“TÜRKİYE SORUNLARI”NIN ÇÖZÜMÜ POPÜLİZMDE Mİ? – Mehmet YILMAZER

Çağdaş Yol, Sayı 4, Haziran 1988

I- Giriş

Türkiye Solunda 12 Eylül’den hareketle yapılan otokritikler henüz bitmedi. Hatta belki de, hareketler kendilerini yeni muhteva ve biçimler altında topladıkça, geçmiş eleştirileri bitmek şöyle dursun, yeni başlayacaktır. Türkiye Sorunlar Dizisi bu çabalardan bir tanesi…

‘Yirmi yıl için gözlemler’

Yirmi yılın çok kaba bir değerlendirme sine şöyle başlanır: “Sosyalizmin de çetin ve karmaşık bir süreç içinde gelişeceği hepimizin malumuydu. Ancak aradan iki on yıl geçtikten sonra bugünkü kadar olumsuz bir duruma gelinmiş olunacağını sosyalizmin yeminli düşmanları dahi tahmin edemezdi.” (Türkiye Sorunları Dizisi II, T. Akad) Bir otokritik çabası için pek umutlu bir başlangıç değil. Yazar böyle bir değerlendirme ile her şeyden önce kendi eğiliminin “ne kadar olumsuz” bir durumda olduğunu dile getirmiş oluyor. Dün ve bugün kabaca kıyaslanınca beyinlerde ve morallerde müthiş bir alt üstlük yaratan “korkunç bir çöküş” oportada duruyor! “Yeminli düşmanlarımız bu tabloya bakıp keyifle sırıtırken. T. Akad büyük bir şaşkınlıkla yıkıntılar arasında otokritik için malzeme arı yor. Bulduklarını gözden geçirelim.

Dünün olumsuzlukları

Akad yazısında 1960 sonrası hareket etme çabasındadır. Ancak yukarıdaki gibi bir girişle nereye kadar gidilebileceği az çok baştan bellidir. Yazıda son yirmi yıl çarpıcı bir eleştiriden geçirilemez, T. Akad’ın deyimiyle yalnızca “gözlem”lenir. Gözlemleri izleyelim.

1965’leri geçiyoruz. TİP’le ilgili yapılan değerlendirmelere bakalım.

“Halbuki tasfiyeciliğe yönelmek yerine parti içi demokrasiye işlerlik kazandırabilselerdi olaylar çok farklı gelişebilirdi. O dönemin TİP yöneticileri neyi paylaşamadıklarını herhalde hiçbir zaman izah edemeyeceklerdir.

“… TİP bir parti olmaktan çok bir partinin taklidiydi ama hangi partinin taklidi olduğu belli değildi. Sayısız iyi niyetli insanı bu şekilde hüsrana uğratacak kadar başarısız olmaya hakları yoktu.” (T.S.D. II, ay)

TİP değerlendirmesinde seçilen vuruş noktaları bize hiç de rastlantı gibi görünmüyor.

“Parti içi demokrasi” işletilebilseydi ne iyi olurdu…

Sayısız iyi niyetli insanı hüsrana uğratmaya hakları yoktu…

Bunlar kimin üslubu? Cephe kökenli bir siyasi eğilim için ne büyük bir evrim. Kesintisiz Devrimdeki TİP eleştirilerine bakalım, daha sonra yayınlanan dergilerdeki değerlendirmeleri gözden geçirelim, şimdi karşımızdaki üslupla tam bir zıtlık içinde olduğu hemen görülecektir.

TİP’te parti içi demokrasi işleseydi bile 1968’lerde MDD ve TİP eğilimleri aynı yapı içinde kalabilir miydi? TİP yöneticileri neyi paylaştıklarının pek âlâ bilincindeydiler. Yükselen hareketin yeni, daha radikal talepleri karşısında TİP ve MDD eğilimleri kaçınılmaz ve geri dönüşsüz bir kopuşma noktasına gelmişlerdi. Toprak işgallerinden TİP’liIeri geriye çağıran, Amerikalı askerlere karşı yükselen protestoları, onlara “sert bir bakışla” sınırlayan kafalarla; hareketin yükselen gidişine kan teri içinde ayak uydurmaya çalışan insanları hangi “parti içi demokrasi”si bir arada tutabilirdi?

Evet, o günün coşkulu kalkışıyla pek çok hata yapıldı. MDD parçalandı. Hatta Cephe eğilimi tam 12 Mart sırasında çatladı. Bunlar gerçeklik. Fakat kimi hataların şimdi fark edilişi kişiyi TİP’in siyasi karakteri hakkında bir bulanıklığa vardırıyorsa bu bambaşka anlamlara sahiptir. TİP “bir parti taklidi” imiş, ancak “hangi partinin taklidi olduğu” belli değilmiş… Olayın üzerinde ürkekçe gezintinin yol açtığı bu kelime oyunları aslında çok önemli bir zaafı açığa vuruyor. TİP’in “hangi partinin taklidi olduğunu” hâlâ bilmemek… Bu mümkün değil! T. Akad 12 Eylül şokuyla hafıza kaybına uğramış olsa gerek. Parlamentoya sosyalizmin bayrağını dikecek olan, sendika aristokratlarıyla işçi tabanını tutmaya çalışan, her radikal direniş çabasını faşizmi gelir krizleriyle lanetleyen, daha sonraki ömründe Ecevit’e dilekçe vermekle eşik aşındıran bir parti neyin “taklidi” olabilirdi?

Hele, “sayısız iyi niyetli insanı hüsrana uğratma” sızlanmasına ne demeli? TİP’in başarısız olmaya hakkı yokmuş… Bu ne sefilce bir yakınma!

TİP, kendi mantığı açısından fazlaca başarısız sayılmazdı. Onu esas hüsrana uğratan o dönem seçim kanunda yapılan değişikliktir. Şimdi oturup buna mı sızlanacağız? Ancak, TİP o günün sınıflar mücadelesi koşullarında, sahip olduğu mantıkla başarısızlığa adeta mahkûmdu. Acı da olsa böyle bir gerçeklikten neden hüsrana uğransın?

12 Eylül küçük burjuva radikalizminin devrimci özünü aşındırdıkça, onlarda kaçınılmaz bir şekilde TİP ve benzeri siyasetlere yönelttikleri eleştirilerini yumuşatıyorlar. Ya da sivri uçlarını törpüleyip, şekilsiz hale getiriyorlar: 12 Eylül’den aldıkları dersi, burjuva sosyalizmine bedel olarak ödüyorlar.

