Taylorizmden Postfordizme ve TOPLAM KALİTE SEVİMSİZLİĞİ – Umut Aydın
Düşünce ve Davranışta Yol, Sayı 6, Şubat 2005
Her türlü mekanın yıkılışını işitiyorum, parçalana camı ve çöken duvarları, zaman ise son kızgın bir alev.
James Joyce
Son çeyrek yüzyıldır, kapitalist üretim tekniklerinde yeni bir süreçten bahsediliyor. İşçiyi belli kas hareketlerine indirgeyen, tümüyle makinenin uzantısı haline getiren yapılanma, hızlı bir değişim içine girmiştir. Üretim birimlerinin küçüldüğü, sınıfın bir bölümünün zihni faaliyetin içine girdiği, paralel olarak sınıf içinde yapısal bir parçalanmanın da ortaya çıktığı bir dönem söz konusu olan.
Yaşanan sürecin sınıflar mücadelesine doğrudan etkileri olduğu aşikar. Öte yandan yeni üretim teknikleri ile “yeni” bireycileşme arasında bağ kurmak, dünya genelinde yaygınlaşan çürümenin, değersizleşme ortamında her şeyin paraya indirgenmesinin izlerini bu noktadan hareketle sürmek de mümkün elbette. Ancak bu yazı hedefi itibariyle kapitalist üretim tekniklerindeki evrimi ele alacak, yaratılan kalite mitosunun perde arkasını sorgulayacak, bu anlamıyla da “teknik” kalacaktır.
Taylor’un Mühendis ‘Zekası’
Taylorizm, ABD’de 1880-1890 yıllarında ortaya çıkan “sistematik yönetim hareketinden doğmuştur. Frederick Winslow Taylor’un ana tezi; geleneksel manüfaktür kültüründe, ancak hiyerarşik ve otokratik bir organizasyon yapısı geliştirilebilirse büyük ölçekli fabrika kültürüne doğru bir evrim yaşanabilir, şeklinde özetlenebilir. Bu ise üreticiden tüm üretim bilgisi ve tasarım gücünün kesin olarak koparılması ve merkezi otorite olarak yönetimin elinde toplanması ile mümkün olabilir.
Taylor, 20. yüzyılın başlarında kapitalizm açısından giderek büyük bir probleme dönüşen emeğin kontrolü meselesini ele alırken, işçinin doğuştan günahkar ve aptal olduğu iddiasıyla hareket eder. Ona göre insan doğal bir içgüdünün yönlendirmesi altında işi kolaydan alma ve kaytarma yönünde hareket eder. Dolayısıyla, herhangi bir denetleyicinin olmadığı hallerde dahi, üretim sürecinin aksamadan yürütülmesi sağlanmalıdır. Ayrıca işçiler en verimli biçimi bulabilmek için gerekli zekaya sahip olmadıklarından, üretimdeki rolleri pasifize edilmeli, makinenin basit bir uzantısı haline getirilmelidirler.
Taylorizmin yönetim pratiğini üç farklı düzeyde toplayabiliriz. 1. İşin tasarımı, 2. İşin yapılışının kontrol edilme biçimi ve 3. Bu kontrol biçiminin içerdiği istihdam ve para politikası. Taylorizm, öz itibariyle sistematik bir analizin ardından süreci küçük parçalara böler, zaman ve biçim açısından standartlar oluşturur ve paralel olarak parça başı ücret sisteminin temellerini atar. Nihayetinde Taylorizmin esası işbölümüdür.
Taylorizmin hedefi işçiyi her türlü üretim bilgisi ve zihinsel faaliyetten kopartmak, vasıfsızlaştırmak, farklılıkları yok etmek, dolayısıyla değersizleştirmekti. Ancak yine de üretim işçinin becerisine ve kapasitesine bağımlı kalmıştır. Çünkü verimlilik artışı hala işçinin el-ayak sayısı, kuvveti, hızı ve el idaresine bağlı olan aletler tarafından sınırlanabiliyor, işçi ve niteliği hala üretim sürecinde stratejik bir önemi koruyordu. Taylorizm makine değil, alet kullanan bir sistemdir ve alet, işçinin iradesine bağlı olarak işler.
Fordizm ve Bant Sistemi
Henry Ford’un, sahip olduğu otomobil fabrikasında uygulamaya koyduğu Fordizm; işçiyi, mekanik bir hat üstünde hareket eden emeğin nesnesi üzerinde, çalışma süresi boyunca aynı parça işi belirli bir hız ve biçimde tekrarlamak zorunda bırakan montaj hattıdır. Aslında Ford’un montaj hattı, Taylorist yöntemlerden tamamen bağımsız bir buluş değil, bu yöntemlerin mekanize olmuş biçimidir ve kitle üretimi sistemini doğurmuştur.
Fordizmin Taylorizmden ayırt edici özelliği, üretim sürecinin ilk defa işçinin özelliklerine ve fiziksel niteliğine bağlı olarak örgütlenmesinden çıkılıp, makinenin (tekniğin) mantığına göre örgütlenmiş bir üretim sürecine geçiş olmasıdır. En ince parçasına değin ayrıntılandırılan işlerin tek amaçlı makineler tarafından yapılır hale gelmesi, üretim sürecini sürekli bir gelişmeye yatkın ve elverişli kılmıştır. İşçinin makinenin pasif bir uzantısı haline gelmesi ise; işçinin bilgi ve becerisinin tümüyle gereksiz hale geldiği, tecrübesiz yeni işçinin uzun yıllar çalışan bir işçinin yerine hemen alabilmesinin sağlandığı ve bütün işsizlerin yedek işçi ordusu olabildiği bir avantajı sermayeye kazandırmaktadır.
Taylorizmden Fordizme tek değişen şey makineleşme değildir elbette. Atölyenin organizasyonu da baştan tanımlanmış, kayan üretim hattının kurulmasıyla, “aylaklık” olarak kabul edilen işçi mobilitesi ortadan kaldırılmıştır. Böylelikle hem işçi belli bir iş noktasına sabitlenirken hem de hattın hızı ayarlanarak işçinin işe ayırdığı süre kontrol altına alınıyordu. İşçi, sadece vasıfsızlaştırılarak makinenin değersiz bir parçası haline gelmekle kalmıyor, aynı zamanda üretime ait her türlü bilgiden soyutlanarak zihni faaliyetten de kopartılıyordu.
