Gelenek Mirası Nasıl Devralıyor? – Mehmet YILMAZER

Çağdaş Yol, Sayı 4, Haziran 1988

I) Marks-Engels ve Lenin’in Mirası Günümüze Nasıl Aktarılır?

Gelenek Dergisi, Türkiye’de “yeni sol ve geleneksel sol olarak iki ana küme” görmektedir. Kendisi “iki yüz yılı aşkın bir mücadele geleneğinin tek mirasçısı olması gereken geleneksel sol” içindedir. Ancak “geleneksel sof, “ekonomist ve dar pratikçi zorlamaların yol açtığı hantallıksan kurtulamadığı için, “yaratıcı bir baştan değerlendirme” (Gelenek, Kasım 1986) Gelenek açısından kaçınılmaz olmuştur.

Hareketin böyle saflaştırılması özel olarak konumuz değil. Hele 12 Eylülün ilk yıllarının moda eğilimleri silikleştikçe böyle bir tasnifin, kaba bir çerçevede olsun, hareketin saflaşmasını açıklamakta yetersiz kalacağı bellidir.

Gelenek sayfalarına baktığımızda onun esas hesaplaşmasının “geleneksel sor ile olduğu hemen görülür. Eğer dil sürçmesi değilse, “iki yüz yılı aşkın mücadele geleneğin”den söz etmekle, 1780’lere, yani Fransız burjuva devrimine kadar uzanılır. Mücadele geleneği o noktadan başlatılır. Dergilerdeki Jakobenizm üzerine değerlendirmeler dikkate alınırsa “iki yüz yılı aşkın” mücadele geleneğinin dil sürçmesi olmadığı anlaşılır. Özetle milat olarak seçilen tarih tesadüf görünmüyor.

Ancak biz kendimizi proletarya sosyalizminin doğuş ve ana gelişim noktalarının miras olarak nasıl yorumlandığını değerlendirmekle sınırlayacağız.

Marks ve “ekonomist vurgu”

“Marks’ın. 19. yüzyıl proletaryasında önemli kitlesellik kazanmış olan ütopyacı modellere karşı kendi önerisinin bilimselliğini vurgulamak zorunda kalması… eşitsiz gelişme olgusunun yasallık düzeyinde formüle edilememesiyle birleşince, ortaya ağırlıklı olarak öznelliğe pek yer bırakmayan kendiliğinden (altı Gelenek tarafından çizilmiştir, bn.) gelişen ve çöken bir kapitalizm çıktı” (Gelenek, Eylül 1987. Akın Dalman) Yazar, bu yargısını Marks’ın “bir toplumsal düzen içinde barındırdığı tüm üretici güçler gelişmeden hiçbir zaman yok olmaz” (Ekonomi Pol. Önsöz) cümlesine bağlıyor. Ancak, bu “ekonomist-katastrofist” (Gelenek, Şubat 1987, M. Çulhaoğlu) vurgu, dikkat edilirse yalnızca Marks’ın bir cümlesi ile sınırlı tutulmaz. Tam tersine bütün Marks-Engels dönemine yaygınlaştırılır. “Politikaya ve ‘iradeciliğe’ çağrı”, Lenin ve Ne Yapmalı? ile başlayabilmiştir. (Gelenek, Mart 1987)

Gelenek, “iki yüz yılı aşkın”, mirasın Marks-Engels dönemini, Jakobenizm’in coşkulu etkisiyle olsa gerek, “ekonomist vurgu”nun ağır bastığı bir dönem olarak değerlendirir. Madem ki, “öznelciliğe vurgu” Marks’tan çok önce jakobenlerle mümkün olmuştur, o zaman Marks’ı “çubuğu ekonomiden yana fazla bükmekle’ yargılamak yanlış olmayacaktır. Böyle düşünüyor, Gelenek yazarları!

Mirası devralırken, bir yandan Narodniklerle, ardından Ekonomistlerle boğuşan Lenin’de Manda ilgili böyle bir değerlendirmenin izine bile rastlanmaz. Devrim Sonrası II. Enternasyonal döneklerinin “Rusya’da üretici güçlerin gelişiminin sosyalizmi mümkün kılacak seviyeye varmadığı” eleştirisine karşı, onları Marks’ı anlamamakla, Marksizm‘in devrimci diyalektiğini” hiçbir şekilde kavrayamamakla suçlar. (Devrimimiz, Cilt 33)

Menşevikler ve Kautsky gibi döneklerle mücadelesinde karşısına, devrim kaçaklığına gerekçe olarak, hep Marks’ın bu üretici güçler teorisi çıkarılmasına rağmen, neden bir kere olsun Lenin, Marks’ın “kendiliğinden gelişen ve çöken bir kapitalizm’ beklemekle yanıldığı tespitini yapmamıştır? Ve Marks’ın bu yanılgılı beklentisini (?) kavramadan Lenin, nasıl Marksizm‘i geliştirebilmiştir? Gelenek’in mantığı açısından ortada açıklanması zor bir çelişki vardır.

Oysa gerçek hayatta böyle bir çelişki olmamıştır. Lenin, aynı Marks’tan parti teorisinin ilk filizlerini ve sınıflar mücadelesi sürecinde Almanca ve Fransızca konuşmanın diyalektiğini de miras olarak almıştır. RSDİP’in kuruluşu ve program tartışmaları gündeme geldiğinde I. Enternasyonal, Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin deneyleri ve özellikle Erfurt Programı eleştirisi Lenin’e yol göstermiştir.

Almanca ve Fransızca konuşma konusunda, Marks ve Engels’in 1848 ve 1870’teki tavırları; devrimler geri çekilirken öne çıkan görevlerin tespitindeki müthiş esneklikleri de devralınması gereken miraslardır. Eğer olay böyle bir bütünlük içinde kavranırsa Marksizm‘in doğuş zenginliği çok yönlü olarak ortaya konabilir.

Gelelim Marks’ı “ekonomist vurgu”ya iten nedenlere. 19. yy.’da “ütopyacı modellere” karşı mücadelesinde Marks’ın “bilimselliğe vurgulaması”, eğer temel doğru ise belki üslupta kimi farklılıklara yol açabilirdi. Ancak Gelenek yazarları konuyu buradan öteyi; götürüyorlar: Sınıf mücadelesinde, Marks “öznelliğe pek yer bırakmadığını söylemek bambaşka anlamlara sahiptir. Koca Marks neden yanılmıştır? “Eşitsiz gelişme olgusunu yasallık düzeyinde formüle edemediğinden”! Gelenek böyle diyor.

Daha sonraki satırlarda iyice görülecek en kompleks teorik sorunlar karşısında Gelenek yazarları “eşitsiz gelişim yasasıyla” hemen basitçe sonuca ulaşıvermektedirler. O nedenle bu “yasanın” öz ve kapsamını açıklamadan daha ileriye adım atamayız.

Lenin’in eşitsiz gelişim yasasından söz edişi 1915 yılına denk düşer. Bu kanun emperyalizmin gelişimi, Kapitalist ülkeler arasındaki eşitsiz gelişim, kapitalizmin çeşitli alanlardaki eşitsiz büyümesi temelinde ele alınır. Unutulmaması gereken en önemli nokta, eşitsiz gelişim olgusunun Lenin’de tek ülkede sosyalizm sorunuyla birlikte işlenmesidir. Böyle bir gelişim elbette ki tesadüf değildir. Kapitalizmin anayurdu kıta Avrupası’nda az çok eş zamanlı devrim bekleyişi, kapitalizmin eşitsiz gelişimi en çarpıcı şekilde kendini ortaya koyunca, kaçınılmaz şekilde yerini tek ülkede sosyalizm imkânına bıraktı ve bu olgu teorik planda kendini ortaya koymadan edemezdi.

Ancak Gelenek’in sözünü ettiği “eşitsiz gelişim yasası’ bambaşkadır. Bu sözde yasa, kapitalist toplumdaki sınıflar savaşının içine yerleştirilir, üstelik Marks’ın üretici güçler teorisinin karşısına konulur.

Bu anlamdaki “eşitsiz gelişim yasasının’ Lenin’le ve Marksizm‘le bir ilgisi yoktur. Bu sözde “eşitsiz gelişim yasası” 1950 sonra özellikle Stalin’in ölümünden sonraki süreçte, Avrupa ve Amerika’da filiz veren Yeni Sol literatürde çok sık tartışıldı. Adeta popüler oldu. New Left Review, Morthly Review, Science Society vb. dergilerin sayfalarında en önemli teorik sorun olarak tartışıldı.