Birkaç yıl ileriye gidilip, 1971’lere gelinince şu değerlendirme yapılır: “15-16 Haziran gibi eylemleri sıralamaya hiç gerek yok. 1965-1970’lerin Ankara’sında anti-emperyalist bir eylemin en az 5-10 bin kişinin katılımıyla oluşması çoğu kez yarı-kendiliğinden bir tarzda gerçekleşiyordu. Bundan yalnız birkaç yıl sonra, durumun oligarşiyle bir avuç öncü arasındaki bir savaş olarak yansıtılır hale gelmesi herhalde yakın tarihin en büyük talihsizliklerinden birisidir.” (T.S.D. II, ay)

Bir kaç sayfa ilerde aynı üslupla “1960”larda yetişen sosyalist kuşağın en önemli karakteristiği deneyimsizlikti. Bu durum aşırı bir iyimserlikle birleşince ortaya oldukça üzücü manzaralar çıkabiliyordu” denmektedir.

“Talihsizlik”, “üzücü manzaralar”… devrimci harekette dönüm noktası boyutunda anlama sahip eylemlerin değerlendirilmesini dar yeteneksizdir ki, o nedenle, ancak “öncü savaşı yerine kitle hareketi” ilkel dersini çıkartmaktan öteye gidememiştir.

Yığın eylemlerinden neden kopuşuldu? Mücadelenin “oligarşi ile bir avuç öncü arasındaki savaş” olarak yansıtılmasını kimler yaptı? Egemen güçler mi? Eyleme kalkışanların bizzat kendi açıklamaları mı? Söylenenlerde hiçbir açıklık yok. Bu kadar suya sabuna dokunmayan şeyler yazabilmek ayrı bir beceri olsa gerek. Ancak bizler böyle bir becerinin altında, gerçeklikleri yakalamadaki cesaretsizliğin yattığının bilin cindeyiz.

Sözünü ettiğimiz şekilsiz cümle şu satırlar ile bağlanır: “Halkın düşmanları yalnız bir avuç öncüyle karşılaşmayı, herhalde her zaman için bir kitle hareketiyle karşılaşmaya tercih ederlerdi.” (ay) Yirmi yıl sonra, o günkü eylemlerden çıkartılabilen tek ders: öncü savaş yerine kitle hareketi oluyorsa, bunun hiçbir değeri yoktur. Bu en basit, en ilkel, en kaba gerçekliğin tekrarı, gerçek problemi kavramayışın itirafıdır. Kitle nedir? Şekilsiz bir kalabalık. Sınıf olarak öncü kimdir, öncü sınıfın örgütlenmesi nasıl başarılmalıdır? Çözülmesi gereken sorunların en başında bunlar geliyor. Bu sorunlar da, her okuyucunun hemen dikkatini çekeceği gibi hiç de kompleks ve zor sorunlar değildi. Henüz temel gerçeklerdir. Ancak, yazarımız bu gerçeklere olsun yaklaşmada o kadar geleneksizdir ki, o nedenle ancak “öncü savaşı yerine kitle hareketi” ilkel dersini çıkartmaktan öteye gidememiştir.

1974 sonrasına gelirsek. “1970 ve 1971 olayları muazzam bir sempati yaratmıştı ve bunun örgütlenebilmesi için bir yarış vardı. Ne yazık ki pek çok iyi insan, henüz sap ile samanı ayıracak düzeye gelemeden, kimi bu siyaset madrabazlarının yanında politikadan soğuyarak, kimi de kemikleşmiş yapılara takılarak kayboldular. Türkiye Sosyalist hareketi bundan büyük şeyler yitirdi.” (T.S.D. II, ay) Söylenenlerin büyük bir kesimi gerçeklik. Ancak bu sıralananlar bir hareketin 1980 yenilgisini açıklamak için ileriye sürüldüğünde, olayı açıklayamamakla kalmaz, çok hatalı sonuçlar doğurur. Politikadan soğumayı, kemikleşmeleri “kimi siyaset madrabazlarına bağlamak tam da bir 12 Eylül yanılgısıdır. 12 Eylül’ün paşaları bütün kötülükleri bir kaç siyasi lidere, “sendika ağalarına” ve bir kaç bin “teröriste” bağlamadılar mı? Eskinin inkârı en başta eski liderlerin inkârı olarak anlaşılmadı mı?

Akad olumsuzlukların nedenini ararken neden böyle en kaba görüntülere takılıp kalıyor? Onun gözünde sınıflar mücadelesi, onun kaçınılmaz dayatmaları, örgütlenmelerin yaşanan dönemi ne ölçüde ve nasıl kavradıkları gibi can alıcı sorunlar yoktur, “iyi niyetli”, “aşırı iyimser”, ya da “siyaset madrabazı” kişiler vardır. Olaylar ancak bu kişiliklerle açıklanabilir!

Oysa 71 olaylarının “muazzam sempati”sini olayların gerçek özünü kavratmadan örgütlemeye kalkmak, her taraftan “bağımsız beyliklerin” fışkırması, bunlar sırf önde koşan kadroların hatalarıyla açıklanamaz. Onlar bütün özellikleri ile bir sınıf ya da tabakanın davranış karakteristiğini yansıtıyorlardı. T. Akad’ın gözleminde, hareketin sınıf yapısını kavramak ve açıklamak gibi en küçük bir çaba yoktur. Tam tersine yaptığı yorumlarla ister istemez sınıf gerçekliğini karartmaktadır.

Eğer geçmişten ders çıkartılacaksa, o günlerin sınıf kavrayışı mücadele taktikleri, yığınların genel bilinç seviyesi, mücadeleye katılma enerjileri soğukkanlıca tahlil edilebilmelidir. Yazarımız bunu yapacağına, o günlerin en canlı olaylarını silik şekilsiz cümlelerle geçiştiriyor. Öte yandan bazen alaylı bazen öfkeli bir üslupla “kişilikler”, “devrimci tipler” üzerine derin tahlillere girişiyor.

Sınıf mücadelesinde genel kuraldır, yenilgiden devrimci dersler çıkartamayıp, panik içinde pişmanlığa kapılanlar geriye baktıklarında ilk ve en başta “olumsuz” kişilik leh hedef tahtasına yerleştirirler. Siyaset yerini pedagoji; ideoloji yerine genel anlamda kültür ve eğitimi geçirirler. Bu ise sınıf mücadelesinin liberalce kavranışından başka bir anlama gelmez.

Akad, 1970-71 olaylarının sempatisini siyaset madrabazlarının harcadığını iddia ediyor. Böyle bir yaklaşım, o günlerin olaylarının en kaba kavranışı bile değildir. O dönem, bu sempati hangi temel üzerine örgütlendi. Bir siyasi program, yani iktidar savaşında olması gereken bir program temelinde mi? Hayır. Örgütlenme hangi prensipcil çerçevede yapıldı bu konuda kadro ve sempatizanları asgari ölçüde bağlayacak bir örgüt fikri, daha sonra kuralları bilinçlice tartışılabildi mi? Yine hayır. Taktik planda, faşistlerin saldırılarına karşı direnişten öteye bir mücadele ufku, devrimci güçlerin koordinasyonu üzerine kafalar ne kadar aydınlıktı?