Esas itibariyle; Fordist sistem ayrıntılı işbölümü esasına göre örgütlenmiş, her işçinin dar anlamda tanımlanmış, rutin bir işi sürekli olarak yaptığı bir işleyiş ile verimlilik artışı sağlamaya yönelmiştir. Makine ile işçi arasında sabit bir ilişki kuran montaj hattı, çıktının standartlaşmasını getirirken, bu da kitle üretiminin teknik koşullarını sağlamaktadır. Rekabetin esası ise aynı maldan çok sayıda ucuza üretmek üzerine kurulmuştur.
“Henry Ford, ‘müşteri, siyah renkte olduğu sürece, istediği renk arabayı satın almakta özgürdür’ dediğinde şaka yapmamaktadır. O, yığın üretiminin, büyük miktarda tek tip üretim yapmak temeline dayanan ruhunu anlatmaktadır. Elbette, Ford, müşterilerine renk seçeneği vermenin kolay olduğunu bilmekteydi; yapması gereken tek şey, hattın sonundaki işçiye bir tane yerine üç veya dört tane boya tabancası vermekti. Fakat Ford bir kez çeşitliliği kabul ederse, ürünün tek tipliği tamamen elden gidecekti. Onun için yığın üretiminin esprisi ürünün tek tipliğidir.”1
Verimlilik artışı organizasyon yapısı ile de pekiştirilmeye çalışılmış, dikey haberleşme, merkezi denetim ve kontrol esasına oturtulmuştur. Böylece karar alma tamamen atölyenin dışına çıkartılırken işçi pasifize edilmiştir.
Fordizmin Krizi
Fordist sistemin verimli işleyebilmesi standart tüketim kalıplarına bağlı olduğu kadar, diğer yandan geniş ve istikrarlı pazarların varlığına da bağlıdır. Pazarlar, hem büyük miktarlarda üretilmiş standart malların yutulmasına elverecek kadar geniş olmalı, hem de büyük ölçekli yatırımları amorti edecek süre kadar istikrarlı olmalıdır. II. Dünya Savaşı’ndan sonraki iktisadi ve siyasi konjonktür, Fordist sistemin gelişmesi için bu zemini sağlamıştır.
Üretim artışı ile istikrarlı büyük pazarlar ve yüksek talep arasındaki uyum sonucunda Fordizm, 1945-1970 yılları arasında egemen üretim sistemi haline geldi. Ancak I970’li yıllarla birlikte, üretim ve ticaret hacmi düşüşe geçerken büyük istikrarlı kitlesel pazarlar çöktü. Yerine küçük ve istikrarsız bir pazar yapısı ortaya çıktı. Tüketici tercihlerinin standart ucuz mala doyması ve talebin mal çeşitlemesine kayması da eklenince Fordizmi ayakta tutan kitle talebi koşulları ortadan kalkmıştır.
Ancak Fordizmin krizini sadece talepteki azalmalara bağlamak, krizi pazar yönlü kavramak olur. Fordizmin iç mekanizmalarına da bakmak gerekiyor.
Kayan üretim hattındaki zaman koordinasyonu bunlardan biridir. Eşit olmayan işlerin farklı üretim noktalarındaki koordinasyonu bir sorun haline gelmiştir. Bazı noktalarda yığılmalar yaşanırken bazı noktalarda boş bekleme süreleri ortaya çıkmıştır. Öte yandan, üretim hattının yüksek tampon stoklarla çalışması gerek ölü sermaye gerekse depolama giderlerini artırmakta, sistemin eldeki stoklara bağlı olarak arz yönlü işlemesine ve talep değişikliklerinden iyice kopmasına neden olmuştur. Yine bir başka problem ise üretim ve kalite ilişkisinin oturtulamamış olmasıyla ortaya çıkmıştır. Fordizmde, üretim ile kalite kontrolü ayrı işlerdir ve ayrı kişiler tarafından yapılır. Bu durum hatalı ürün oranını fazlasıyla artırmıştır. İşin gittikçe ayrıntılandırılması ve emek yerine makine ikamesinin vardığı nokta, üretim hattının giderek büyüyen ve daha fazla makineleşerek verimliliği artırmaya elvermeyen bir yapıya dönüşmüştür. Bu durumda sermayenin teknik bileşiminin makine lehine artırılması artık mümkün olmamaya başlamıştır.
Tüm bunların yanı sıra; büyük ölçekli işyerlerinde yığın üretimi yapmak çok sayıda işçiyi kapsayan kitle sendikacılığının da önünü açmıştır. Ki 1970’lerde kapitalist sistemin içine girdiği kriz, yoğun uluslararası rekabet, bu rekabete bağlı olarak teknolojik dönüşümün artan hızı ve maliyetlerin aşağı çekilmesi zorunluluğu sermayeyi işçi sınıfının örgütlülüğünü parçalama yönünde politikalar üretmeye yöneltmiştir. Kapitalist krizin yarattığı ortam, yeni bir düzenlemeyi, yapısal değişikliği gündeme getirmiştir.
Aslında Fordizmin yaşadığı sıkıntıları “katılık” sözcüğüyle özetlemek de mümkün. Kitle üretimine yapılan uzun vadeli ve geniş ölçekli sabit sermaye yatırımlarının, tasarımda esnekliği büyük ölçüde engelleyen ve değişmez tüketici piyasalarında istikrarlı büyüme varsayımına dayanan katılık; emeğe karşı yönelimde, emek dağılımında ve özellikle tekelci sektörde iş sözleşmelerinde katılık vs. vs.2
Fordizmden Postfordizme
Fordizmin krizini yaratan faktörlerin ışığında bakıldığında, ortaya çıkan postfordist gelişmeler bir yandan küçük ve istikrarsız pazarlara ve değişken tüketici tercihlerine uyum sağlayabilecek; diğer yandan sermayenin verimliliğini düşüren aşırı stok, aşırı makineleşme, aşırı hatalı ürün gibi kısıtları aşabilecek ve yüksek sendikal mücadeleyi engelleyebilecek bir “verimlilik ve karlılık artırma” arayışının ifadesidir.
Sonuçta bu arayış, aynı zamanda kapitalizmin krizine de bir bakışı ifade etmektedir. Bu tartışmaların hemen hepsinde kavramsal olarak Fransız Düzenleme Okulu’nun etkilerini görmek mümkündür. Düzenleme Okulu, kar haddinin düşme eğiliminde üretim sürecinin belirleyici bir rol oynadığını, Fordizmin yalnızca bir üretim organizasyonu biçimi değil, aynı zamanda bir sermaye birikimi rejimi olduğunu ve bu yüzden de yaşanan krizin, Fordist birikim rejiminin krizi olduğunu ileri sürer.3
Düzenleme kuramına göre, II. Dünya Savaşı sonrasında sermaye, tüketim malları kesimindeki verimlilik artışı ile kitlesel satın alma gücünü 20 yıl kadar dengeleyebilmiş, diğer bir deyişle, verimlilik artışı ile ücret artışları arasında bir denge sağlayabilmiştir. Fakat 1960’ların sonuna doğru, makinelerin sürekli ve giderek daha yoğun uygulanmasının, verimlilik artırıcı potansiyelinin tükenmeye başlaması ile bu denge bozulmaya başlamıştır.