Konunun özü, Marksizm’in esası ola üretim temeli ve sosyal bilinç ilişki ve çelişkisiydi. Birer ucundan çekilerek koparıl Bütün gürültü bu noktada koptu. Üretiş temeli, sosyal bilinç, sınıflar ve devlet, devletin görece bağımsızlığı, kültür ve sınıf bağlantısı vb. sorunlar; bu konularda skolastik kafaların kavrayamadığı çelişkiler hep tek formülle -ya da “yasa” ile- çözüldü. Eşitsiz gelişim yasası!

Yeni Sol’un doğuşunda iki önemli etki vardır. İlki, Stalin’e karşı 1956’lardan iti ren yükseltilen eleştiri kampanyasının yarattığı ortam; İkincisi, kapitalizmin ideolojik saldırısı ve “refah toplumunun” yeniden yaratılmasında önemli ekonomik atılımı (Amerika’nın Avrupa’yı kalkındırması). Böylece sosyalizmin ideolojik ve pratik güç olarak kazandığı itibarı aşındırılmaya başlanmıştır. Geçerken belirtelim, Kruşçef’in Stalin’i eleştiri tarzı o dönem harekete bir şey kazandırmamıştır. Aşındırıcı rolünün daha fazla olduğu açıktır.

Stalin eleştirisi ile başlayan hayal kırıklığında yeşeren Yeni Sol’u harekete geçiren mantık şöyle özetlenebilir: Sosyalizmin hem gelişimini sınırlayan, hem de onun batıdaki görünen yüzünü sevimsizleştiren kahredici ekonomik cendereye, maddi temele “boyun eğmek” kader miydi? Yeni Sol’un, Marksizm’den öteye sıçrama tahtası bu soru ile oldu. Objektif koşulların, öldürücü sınırlaması, eşitsiz gelişim yassısının “öznelliği” öne çıkartan sihirli dokunuşu ile çözülecekti. Sonuç, Yeni Sol düşüncenin atomlarına kadar dağılıp özgürleşmesi oldu.

Gelenek, bu yasanın böyle olumsuz bir şöhreti olduğunu bildiği için, şöyle bir kayıt koymayı gerekli görüyor: “Sanıldığı ya da zaman zaman savunulduğu gibi eşitsiz gelişim, toplumsal formasyondaki belirleme sorununu ekonomik yapının öncelliğini yok ederek (altı Gelenek tarafından çizilmiş bn.) ‘çözen’ bir yasa değildir.” (Gelenek, Şubat 1987 M. Çulhaoğlu) Öyleyse bu “yasa” nedir? Marksizm’in devrimci diyalektiğini kavrayamayan skolastik kafaların, olayları açıklamadaki yeteneksizlikleri karşısında yaratmak zorunda oldukları bir kalıp formülüdür. A. Dalman’ın yazısında, Marks’ı değerlendirirken “eşitsiz gelişme olgusunun yasallık düzeyinde formüle edilememesinden söz etmesi ilginçtir. Demek bu olgu Marks tarafından da sezilmiş, ancak “yasallık düzeyinde” formüle edilememiştir! “Yasallık düzeyi” ne demektir? Marksizm’de olaylara gözü kapalı uygulanıverecek değişmez yasalar yoktur. Ünlü “eşitsiz gelişim” yasanız geri ülkelerde devrim sorununu açıklıyor diyelim, ancak neden hâlâ gelişmiş ülkelerde devrimin patlak vermediğini, hatta İngiltere ve Amerika gibi kapitalist anayurtlarda, koca bir tarih kesitinde neden az çok etkin bir komünist hareket olamadığını açıklıyor mu? Neden bu ülkelerde bir türlü “öznellik” gelişemiyor?

Bilindiği gibi Marks, devrim sorununu üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişimini engellemesiyle bağlantılı olarak ortaya koymuştur. Diyalektik Materyalizm bir olgunun ne dış görünüşüyle ne de birkaç özgül yönüyle yetinmez, eğer olgu açıklanacaksa bütün iç bağlantıları çözümlenebilmelidir. Örneğin Marks, kapitalizmde azalan ortalama kâr kanununu tespit etmiştir. Ancak aynı zamanda sermayenin kârların azalmasına karşı hareketlerini de irdelemiş ortaya koymuştur.

Emperyalist anayurtlar bin bir zorlukla da olsa hâlâ üretim güçlerini geliştirebiliyorlar. Geri ülkelerde ise üretim güçleri korkunç bir israfla çürütülüyor. Bu tablo ortasında “eşitsiz gelişim yasasıyla” bu ülkelerdeki sınıflar savaşının özgün yanları çözümlenebilir mi? Eğer, eşitsiz gelişimden kastınız, Lenin’in tek ülkede sosyalizmi mümkün gören yasası ise artık pratikte ispatlanmış bu gerçekliği tekrarlayıp durmak, geri ülkelerde devrim imkânı için ileri sürmek, yaratıcı bir yaklaşım değil, softalıktır.

Eğer, bir ülkede üretici güçlerin gelişmesi ile siyasi bilinçlenme ve politik mücadelenin bire bir birbirine denk düşmediği anlamında, eşitsiz gelişimden söz ediyorsanız, bu gerçekliğin tespiti bizzat Marks tarafından yapılmıştır. Ve daha 1845’te Feuerbach üzerine tezlerde “asıl önemli olanın dünyayı değiştirmek” olduğu tespiti yapılarak, bilinçli tarih yapıcı insana en önemli adım atılmıştır.

Yok eğer, Marks’ın, üretim temelindeki gelişme ile politik bilinçlenme ve mücadelenin “kendiliğinden” üst üste örtüştüğü fikrinde olduğunu ileri sürüyor iseniz, bunu “eşitsiz gelişim yasasının henüz formüle edilememesi” gibi mazeretlerle örtmenize gerek yok, açıkça ilan edin.

Aslında Marks’ın “öznelliğe pek yer bırakmayan kendiliğinden gelişen ve çöken bir kapitalizm” tanımladığını ileri sürmekle bunu yapmış oluyorsunuz. Fakat bu “eleştiriyi”, pek açık tariflenmemiş, kaynağı iyice açıklanmamış, fakat Lenin’in adıyla birlikte anılan “eşitsiz gelişim yasasının” ardına sığınarak yaptığınız için, Marksizm’e bıçak çekişiniz Lenin’in gölgesiyle örtülmüş oluyor.

Bu örtü kaldırıldığında, Gelenek’in kavrayışına göre, Marks ile Lenin arasında kapatılamaz bir uçurum açılacaktır. Bu uçurumu kapatmanız, böyle bir mantıkla mümkün olmadığı için, onun dipsiz derinliğine yuvarlanmak kaçınılmaz olur.

Son olarak, bizde Marks’ın bu tarz eleştirisi ve Lenin’in Marks’tan koparılışı yeni değildir. Bu işlem iki uçtan yapılmıştır. M. Ali Aybar, Lenin’i “iradecilikle” suçlayıp, Marksizm’in sınırlan dışına fırlatmış, ama Marks’ı da, Kautsky’nin yaptığı gibi, “bayağı liberal” konumuna getirmiştir.

Diğer uç, Cephe hareketidir. M. Çayan Kesintisiz Devrim’de “Marks ve Engels’in devrim teorilerinde ağır basan yön, ekonomik ve sosyal determinizmdir… Lenin’in devrim teorisinde, ihtilalci inisiyatifin rolü (emperyalist dönemin özelliklerinden dolayı) Marks ve Engels’inkilerine kıyasla çok daha ağırlıklıdır” der. (Bütün Yazılar, M. Çayan) Bunu yazanlar ihtilalci şahlanışlarıyla, düşüncelerini sınadılar. Ve devrimci hareketin tarihinde önemli bir misyon yüklendiler. Ancak ardılları bu deneyden yeterince ders çıkartmış iseler, “ihtilalci inisiyatifin” nasıl içinde yaşanılan koşullara, güçler dengesine sıkı sıkıya bağlı olduğunu kavramakta güçlük çekmeyebilirler.

Gelenek, teorik planda, “öznelciliğe yer verme” gibi daha dişi ifadelerle de olsa, benzer şeyleri söylüyor. Ancak hiç kimsenin aklına Gelenek ile Çayan’ları yan yana koymak gelemez. Bu kötü bir aldanma olurdu. Yazının ileriki bölümlerinde Gelenek’in diğer tipik yanları sergilenince özde hiçbir benzerliğin olmadığı görülecek. Ancak lafta da kalsa sözünü ettiğimiz benzerliğin nedenlerine değinmeliyiz.

Marks’ın böyle yorumu, genellikle Marksizm’in esasını meydana getiren üretim temeli ile bunun üstünde yükselen üst yapı kurumlarının ilişki ve çelişkisinin kavranamayanda yatar. Ya da bu kompleks bağlantının basitleştirilme özlemi, teorinin bayağılaştırılması sonucunu doğurur. Objektif ve sübjektif koşulların bir birini etkileyen dinamiğini, canlı hayat içinde kavramak yerine, olayların iç zenginliği formül zorlamaları ile dondurulursa bu diyalektik materyalizm olmaz.