Bu en temel zaafların insafsızca bir kritiğini yapmak yerine, kişiliklerle, kişisel olumsuzluklarla uğraşmak, geleceği daha beter karanlıklaştırmaktan başka bir sonuç doğurmaz.

Aynı mantık bir, başka cümlede şöyle dile gelmektedir: “1974’lere gelindiğinde ılımlıları her gördükleri yerde zımnen veya açık olarak korkaklık ve teslimiyetle suçlayan, bunu söylemese bile bakışlarında ve tebessümünde ifade eden devrimcilerle, karşılarındakini sınıf mücadelesinin çocukluk hastalığı olan sol sapma kurbanı olarak görün “kurumsal” solcular yeteri kadar prototip olmuşlardı” (T.S.D. II, ay)

Küçük burjuva radikalizmi ile burjuva sosyalizminin ne derin bir tahlili! İstediğiniz denli yakının, hareket içinde bu “iki prototip” olacaktır. Sorun bunların birbiri ne psikolojik tepkilerinde değildir. Devrimci hareketin genel çıkarlarına ne kadar uyum yapabildiklerindedir. Genel sekreterleri legal parti kurma hayali ile gelen, “gerçek parlamenter düzeni” yeni programının ilk basamağı yapmış olan bir siyasete, “devrimci inisiyatifi” ile mücadele yolunu açmaya çalışan bir siyaset taraftarı neden alaylı bir “tebessümle” bakmasın! Ve 12 Eylülle daha da olgunlaşan, sosyal demokrasinin bir nüansı haline gelen sözde sosyalist bir eğilim taraftarı neden hâlâ “devrim” şiarını en yüksekte tutan, birazda olur olmaz tekrarlayan bir siyaset taraftarını “kurban” olarak görmesin!

Sizler bu “iki tip” arasında olgun bir arabuluculuğa mı soyunuyorsunuz? Yenilgi günlerinde, küçük burjuva devrimciliği pişmanlıkla eski günlerini inkâr ederken, burjuva sosyalizmi de “biz dememiş miydik” bilgiçliğiyle eski radikalleri avutup kendi zeminini genişletmeye çalışır. T. Akad yenilgi yıllarında genişleyen bu zemine kazanılmış görünüyor.

II- Geçmişten Çıkartılan Kimi Dersler

Yaşanan yirmi yılın olaylarını son dere ce silik ve korkakça değerlendiren T. Akad, kaçınılmaz şekilde bu süreçten pek olumlu dersler çıkartamamıştır. Satır aralarına sıkışmış kimi sonuçları toparlamaya çalıştık. Çıkartılan başlıca üç dersi inceleyelim.

İlki, “sınırsız bölünmelerle’’ ilgili: “Sosyalistler önlerine çıkan bu sorunları nasıl aşacaklarını, halk güçlerini nasıl seferber ede çeklerini tartışmak yerine, sınırsız bölünmelerin tohumlarını atacak söz düellolarına başladılar.” (T.S.D. II, ay) Bunlar 1960’lar için söylenir. Bölünmeler bir kez gerçeklik olunca da şu tespit yapılır: “Bir büyük dezavantaj o kadar çok sayıda sol grupçuğun olmasıdır ki bir süre sonra esas amacın yerine sol içinde üstünlük sağlama çabasının geçmesidir.” (ay)

Sol’daki bölünmeleri büyük bir keyifle ve alkışlarla karşılayacak aramızdan pek kimse çıkmaz. Hele sıradan insanlarımız bu bölünmelere açıkça öfke duymaktadır. Ancak bir bilinçli devrimci gerçeklikleri çıplak olduğu gibi görebilecek cesarette olmalıdır. Daha da öteye bu gerçekliğin nedenlerini bulup çıkarabilmelidir. O zaman sızlanmak yerine nasıl davranılması gerektiği ortaya çıkacaktır.

1965 sonrası yoğunlaşan tartışmaları “sınırsız bölünmelerin tohumlarını atacak söz düellolarına indirgemek, ancak 12 Eylül şokuyla ortaya çıkan köklü bir hafıza kaybıyla açıklanabilir. Önce sınıf olayları hatırlayalım. Bölünmelerin “sınırsız” olmadığı hemen görülür. Bu ifadeler “yorgun demokrat”ların zavallı düşüncelerine kuvvet şırıngalarıdır. Ve o dönemin temel bölünmelerinin ardından gelen yıllarda esas olarak sürüp gitmesi, bu ayrışmaların tesadüf olmadığını gösterir. Kimse TİP, MDD ayrışması olmamalıydı diyemez. Ancak gelecek günlere hazırlanan her devrimci büyük bir sabırla bu kopuşmaları incelemelidir. Daha sonra MDD’den AK Aydınlık, yani D. Perinçek kopuşması hiç de rastlantı değildir. Sonunda MDD’nin neredeyse bütünüyle çözülmesi, Sosyalist gazetesinin bağımsız kimliğiyle ortaya çıkması, Cephe eğiliminin şekillenmesi ancak o günlerin özellikleri hatırlanırsa kavranabilir.

Bölünmeler, Türkiye sınıflar yapısının farklı kavranışlarına ve farklı mücadelede hedef ve biçimlerine denk düşüyordu. Bir tek cümleyle bölünmeler ana özellikleriyle kaçınılmaz bir şekilde sınıf temeline dayanıyordu Evet, bölünmeler sırasında aptalca, skolastikçe pek çok polemik yapılmıştır. Ancak görmek isteyen göz, bütün bu toz duman ortasında gerçek özü yakalayabilir. Her kopuşma, ortaya kendi esas özünün yanında pek çok detay sorun da saçar. Ağaçlardan ormanı göremeyen birisi bir sağa bir sola bakmakla enerjisini tüketip ormanın var olmadığı sonucuna varabilir. Fakat bu, gerçekliği ortadan kaldırmaz.