Söylenmek istenen, refah devleti kalıplarının, sermayeye dar gelmeye başladığından başka bir şey değildir. Çünkü Fordist süreç aynı zamanda ücret ve çalışma koşullarının iyileştiği, yığın sendikacılığının her anlamda etkin olduğu, sosyal hakların arttığı, sosyal güvenlik kurumlarının etkinleştiği bir dönemdir. Sosyal taleplerin kurumlaştığı, ücretli emeği disipline eden sendikal yapı, artık rejimin karşılaştığı zorluklar ve düşen gelişme hızı karşısında sisteme tehdit oluşturmaya başlamıştır. Dolayısıyla, hızla sendikasızlaştırmaya gidilmelidir. Postfordizm ya da esnek üretim her şeyden önce emeğe karşı bir saldırıdır.
Bu noktaya geri dönmek üzere kapitalizmin arayışına tekrar bakalım. Bu arayış, yeni pazar ve tüketici talebi koşullarına uyum ve yeni verimlilik/karlılık artışı arayışıdır. Bu durum Fordist ilkelerde köklü bir değişimi zorunlu kılar. Gerek üretim sürecinde ve kullanılan teknolojilerde, gerekse de emeğin niteliğinde ve iş yoğunlaşmasında değişim demektir.
Ayrışmış talebe büyük bir esneklikle cevap verebilme yeteneği, postfordist sürecin doğasının kavranmasında anahtar rolü oynamaktadır. Bir maldan bir başka malın üretimine geçişte çok az ayarlama süresi ve bekleme zamanı gerektiren, üretim süresini hızla artırabilen programlanabilir mikroelektronik teknolojiler önemli bir esneklik sağlamaktadır. Mikroelektronik aksamlı teknolojiler aşırı makineleşme ve boş bekleme sürelerini de azaltmaktadır. Postfordist üretim sürecinde ürün tasarımı, stok kontrol, pazarlama, finans, yan sanayi ilişkileri gibi yönetim ve kontrol fonksiyonları otomasyon uygulamalarının kapsamına girmiştir. Üretim organizasyonundaki bu değişim ve yönetimde enformasyon teknolojilerinin kullanımı yönetici, mühendis ve emek arasındaki ilişkinin yeniden tanımlanmasını gerektirmektedir. İddia şudur; Fordist üretim sisteminde ortaya çıkan birçok verimsizlik ve hantallık, yeni yönetim teknikleri ile ortadan kaldırılmıştır. Teknolojiden çok insan faktörünü etkin kıldığını savlayan yönetim tekniklerine toplam kalite başlığında geri döneceğiz.
Postfordizm, Fordizmin katılıklarına cepheden savaş açmıştır. Emek süreçleri, ürünler ve tüketim kalıpları bakımından esnekliğe dayanır. Temel özelliklerinden biri, yepyeni üretim sektörlerinin, finans hizmetlerinde yepyeni yöntemlerin, yeni piyasaların ortaya çıkması ve hepsinden önemlisi ticari, teknolojik ve örgütsel yeniliklerin temposunun büyük ölçüde hızlanmış olmasıdır. Esnekliğin artışından gelen güç, kapitalizme emek üzerinde daha güçlü bir denetim uygulama şansını yaratmıştır. Esnek üretim, yüksek “yapısal” işçilik düzeyleri, vasıfların hızla yok edilmesi ve yeniden oluşması, gerçek ücrette ancak alçakgönüllü artışlar (o da olduğu zaman) ve Fordist rejimin ana direklerinden biri olan sendikaların gücünün geriletilmesi gibi özelliklere sahiptir.
Piyasada yaşanan dalgalanmalar, rekabetin yoğunlaşması, kar marjlarının azalmasına yanıt olarak patronlar, mevcut emek fazlasını öne çıkartarak çok daha esnek çalışma biçimlerini dayatmışlardır. Sürekli işçi çalıştıran firmalarda bile belli günleri “ücretsiz izin olarak tanımlama”, işçiyi talebin yükseldiği dönemlerde çalıştırma, düştüğü dönemlerde ise izne çıkarma giderek yaygınlaşmaktadır.
Fordizmin tersine, ihtiyaç duyulan emeğin çok sayıda niteliksiz işçiden az sayıda nitelikli işçiye doğru kayması bölünmüş ve farklılaşmış bir işgücü yapısını ortaya çıkarmıştır. Az çok sürekli bir istihdam şansına kavuşan, nitelikli, çekirdek işgücü ve arada sırada iş bulan “McDonald’s” işçiliği diye adlandırılan niteliksiz işgücü. Birincisi yüksek ücret ve iş tatminine kavuşan ama daha yüksek oranda bir iş yoğunlaşması ile verimlilik artışı sağlayan bir işgücü; İkincisi ise birincisini ikame etme şansı olmayan, sürekli sirkülasyona tabi olan, düşük ücreti kabul etse bile “yedek işçi ordusu” olma özelliğini taşımayan bir işgücü.4 Bu satırlardan ikinci grup işgücünün “vazgeçilebilir” olduğu anlamı çıkarılamaz. Postfordist süreçte esneklik, üretim biçiminden daha çok sermayenin emek karşısındaki davranış halini resmetmektedir aslında. Küçük işletmelerde dağınık ve örgütsüz olarak çalışan işçilerin birlikte hareket etme olanağının kısıtlanmasının, sermayeye büyük bir esneklik kazandırdığı kesindir. Postfordist üretimin temeli, küçük işletmelerdeki “vasıfsız” emeğin yoğun sömürüsü ve taşeronlaşmadır.
Japon Mucizesi ve Taşeronlaşma
Japonya sistemini, 1950’li yıllardan itibaren Taylorist ilkeler yerine post-taylorist ilkeler üzerinde şekillendirmiş ve sanayileşmesini bu temel üzerinden geliştirmiştir. Japonya’da farklılığı yaratan teknoloji faktörü değil; üretim, tasarım, kontrol ve planlama bloklarını bütünsel bir otomasyon sistemine dayandıran üretim organizasyonunun kurulmuş olmasıdır.
