“Elveda Güzel Vatanım” Üzerine Bir Değerlendirme – Muzaffer KAYA

15 Mart günü iki akademisyen arkadaşımla birlikte tutuklanmamızın ardından avukat görüşünde istediğimi bir kaç kitaptan birisi de Ahmet Ümit’in son romanı Elveda Güzel Vatanım’dı. Sosyalist Dayanışma Dergisi’nin Şubat sayısında Mert Sinan’ın romanla ilgili kısa değerlendirmesini okuduğumda bu kitabı mutlaka okumalıyım diye düşünmüştüm. Cezaevine kısmetmiş.

Öncelikle hacimli görünse de çok kolay ve keyifli okunan bir kitap olduğunu söylemeliyim. Romanda hem tarihsel olaylar ve kişiler gerçekçi bir biçimde resmedilmiş, hem de tüm bu olaylar heyecan verici bir polisiye kurgu içine oturtulmuş.  Elbette bu yazıdaki amacım romanın edebi niteliğini değerlendirmek değil. Bunu yapabilecek yetkinlikte olduğumu düşünmüyorum. Ancak romanın oldukça iddialı bir tarihsel anlatım boyutu var ki, işte bu benim ilgi alanıma giriyor. Ahmet Ümit’in kitabın sonuna bir de kapsamlı bir kaynakça eklemiş olması, beni romanın tarihsel gerçeklik boyutu üzerine bir değerlendirme yazma konusunda cesaretlendirdi.

Elveda Güzel Vatanım bir kurgu olmakla beraber, tarihsel gerçekliğe oldukça yakın bir kurgu olduğu iddiasını da taşıyor. Sona eklenen kaynakça bunun en büyük göstergesi. Ancak sadece bu değil, olayların anlatımındaki detaylar ve roman kahramanlarının kapsamlı siyasi analizleri kitabın gerçekçilik iddiasını güçlendiriyor. Ahmet Ümit’in son derece titiz ve derinlikli bir çalışma yaptığı açık. Sadece büyük ve siyasi olaylar ve kişiler değil 20. yüzyılın başında İstanbul ve Selanik’teki gündelik hayatın detayları da (yemek ve içkiler, eşyalar, evler vs.) oldukça gerçekçi bir biçimde tasvir edilmiş. İşte romanın bu güçlü gerçeklik iddiasından hareketle, okurken eksikliğini yadırgadığım bir kaç konuya değineceğim.

Romanda 1908 Devrimi sırasında ve sonrasındaki önemli siyasi olayların neredeyse hepsine değinilmiş. Bir tarih kitabı titizliğinde neredeyse bütün önemli olaylardan söz ediliyor. Tabi ki baş kahraman Şehsuvar Sami’nin hayat hikayesi odak noktası olduğundan, siyasi olayların bir kısmı çok geniş ve detaylı yer bulurken, bir kısmı daha özet geçiliyor. Ama yazarın dönemin önemli hiç bir siyasi olayını dışarıda bırakmama kaygısı açıkça hissediliyor. Hal böyleyken II. Meşrutiyet döneminin önemli bazı meselelerinin yokluğu ister istemez dikkat çekiyor.

Bunlardan, en önemlisi olduğu için değil ama, ilk olarak 1908 işçi grevlerini hatırlatmak isterim. Devrimden önce İttihatçıların sempatiyle baktığı bu grevler, devrimden sonra bizzat İttihatçılar tarafından bastırılacaktır.  Eğer tarihsel gerçekliğe olabildiğince yakın bir hikaye yazmaksa hedefimiz, 1908 devrimi öncesindeki büyük mali bunalımın da altını çizmek gerekir. Kuraklığın yol açtığı mali kriz, vergi yüklerinin arttırılmasına ve bu da imparatorluğun pek çok bölgesinde vergi isyanlarına yol açmıştı. Aynı süreçte başta ulaşım sektörü olmak üzere yaygın işçi grevleri patlak vermişti. İttihatçılar gücü mecliste ele geçirdikten sonra bu grevleri yasakladılar. Ardından da Osmanlı kapitalizminin gelişimini hızlandırmak için bir dizi reform yaptılar. Savaş yıllarında ise “milli iktisat” olarak adlandırılan “Türk tipi” kapitalizmin inşasına giriştiler. Roman o kadar gerçekçi olunca insan ister istemez bu konulara değinen birkaç pasaj görmek istiyor.

İkinci ve daha önemli olarak eksikliğini hissettiğim konu Türk milliyetçiliği oldu. Romanda çok güzel anlatıldığı gibi, 1908 Devrimi’nin ilham kaynağı Fransız Devrimi’ydi ve birleştirici ideolojisi Osmanlıcılıktı. Vatanla kastedilen de Osmanlı vatanıydı. İttihatçılar 1913 yılında kadar Meşrutiyet temelinde çok dinli çok kültürlü Osmanlı İmparatorluk sistemini yeniden inşa etmeyi hedefliyorlardı. Ancak Balkan bozgunundan sonra bu hedef yerini nüfusun türdeş olduğu bir Müslüman Türk imparatorluğu hayaline bıraktı.