Marks’ın sırf sözü edilen cümlesini ele alsak, orada Marksizm’in üretici güçler teorisinin esasını buluruz. Ancak bu cümleyi, Marks’ın bütün sisteminden bile değil, bizzat bu cümlenin yer aldığı önsözden soyutlayıp, onu iyice ayıklayıp, yalnızca bu cümleyi Marks’ın sınıflar savaşı teorisinin bayrağı haline getirirsek, buna tahlil değil, tahrifat demek zorundayız. Aynı önsözde, birkaç cümle yukarıda Marks, “toplumun maddi üretici güçleri”nin “mevcut üretim ilişkilerine” ters düşmesiyle “toplumsal devrim çağının başlamasından söz eder.

Üretici güçlerin “tümünün” gelişip gelişmediğini bize bildirecek kriter nedir? Marks bu konuda bir ölçüm aleti bırakmış mıdır? Elimizde “miras” olarak kalan böyle bir alet yok, fakat kapitalizmin krizleri vardır. Yaşamı boyunca Marks, hangi kriz arifesinde üretici güçler teorisini elinde sallayarak, yığınlara daha beklemeleri yolunda fetva vermiştir? Ancak, aynı Marks ve Engels keskin öngörüleri ile mücadeledeki güçler dengesini kavrayıp, bu temelde taktik belirlemişlerdir. Örneğin, güç dengesi açısından Paris Komünü öncesi, proletaryayı “umutsuzca bir çılgınlığa” karşı uyarmış, ancak “ayaklanma artık bir olgu durumuna geldiği zaman, bütün elverişsiz belirtilere karşın Marks, proletarya devrimini en büyük coşkuyla selamlamıştır.” (Lenin, Devlet ve İhtilal)

“Tüm üretici güçlerin gelişimi” ibaresi, devrim öncesi yaşanması kaçınılmaz bir süreci anlatır, ama bu sürecin saati, günü, uzunluğu kısalığıyla ilgili bir belirleme yapmaz. Bütün o süreç bilinçli bir sınıf savaşçısı için her anı kavranıp, yönlendirilmeye çalışılması gereken canlı bir okuldur.

Eğer, cümlecik soyutlamaları ile Marks’a “kendiliğinden”cilik bulaştırılırsa, örneğin “öznelciliği” Marks’a karşı çıkarılan Lenin: “Devrimler hiçbir zaman yapılmazlar. Devrimler (partilerin ve sınıfların iradelerine bakmayarak) objektifçe olgunlaşmış krizlerden ve tarihi kopuşmalardan çıkabilir” (II. Enternasyonal’in Çöküşü) cümlesinden dolayı, aynı suçlamaya muhatap olabilir. Birisi kalkıp, Lenin’in “çıkıp gelecek” bir devrimi beklediğini iddia edebilir. Bu varsayımların gülünçlüğü ortadadır.

Neticede, bu tür Marks eleştirileri, özünde Marksizm’in esasının, maddi üretim temeli ve sosyal insan bilinci ilişkisindeki diyalektiğin kavranamayışında yatar. O zaman iki uçtan birine savrulmak kaçınılmaz olur.

İkinci olarak, böyle Marks yorumları günlük sınıflar savaşının nabzını elde tutma yeteneği yitirilince, bu bıktırıcı koşulların bilinçle yönlendirilme enerjisi tükenince, özetle mücadelenin maddi koşullarından kopuşulunca kaçınılmaz olur. Çayanlar, mücadele koşullarından öteye sıçradılar. Gelenek, bu sıçramayı ancak sözde yapabiliyor. Çünkü Cephe hareketinin liderleri sıcak pratik içinde, mücadele biçimlerinden birisini mutlaklaştırarak, maddi koşullardan kopuştular. Gelenek, eylemsizlik içinde, sırf düşünce planında, mücadelenin objektif koşullarından kopuşunca, kendi pratiğe akış yollarını tıkamış oluyor. Gelenek’in Marks yorumu, bazen bıktırıcı, bazen olağanüstü zorlayıcı günlük mücadeleden soyutlanışın aydınca anlatımı, dışa vurumudur.

Engels ve “Parlamentarizme övgü”

Gelenek, mirası “yaratıcı” bir şekilde değerlendirirken Engels’le ilgili çok önemli tespitler yapar. Marks’ın Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’ne Engels’in 1895 önsözü şöyle değerlendirilir:

“95’den bakıldığında ise olmadı, çünkü zaten olamazdı’dan öteye pek bir şey söylenmiyor. Bu sonucun, totolojiden başka bir şey olmaması bir yana, çıkan ders ‘demek önce burjuvazinin daha fazla gelişmesi, genel oy hakkının kalıcılaşması, demokratikleşme vs. gerekliymiş’ oluyor…

“Engels, açıkça söylenmeli, 1895’te iktidar perspektifinden uzaklaşmıştır. Geriye, bir gün seçimlerle iktidara gelmesi umulan açık ve kitlesel sosyal demokrat partinin legal eylemi kalıyor.” (Gelenek, Şubat 1988, A. Giritli)

Bu, Önsöz’ün hatalı bir kavranışı değilse, bayağı bir tahrifatıdır. Engels, yazısında 1848, 1870 dönemlerini, özellikle mücadele biçimleri, barikat savaşları yönünden ve sınıfın örgütlenmesi, bilinç seviyesi bakımından irdeler. Gelenek, iki büyük yenilgiden Engels’in çıkarttığı dersleri “totoloji” olarak kabul etmekle kendi kavrayış yeteneksizliğini açığa vuruyor.

Engels, aynı Önsöz’de Alman proletaryasının kanuncul zeminlerde “al yanaklı” hale geldiğini ve burjuvazinin bu gelişme karşısında “kanunculluk bizi öldürüyor” diyecek noktaya dayandığını, mükemmel üslubuyla anlatır. Bunlardan ve bütün metinden “parlamentarizme yoğun övgü” yapıldığı sonucunu çıkarmak için aşırı ölçüde tek yanlı olmak gerekir. Öte yandan Engelsin bu Önsöz’ünün Alman Sosyal Demokrat Partisinin liderlerince “işkenceye” uğratıldığı ise bilinen bir hikâyedir.

Engels Önsöz’ü Londra’dan Berlin’e yolladığında, Parti liderliğinden, metnin “devrimci vurgusunun” azaltılması için mektup alır. Verdiği cevapta şöyle der:

“Sizlerin mutlak, her koşul altında yasallığa, kendi yaptıkları kanunları ihlal edenlere karşı bile yasallığa, kısacası sağ yanağa vurulunca sol yanağı çevirme politika sına, yürekten kendinizi kaptırma eğiliminizi kabul edemem.

“Her tokat atışa mutlak boyun eğmeyi vaaz etmekle herhangi bir şey kazanacağınıza inanmıyorum. Herhangi bir ülkede hiçbir partinin, kanunsuzluğa karşı elde silah direnme hakkından vazgeçmekte bu kadar aşırıya gideceğine kimse inanamaz.” (Richard Fischer’e Mektup, Werke, Cilt 39)

Berlin’dekilerin gerekçesi, o sırada mecliste görüşülmekte olan “ayaklanma tasarısı” diye isimlendirilen sosyalistlere karşı yeni bir kanun tasarısının çıkışına fırsat vermeme endişesidir. Bu korkaklığı Engels yukarıdaki gibi eleştirir, ancak Önsöz’den bazı bölümlerin çıkarılmasını da kabul eder. Önsöz’ün oldukça çarpık biçimde yayınlanmasından sonra Kautsky’ye yazdığı mektupta şöyle der:

“Yazım, sanırım faturasını ödemek zorunda olduğum, Berlin’deki dostların ayaklanma tasarısından kaçınma kaygısından dolayı oldukça eziyet gördü.” (ay)

Berlin’dekilerin bu tavrı Engels için beklenmedik bir olgu muydu? Laura Lafarque’ye yazdığı mektubunda böyle olmadığını açıkça belirtir.

“Önsöz, umduğum gibi, meclisteki ayaklanma tasarısının kabulünü kolaylaştırmak için bahane olarak kullanılabileceğini düşünen, Berlin’deki dostların aşırı isteklerinden epeyce işkence gördü. Bunlara katlanmamalıydım.” (ay) Engels, Berlin’deki liderlerini papazlaşmakta olduğunun farkındadır. Önsöz’ün özellikle Liebnecht’in bir yazısında iyice tahrif edilmesinden sonra, Engels tam metnin yayınlanmasında diretir. Paul Lafarque’ye yazdığı mektupta Liebknecht’in “oynadığı oyundan” yakınır, tam metnin eline geçmesinden sonra bir değerlendirme yapmasını ister ve şöyle der:

“Fakat bu taktiği (parlamenter mücadele taktiği bn.) yalnızca bugünkü Almanya için önerdim, üstelik çok önemli bir kayıtla. Fransa, Belçika, İtalya, Avusturya için, bu ülkelerin bütününde bu taktik geçerli değildir. Ve Almanya içinde hemen yarın uygulanamaz hale gelebilir… Yazık, Liebknecht yalnız siyah ve beyazı görüyor. Onun için nüanslar yok.” (Werke, Cilt 39)

Engels bu tartışmalardan birkaç ay sonra ölür. Tam metin ilk kez 1930’da Sovyetler’de yayınlanır.