Japonya, feodal unsurların etkisini hala sürdürdüğü bir toplum yapısına sahiptir. Gelenekselliğin, itaatkarlığın, paternal yönetici-işçi ilişkilerinin baskın olmasının yanı sıra sınıfsal çelişkiler ve çıkar çatışmaları işyeri sendikacılığı ile sönümlendirilmiştir. Bu yolda, fabrika bayrağı/fabrika marşı gibi unsurların ve işçinin işe ömür boyu çalışması için alınmasının, işçilerin kendilerini tamamen fabrika ile özdeşleştirmelerinin de büyük rolü bulunmaktadır. Japonya’daki sendikal katılım, önceden tasarlanmış süreçlere, belirlenen amaca ulaşmak doğrultusunda katılım anlamına gelmektedir. Bu durumun Japon sermayesi tarafından artıdeğer sömürüsünün artırılabilmesi için kullanıldığı çok açıktır.
Emeğin örgütlenmesi ve kullanımı, kapitalistler açısından daha “sorunsuz” bir durum yaratmıştır. Örneğin otomotiv sektöründe kaporta yapımında düz çelik plakalar kullanılmakta, bu plakalar kalıplar üzerinde 400 tonluk preslerle ezilmektedir. Her yeni model için ise kalıplar değiştirilir. Fordist üretimde, aynı üretim hattında ancak bir-iki model üretilebiliyordu. Çünkü kalıp değiştirme işi özel bir ekip tarafından 8 saatte yapılabiliyordu. Toyota’da aynı işlem 1970’te 40 ile 150 dakika arasında yapılabilirken, bu süre 1980’de 5 ile 15 dakika arasına indi. Toyota, 1974 ile 1980 arasında aynı üretim hattında üretebildiği temel model sayısını 24’ten 50’ye çıkarmıştır. Öte yandan Toyota’da bir işçi 8 dakika 26 saniyelik bir üretim çevriminde 35 tane farklı iş yapmakta ve bu süreç içinde gün boyunca 6 millik bir yol kat etmektedir.5
Öte yandan Toyota firması aynı zamanda altsözleşme ilişkilerinin, yani taşeronlaşmanın da öncülerindendir. Japon mucizesini yaratan da budur zaten.
Taşeronlaşma kavramı Fransızca kökenli ve üretim yerinde işin bir kısmının patron tarafından başka bir patrona verilmesi olarak tanımlanıyor. Sermayenin krize karşı geliştirdiği biçimi ile taşeronlaşma, patronun bizzat ürettiği ürünün belirli parçalarını fabrika dışında başka bir birime devretmesi ise daha çok rastlanan bir durum.
Ancak üretim sürecine bir bütün olarak bakmak gerekir. Taşeronlaşma, postfordizmin arka bahçesidir, bu nedenle sermayenin genel dinamikleri içinde ele alınmalıdır. 1970 krizine karşı sermayenin tepkisi artan riski azaltma yönünde olmuştur. Bunun ilk aracı, görece dengesiz kısımların firmanın dışına atılmasıdır. Daha dengeli kısmı üreten ana firma, böylelikle talepteki oynamaları da risksiz karşılama şansını yakalamıştır. Bu süreç özellikle ana üretim birimlerinde yoğun işçi çıkarmalarla birlikte ilerlemiştir. İkinci bir tepki ise firmalar, artan teknolojik yenilenmeye yetişebilmek ve fonlarını kısa süreli sabit sermayeye yatırmamak için, artan ölçüde altsözleşme ilişkilerine girmişlerdir.
Sermayenin tüm süreci esnetme çabalarının temel amacı, emek piyasasının yapısı ve örgütlü emeğin gücünü kırmaktır. Altsözleşme ilişkileri bu anlamda emek piyasasında, küçük çaplı üretim ile birlikte David Harvey’in deyimi ile promodern emek biçimleri olan zanaatkarlık, patriarkal ve paternalist mafya tipi emek kullanımlarına neden olmuştur. Emek piyasasının farklılaştırılması bir yandan emeğin pazarlık gücünü azaltırken, diğer yandan üretimin parçalanması ile sendikaların gücünü önemli ölçüde geriletmiştir. Bir Japon sendikacı bu durumu şöyle anlatmaktadır: “Toyota’nın ana üretimin dışına taşıdığı birimlerde çalışan işçiler asla hastalanmaz, asla grev lafını ağzına almaz ve yılda yalnızca birkaç gün tatil yapabilir. Sendikalaşma anında Toyota bu birimlerindeki bağlantısını hemen sıfıra indirir.”6
Büyük üretim birimlerinde yapılan işlerin küçük birimlere ya da aynı işi, aynı mekanda başka bir firmaya vererek sendikalaşmayı zayıflatma eğilimi esnek üretimin en önemli stratejisi ve ayrılmaz bir özelliğidir. Emek piyasasındaki farklılaşma, bir yandan maliyetleri düşürürken, diğer yandan en küçük dalgalanmada bile emek gözden çıkarılabiliyor. Postfordizmin işçinin uzmanlığını artırdığı yönündeki inanç ana birim için belki doğru olabilir, ancak ana birimin dayandığı taşeronlarda emeğin örgütsüz ve kötü koşullarda yaşamasına neden oluyor. Sosyal hakların kaybı bir yana, işçiler iş kapma telaşı içinde diğer emekçilerle zorunlu rekabete giriyorlar. Sermaye artan uluslararası hareket yeteneği sayesinde, her şeye rağmen bir örgütlenme eğilimi ile karşılaştığı anda soluğu başka bir yerde alıyor. Kısacası teşaronlaşmayı göz ardı ederek postfordist süreci anlamak mümkün değildir.