Birinci Dünya Savaşı yıllarında gerçekleştirilen etnik temizlik bu amaca hizmet ediyordu. Sadece Ermeni Soykırımı’ndan söz etmiyorum, Teşkilatı Mahsusa’nın baskısı sonucunda savaş yıllarında 300 bin Rum, Yunanistan’a kaçmak zorunda kalmıştı.  Gerek Ermeni soykırımını örgütleyen, gerekse tedhişle Rumların Ege’yi boşaltmasını sağlayan Teşkilat-ı Mahsusa kadrolarının zihni dünyalarında Türkçülük akımının önemli bir yer tuttuğunu atlamamak gerekir. Osmanlıcılık ideolojisinden Türkçülüğe kayışın yansımasını Şehsuvar Sami başta olmak üzere Teşkilatı Mahsusa kadrolarının konuşmalarından izlemek romanın gerçeklik iddiasını daha da güçlendirdi. Romana adını veren vatan kavramının savaş yıllarında “Osmanlı Vatanı”ndan “Tük Vatanı”na dönüştüğünün altı çizilmeli. O yüzden 1914’te bugünkü Türkiye sınırları içindeki nüfusun yüzde 20’si gayrimüslimken bugün binde biri bile değil.

Romanı okurken hissettiğim üçüncü eksiklik Ermeni devrimcilerin yokluğuydu. Bu bence yukarıda saydığım iki başlıktan daha önemli. 1908 Devrimi’nin Ermeni devrimci hareketi göz ardı edilerek anlatılamayacağını düşünüyorum. İstanbul’da siyahi bir adamın işlettiği ve Rus kadınların garsonluk yaptığı bir gazino tasviri gayet gerçekçi. Ancak en az bunun kadar gerçek olan, 1908 öncesi ve sonrasında, Ermeni devrimci örgütlerin Osmanlı iç politikasının çok önemli bir bileşeni olduğudur. Herhangi bir siyasi örgütün hikayesini mücadele ettiği ya da ittifak yaptığı siyasi güçlerden ayrı anlatmak eşyanın tabiatına aykırı olur. Nitekim Ahmet Ümit, ittihatçıların iktidar mücadelelerini onların sarayla, eski kuşak Osmanlı bürokrasisiyle ve Hürriyet ve İhtilafçılarla ilişkisi ve çelişkileri içinde anlatıyor. Ancak aynı süreçte İttihatçılara ittifak yapan Taşnak örgütünden ya da İtilafçılarla dirsek temasında olan Hınçak örgütünden hiç bahsetmiyor. İstibdat’a karşı mücadeleye ittihatçılardan çok önce başlamış olan bu örgütler 1908 Devrimi’nin ve İstanbul’daki siyaset oyununun ihmal edilemeyecek önemli aktörleriydi. Kitapta İstanbul’daki siyasi olaylara dair onca detay verilirken Nisan 1915’te Ermeni aydınların tutuklanıp sürgüne gönderilmesi gibi simgesel önemi büyük bir olaydan hiç bahsedilmemesi tuhaf. Sanırım Ahmet Ümit, “ortalama” Türk okurunu çok fazla rahatsız etmemek için, savaş yıllarının en önemli meselesini ve Teşkilatı Mahsusa’nın en büyük icraatı olan Ermeni Soykırımı’na tali bir mesele olarak değinmeyi tercih etmiş.

Bir romancının bunu tercih etmeye hakkı var tabi ki. Ancak başta da belirttiğim gibi, roman konu ettiği tarihsel olayları o kadar sahici anlatıyor ki, bu durum romandan beklentimizi yükseltiyor.

Son olarak, Elveda Güzel Vatanım’ın beni en çok etkileyen yanını söylemek istiyorum. Roman boyunca insanoğlunun iktidarla olan sınavı çok etkileyici bir biçimde anlatılıyor.  Romanı tek bir cümleyle anlatmam istenirse, iktidar üzerine bir kitap olduğunu söylerdim. Roman kahramanlarının iktidarla kurduğu ilişki, iktidarı nasıl deneyimlediği ve onun cazibesine nasıl teslim odluğu çok parlak biçimde tasvir ediliyor. Anlatılan iktidar mücadeleleri, 20. yüzyılın başında Selanik ve İstanbul kentlerinde geçmekle beraber, Ahmet Ümit evrensel bir tartışma yapıyor iktidarın doğasına ilişkin.

Devlet kademelerinde yükselmiş insanların siyasi ihtiraslarının koca imparatorluğu nasıl yıkıma götürdüğünü okurken, insan günümüz Türkiyesi üzerine düşünmeden edemiyor. İttihatçılar sonunda çok arzuladıkları iktidar tekellerini kurdular ama bu süreçte ülke mahvoluşa sürüklendi. Umarım İttihatçılardan yüzyıl sonra, bugünün Türkiyesinde bizler başka bir çıkış yolu bulabiliriz.

Yrd. Doç. Dr. Muzaffer Kaya

Silivri Kapalı Ceza İnfaz Kurumu

C Blok 4 nolu oda