Yazarımız, “Engelsin Önsöz’ünün parti liderleri tarafından tahrif edildiği” iddiasının önemli olmadığını belirtiyor. “Önemli olansa şu: Engelsin 95 yönelimi ile Alman sosyal demokrat hareketinin konumu birbirini bütünlüyor. Engels yalnızca bir simgedir” “Sosyal-demokrat/Menşevik eğilimi Marksizm’den söküp atmanın onuru Bolşevizm’e ait.” (Gelenek, Şubat 88, A. Giritli)

Hareketin kurucularına karşı bu kadar hafif ve bayağıca davranışa insan şaşmadan edemiyor. Önsözün tahrif edildiği iddiasını dikkate almayan yazar, bununla da yetinmeyip ölümünden sonra olgunlaşan ve 1910’larda kopuşma noktasına varan II. Enternasyonal oportünizmine Engels’i pervasızca ortak ediyor. Bu oportünizmi söküp atma onurunu en başta taşıyan Lenin, bu yıllar için II. Enternasyonal ve Engels ilişkisi hakkında şu yorumu yapar:

“Engels, cumhuriyet konusunu Erfurt Program Taslağı’na ilişkin eleştirisinin ağırlık merkezi haline getirmişti. Ve Erfurt Programı’nın bütün uluslararası Sosyal-Demokrasi açısından ne kadar önem kazandığını, bütün bir İkinci Enternasyonal için model haline geldiğini hatırlayacak olursak, hiç abartmasız diyebiliriz ki Engels böylece bütün bir İkinci Enternasyonal oportünizmini eleştirmiştir.” (Devlet ve İhtilal) Engels’e yersiz bir iltifat mı dersiniz?

Konuya dönelim. Engels’in o dönem Alman sosyal demokrat liderlerle aynı ruhu taşımadığı çok açık. Ancak bir bu kadar doğru olan diğer nokta, o yıllarda izlenmesi gereken Parti taktiğinde Engels Parti ile hemfikirdir Engels, Önsöz’de mücadele biçimlerini inceler. Proletarya partilerinin tarihinde ilk kez başarıyla kullanılan parlamento mücadelesinden söz eder. O “günün Almanyası” için “propaganda çalışması ve parlamento mücadelesi” öneren Engels’in bu taktik tutumu, sırf Almanya ve üstelik yalnızca yaşanan moment için uygun gördüğü açıktır.

1906’lar sonrası Duma seçimlerine katılmayı ve Duma’da mücadeleyi öneren; çok sonraları “Sol çocukluk”un tavrına karşı parlamento mücadelesinin önemini vurgulayan Lenin‘i suçlamak akla gelmiyorsa, Engels’i parlamentarizmle suçlamak kimsenin haddine düşmemeli.

Yazar, 1895’te Engels’in “iktidar perspektifinden” uzaklaştığını iddia ediyor. Bununla Engels’in sınıf iktidarı için mücadeleden uzaklaştığı kastediliyorsa, bu sefilce bir yakıştırmadır. Fakat, taktik planda iktidar mücadelesi söz konusu ise, sözü geçen yıllar için geçerli taktik, hazırlık dönemine uygun gelen taktiklerdir. Yakın taktik zeminde bir iktidar mücadelesi söz konusu değildir. Eğer eleştiri bu noktaya yönelikse, Gelenek yazarı her koşulda bir tek ve en parlak parolayı tekrarlayan bir geveze konumuna düşer.

Engels, söz konusu Önsöz’de “karar gününe’ güçleri biriktirmekten söz eder. Bu parlak bir slogan değil, ancak kahırlı bir mücadele süreci için açık bir perspektiftir.

Gelenek için sorun başka tarafta yatmaktadır. Bonapartizm olgusundan hareketle o dönem Avrupası için şu yargıya varılır: “en gerici dikta rejimi ile burjuva demokratizmi artık birbirleriyle kaynaşma eğilimi göstermektedir. Bu birleşme, işçi sınıfı iktidarının önünde ayrı burjuva aşamaların var olabilmesini gündemden düşürmektedir.

“95 Önsözü ise…” bunları içermemektedir. (Gelenek, Şubat 88, ay)

Yazar, burjuva devrimleri sürecinde burjuvazinin gericileşip, eski rejim artıklarıyla uzlaşması gerçekliğinden hareketle, işçi sınıfının mücadelesinin doğrudan sosyalizmi hedeflemesi gerektiğini iddia ediyor. Pek kestirme ve pek kolay bir sonuç. Burjuva demokratizminin gericilikle kaynaşmasından, demokratik devrimlerde burjuvazinin öncü olarak davranma yeteneğini yitirdiği sonucu çıkar, fakat demokratik devrim görevlerinin buharlaşıp yok olduğu sonucu çıkmaz. Proletaryanın bu görevleri de omuzlaması, hatta böyle bir gerçekliği İşçi Sınıfının Asgari Programı biçiminde teorik bir çerçeveye oturtması, çelişki ya da hata değil, bir gerçekliğin (burjuvazinin gericileşmesinin) kaçınılmaz bir sonucudur.

Yazar, kendi mantığında tutarlı ise, Engels’in 1895 Önsöz’ünden geriye, örneğin 1891 Erfurt Program eleştirisine gitmelidir. O program henüz sosyalizmi hedeflemez. Ve Engels program taslağını, söylenmesi gerekeni söylememekle, “cumhuriyet” sorununu ihmal etmekle eleştirir. İşte size bir “aşama”!

Yine yazar, tam da tariflediği biçimde olan Bismark Almanya’sında yapılan, Marks’ın Gotha Program eleştirisinde, eğer ararsa “aşamalar” bulabilir. Engels’in Önsözünü mızrak ucu gibi kullanıp, görüşlerinizin zavallılığını perdelemeyin. Bonapartizm’le birlikte, işçi sınıfının önünde yalnızca ve doğrudan sosyalizm mücadelesinin kaldığını iddia ediyorsanız, bu mantığınızla, Marksizm’in o dönemle ilgili pek çok taktik tutumunu, mücadele hedeflerini köklü bir “eleştiriden” geçirmek zorundasınız. Bunu yapmaya başladığınızda ise bambaşka bir mirasın takipçisi olduğunuz ortaya çıkacaktır.

Bu konuda, son olarak Lenin’i dinleyelim:

“Engels haklıydı. Bugüne kadar Engels’in oportünist olduğuna dair pek çok berbat üstünkörü suçlama duydum ve bunlara karşı tavrım aşırı derecede güvensizlik oldu. Uğraş ve önce Engels’in yanlış olduğunu ispatla! Gösteremeyeceksin!

“Engels’in Fransa’da Sınıf Mücadelesine önsözü?

“Onun isteklerine karşı Berlin’de tahrif edildiğini bilmiyor musunuz? Bu ciddi bir eleştiri mi?

“Hayır. Engels yanılmaz değildi. Marks yanılmaz değildi. Fakat eğer onların “yanılabilir”liğine değinmek istiyorsan, buna farklı bir şekilde, gerçekten tamamıyla farklı bir şekilde girişmeksin. Aksi takdirde bin kez hatalısın.” (Inessa Armand’a Mektup, Cilt 35)

O dönemde Engels eleştirisine “Bogdanov ve şürekâsı” soyunmuş ‘fakat yalnızca kendilerini rezil etmişlerdir.” (ay.) Gelenek, benzeri bir mirası devralmakta elbette ki özgürdür.

Lenin ve nisan günleri

Gelenek, geçmişteki mirası değerlendirirken Marks’ın “ekonomist vurgu”suna karşı Lenin’i koymuştu. Engels’in sözde zaaflarına karşı ise “Sosyal-demokrat/Menşevik” sapkınlığını yenme “onurunu” yine Bolşevizm’e vermişti.

Basamaklar çıkılıp 1917 Nisan günleri ne gelindiğinde ne görüyoruz?