Bu bölümün başında Japon mucizesinin sihirli kelimesinin de taşeronlaşma olduğunu söylemiştik. Japonya’nın çelik üretiminde çalışan toplam işçilerin yarısı yani 250.000’i taşeron firmalarda çalışıyor. Bunların ücretleri ana firmalarda çalışanlara göre %30 daha düşük ve üstelik %I0 daha fazla çalışıyorlar. Daha da önemlisi bu işçilerin sadece beşte biri, yani 50.000’i sendikalıdır. Bir Japon işçi bu durumu şöyle ifade ediyor: “Sendikalaşmanın önünde üç sorunla karşı karşıyayız; ilki büyük firmaların patronları, İkincisi altsözleşme ilişkisine giren patronlar ve son olarak ana firmanın sendika yöneticileri. Sendikalaşmak için bu üç kesimle anlaşmak zorundayız.” Japonya’da altsözleşme ilişkilerinin yoğunlaşmasından sonra sendikalaşma oranı 1970’deki %35’ten 1987’de %28.6’ya düşmüştür. Aşırı çalışma yüzünden gerçekleşen ve adına “karosi” denilen intiharların on binlere varması da çabasıdır. Tokyo’nun yakınlarındaki Zama kentinin 1900’lü yılları anımsattığı ifade edilmektedir. Nissan’la altsözleşme ilişkisi bulunan bir firmanın yöneticisi yoğun olarak harcayabilecekleri emek güçleri olduğunu söyledikten sonra bir işçinin aynı zamanda 4 makineyi kontrol ettiğini, nefes almaya fırsat vermeyen bu tempo sona erdiğinde de işçilerin kantine koştuğunu, hızlı ve sessiz yemekten sonra kalite çemberi toplantılarına katıldıklarını ifade etmiştir.7
Şimdilerde yırtıcılıklarından pek eser kalmayan Asya kaplanlarının “gizemi” de taşeronlaşmaya dayanmaktadır. Altsözleşme ilişkilerinin yarattığı düşük ücretler ve sendikal gücün azaltılması ile emek üzerindeki sermayenin artan kontrolü zemini düzlemiştir. Örneğin Güney Kore’de, Hyundai 1985 yılında ürettiği arabaların %40’ını altsözleşme ilişkilerinin dolayımında üretmiştir. Hyundai’nin toplam 185 altsözleşme ilişkisi ve çok katı hiyerarşik bir yapısı vardır.8
Keza İstanbul Merter ya da Esenyurt’ta bir apartmanın bodrum katındaki atölyede çocuk yaştaki işçilere rastlamak mümkündür. Günde 9.5 saat çalışarak büyük firmalara iş üretiyorlar. Sendika bir yana, sosyal hak ve sigortaları da yok. Malın fiyatını ise fiili olarak bağlı olunan firma belirliyor. Keza Türkiye’deki altın işlemeciliğinin önde gelen firmaları günde 11 saat çalıştırdıkları çocuk işçileri, sigorta ya da sosyal herhangi bir hak olmaksızın 50 milyonluk haftalıklarla istihdam ediyorlar. Bu örnekleri daha da çoğaltmak mümkün elbette.
Uluslararası sermayenin reflekslerini hep geriden takip etmeyi alışkanlık haline getirmiş olan Türkiye finans kapitali, lastik üreten Brisa ile postfordist sürece ilk adımını atmıştır. Brisa örneği üzerinden ana birimdeki işçinin vasfının arttırılması, yönetim sürecine dahil edilmesi, kalite çemberleri gibi konuları işlemeye geçebiliriz.
Toplam Kalite Yönetimi
Çok sık tekrarlanan bir paradigmadır. Esnek üretimin, Fordizmin sıkıcı ve anlamsız iş ortamından farklı olarak çalışma hayatını işçiler için anlamlı ve çekilir hale getirme potansiyeline sahip olduğu iddia edilir. İşçiler, vasıf ve beceri sahibi olacak, sınıf çatışmasının yerini işbirliği alacaktır! Yeni yönetim teknikleri sayesinde insan faktörü etkin olarak kullanılacaktır. Bu tekniklerden en gözde olanı Toplam Kalite Yönetimi’dir.
Toplam Kalite Yönetimi (TKY), son dönemlerde adeta bir “şirket dini” haline gelmiştir. Türkiye’de 1990’ların başından bu yana bir kalite fırtınası esiyor. Bir yandan kalite ödülleri dağıtılıyor, bir yandan da reklamlarda bile kalite vurgusu öne çıkarılıyor. Toplumsal sorunların bile TKY ile çözüleceğine ilişkin bir hava yaratılıyor. Kendimizi bu havaya kaptırmadan TKY uygulamalarını gözden geçirmekte fayda var.
Esas olarak Deming ve Juran gibi istatistikçi ve yöneylemciler tarafından geliştirilen toplam kalite kısaca “hatasız ürün ve hizmetlerle amaca uygunluk” olarak tanımlanıyor, istatistiksel süreç kontrolü, israfın azaltılması ve önlenmesi, takım çalışması, iç ve dış müşterilerin tespiti, yoğun işletme içi eğitim, sürekli iyileştirme ve çeşitli problem çözüm teknikleri toplam kalitenin ana gövdesini oluşturuyor. TKY, müşteri temelli bir teknik olarak tanımlanmakta, firma çalışanları “iç müşteri” olarak adlandırılarak onların tatmini öne çıkartılmaktadır. TKY’nin moda bir teknik haline gelmesi bireyciliği öne çıkartan siyasi ve toplumsal gelişmelerle de doğrudan ilintilidir. TKY, amaç ne olursa olsun bazı yetkilerin alt kademe yöneticileri ve işçilere devredilmesini zorunlu kılar. Bu nedenle firma içinde sürekli olarak bir eğitim faaliyeti söz konusudur.
Eğitim programlarına bakıldığında işle ilgili teknik konular kadar adeta çalışanların beynini yıkamaya dönük konularda öne çıkmaktadır. İşçilere maddi bir karşılık beklemeksizin sadakat ve itaatle çalışmaları öğütlenir. Bazı sorumlulukların işçilere devredilmesi, bu işçilerin gücünün arttığı anlamına gelmez. Tam tersine yönetim, bilgi teknolojileri sayesinde çalışanları denetleme, gözetleme ve izleme kapasitesini artırarak, işçilerin zihni ve bedensel niteliklerinden daha fazla yararlanmaktadır. Gözetleme süreci, hedefteki sapmanın bile kimden kaynaklandığını kısa sürede belirleyebilmekte, işçilerden sürekli olarak kendilerini yenilemeleri, sorunları bularak çözümlemeleri istenmektedir. Eğitim süreçleri sonucunda işçilerin birbirlerini ikame edebilmesi kolaylaşmıştır.
Öte yandan TKY’nin istatistiksel süreç kontrolü gibi teknik yönleri uygulanırken, çalışanlara yönelik kısımları uygulanmaz. İşçilerin yönetime katılması sadece teknik olarak kalırken, ücret ve çalışma şartlarında iyileştirme yapılmaksızın işçiden daha fazla performans beklenmektedir.
