’in de imzası var. Demek her satırına katılıyor. Şunu teslim ederiz. TKP, daima TİP’den daha pragmatik olmuştur. Ancak özce köklü farklılıklar olmayınca, paralel gidiş ve sonunda birleşme gündeme gelmiştir.
Birleşik Parti’nin en büyük yanılgısı, ANAP dışındaki burjuva partilerine, abartılmış bir misyon yüklemesindedir. Eğer Türkiye gerçekliği, özel olarak biz de burjuvazinin gelişim tarihi iyi kavranmışsa, “demokratik yenilenme” programı seviyesinde olsun, bir programı burjuvazinin hiçbir kanadı yürütmeye yetenekli değildir. İşçi sınıfından başlayıp, “ulusal ekonomiye katkısı olan iş adamlarımıza” kadar uzanan bir cephe hayal etmek, bundan bir “hükümet” üretmek ve önüne de bir program koymak basit bir taktik sapkınlık değil, köklü bir sapıklıktır. Bunu nasıl nitelendireceğiz? Eğer bunlar basit bir taktik hata olarak görülürse, bizzat böyle görenler de aynı dertten inmelidir.
Her siyaset, bir diğeriyle sınır çizgilerini çizmelidir. Aksi durumda varlık koşulu kalmaz. Zaten olaylar şaşmaz inatçılığıyla, özde farklı olmayan siyasi yapıları birbiri üzerine düşürüyor. Kendi dışımızdaki siyasetleri eğer bir teorik temelde birleşme imkanı dışında görüyorsak, onları neyseler öylece nitelendirmek zorundayız. Ve bu nitelendirme ilk planda kaçınılmaz görünüşüyle sübjektif olacaktır. Ancak olaylar akıyor. Ve tek şaşmaz kriter olaylardır.
En son referandumda “evet” kampanyası neyi göstermiştir? “Yasaklar keyfidir ve anti-demokratiktir. Eğer hukukun üstünlüğü demokrasinin vazgeçilmez bir koşulu ise böyle bir yasaklamanın olmaması gerekir.” (Gün, Ağustos 1987) Finans-kapital düzeninde hangi “hukukun üstünlüğü”nden bahsediliyor? Eğer Baro binalarından sınıflar mücadelesi alanına çıkılırsa sınıfça üstün olanın hukukça da üstün olduğu hemen görülür. Bu ya da başka gerçeklerle “evet” çağrısını temellendirmek bizlere düşmemeli.
Olaya sınıfların döğüşü açısından bakarsak, o zaman ortaya şu gerçeklik çıkar: En azından son on yılın kahırlı sınıf mücadelesinin yıpratıp, bir köşeye ittiği burjuva siyasetçileri ve partilerinin siyasi itibarlarını iade etmek bize düşmezdi. Zaten oylamanın sonucu yığınlardaki bu isteksizliği yeterince göstermiştir. Onlar, 12 Eylül’le demokrasi oyunu son bulurken, parlamento feshedilirken de fazla gözyaşı dökmediler. Hukukça bakarsak, ağlayıp tepki göstermeleri gerekirdi. Ancak 1980 parlamentosu ve partilerinden umut kesilmişti. Evet, 12 Eylül belki ANAP’ı eli kolu bağlanmış yığınlara umut olarak sundu. Hızla yıpranıyor. Bu yıpranışın altına, “hukuk” adına Demirel ve Ecevit’leri mi payanda edeceğiz? Elbette hayır!
Burjuva normlarından, sınıflar mücadelesi alanına geçebilmek gerekli. Oradan olaylar bambaşka görülebilir. Geçilemiyorsa, ne denirse densin, bin bir bağla toplumu örmüş olan burjuva etkilerin altında, ancak o ufuktan sosyalizm yapılıyor demektir.
O zaman bu gerçekliğe “burjuva sosyalizmi” dediğimizde kimse alınmasın.