“Lenin, ikili iktidar tespiti yapıp iktidarlardan birini, açıkçası ite kaka, demokratik diktatörlük olarak niteleyerek eski Bolşeviklere, … şu andan sonra sosyalist devrimi hedefle”menin gerekli olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. (Gelenek, Şubat 88, H. Seçkinoğlu) Böylece, Lenin’in, işçi köylü sovyetlerini, “açıkçası ite kaka” demokratik diktatörlük haline getirdiğini öğrenmiş oluyoruz. Yazar bu noktada durmayıp mantık sonucuna varıyor:

“Akademik bir çelişkiye düşme pahasına: Hem eski Bolşeviklere demokratik diktatörlüğün kurulduğunu göstermek için ‘Kerensky’lerin iktidarı Sovyetlere hiçbir şeyi kabul ettiremez’ diyor, hem de ‘Sovyetler iktidarı kendi elleri ile burjuvaziye verdi’ diyor. Bu durumu kesinlikle bir hata olarak değil, göze alınması gereken bir maliyet olarak niteliyorum; tersi hata olurdu. Keza, ikna süreci mükemmel işliyor ve Nisan Tezleri kabul ediliyor.” (ay)

Lenin, Sovyetleri, hem Kerensky iktidarına karşı güçlü göstermek, hem de öte yandan burjuvazi ile uzlaştığını göze batırmak gibi “çelişkili” bir formülasyonu, sosyalist devrime eski Bolşevikleri kazanmak hatırına, göze almıştır! Yazarımız bunu “hata” olarak görmüyor. Lenin’e karşı ne büyük lütuf! Bu çelişkiyi, “göze alınması gereken bir maliyet” olarak görüyor. Neyin “maliyeti”? O güne kadar “işçi ve köylülerin devrimci demokratik iktidarı” parolasını öne çıkartmanın maliyeti! Sözün kısası, “aşamalı” devrimciliğin maliyeti!

Yazar ne dediğinin farkında mı bilmiyoruz. Ancak Lenin, bir taktik sıçrayışı çevresine kabul ettirebilmek için, gerçeklikleri “ite kaka” zorlayan, çelişkili formülasyonlarla “maliyet” ödeyen, pragmatik bir politikacı olarak karşımızdadır. Politikada taktik yürütmeyi zekâ oyununa indirgeyen bu eylemsiz aydın mantığına ne denebilir ki!

Sözü edilen “çelişik” formülasyonu Lenin’in cümlelerinden okuyalım:

“Önümüzde, yan yana, bir arada, aynı zamanda, hem burjuvazinin egemenliği, hem de kendi isteğiyle iktidarı burjuvaziye bırakan, isteyerek burjuvazinin kuyruğuna takılan proletaryanın ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğünü görüyoruz.

“Çünkü, unutmamak gerekir ki, Petrograd’da fiilen iktidar, işçilerin ve askerlerin elindedir: Yeni hükümet, onlara, hiç bir şeyi zorla kabul ettirmez, ettiremez de, çünkü ne polis ne halktan kopmuş bir ordu, ne de halkın üstünde yer alan güçlü bir bürokrasi vardır. Bu bir olgu” (Nisan Tezleri)

Yazarın sunuşundan ne kadar farklı! Lenin, Sovyetlerin, kendi isteğiyle burjuva hükümetine tabi olduğunu kanıtlamak için, Petrograd’da zaten hükümetin kullanabileceği bir zor aracının olmadığını tespit ediyor. Lenin’in çevresini ikna etmek için çelişik bir formülasyona zorlanması, tamamıyla yazarımızın hayal ürünüdür. Ancak ortada bir çelişki vardır. “Bu bir olgudur. Zihinde yaratılan ya da “ite kaka” abartılan bir düşünce spekülasyonu değil, gerçek, yaşayan bir olgudur. İkili iktidar, varlığıyla bir çelişkidir.

Yazar ikili iktidarın özünü, Lenin’in neden Burjuva demokratik devrimin tamamlandığını ileri sürdüğünü, özetle Nisan Tezlerinin zerresini kavramamıştır.

Burjuva devrim aşamaları Bonapartizm olgusundan beri tarih sahnesinden kalkmış olduğuna göre, Lenin’in Nisan Tezleri olsa olsa ne olabilir? Bu keşfin, 1917 Nisanında acı acı kavranışının çelişkili abartmalı, maliyetinden başka hiçbir şey!

Gelenek yazarları hayatın canlı gidişini, gidişin kendine özgü çelişkilerini kavramak yerine kafalarındaki şemalara hayatın akışını uydurmaya çalışıyorlar

Örneğin H. Seçkinoğlu, yukarıdaki maliyeti Lenin’e ödettikten sonra pişkin pişkin şöyle diyebiliyor:

“Buraya kadar yazılanlar, Lenin’i hep ‘aşamacı’ belleyen çizgileri olduğu kadar, 1917’ye kadar ‘aşamacı’ belleyen Troçkist’leri de hedef alıyor” (Gelenek, Şubat 88 ay) Ne inci değil mi? Yazarımız, bir maliyet ödeterek. Lenin’i “aşamacı”lıktan kurtarıyor ve sonra bunu Linini böyle “belleyenlerin yüzüne haykırıyor. Lenin’i “sosyalist devrimci çizginin saflarına” kazanmak için, bizzat Lenin’in düşüncelerinin canına okunması, tezler ve olayların en bayağıca tahrif edilmesi önemli değildir, tek pratikleri düşünce spekülasyonu olan aydınlarımızın böyle eylemlere ihtiyacı vardır.

Gelenek’in mirası “yaratıcı-baştan” değerlendirmesi böylece saçmalığın zirvelerine tırmanmış olur.

Enternasyonal ve “eşitsiz gelişim”

Komintern’in dağıtılışıyla uluslararası proletarya hareketi için yeni bir dönem başlamıştır. Geçmiş mirasın yorumunda son basamak olarak III. Enternasyonal geleneğine değineceğiz. Deney birikiminin en zengin olduğu bu yılların, Gelenek tarafından nasıl sindirildiğini detaylıca işlemek mümkün ve gerekli değil. Halk Cephelerine, genel olarak Cephe kavramına Gelenek’in yaklaşımı, Y. Küçük ile oldukça fazla benzerlikler taşımaktadır. Bu konuda dergimiz de yazılanları tekrarlamak yerine Gelenek’in genel olarak Komintern’e nasıl yaklaştığını değerlendirmekle yetineceğiz.

“Dünya sosyalist hareketinin… bir merkezden yönetilmesi, hiçbir dönemde mümkün olmamıştır, bundan sonra da olmayacaktır…” (Gelenek, Eylül 1987, M. Çulhaoğlu) Nedeni: “çeşitlilik ve bu çeşitliliğe tek merkezli yaklaşımın olanaksızlığı…”dır. (ay)

Yazar bu tespiti yapınca üç Enternasyonal’in nasıl olup da kurulduğunu, hatta kurucularının bu gerçeklikten haberli olup olmadıklarını ister istemez açıklamak zorunda kalır. Konumuz III. Enternasyonal. Yazarımızı izleyelim.

“Lenin’in, Üçüncü Enternasyonal’in kuruluşuna önemli katkıları var, biliniyor. Lenin’in, kapitalizmde eşitsiz gelişme olgusundan ve bu olgunun sınıf mücadeleleri düzlemine yansımalarından habersiz olduğu söylenemez… Bu çözümlemenin sahibinin, çeşitli ülkelerdeki sınıf mücadelelerinin tek bir merkezden en etkin biçimde yönetilebileceğine inanması mümkün değil.” (ay)

İşte Gelenek yazarlarının tüm metodu! Kendileri özgürce bir son uca vardıktan sonra, olayları ya da gerçekleri bu sonuca göre giydirip, süslüyorlar: “Eşitsiz gelişim yasasından haberdar olan, üstelik bu yasanın “işçi sınıfı hareketlerine de yansıdığını tespit eden Lenin, nasıl olur da “tek merkeze”: Enternasyonal’e inanabilir? M. Çulhaoğlu Lenin’in böyle bir şeye inanamayacağına bizi temin ediyor. Sağolsun!

Peki, “Lenin neye inanıyordu?”

“Enternasyonallerin gerekçeleri, sınıf mücadelesi koşullarının monolitikleşmesinde değil, kopuş için güçlerin toparlanması zorunluluğunda aranmalıdır” (ay) Lenin, III. Enternasyonal örgütlenmesini, Kautsky’lerden kopuşmada “güçlerin toparlanması” için bir örgütlenme olarak görmüş, daha öteye bir misyon vermemiş… Yazarımız bizi bu konuda da eşitsiz gelişim yasasının gücüne dayanarak temin ediyor.

Gelenek yazarlarının düşünce evrimine göre, olaylar sıraya konup, yeniden anlamlandırıyor. Böylece, olaylar, “sırf aklın” evriminin kendini dışa vuruşu haline getiriliyor. Ama bu tarihsel materyalizmin metodu değildir.