İlk bakışta işçilerin yetkilendirilmesi hiyerarşik örgütsel yapılara bir alternatif gibi görünebilir. Ancak bu genelde retorikten öteye geçmez. Çünkü TKY yukarıdan aşağıya doğru iletişimi ve koordinasyonu zorunlu kılmaktadır. TKY uygulamada Toplam Yönetim Kontrolü’ne9 dönüşmektedir. İşçilerin gücünü ve etkisini artırmaktan ziyade, işçiden yönetime bilgi aktarılması anlamında uygulanmaktadır. TKY, denetliyor gibi gözükmeden nasıl denetim kurulacağının bir yanıtıdır.
TKY, örgütsel yapıda radikal değişimler getirmemekle birlikte asıl sihri sadakat ve firmaya bağlılığı yaratmak istemesidir. Örgütsel birlik sağlanırsa verimlilik de gelecektir! TKY’yi öne çıkartanlar işçiyi bir yandan itaatkar ve pasif olarak tanımlıyor, öte yandan da iş sürecinde inisiyatif kullanmalarını bekliyor. TKY ile sınıf çatışmalarının üstü örtülerek işletmenin piyasa başarısı için çıkar birliği vurgulanmaktadır.
Çıkar birliği çeşitli metaforlarla güçlendirilmeye çalışılır. En yaygın kullanılan metafor yolculuktur. Yolculuk genellikle hakkında fazla bir şey bilinmeyen bir menzile doğru gerçekleştirilir. Yolculuğa çıkanlar yolculuklarının güvenliği ve başarısı için liderlerine ve yola çıkış amaçlarına büyük bir inançla bağlanmalıdırlar. Lider veya liderlerle, emirleri altında olanlar arasında yolculuk esnasında ortaya çıkabilecek anlaşmazlıklar veya çatışmalar, yolculuğun amacına ulaşmasını engelleyebilir. Bu nedenle yolculuk metaforunun TKY yanlılarınca kullanılması boşuna değildir. Yöneticilerle çalışanlar aynı gemide yolculuk etmektedir ve sağ salim hedefe varabilmek için çatışmadan kaçınmalıdır.10
Toplam kalitenin uygulanmasında daha çok kriz dönemleri tercih edilmiştir. Bu dönemlerde çalışanları değişime ikna(!) etmek daha kolaydır. Keza kriz dönemlerinde sendikaların direnişi de daha kolay aşılmaktadır. Öte yandan yöneticiler genellikle bireysel katılımı desteklemekte ise de sendikaların yönetime katılmasına karşı çıkmaktadır. Bu durum bireysel katılımın teşvik edilmesinin arka planında, sendikaları etkisizleştirmek amacının da olduğunu göstermektedir.
Kalite Kontrolü ve Türkiye
TKY uygulamalarıyla kriz dönemleri arasında bağlantı kurmuştuk. Türkiye’de 80’lerin sonlarında başlayan bahar eylemleri ile ortaya çıkan işçi hareketinin genel greve kadar ulaşmasının ardından TKY’nin gündeme gelmesi tesadüf değildir. İşçi hareketinin yükselişi karşısında yabancı sermayeli firmalar, TKY’yi önlem olarak ortaya sürdüler.
1980’lerde Bridgestone ve Toyota gibi önemli Japon firmalarının Türkiye’ye yatırım yapması ile birlikte yeni yönetim teknikleri de gündeme geldi. I982’de Türkiye’de sadece 2 Japon firması varken, bu sayı 1997’de 34’e kadar çıkmıştır. Bu firmalardan Bridgestone’un Sabancı ile ortaklığından ortaya çıkan Brisa, TKY’nin bayraktarlığını yapmıştır. Brisa’nın I996’da Avrupa Kalite Ödülü’nü alması yeni bir moda başlatmıştır. Öyle ki Brisa işçilerinin, işletmelerinde toplam kaliteye geçildikten sonra eşlerini dövmedikleri dahi yazıldı.11 Adapazarı’ndaki Toyotasa fabrikasında işçiler her sabah ve öğleden sonra yaptıkları ısınma hareketlerinde “kalite” diye bağırmaya başladılar.
TKY’nin Türkiye’deki yayılmasında Milli Prodüktivite Merkezi (MPM) ve Kalite Derneği (KalDer) gibi kuruluşlar öne çıkmıştır. Önde gelen patronların desteğiyle kurulan KalDer çeşitli illerde “kalite günleri” düzenleyerek, işletmelerin başarısı için toplam kalitenin vurgulandığı seminerler vermiştir. KalDer’in organize ettiği eğitim kurslarına katılan firma sayısı 1993’te 22 iken bu rakam 1996’da 108’e çıkmıştır. KalDer, TÜSİAD’la beraber 1993’ten beri Türkiye’nin en önemli kalite ödülünü dağıtmaktadır. Bu ödülü kazanan işletmeler, gazetelerde tam sayfa ilanlar vererek kazandıkları “prestiji” sergilemektedir.
İlginç olan “özgürlükçü” bir teknik olduğu savlanan TKY’ye ilişkin vurgular, Türkiye’de son derece totaliterdir. Yönetim gurusu olarak adlandırılan Nalıncı’nın ifadesiyle ve genel kabul gördüğü şekliyle “kalite bilinci yaratmak için bireylerden bağımsız kalite kuralları oluşturulması, bireylerin bu kurallara göre eğitilmesi ve onların bu kalite standartlarına uygun davranıp davranmadığının denetlenmesi” gerekmektedir.12
Öte yandan TKY uygulamalarının yaygınlığı konusu da belirsizdir. 94 yılındaki akademik bir araştırmaya göre 500 büyük sanayi kuruluşundan 96’sı ile görüşülmüş, bunların %26’sının TKY uyguladığı, %37’sinin uygulamadığı, %37’sinin ise hazırlık aşamasında olduğu ortaya çıkmıştır. MESS’in 1996’da kendisine üye 108 firma arasında yaptırdığı araştırmaya göre de bu firmaların %26’sı TKY uygularken, %45’i geçiş aşamasında olduğunu belirtmiştir. Petrol-İş sendikası da örgütlü olduğu 107 işyerinde yaptığı bir araştırmada tümü yabancı sermayeli 40 işletmenin çeşitli kalite programları uyguladığı sonucuna ulaşmıştır. 1999 itibariyle Türkiye’de ISO 9000 belgesine sahip firma sayısı 400’dür. Bu firmaların yaklaşık %70’inde yabancı sermayenin payı vardır. Öte yandan TÜSİAD-KalDer ödülüne başvuran firma sayısı 1999 itibariyle sadece 25’tir.13 Dolayısıyla, Türkiye’de toplam kaliteye bir ilgi var, ancak firmaların küçük bir bölümü ciddi anlamda TKY uyguluyor, diyebiliriz.