Bölünmeleri ya topyekûn “kötü” ilan etmek ya da her bölünmeyi bir sınıf veya tabakaya denk düşürmeye çalışmak, Marksizm’in yerine Ortaçağ skolastiğini geçirmek olurdu. Rus devrimci hareketinde on beşi aşkın sol parti ve grupçuk bulunmasına rağmen Lenin değerlendirmelerinde hareketi genel olarak üç ana akıma ayırmıştır: Sosyalist devrimciler, Menşevikler ve Bolşevikler. Sosyalist devrimciler, Narodnik kökenli, köylülüğe bağlı küçük burjuva devrimci akımlardır; Menşevikler, ekonomistlerin evrimleşmesi, işçi sınıfı içinde burjuva etkisini temsil ederler. Biz olayları aynen kopya edemeyiz. Ancak siyasi bölünmeleri, gruplaşmaları genel sınıf temeli ve bugüne kadarki genel taktik tutumlarından hareketle üç ana gruba ayırmak mümkündür. Küçük burjuva devrimciliği, Cephe, Ordu kökenli siyasetlerdir. Köylülüğe daha bağlı olan Partizan gibi siyasetlerin yanında, şehirlerde gençlik kesimine tutunan D. Sol gibi akımlar, şehir ve kasaba gençlik ve esnafına dayanan D. Yol gibi siyasetler hep küçük burjuva alan içinde kalmışlardı. Burjuva Sosyalizmi TİP, TSİP, TKP, orta tabakalara, işçi aristokrasisine dayanan eğilimlerdir. 12 Eylülden hemen önce tablo böyleydi.

Akad, 1965’ler sonrası yaşanan tartışmaları “söz düellolarına” indirgemekle, zaten zayıf olan sınıf bakış açısını iyice terk ettiğini ilan etmektedir. Bölünmelerden kuru kuruya yakınmak, onların temellerine inememek sınıf bakış açısını bir kenara itmekle eş anlamlıdır. O zaman T, Akad’a popülist birlik yakınmaları kalır. Ancak, hiçbir birlik yakınma, pişmanlık ve popülist iyi niyet üzerine kurulamamıştır. Hepsi, çiğ sınıf ve tabaka çıkarlarının çekişme ve geçici uzlaşması üzerine kurulabilir. Öyleyse bölünmelerin siyasi temelleri kavranmadan, nasıl ve hangi seviyede birlik ve dayanışma kurulabileceği kestirilemez. Netice de T. Akad’ın yakınmalarının, birlik konusuna da bir yararı yoktur.

Çıkartılan bu ilk dersin, diğer yüzü da ha da gerici bir anlama sahiptir Bölünmelerden sonra “esas amacın yerine sol için de üstünlük sağlama çabasının” geçtiğini ileri süren T. Akad bu gerçekliği “büyük bir dezavantaj” olarak görüyor.

Kopuşmalara götüren tartışmaları “söz düelloları” olarak görmekle T. Akad sınıf bakış açısını terk ettiğini açığa vurmuştu; şimdi ise sınıf mücadelesinden duyduğu yılgınlığı itiraf etmiş oluyor. İktidar için mücadelede, egemen sınıflara karşı mücadele ile sol içindeki eğilimlerin mücadelesi olağanüstü birbirinin içine girer. Saflar, bir futbol sahasının sınır çizgileri kadar berrak olsaydı, mücadele ne kadar basit olurdu.

RSDİP, liberallere, Sosyalist Devrimcilere ve Menşeviklere karşı üstünlük kurmadan Ekim zaferi gelmedi. Elbette ki sol görünen eğilimler, sınıflar savaşı alanında kaçınılmaz bir şekilde birbirlerine karşı da “üstünlük” mücadelesi vereceklerdir. Aksini iddia eden ya mücadeleden vazgeçerek bir eğilimin takipçisi olmakla kendini sınırlamış demektir, ya da bu mücadeleyi açıkça göze alamayan ikiyüzlü bir konuma itilmiş demektir.

Hiç şüphesiz ki bu noktada geçmişin pek çok olumsuz olayı hatırlatılarak, “sol içinde üstünlük sağlama çabasının” ne kadar zararlı sonuçlara yol açtığı en büyük kanıt olarak ileri sürülebilir. O zaman deriz ki, mücadelede yapılan hatalar yapan siyaseti yaralar, ancak mücadelenin koşullarını ortadan kaldıramaz. Farklı sınıf ve tabaka temellerine oturan ve bu anlamda farklı çıkarları savunan sol eğilimler, eğer iktidar için mücadele ediyorlarsa, birbirlerine karşı üstünlük mücadelesini de vermek zorundadırlar. Ancak hiç bir siyasi parti gücü yeterli değilse, bütün muarızlarına aynı anda cepheden bayrak açmaz. Ayrıca her muarız mücadelenin sırf olumsuz yanıyla yüz yüze gelmek durumunda değildir. Mücadele zemini birbirine yakın olanlar arasında, iknaya dayanan “üstünlükler” de kurulabilir. Ancak sınıflar mücadelesinde farklı sınıf ve tabakaların çıkarları söz konusu olduğu için en yumuşak görünen ikna eyleminin ardında bile somut güç, yani güçler dengesi yatar. Bolşevikler, iktidar olduklarının ilk günü çıkarttıkları toprak kararnamesi ile köylülüğü kazanabildiler. Ancak aynı zamanda, Bolşevikler o günün güçler dengesinde en üstte idiler. Çıkarttıkları toprak kararnamesini uygulayabilecek güce sahiptiler.

Sol içi mücadele, sola itibar kaybettiriyor. Doğru. Ancak akıp giden mücadele sürecinde bütün sol eğilimlerin itibarı aynı seviyede korunamaz. Böyle bir şey ne gereklidir ne de mümkündür. Tam tersine sol içinde olup da mücadeleyi sonuca vardıramayacaklar itibar yitirdikçe gerçek devrimci eğilimler itibarlarını arttıracaklardır. Bunda yadırganacak hiçbir şey yoktur. Neresinden baksak, sol içinde “üstünlük çabası” sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olarak karşımızda duruyor.

Gözlerimizi kapatıp bu gerçekliğin üstünden atlamayacak isek, bu mücadeleyi hareketin genel çıkarlarıyla çatışmayacak şekilde ustaca yürütmek zorundayız. Ancak T. Akad bu zorluğun üstünden atlamaya niyetleniyor Yirmi yılın deneyinden ancak bu zavallı kurnazlık öğrenilebilmiş.

İkinci ders, örgütlenmeyle ilgilidir: “Halk kesimlerinin mücadelesini teşvik eden ve bütünleştiren, bu çabanın içinden doğan örgütlenme kavramının kafalarda oluşması yaklaşık bir on yıl aldı. Talihin garip cilvesi, bir yanda belki düzinelerle çerçeve parti kurulurken gerçekten de halkın direnişini sağlayan, yerleşik kurumların dışında somut alternatif örgütlenmeler öneren ülkenin en yaygın sosyalist akımı, böylesi bir parti kurmadan 12 Eylülün hışmına uğradı. Neyse ki ‘biz parti kurduk, hayırlı olsun’ demekle parti olunamayacağını bilenler de varmış.” (ay) Bu söylenenler örgütsüzlüğe methiyedir. Halk kesimlerinin kendi çabalarının içinden doğacak bir örgütlenme fikrine bir on yılda varmak oldukça yavaş bir düşünce evrimi değil mi? Ve sözde “düzinelerle çerçeve parti”yi eleştirmek gayretiyle. 12 Eylüle örgütsüz yakalanmayı aklamaya kalkışmak yazarın nasıl yılgın bir ruh hali taşıdığının en güzel kanıtıdır. Hareket “sosyalizmin yeminli düşmanlarını” keyiflendirecek konuma gelsin, dün “halkın direnişini sağlayanların önemli bir kesimi en bayağı liberalizme saplansın, bu çöküşe karşı hiçbir radikal başkaldırı ortaya çıkmasın, yazarımız için önemi yoktur, “neyse ki parti kurduk demekle parti olunamayacağını bilenler” vardır!