Lenin, III. Enternasyonal örgütlenmesinde, merkez kararlarının, tüm seksiyonları bağlaması prensibine çok önem verdi Ve II. Enternasyonalde böyle bir işlerliğin olmayışını eleştirerek, bundan ders çıkartılması gerektiğini ısrarla vurguladı. Bir kopuş misyonuyla sınırlı örgütlenme için fazla katı bir prensip değil mi?

Neden, “çeşitlilik” tek merkezden yönetimi imkânsız kılsın? Gelenek, yazarları olgunun bir tek yönüne bakmakla yetiniyorlar. Dünya finans kapitaline karşı, neden dünya proletarya ordusu kendine bir kurmay merkezi yaratamasın? O merkez de tam bir canlılık içinde neden müthiş zengin ve çeşitli dünya deneylerinin ışığında hem genel hem de tek tek seksiyonları bağlayan kararlar almamasın. “Çeşitlilik” buna hiçbir şekilde engel değildir. Bir ülke parti sini düşünün Her mahalli örgütlenmenin kendi orijinal sorunları yok mudur? Dünya’da süreçler hem çok çeşitli hem de olağan üstü birbirinin içinde. Son gelişmeler, dünyamızı her geçen gün küçültüyor.

Yeter ki, beraber davranma zemini sağlamca seçilmiş olsun.

III. Enternasyonal’in dağılışı ise iki nedene bağlanır: “Bir yönüyle eşitsizliklerin daha da yoğunlaşması, diğer taraftan da kazanmanın artık böyle sıkı bir korumaya ihtiyaç duymayacak bir olgunluğa ulaşması…” (Gelenek, Eylül 87, C. Uygur – A. Giritli)

Değindik, ancak birkaç söz daha gerekli. Dünya, 1917-40 arası, daha önce hiç olmadığı ölçüde “eşitsiz” “çeşitli” altüstlüklerin içinde yaşadı. 1943 sonrası, yani Komintern’in dağılışından sonraki dönem, eşitsizlik ve çeşitlilik açısından önceki döneme göre daha fakirdir. Ama olsun olaylar önemli değildir. Demek, Gelenek yazarlarının “özgür aklı” 1943 sonrasını daha çeşitli görüyor. O zaman Komintern elbette gereksiz hale gelir? İkinci neden, “kazanımın olgunlaşmasıdır. Eğer bununla Sovyetlerin korunması kastediliyorsa -ki yazıların genel muhtevası bunu doğruluyor- 1943 Mayısında henüz Sovyetler tam güvenlikte değildir. Ayrıca Komintern’i Sovyetleri savunma örgütü olarak görmek, gerçekliğin bir yanını batı burjuva propagandasının etkisiyle bayağılaştırmak demektir. Komintern, Sovyetleri savunmaktan öteye misyonlar yüklenmiştir.

Öte yandan, kazanımlardan partilerin yeterince olgunlaştığı kastediliyorsa, bu dağılma için neden gerekçe olsun? Tam tersine, deneyli olgun partilerin, daha yüksek bir beceriyle, dünya proletaryasını bir merkezden yönlendirmesi, pekâlâ mümkündür. Ayrı bir yazının konusu olabilir, Komintern’de özellikle kapitalist anayurtlardaki komünist partilerin o dönem yeterince “olgunlaşmadıkları” kanısındayız. Bu sonuca sonraki evrimlerinden dolayı değil, tam tersine o günkü politikalarından varıyoruz. Geçelim.

Gelenek, zorlama yorumlarla Lenin’in Enternasyonal hakkındaki görüşlerini bozarken, Komintern’in dağıtılış bildirisindeki görüşleri de hiç sancısız benimseyebiliyor. Olaylar bildiriyi bütünüyle haklı çıkarıyor mu? Gelenek bununla ilgilenmiyor.

“Tarihsel kararın (Komintern’in dağıtılması b.n) tam da ikinci cephenin kurulması için mücadelenin en kritik anında alınmış olması anlamıdır.” (History of The Three Internationals, W.Z. Foster) Komintern Mayıs 1943’te biraz da alelacele dağıtılmıştır. Kasım 1943 Tahran konferansında ise “ikinci cephe” konusunda İngiltere ve Amerika ile anlaşmaya varılmıştır. Bu olgular rastlantı olamaz.

Öte yandan, 1946-47 yıllarında Avrupa komünist partilerinin ülke burjuva partileri ile balayı döneminin bittiği, Amerikan desteği ile Avrupa burjuvazisinin komünist partilere siyasi saldırıya geçtiği dönemde, 1947 Eylülünde yine alelacele Kominform’un örgütlenmesi de tesadüf değildir.

Komintern’in dağılışı, niyetlerden öteye, objektif olarak, ikinci cephenin açılmasına karşı bir bedel, daha genel ifadesiyle, güçler dengesinin kıskacında belki de zorunlu bir sonuçtur. Bir bedel ödenmesi gerektiğinde onu açıkça ödeyebilmek gerekliydi. Brest-Litovsk’ta Lenin’in tavrı hatırlansın.

Ancak, Komintern bedeli, Stalin’in tarzıyla ödenmiştir. O nedenle ardından gelen on yıllar için dağılışın bildirideki teorik gerekçeleri zihinlerde koyulaşan yanlış birikimlere neden olmuştur.

Dünya proletaryası bu ödediği bedeli nasıl ve ne zaman geriye alır? Gelecek günlerin can alıcı sorunlarından birisi. Kendimizi “çeşitlilik” ya da “olgun kazanımlarla” avutmayacağız.

Gelenek, Enternasyonal’i “sınıf mücadelesi koşullarının monolitikleşimi” olarak yorumluyor. Aynı zamanda “merkezden önerilen (giderek dayatılan) strateji ve taktikler” den (ay) yakınıyor. Gerekçe ne olursa olsun gelenek eşitsiz gelişim yasası ve bundan çıkan çeşitlilikle” Enternasyonallerin temel taşlarını çekip alıyor, onları siyasi kopuşma araçları seviyesine indirgiyor.

Böylece gelenek, gerçek mirastan, hareketin tarihinden en köklü kopuşu, yapmış olur. Enternasyonalizm, Gelenek için yalnızca parlak söz, ya da diplomatik deyişle “dayanışma”dır. Enternasyonal hiçbir zaman bir bedene girmemelidir. Proletaryanın savaş geleneği böyle devralamaz.

II) Günümüzün Bazı Sorunlarına Bakış

Günümüz sorunlarına bakışta, Gelenek dergisi ile Y. Küçük’ün görüşlerinin önemli bazı noktalarda çakıştığını söylemiştik.

O nedenle, eleştiriyi fazla bir tekrara yol açmadan yapmaya çalışacağız. Demokrasi ve cephe konularında ittifaklar sorununda, köylülüğe bakışta önemli paralellikler vardır. Gelenek açısından karakteristik olan görüşleri seçerek değerlendirmeye başlayalım.

Emperyalizm dönemi, devrim ve ittifaklar

Gelenek de, Y. Küçük gibi kapitalizmin tekelci aşamasının özelliklerini belirginleştirmek yerine bulanıklaştırmayı tercih ediyor. Doğrudan sosyalizme gidişin önünde engel gibi görünebilecek gerçekleri, eğip bükmek Gelenek’e çıkar yol gibi görünüyor. Ancak esas neden emperyalizm dönemini kavrayıştaki yetersizliktir. Şöyle denir: “Dün, 1800’ler Fransa’sının siyasal iktidarlarına bakarken, bunlardan her biri ile burjuvazinin şu ya da bu fraksiyonu arasında ilişki kurmak çok daha kolay, çok daha gerçekçi idi. Bugün, burjuvazinin belirli bir kesiminin taşıdığı ağırlık ne olursa olsun, iktidara, bir bütün olarak, emek sömürüsü yapanların iktidarı biçiminde bakmak gerekiyor. Siyasal iktidarlar, burjuvazinin tek tek kesimlerinden belirli bir özerklik kazandıkları oranda, bir bütün olarak sınıfın çıkarlarına daha iyi hizmet edebiliyorlar.” (Gelenek, Nisan 87)

Bu bakış açısı, Lenin’in Emperyalizm tahlilinden en temel noktalarında ayrılır. Dolayısıyla, kapitalizmin bu en yüksek aşamasının esas özelliklerini kavramaz. Hatta emperyalizm döneminde devletin yapısı tahlil edilirken, “klasik Marksizm’in -devlet teorisinin- geriye itildi”ğini (Gelenek, Ekim 87) belirten Gelenek, bununla bazı tahlil aşırılıklarını dile getirmek istese de kendi niyetinden öteye, objektif olarak, böyle yaparak, Lenin’in emperyalizm tahlili ile “klasik Marksizm’in devlet teorisi”ni karşı karşıya getirir. Gelenek büyük bir gayretle, devletin, “burjuvazinin, çıkarlarını bütünsel olarak temsil ettiğini vurguluyor, (ay) Böylece emperyalizm döneminin “finans-kapital egemenliği” tespitine karşı “klasik Marksizm’in devlet teorisini öne sürmüş oluyor!