Türkiye’deki TKY yazınında, TKY’ye geçiş nedenleri arasında ürün kalitesini yükseltmek, maliyetleri düşürmek ve bu sayede öne çıkmak olduğu sık sık vurgulanmaktadır. Bunun yanı sıra sınıf savaşımında avantaj sağlamak da önemli bir gerekçedir. Nitekim TKY uygulayıcılarından Netaş ve Brisa’da, önemli işçi eylemlerinin ardından kalite programları gündeme gelmiştir.
Netaş ve Brisa gibi işletmelere baktığımızda, burada çalışan işçilerin Türkiye şartlarına göre yüksek ücret ve iyi çalışma koşullarına sahip olduklarını görebiliriz. Bu işçilerin genel eğitim seviyeleri diğer işyerlerindekilere göre yüksek olup, yoğun bir işletme içi eğitime tabi tutulmaktadırlar. Bunun sonucu olarak Netaş’taki işçilerin üretim sürecindeki sorunlarla ilgili olarak önerdikleri çözüm sayısı 1991 ’de 192 iken, bu rakam I996’da 783’e çıkmıştır. Benzer şekilde işçi başına eğitim 1990’da 30.6 saatten 1995’te 39.4 saate çıkmıştır. İşçi devri de I990’da %11 iken, 1996’da %5’e düşmüştür. Beksa firması da TKY sonucunda pazar payını %40 artırırken, iş kazalarında %40’lık bir azalma olmuştur. Arçelik’te de işçilerin verimliliği %33 artmıştır.14
Bir başka firma, Brisa’da ise TKY sonucunda iş kazalarında %44’lük bir azalma görülmüş, verimlilik %29.2 artmış, yıllık işçi devri %8’lerden %2’lere gerilemiştir. Kapasite kullanımı 1991-95 arasında %I6 artmıştır. 1990’datüm işçilerin %47’si ilkokul mezunuyken, bu oran 1995’te %8’e düşmüştür. Aynı dönemde lise ve meslek okulu mezunlarının oranı ise %41’den %89’a çıkmıştır.15 Brisa işçileri şu anda özel sektörde en yüksek ücret alan gruptur.
Brisa’da her biri 6-10 işçiden oluşan, üyeliğin gönüllü(!) olduğu, kendilerine mahsus isimleri, simgeleri ve sloganları olan 123 “iyileştirme” çemberi vardır. Bu çemberler üretim süreciyle ilgili ortaya çıkan sorunların tartışılması ve bunların çözülmesi amacını taşımaktadır. Ancak ücretler, şirket kuralları ve politikaları, sosyal haklar ve “üst yönetimin karar verme yetkisine sahip olduğu konuların” çember toplantılarında tartışılması yasaktır. Çemberler her hafta iş saatleri içinde toplanmakta ve toplantı süresi bir saatle sınırlı tutulmaktadır. Aksi halde izin almak zorunludur.
Brisa yönetimi “iyileştirme” çemberlerinin varlığını işçilerin yetkilendirilmesine verdiği önemin bir kanıtı olarak ortaya sürmektedir. Brisa’da toplam kalite “işletmeyi çalışanlarıyla bütünleştirecek” bir şirket kültürü oluşturmayı amaçlamaktadır. Firma işçiler arasında “biz” ruhunu geliştirmeye çalışmakta; “onlar” ise rakip firmalar olarak belirtilmektedir. Bu çerçevede “misyon”, “performans ve rekabetle üstün başarı” olarak belirlenmiştir. “Biz bir aileyiz” sloganı fabrikanın en önemli sloganıdır.
Brisa’da her üç ayda bir “Değişimin Sesi” adlı bir dergi yayınlanmaktadır. “Politikalarla Yönetim El Kitabı” adlı bir kitapçık tüm işçilere dağıtılmıştır. Kitapçık Japonya’daki Bridgestone fabrikalarını verimlilik ve maliyet bakımından geçmeleri gerektiğini hedef olarak göstermekte ve değişen piyasa özellikleri ve tüketim gereksinmelerine göre üretimin yeniden yapılandırılmasının zorunluluğu konusunda onları ikna etmeye çalışmaktadır. (Elbette Japonya’daki fabrikalarda 45 yıldır grev olmadığı vurgusunu atlamadan!..) İşçilerle yöneticileri “yakınlaştırmak” için piknikler, bisiklet gezintileri, kır yürüyüşleri düzenlenmektedir. 1990’dan sonra yöneticilerle işçiler aynı bölümde yemek yiyip, aynı yerlerde dinlenmektedir. Öte yandan yönetim başarılı personele nakdi ödül vermemekte, onun yerine “kişileri onurlandırmayı” tercih etmektedir. Bunun yolu ise plaket ve takdirnameler vermektir. Neredeyse her gelişme özel bir törenle karşılanmaktadır. Fabrika içi yayın yapan Brisa TV’de ve Değişimin Sesi dergisinde duyurular, gümüş plaketler, genel müdür tarafından imzalanmış başarı sertifikaları, teşekkür mektupları, çember üyelerinin katıldığı akşam yemekleri ve davetler “kişisel onurlandırma” yöntemleri arasındadır.
Yukarıda sayılanların tümü işçileri bir sosyal topluluk, bir cemaat içinde olduklarına ikna etmeye yöneliktir. TKY’de amaç tepe yönetiminin belirlediği hedeflere uygun kültürel kimliklerin ve normatif değerlerin işçiler arasında geliştirilmesini sağlamaktır. Bir mühendis olan Goodyear’ın eğitim müdürü ve aynı zamanda toplam kalite koordinatörü “insanın çevresini değiştirirseniz, fikirlerini değiştirir. Fikirleri de değiştiği zaman davranışları alışkanlık haline gelir ve kültürü oluşturur” sözleriyle niyeti açık etmiştir. Örgüte bağlılık ve sadakatle çalışan işçilerin kendi performanslarını izleyip denetlemesiyle denetçi ve ara denetim kademelerinin ortadan kaldırılması amaçlanır. Sosyal düzeni ve denetimi sağlama amacına dönük olarak örgütsel törenlere büyük önem verilir. Şirkete bağlılık veya kalite çemberlerine üyelik, sorumluluk sahibi işçinin bir özelliği olarak görülmektedir. Doğrudan bürokratik disiplin yerine örgütün istediği davranışsal normların içselleştirilmesi örgüt açısından çok daha ekonomiktir. Bu şekilde zorlamaya başvurmadan gönüllü itaat sağlanmış olur.