Bu bilgiçler şimdi ne yapıyor? Parti kurduk demekle parti olunamayacağını bilmeleri harekete nasıl bir avantaj sağladı? Hareketi nasıl bir felaketten kurtardı? Tam tersine bu bilgiçlik hareket içinde örgütsüzlüğü ebedileştirerek, 12 Eylülle önemli bir dağılışa uğramasının zeminini hazırlamışlardır.

Yazar nasıl ilk çıkarttığı dersle sınıf savaşının zorluklarından yıldığını açığa vurdu ise, şimdi de örgütsüzlüğü aklama çabasıyla mücadelenin en önemli aracını bir kenara itiyor.

Üçüncü ders, programla ilgilidir: “Yaratılan idealler son derece soyut olduğu için gerçekleştirilmesi doğrultusunda adım atılamamakta…”dır.

“… programınız nedir diye soruluyor. Ya yanıt gelmiyor ya da biz eskinin devamıyız, geleneği sürdürüyoruz gibi tek başına hiç bir anlam ifade etmeyen laflarla karşılanıyor. Azıcık tarih bilen okurdan özür dileyerek tekrarlıyoruz. Politika her günü değişen her durumu karşılayacak önermelerin sürekli üretilmesiyle yapılır.” (T.S.D. III, T. Akad)

Program, bir partinin iktidardaki işler planıdır. İktidara yürüyüşe yol gösterir ancak onun uygulanması doğrudan iktidar olmakla mümkün olur. Yazarımız soyut ideallerden şikâyetçidir, idealler somut olursa “gerçekleştirmek” için adım atılabilecektir. Bu soyutluk ve somutluktan tam olarak ne kastedildiğini bilemiyoruz. Ancak söz gelimi 12 Eylül’den hemen önce yayınlanan “Devrimciler Ne İçin Savaşıyor?” broşüründe yazılanlar oldukça somut taleplerdi. Fakat oradaki hiç bir talebi bugünden yarına gerçekleştirmek mümkün değildi. Bu anlamda ister istemez geleceğe kalan istekler konumundaydılar. Özetle bir program yalnızca önümüzdeki yakın pratikle gerçekleştirilmesi mümkün işler planı değildir. Bu bayağı reformizm olurdu. Yakın somut hedeflerle hareketin genel ufkunu tıkamak, tipik Bernştayncılıktır.

Yazar “eski programları” savunanlar eleştiriyor, “Tarih bilen okurlardan özür dileyerek” bir inci yumurtluyor: “Politika her günü, değişen her durumu” karşılamalıymış… Güzel. Ancak Parti programları her güne göre değişemezler. “Değişen her durum”, parti programının değişmesini gerektirmeyebilir. Parti programı mevcut sınıflar konumundan kalkarak şekillenir. Ve o sınıflar konumunda önemli bir alt üstlük olmadıkça programda köklü bir değişiklik gerekmez. Örneğin, 12 Eylül’le sınıflar yapısı değişmemiştir. Ve hâlâ “Devrimciler Ne İçin Savaşıyor?” broşüründe yazılanları bir program temeli için dikkate alabilirsiniz. Öte yandan, programın genel doğrultusuna uygun olarak taktikler her günü karşılayabilmelidir. Her durum değişikliği taktikte bir değişimi gündeme getirir. Yazar, programla her günkü taktik politikayı birbirinin içine sokuyor. Tarih bilgisinden kaynaklanan bu karıştırma hiç de rastlantı değildir. T. Akad gerçekleştirilmesi belirsiz geleceğe kayan soyut ideallerden ve “eski” programlardan kurtulmak istiyor. “Soyut idealler” yerine her günkü değişim içinde sürekli üretilen bir politika…

Sosyalizm soyut bir ideal midir? Ya da bugünkü asalak finans-kapital düzenini tasfiyeyi amaçlayan demokratik devrim hedefi aynı şekilde soyut bir ideal midir? Bugüne kadar devrimciler arasında tartışılan, hatta kimilerince programlaştırılan hedefler farklı yönler içerse de bu temel düşünceler çerçevesinde kalmıştır. Hiç şüphesiz ki bir tek kelime ya da parola soyut bir kavramdır ve bir program yerine geçemez. Bir program amacın gerçekleşmesini sağlayacak somut talepleri içerir. Ancak bu talepler somut olsa da, yarın gerçekleştirilmeleri söz konusu değildir. Örneğin programda sınırsız grev hakkı yer almalıdır. Fakat bugünün koşullarından kalkılırsa belki yeni sendikalar kanununda ki bir kaç maddenin değiştirilmesi ancak gerçekleştirilebilir. Ya da eğitim sisteminin bütünüyle demokratikleşmesi programın önemli bir bölümü olmalıdır. Ancak bugünden gerçekleştirilebilecek olan belki de YÖK’ün biraz reforme edilmesidir.

Eğer yazar ideallerin soyutluğu ve somutluğu hakkında onların verili koşullarda gerçekleştiril olup olmadıklarına göre karar veriyorsa, bu mantıkla mükemmel bir reform programı hazırlanabilir ancak gerçek devrimci bir program hazırlanamaz.

Evet, ustaca her durumu karşılayacak politika üretebilmeliyiz. Ancak program hedeflerine ya da yazarımızın hoşlanmadığı “soyut ideallere” sıkıca bağlı kalarak bunu yapmalıyız.

“… tarih bilincini edinememiş, toplumu ve insanları tanımayı başaramamış kötü solcular hâlâ 15 yıl önceki tartışma platformlarını ısıtıp öne sürmek istemektedirler.” (ay)

“Eski” yenilgiyi getirdi, öyleyse terkedilmelidir. Yazanınızın mantığı böyle işliyor. 15 yıl önceki bir platform o günün koşullarında doğru tespitler yapmış ise bugünde geçerlidir. Eski tek başına kötü değildir, her yenilik devrimci bir öz taşımayabilir. Genel sözlerle eskiyi lanetlemeyi bırakın, onun neresinin yenilenmesi gerektiği üzerine konuşun. Örneğin, program zemininde “Devrimciler Ne İçin Savaşıyor?” broşürü bir kalkış noktası olmalıdır. Eğer olamaz diyorsanız nedenlerini açıklayın. Onun eski olması kötü olması anlamına gelmez.