Gelenek, teoride seçmecidir. Mantık yapısı bütünüyle eklektiktir. Marksizm’i kendi gelişim süreci içinde kavramaz, dönemleri keyfi olarak birbirinin içine sokar. Kendi “doğrularına göre Marks-Engels, Lenin’den seçmeler yapar.

İktidar savaşında, devlet tahlilindeki bir yanılgı kişiyi olmadık noktalara savurur. Gelenek, Lenin’in parti teorisini öne çıkartarak, Marks’a “ekonomist-katastrofist” bekleyişi layık görürken; bu sefer Lenin’in finans-kapital egemenliği tahlilini fazla sağa ve sola çekilir bularak Marks’ın devlet teorisine sarılıyor. Oysa ortada isteğe göre seçilebilecek kategoriler yok, Marksizm’in kendi diyalektik gelişimi vardır. Lenin, Marksizm’in devlet teorisinden hareketle emperyalizm çağındaki devlet yapısını çözümlemiştir.

Tekelci kapitalizm çağında, tüm burjuvazi içinden sivrilen finans-kapital, artık tüm bir sınıf olarak değil, sınıfın bir zümresi olarak, ekonomiye ve siyasete egemen hale gelir. Gelişim süreçleri farklılıklar içermekle birlikte, emperyalizmin pençesindeki geri ülkeler içinde aynı şey geçerlidir.

Siyasal iktidarların, burjuvazinin tek tek kesimlerinden belirli bir özerklik kazanmasıyla, bütün olarak burjuva sınıfına daha iyi hizmet ettiğini ileri süren Gelenek, tam bir yanılgı içindedir. Doğrudur, siyasal iktidarlar burjuvazinin tek tek kesimlerinden ayrıdırlar. Ancak aynı siyasi iktidarlar finans-kapital zümresinin çıkarlarını en yüksekte tutar ve bu zümrenin doğrudan güdümündedirler. Bizdeki iktidarlar şöyle bir gözden geçirilsin. “40 Haramiler” tek ve gerçek egemendirler. Ve tekelci kapitalizmin egemen olduğu her ülkenin kendi “40 Haramileri” vardır.

Gelenek, tahlilini öylesine zavallılaştırıyor ki, bugünün iktidarlarına, “bir bütün olarak, emek sömürü yapanların iktidarı biçiminde bakmak” gerektiğini ileri sürüyor. Kapitalist anayurtlara gitmeyelim kendi topraklarımıza bakarsak, emek sömürüsü yapan on binlerce küçük atölye sahibi, kırda orta köylülük, ne kadar “iktidar”dadır? Bütün bu farklılıkları görememek, sınıflar savaşında mücadele, hedef ve taktiklerini bulanıklaştım. Proletarya, “40 Haramilerin” dışındaki “burjuva” kesimleri hiçbir zaman sevgiyle bağrına basmayacaktır. Ancak, onları kör bir aldırmazlıkla, “40 Haramilerin” safına da itemez. Gelenek, böyle ayrıntılarla uğraşmadığı için emek sömürüsü yapanları bütünüyle karşıya fırlatmakta bir sakınca görmez.

Sosyalist Devrim, sorununa gelirsek. Konuyla ilgili geniş tartışma önceki sayıda yapılmıştı. Tekrarlamayalım. Gelenek açısından tipik olan görüşleri bulmaya çalışalım.

“Kapitalizmin eşitsiz gelişim süreçleri demokratik süreci ayrı bir aşama olmaktan çıkartmış ve demokrasi sorununun çözümünü sosyalist devrime bağlamıştır.” (Gelenek, Şubat 87, A. Giritli) Evet, ünlü “yasa”nın gücüyle, “aşamaları” kaldırmak son derece keyifli bir iş olsa gerek. Eşitsiz gelişim neden ve nasıl bu sonuca yol açıyor? “Eşitsiz gelişim yasası” nasıl olup da henüz demokratik görevlerin (demokratik devrim anlamında) bulunduğu bir ülkede, proletaryanın öncülüğünü teminat altına alıyor? İşte tam da bu noktada Gelenek yazarları proletaryanın öncülüğüne kendiliğinden inanırlar. “Yasa”, aşamayı kaldırmıştır, öyleyse proletaryanın öncülüğü teminat altındadır, sosyalizme sıçranabilir. Oysa olaylar tersini doğruluyor. Eğer ortada demokratik görevler varsa, proletarya bu görevleri omuzlamaya yetenekli olduğunu gösterdiği, burjuvazinin hiçbir kesiminin bu görevleri başaramayacağını ittifak güçlerine ispatladığı ölçüde, demokratik devrim ile sosyalist devrimin birbirine yaklaşımını, “iç içe” girmesini sağlar. Ancak demokratik devrim görevleri hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde proletarya tarafından omuzlanabilmelidir.

Bu noktada, Gelenek nasıl düşünür?

“Her ülkenin ana sorunu farklı oluyor… Vietnam’ı bir ulusal kurtuluş savaşından ayrı düşünmek mümkün değil. Latin Amerika ülkelerinde ana halka bu kez karşımıza mücadele biçimi olarak çıkıyor…

“Türkiye’de ise sosyalist hareketin çözmeye mahkûm olduğu pek çok kısmi sorun mevcut. Ama bunlardan hiçbiri ön plana çıkıp ağırlığını hissettirmiyor…” Bu tespitler yapıldıktan sonra, cümle şöyle bağlanır. “Gelecek devrimin sosyalist kimliğini muğlaklaştırabilecek bir demokratik sorunun mevcut olmaması da bir avantaja çevrilebilir.” (Gelenek, Mart 87, A. Giritli – C. Uygur)

Yazarlar Latin Amerika’nın sorununu yanlış algılıyorlar. Mücadele biçimleri ile mücadele hedefi (ayrı seviyelerdeki) kavramlardır. Vietnam’da da mücadele biçimleri tartışıldı. Ancak Latin Amerika’da mücadele biçimlerinden öteye devrimlerin ilk elden hedefine seçersek, karşımıza demokratik karakterli devrim hedefleri çıkar. Yazarlar bunu bir kelime oyunu ile örtmüşler.

Bize gelince, çok şükür, devrimin sosyalist niteliğini bozacak, “ön plana” çıkan “demokratik” bir sorun yoktur! Bu söylenenler, kendini aldatma değilse kesinlikle siyasi körlüktür.

“Bir avuç oligarşinin” ya da finans-kapitalin tasfiyesi ve bununla doğrudan bağlantılı Kürt ulusal sorunu, göze batması için daha ne kadar “ön plana” çıkmalıdır, bilemiyoruz? Her ikisi de henüz demokratik nitelikli görevlerdir. Ancak zinciri sürükleyecek halka budur. Gelenek, “güncele angaje” olmamak adına, devrimci görevlerden, kelime oyunlarıyla sıyrılıveriyor.

Lenin’in şu belirlemesini hiç unutmuyoruz: “Şu halde, sosyalistlere, nitelikleriyle, amaçlarıyla ve kavgada kesin bir tutum almaya yetenekli toplumsal güçlerin bileşimi bakımından, tamamen farklı iki savaşı aynı zamanda yürütmek gibi zor ve ağır basan bir görev düşüyor.” (İşçi Sınıfı ve Köylülük) Mücadelenin diyalektiği budur. Olayı hiçbir basitleştirme yoktur, “iki savaşı” (“demokrasi mücadelesi” ve “sosyalizm”) aynı anda yürütmek gibi zorlu bir görevle bizler de yüz yüzeyiz. Ancak Gelenek, kelime oyunlarıyla görevi tek düze ve son derece basit hale getirebiliyor.

İttifaklar konusunda söylenenlerle bu bölümü tamamlayalım. “İttifaklar politikası, eşitsiz gelişim yasasının siyaset teori ve pratiğinde, örgüt teorisinden sonra, en zengin ve canlı ürünü sayılmalıdır. İttifakı demokratik cepheden ayıran, iktidar perspektifidir. (Gelenek, Mart 87) Yazar, “cephe”yi kötüleyip, ittifakları kutsuyor. Ancak, softaca tekrarlamaları bir kenara bırakalım. Cephelerin emperyalizmin çağındaki ittifak biçimleri olduğunu görmek için fazla kahin olmaya gerek yok. Ayrıca iktidar hedefleyen, iktidara gelen ve hatta sosyalizmin kuruluşuna yönelen cephe deneyleri de var. Devam edelim.

Gelenek, “ittifak” güçlerini şimdiden belirlemek için biraz çaba harcasın o zaman “kavgada kesin bir tutum almaya yetenekli toplumsal güçlerin bileşimi bakımından, tamamen farklı iki savaşın varlığını kaçınılmaz bir şekilde görecektir. Genel olarak ittifaklar ve cephe üzerine konuşmayı bırakın, somut olarak, sınıflar planında ittifak güçlerini belirlemeye girişin. Yoksa 1935’ler Halk Cephesi deneylerinden hareketle, cephe politikalarını eleştirmek için sayfalarca yazılabilir. Ancak bizdeki ittifaklar sorunu yine çözülmüş olmaz.

Faşizm ve faşizme karşı mücadele

Emperyalizm çağında egemen sınıfların yapısındaki değişimi kavramayan Gelenek, faşizm konusunda da aynı kavrayışsızlık içindedir. Faşizmin, burjuva demokrasisinden çıkıp geldiğini ileri süren Gelenek, bu gerçekliği aşırıca abartıp düşüncesini saçmalık sınırına vardırır. “Burjuva demokrat ideolojinin faşist ideolojiyi inkâr edemeyeceğini kabul” etmemizi ister. Ve ilave eder. İşte, tam bu noktada anti-faşizmin kendi başına bir taktik olmadığı ortaya çıkar.” (Gelenek, Kasım 87, C. Uygur)

Burjuva demokratlar faşizme karşı tutarlı bir direnç gösteremezler. Bu bir gerçeklik. Ancak buradan “anti-faşizmin kendi başına bir taktik” olamayacağı sonucu çıkmaz. Taktikler, niyet ve isteklerden bağımsız sınıflar savaşındaki güçler dengesinden çıkarlar. Henüz sosyalizmi hedefleyemeyecek konumda olan proletarya neden kararlı anti-faşist tavrıyla, mücadeleyi yükseltmesin?

Yazarımıza göre, koşullar ne olursa olsun, sosyalizmden geriye bir taktik belirlemek, kabul edilemez. Sosyalizm lafazanlığı ile taktiksizliği ebedileştirmek canlı mücadeleden kopukluğun parlak lafla örtülmesinden başka bir anlama gelmiyor.

Faşizme karşı mücadelede, Bulgaristan, İspanya, Portekiz ve Şili deneylerinin özgül yanları kavranırsa bir tek parolanın geçerli olmadığı ortaya çıkar. Faşizm iktidardan edilirken, onun maddi temelinin de tasfiye edilmesi bir devrim anlamına gelir, ancak güçler yalnızca siyasi kurumlaşmaların tasfiyesine yeterse, bu gerçek anlamda bir devrim olmaz ve “kendi başına anti-faşist” bir mücadele olur. Fakat bütün bunları belirleyen, o ülkedeki güçler dengesidir. Gelenek, güçler dengesinin sınırlaması içinde “taktik” belirlemeye gelemiyor.

Sonuç Yerine

Sonuç cümlelerine gelmeden, Gelenek’in H. Kıvılcımlı ile ilgili değinmelerine kısaca cevap verelim.

“Hikmet Kıvılcımlı, pratikteki cuntacılığı teorideki Lenin’ciliğine baskın çıkan bir Jakoben’dir” deniyor. (Gelenek, Şubat 88, M. Çulhaoğlu)

Bu yaygın kanının dayandırıldığı temeller belli. H. Kıvılcımlı, bilinir, “Proletarya Partisinin Reorganizasyonu” parolasını 1965 sonrasının dağınık ortamında en önde tutmuştur. Bir cuntacıya yakışır bir tavırla “3-5 kişiyi toplayıp” parti oluvermemiştir. Bunu “teorik ve pratik savaşa” bağlamış ancak bu savaşı bir düzene sokacak “derleniş komiteleri” önermiştir. Her şey partiye, sınıf örgütlenmesine bağlıdır. “Kılıçlılar” içindeki bir kaynaşmanın yönlendirilmesi de sınıfın örgütlü gücüne bağlıdır.

Fakat Kıvılcımlı’nın devlet sınıfları geleneğini bir yapı orijinalliği olarak tespit etmesi, bu tarihsel kalıntının o günkü mücadeleye yansımaları ve mücadele için yarattığı imkânları değerlendirme çabası, büyüteçlerle abartılandırılıp onun bütün düşünce ve davranışına yaygınlaştırılır. Kıvılcımlı’nın mücadelenin sınıf öncülüğüne bakışında en küçük bir yanılgı yoktur. Ancak mücadele için bazı imkânlar yaratabilecek özelliklerimiz var ise bunları kullanmak her bilinçli proleterin görevidir. Bu konuda basmakalıplıkla yetinmek işimiz değil.

Sonuç olarak Gelenek, iddia ettiğinin tam tersine “geleneksel sofun değil, Yeni Sol’un zeminindedir. Marks, Engels ve Lenin yorumları, Troçkizm’den başlayan ve Yeni Sol’un düşünce çeşitliliği içindeki geniş bir alanda yer alan moda ve gözde yorumlardır. Elbette ki Gelenek’i bütünüyle Yeni Sol bir eğilim olarak değerlendirenleyiz. Ancak Yeni Sofun kesinlikle teorik etki alanındadır.

Öte yandan, emperyalizm, ittifaklar, faşizm tahlillerinden çıkan taktik kofluğu, onun gerçek Yeni Sol yanıdır. Parlak söz, pratik mücadeleyi kavrayıştaki yeteneksizlik Avrupa Yeni Sofunun en tipik alın yazısıdır.

Eğer belirli farklılıkları saklı tutarsak, Gelenek’e TİP’ten kopan İşçinin Sesi dememiz gerekir. TKP’den kopuşunda benzer parlak sloganları göklere çıkaran İşçinin Sesi, pratik mücadeleyi gütmede bir zavallı olduğunu yeterince ispatladı. Gelenek, aynı özellikleri gösteriyor.

Bu deneylerden şunu öğrenmiş oluyoruz: Burjuva sosyalizminin zemininden sola, radikal mücadele alanına kopuş sözden öteye gidemiyor. Burjuva sosyalizminin teorik bilgiçliği ve pratik oturganlığı o zemindeki insanları öylesine çürütüyor ki, böyle bir noktadan gerçek mücadele hattına sıçramak mümkün olmuyor. Ama tersi her zaman yaşandı. Yorulanlar hep bu iskeleye yanaştılar.

TKP ve TİP zemininden kopuşmalardan çıkarttığımız ders, hiç şüphesiz ki mutlak bir kural olamaz. Ancak bu kopuşmaların gerçek yönleri kavranmadan yapılacak her girişim aynı noktalara savrulabilir. Bu da genel olarak hareket açısından enerji israfı olur.

Özetle, Gelenek Yeni Sol değerlerle, Marksizm’i sentezleştirmeye kalkmıştır. Böyle bir sentez mümkün olmadığı için, ortaya kaçınılmaz şekilde seçmeci eklektik bir teorik yapı çıkmıştır. Elbette ki, bu teorik yapı, Yeni Sol akımların bütün moda görüşlerinin güçlü etkisi altındadır.

Hareket açısından Gelenek’in önemi, Marksizm’e sahip çıktığını, geleneği devam ettirdiğini ileri sürerken, sessiz sedasız, Marks, Engels ve Lenin’in düşüncelerini sinsice kemirmesindedir. Liberalleşen sola öfke duyup, Gelenek okuyan pek çok genç insan bu derginin sayfalarında Marksizm’in ustaca ve yavaş hareketlerle törpülendiğini, ona yeni bir şekil verildiğini fark etmeyebilir.

1960 sonrası devrimci hareketin üzerinde Doğu (Çin) ve Latin Amerika devrimlerinin rüzgârı esmiş, önemli izler bırakmıştı. 12 Eylülle birlikte rüzgârın yönü değişti. Şimdi Batıdan esiyor. Ve batıdaki her türlü moda eğilimi bize taşıyor. Yeni Gündem böyle idi. 11. Tez, Gelenek böyledir. Gelenek’in kendini böyle isimlendirmesi, yalnızca geçici bir yanılgıya neden olabilir.

Evet, Gelenek, bir miras devralıyor Ancak bu Ortodoks Marksizm’in mirası kesinlikle değildir. RSDİP içinde otzovistlerle başlayan günümüzde Yeni Sol olarak devam eden, parlak söz devrimciliğinin mirasıdır. Lenin daha o günlerde otzovistler için, “Menşeviklerin ters yüz olmuşu” demişti. Aynı değerlendirme Gelenek için fazla hatalı olmaz. TKP ve TİP, taktikleriyle doğrudan, kuyrukçuluğu savunuyorlar, Gelenek ise “güncelliğin” her türlü çamurundan uzak, taktiksizliği ebedileştirerek, dolaylı yoldan olayların kuyruğu haline geliyor.