Ancak yazarımızın “tarih bilinci” başka türlü işliyor. Eskiyen bırakılır, soyut idealler her gün üretilen somut politika ile yer değiştirmelidir. Bu gündelikçi politikacılığa soyunabilmek için yazar her türlü bağlayıcı eski platformu ve soyut ideali terk etmek zorundaydı.

Program konusunda çıkartılan ders de budur: Elini kolunu soyut ideallerle bağlatmayan günü karşılayan pragmatik politikacılık. Devrimci radikalizmden reformizme…

III- “Kurumsallaşma”

Türkiye Sorunları Dizisinde geçmiş yirmi yıl gözlemlendikten sonra çıkartılan en önemli sonuç budur. O nedenle “kurumsallaşma”yı ayrı bir başlık altında irdelemeyi gerekli gördük.

“… yeni kuşaklar hep eskileri küçümsemiş ama aynı hataları yaparak vakit yitirirken, küskün üretmişlerdir” denerek, bir zaaf tespit edilir ve çözüm olarak şunlar sıralanır “Halbuki kurumsallaşma sürekliliği artan katılımı, tecrübelerin paylaşımını getirecek, insan malzemesinin donanımını, dolayısıyla kalitesini yükseltecektir.” (T.S.D. II, T. Akad)

Akad şeytandan kaçar gibi Parti kelimesinden kaçmaktadır. Yerine konulan deyim çok tipiktir: “Kurumsallaşma”. Bu deyim daha söylenirken mevcut bir düzen içinde meşru zeminlerde varoluşun zimmi bir onayını içerir.

“Kurumsallaşma illa da belli bir organizasyon çerçevesi kurup, şemalar doldurmak, bir bürokrasi yaratmak değildir… Esas olan belli yöntemlerin, tepki gösterme ve karar alma yollarının belli sorunlara sahip çıkma anlayış ve alışkanlıklarının gelenekselleşmesidir.” (ay)

Bir yirmi yılın deneyinden sonra örgütlenme konusunda önerilen: alışkanlıklar, geleneklerdir. Bilinç, sınırları, hiyerarşik yapısı belli bir örgütlenme yerine alışkanlıklara dayanan şekilsiz bir “kurumsallaşma” önermek, hele bir 12 Eylül deneyinden sonra bunu yapmak, örgüt teorisi açısından hiç bir değer taşımaz, ancak yenilginin kimilerini ne ölçüde zavallılaştırdığı konusunda derin bir değere sahip kanıt oluşturur.

Biraz daha detaylara inelim.

“Kendi demokrasisiyle ilerleyerek iktidara aday olan her toplumsal hareket demokrasisini önceden yaratmaya başlamış ve bu konuda hayli yol almış olmalıdır. Öyle ki, alternatif olan, mevcut iktidarı ite ite kendi önünü açar, bir süre iki demokrasi bir arada yaşar, sonra biri galebe çalar. Mücadele devrim veya karşı devrimle sonuçlanır ama yenilgi halinde dahi mevcut güçler dengesinde önemli bir rol oynamak süreç içinde kurumsallaşmakla mümkündür.” (ay)

Liberal bir fırçanın elinden çıkmış bir sınıflar savaşı tablosu… Aslında ortada sınıflar filan yok. “Toplumsal hareket”, “alternatif”, “mevcut iktidar” gibi hangi sınıf temelinde şekillendiği belli olmayan bulanık güçler vardır.

“Toplumsal hareket” nedir? “Toplum” sözcüğü sınıfsal olarak bir ayrım yapmadan, ekonomik ve sosyal olarak bir sınırla çevrelenmiş bir insan topluluğunu anlatır. T. Akad burjuva sosyologlarının deyimlerini kullanarak “15 yıldır aynı şeyi tekrarlayan kötü solcu”lara karşı yenilik mi yapmış oluyor? Belki. Sınıfları bir kenara iterek “toplum” kavramıyla yapılan yenilik, aslında en eski revizyonizmin paslı silahını yeniden piyasaya sürmekten başka bir anlama sahip değildir.

Öte yandan, “toplumsal hareketin kendi demokrasisi yolunda hayli yol almış olması” ne demektir? Sanırız, sendikalar, dernekler, hatta kimi mahalli yönetimlerde, ya da moda deyimiyle, “hayatın her alanında” demokratik yoldan “alternatif” bir etkinlik kurmuş olmak kastediliyor olmalıdır. Böylece “alternatif olan toplumsal hareket mevcut iktidarı ite ite” bir köşeye sıkıştıracaktır. Mükemmel!

Ancak bir soru açıkta kalıyor. “Toplumsal muhalefet” nasıl ve hangi “kendi demokrasisini”, mevcut iktidar köşeye itecek kadar yayacak, genişletecektir? Sizin yığınların, sendikaların, mahalli yönetimlerin, “demokrasi” ve “alternatif” laflarına kendiliğinden koşacağını mı sanıyorsunuz? Disiplinli bir öncü örgütlenme olmadıkça, bütün bu alanlardaki güçler nasıl koordine edilip, mevcut iktidara karşı yönlendirileceklerdir? Bunlara T. Akad’ın verdiği tılsımlı cevap: “kurumsallaşma”dır.

12 Eylül, küçük burjuva radikalizminin önemli bir bölümünde örgüt ya da parti düşmanlığını en uç noktalarına vardırdı. “Kurumsallaşma”, kendiliğindenciliğin Arapçasıdır. Bir “çerçevesi”, bir “bürokrasisi” olmayan, ama “hak arama alışkanlığı” olan yayvan bir şekilsizlik. Karşı devrim, başı sonu belli örgütlenmelere insafsız darbeler indiriyor, onları likide etmek için her imkânı kullanıyor. Bu yıkımlardan bıkmış olan “görgün demokrat”larınız, öyle karşı devrim sopasını salladıkça sağından solundan kayıp giden bulutsu bir kurumsallaşmada olayın çözümünü bulmuşlardır. Yapıyı her zorluğa uyum yapabilecek kaliteye yükseltmek yerine, bütünüyle tasfiye etmeyi tercih eden yazar, gericilik yılları Rusya’sındaki parti yerine “açık işçi derneklerini” savunan tasfiyecilerin konumundadır. Fakat tasfiyeciler hiç değilse devrim öncesi ve devrim yıllarında yine de RSDİP içindeydiler ve bir partileşme yaşadılar. Yorgun demokratlarımız, hiçbir zaman bir örgütlenmeye cesaret edemediler. Ve yenilgi yılları ile bu tutumlarını iyice açığa vurdular.

Bu ne anlama gelir? Bilinir Menşevik örgütlenme, yani her isteyenin kendini partili ilan edivermesi, taktik plana sıçrayınca kendini kuyrukçuluk, kitle dalkavukluğu biçiminde gösterir. “Kurumsallaşma”, Menşevik de olsa bir örgütlenme değildir. 12 Eylül öncesi artlarında az çok yığınsal bir birikim gören küçük burjuva radikalizmi belli bir kitleyi kendi taktik davranışlarına çekebildiler. O günler, güzel ve güçlü günlerdi. Ancak karşı devrim üste çıkında, bir çırpıda öne atılıveren kitle, devrimci öncülerinden hızla kopuştu. Bu kopuşma ve yalnızlaşma küçük burjuva devrimciliğinin beyninde muazzam fırtınalar yarattı. Dün yığınların önünde koşanlar, bugün onların ardında gitmeyi teorileştiriyor. “Kurumsallaşma”nın anlamı budur. Öncülüğün bedeli büyük. Mücadelenin yükselen seli geriye çekildiğinde iri çakıl taşlan gibi ortada kalmak var. Oysa hareket kurumsallaşsa böyle tehlikeler olamayacaktır. Özetle, yığınlara öncülük etme cesaretinin tükenişinin adı kurumsallaşmadır.

Aynı cümlede alternatif olanın mevcut iktidarı ite ite önünü açmasından söz edilir ve “bir süre iki demokrasi bir arada yaşar, sonra biri galebe çalar” denir. Mücadele ufkunun böyle bir zemine oturtulması, mücadele koşullarının tek yanlı kavranışını getirir. Mücadele yalnızca, demokrasi, koşullarında gelişmeyebilir. Fakat yazarımız ısrarla vurguluyor: “Kurumsallaşma birçok demokratik mekanizmayı muhalefet ederken var edebilmektir.” (ay) Dikkat edilsin, kullanılan deyimler: “kurumsallaşma”, “muhalefet”, bir devrimci düşüncenin liberal bayağılaşmaya evrimleşmesini, aslında tek başına ispatlamaya yeterli kanıtlardır. Ancak cümlenin anlamı bu evrimleşmeyi daha da derinleştiriyor.

“Muhalefet” koşulları öyle olabilir ki, bizzat “demokratik mekanizmalar” hareketin gidişine zarar verebilir. Böyle koşullarda bile insanlığın nasıl mucizeler yaratabildiğim RSDİP, Vietnam, Küba, Portekiz, Nikaragua deneyimleri yeterince göstermiştir. Ancak bütün bu deneylerde hareketin yürütümünde partiler ve cepheler vardır. Henüz biz “kurumsallaşma”ların yürüttüğü bir mücadeleye tanık olmadık! Yine mücadeleler hiç de iki demokrasinin birbirini iteklemesi biçiminde gelişmemiştir.

Yazarımız, pek çok iniş çıkışı içinde barındıran ve her önemli değişiminin örgütlenmede de kaçınılmaz alt üstlüklere yol açtığı mücadele akışını düşünmek istemez. “Demokratik mekanizmalarla” mürekkep lekesi gibi yaygınlaşan kurumsallaşmanın yürüttüğü bir “muhalefet” çalışması, iktidarı iterek köşeye sıkıştıracaktır. Sosyal demokrat bir muhalefet böyle bir seyir izleyebilir, ancak sonsuza kadar muhalefet olmaktan öteye gidemez. Devrimci iktidar mücadelesi ise bambaşka yollar izler. Gerçek halk demokrasisi ve sosyalizm mücadelenin hedefidir. Ancak yazarımız demokrasiyi, hedef olmaktan çıkarıp mücadelenin tek aracı haline getiriyor. Bu demokrasi gevezeliği aslında yığınlara öncülük yapmak yerine dalkavukluğa soyunmanın perdesidir.

Küçük burjuva atılganlığı ile bu halk dalkavukluğu bir ve aynı şeyin iki yüzüdür. Aynı şekilde dünün demokratik mekanizmalara aldırmayan öncülüğü ile bugünün demokrasi diye diye aracılığı meşrulaştıran tavrı yine bir madalyonun iki yüzüdür.

Demokrasi

Yorgun demokratların kurumsallaşmayla birlikte öne çıkarttıkları diğer önemli konu demokrasidir. O nedenle demokrasi ile ilgili söylenenleri değerlendirmeden konu eksik kalır.

Akad “demokrasi soyut değildir” diye söze başlar ve “somut olarak hem sınıf ve kesimlerin kendi iç demokrasileri, hem de bunların ortak platformunun demokrasisi vardır” der ve papazımız vaazına şöyle devam eder: “Sınıf ve kesimlerin var olduğu toplumlarda bu önce bunların kendi demokrasilerini hayata geçirmeleri gerekir. Böylece demokrasi isteyen tüm kesimlerin demokrasisi kurulabilir.” (T.S.D. l, Akad)

Yepyeni bir demokrasi kavramıyla yüz yüzeyiz. Söylenenler o kadar masum ve doğru görünüyor ki şöyle okuyup geçince göze bir şey batmayabilir. Ancak bu yeni demokrasi kavramında öne çıkartılan nokta: “Her sınıf ve kesimlerin kendi iç demokrasileri” ister istemez kulakları tırmalıyor.

Önce bu kurulabilirse sonra “demokrasi isteyen tüm kesimlerin demokrasisi” oluşa bilecektir. T. Akad’ın demokrasi kavrayışına göre her sınıf ve tabakanın kendi iç demokrasileri aynı bir “toplum”da yan yana var olabilecektir.

Yazarımız bu kavrama varırken bir temel mantığa dayanıyor. Demokrasinin “en temel niteliği” nedir sorusuna verdiği cevap bütün kavrayışının mantık temelini oluşturur: “karar sürecine katılanların genişliği… bunu tayin ettikten sonra gerisi ikincildir.” (ay)

Böylece harika bir tablo karşısındayız. Her sınıf ve kesim kendi içinde karara katılanları en geniş tutarak, kendi iç demokrasisini kurabilecektir. Bu ilk ve önemli adımdır. Bu durumda demokrasi “istemeyen” sınıf ya da kesim bulmak oldukça güçleşir. Örneğin Finans-Kapitalistlerin ya da daha popüler deyimiyle tekelci burjuvazinin kendi iç demokrasisi gayet güzel işlemektedir. Bunların sayıları çok azmış olsun, onlar da “bir kesim”dir. Üstelik TÜSİAD diye çok demokratik işleyen bir dernekleri vardır. İşçi sınıfı, köylüler de böyle demokratik işleyen mekanizmalar kurabiyeler ikinci adıma geçilebilecektir. Ancak neden halk sınıf ve tabakalarının “kendi iç demokrasilerini”, örneğin DİSK ve KÖY KOOP seviyesinde olsun kurma çabaları her seferinde en büyük yıldırımları üstüne çekiyor?

Akad yeni demokrasi kavramıyla mükemmel bir tablo çizerken, bir küçük detayı atlayıvermiştir: Demokrasi de bir devlet biçimidir ve her devlet bir sınıf egemenliği aracıdır. Yazarımız demokraside sınıf egemenliği sorununu unutuvermiştir. T. Akad bu sefil mantığını dolambaçlı cümlelerle örtmeye çalışırken, H. Zabcı aynı mantığı doğrudan ve en yüksek perdeden bağırıyor: “Demokrasi, üretenin yönetime katıldığı, insan onuruna sıkı sıkıya bağlı, hak ve özgürlüklerin toplumsal çıkarlar doğrultusunda serbestçe kullanıldığı bir zorbalık dışı düzendir…

“Demokrasi kimsenin ipoteği altında değildir.” (T.S.D. I, Hakkı Zabcı) Sanki Ecevit takma bir isimle Türkiye Sorunları Dizisinde yazı yazmış… H. Zabcı’ya göre demokrasi kimsenin ipoteğinde değildir. Böylece T. Akad’ın bin yoldan dolanıp açıkça söyleyemediği şeyi, H. Zabcı dobra dobra haykırır.

Oysa demokrasi bir sınıf egemenliği rejimidir. Örneğin burjuva demokrasisinde her şey elbette diğer sınıf ve tabakaların “iç demokrasisi” de burjuva egemenliğine göre sınırlandırılmıştır. Yazarımız, “her sınıfın kendi içi demokrasisi” kavramıyla burjuva demokrasisinin ikiyüzlülüğünü aklamış oluyor. Bir avuç tekelci burjuvazi kendi iç demokrasisini kurmasına rağmen, işçi sınıfı ve halk kesimleri hâlâ aynı işi kendi içlerinde yapamadılarsa en başta kendileri suçludurlar. Bu ne papazca bir pişmanlık! Ne kadar zavallıca kendi kendine dövünme!

Yazarın “iç demokrasi” mantığı en sonunda egemen sınıfa karşı yani demokrasiyi ipoteğinde tutan sınıfa karşı doğrudan mücadele ufkunu karartır, bulanıklaştırır, mücadeleyi soytarıca bir iç demokrasi ayinine dönüştürür.

Sonuç

Bu demokrasi anlayışı, gelecek mücadele günlerine bakışı kaçınılmaz bir şekilde etkilemiştir “Emekçi halkın politikasını yürütmek isteyenler için önümüzdeki yılların en önemli sorunlarından biri kadroların yetiştirilmesidir Geleneksel olumsuzlukların yanı sıra demokratik kuruluşların cılızlaştırılmasının getirdiği kısır ortamda bu sorunun nasıl çözüleceği, sınıf mücadelesinin deneylerinin nasıl kazanılacağını herkesin düşünmesi gerekir.” (T.S.D. III, T. Akad)

Bu söylenenlerde devrimci bir ruh halinin kırıntısı bile yoktur. Çevirin dünyaya gözlerinizi en kısır ortamlarda, binlerce kadronun nasıl yetiştirildiğini göreceksiniz. Ancak onların hiçbirisi “kurumsallaşma” ve “iç demokrasi” gibi saçmalıklarla kendilerini ve yığınları aldatmadılar. “Demokrasinin cılızlaştığı” ortamda mücadele sorunu, bırakalım dünyayı, Türkiye’de ilk kez ortaya çıkan bir sorun mudur? Elbette ki değil. Ancak kendi ufkunu “alternatif iç demokrasi” yaratmakla sınırlayanlar için koşullar fazla umut verici değildir.

Türkiye Sorunları Dizisi, Cephe hareketinin yirmi yılda geldiği en son konaktır. Kof radikalizmin siyasi intiharıdır. Küçük burjuva radikalizminden, liberalizme varmak için iki karşı devrim dalgası yetmiştir. 12 Mart deneyinden biraz öğrenilmişti. Yığınsallaşmak, öncü savaşın inkârı idi. Ve radikal bir taktik tutumda kalındığı, teorik kavrayışlardaki boşluklar doldurulduğu zaman bu inkâr olumlu bir gelişmeye kapı açabilirdi. Ancak direniş komitelerindeki kendiliğinden mücadele mantığından öteye varılamadı. 12 Eylül’de yığınlarla bağlar köklü bir şekilde koparılınca şok geçiren küçük burjuva radikalizmi, bir darbede yanlardan koparılmamanın yollarını aradı. Öncü olunduğunda, bedel pahalı ödeniyordu. Ve dalganın geri çekilmesiyle açıkta kalmak neredeyse kader haline geliyordu. Öyleyse yığınların önüne geçmemek gerekliydi. Bu mantıkla örgütsüzlüğe methiye yakılabiliyor. Kurumsallaşarak, ikide bir dağılıp toparlanma işkencesinden kurtulmak umuluyor.

Böylece en yaygın küçük burjuva eğilimi belki umulandan öteye boyutlarda bir çöküşe uğramıştır. Bu önemli bir kayıp mıdır? Belki. Ancak bu deney küçük burjuvazinin hareketi yürütmede ne ölçüde yeteneksiz olduğunu en kör göze batarca kanıtlayarak aslında en büyük kazancı sağlamış oldu.

Elbette ki küçük burjuvalar ülkesi Türkiye’de radikalizmin kökleri tükenemez. Hele günlük yaşam bir zulüm halini aldıkça küçük burjuva kaynaklı radikalizm daha geniş ölçülerde beslenir. Ancak yeni güçler eskilerin deneyinden öğrenerek yürümek zorundadır. Bu belki bir siyasi bildirgede açık cümlelerle ifade edilmeyebilir. Ancak yeni kadroları eskinin dersleri etkilemeden edemez. Bu bilinçli bir çabaya vardırıldığında ise önemli sıçramaların yapılması hiç de zor değildir. Ancak bütün bu söylenenleri yorgun demokratlar gelecek günlerde biraz canlansalar bile, başaramazlar. Onlar bir yirmi yılda Cephe hareketinin çıkış noktasının tam karşıtı bir noktaya vardılar. Cephe öncü savaşla yığınları mücadeleye çekecekti; yorgun demokratlar mücadeleye girişen yığınlara arka sıralardan akıl vermeye soyunuyorlar.

Davranışla öncü ve örnek olma çabasından, lafla yığınlara dalkavukluk yapmaya varış, acı da olsa bir yirmi yılda küçük burjuva radikalizminin bir kesiminin eşsiz öğreticilikteki bir evrimidir.