Brisa’da işçilerden “sıfır hata” ile üretimde bulunmaları ve tanrı-üstü bir varlık olan, hata kabul etmeyen müşterinin bir “kral” olduğunu unutmamaları istenir. Yukarıda sözünü ettiğimiz ve 20 monitörden oluşan bir kapalı devre olan Brisa TV, 1993’te kurulmuştur. Monitörlerde kalite, işe devam ve verimlilikle ilgili bilgiler gösterilmektedir. Ayrıca fabrikanın pek çok yerinde firmanın misyonunu, o yılki sloganını, bölüm hedeflerini ve politikalarını gösteren elektronik levhalar yerleştirilmiştir.
Kalite çemberi veya ekip çalışması gibi uygulamalarla, grup üyesi işçilerin birbirlerini değerlendirmesi ve disipline etmesi amaçlanmaktadır. Bir ekip ruhundan söz edilmekte, ama aynı zamanda bir yarışma havası yaratılarak işçiler rakip haline getirilmektedir. Ekip içinde normdan sapmaları belirleme ve cezalandırma vardır. Elektronik teknolojiler yöneticilere üretim organizasyonunu takımlara ve hücrelere bölme imkanı vererek kontrolü artırmalarına olanak tanımaktadır. Ancak bunları yaparken yüzeysel olarak sorumlulukların bir kısmı altlara veriliyor gibi gözükmektedir. TKY uygulayan firmalardan ÇİMTAŞ, işletmelerindeki kalite çemberlerinin amacını “işçilerde önemli oldukları duygusunu uyandırmak ve kendi kendini disipline etme, denetleme ve gözetlemeyi sağlamak” olduğunu açıkça belirtmiştir. Dolayısıyla çemberlerin veya ekiplerin sundukları pratik çözümlerin ötesinde, yönetimin istediği davranış kalıplarının işçiler tarafından içselleştirilerek benimsenmesine yarayan araçlar olduğunu söyleyebiliriz.
Tuhaf olan şudur ki; sermayenin sözcülerine göre “TKY örgütlere demokrasiyi getirecektir. TKY uygulayan bir örgütte, herkesin güldüğünü görebilirsiniz.” Bu sözü eden Netaş Genel Müdürü, aynı zamanda “TKY değerlerinin tepe yönetimi tarafından belirlenmesi gerektiğini ve işçilerin bu değerleri mutlaka bilmesi, anlaması ve paylaşması gerektiğini” de söyleyebilmektedir.16 Ki sözü edilen Netaş’ta 12 Eylül sonrasının ilk büyük grevi 1986’da yaşandı ve üç ay sürdü. 2650 işçinin katıldığı grev sonrasında firma işyerindeki sendikal örgütlenmeyi, sendika üyelerini belli aralıklarla işten çıkararak yok etti. Bugün Netaş’ta sendikal örgütlenme yoktur ve herhangi bir örgütlenme çalışmasına da patron büyük bir şiddetle karşı çıkmaktadır. İşte size demokrasi!
Bu demokrasi konusuna biraz daha eğilelim. Yukarıda sözü edilen Goodyear yöneticisi “sendikayla toplu pazarlık görüşmelerini 10 dakikada tamamladıklarım” övünerek söylemiştir. Kordsa yöneticileri o kadar şanslı değil elbette! 1996’da TÜSİAD-KalDer kalite ödülünü alan Kordsa lastik üretiminde kullanılan kord bezi imal ediyor. Firmada çalışan yaklaşık 700 civarındaki işçiden %75’i Türk-İş’e bağlı TEKSİF’e üye. Firmanın planlama ve endüstri ilişkilerinden sorumlu genel müdür yardımcısı 1996’da 5. Ulusal Kalite Kongresi’nde gururla işletmelerindeki “barışçı” ilişkilerden söz etmişti. “Son 20 yılda hiç grev olmadı” diyen yönetici işçileri örgütleyen sendikanın “amatör” olduğunu belirterek, I994’te sadece 1 saatlik pazarlıktan sonra “barışçı” bir şekilde sözleşme imzaladıklarını söylüyordu. Ancak Kordsa’da 1997-98 toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde sendika verimlilik ve karlılıktaki artışları göz önüne alarak yüksek ücret zammı istedi. Patron bunu reddedince uyuşmazlık ortaya çıktı. Kordsa’nın o zamanki yönetim kurulu başkam Güler Sabancı, sendika temsilcileriyle yaptığı bir toplantıda onlara para mı yoksa iş mi istediklerini sorma noktasına kadar gitti. Toplantıya katılan bir sendika temsilcisi “Güler Hanım’ın kendilerini dinlemediğini bile” söyledi. İşçiler greve hazırlanırken, patron işçileri kışkırttıkları gerekçesiyle üç işçiyi işten attı. İşçilerin gerçekleştirdikleri yürüyüşün ardından, patron ücretlere %98 zam yaptı. Bu durumdan yaklaşık bir yıl önce Güler Sabancı da bir gazeteye verdiği demeçte “TKY’nin en önemli prensibinin aslında daha fazla demokrasi demek olan katılım olduğunu; demokrasinin TKY’nin bir aracı olduğunu” öne sürmüştü.17 Susan, itiraz etmeyen, sürekli biat eden bir katılım!
Brisa’da ise sözleşmelerle “bir işgörenin gerekli durumlarda izni alınmaksızın geçici veya sürekli olarak daha önceki iş veya iş Unvanına benzer işlerde çalıştırılabileceği” de hükme bağlanmıştır. Brisa’daki TKY rejimi altında işçilerden daha fazla sorumluluk almaları istenmektedir. 1994’te yapılan bir araştırmada, işçilerin %40’ı çalıştıkları makineleri onarabildiklerini, %35’i de bunu bir dereceye kadar yapabildiklerini belirtmişler, ama %82’si iş yoğunlaşmasından ve artışından şikayet etmiştir. Bir işçinin söyledikleri çok çarpıcı: “Zamandan tasarruf sağlayıcı bir şey bulduğumuzda onlara söylememizi istiyorlar. Ancak bir aptal bunu yapar. Çünkü bu bizim için daha çok çalışma, daha çok iş anlamına gelir. Valla, bize iyi para veriyorlar, ama anamızdan emdiğimiz sütü de fitil fitil burnumuzdan getiriyorlar.”18
Yeri gelmişken Bertrand Russel’ın “Aylaklığa Övgü”sünden söz edelim. Russel, 1932 yılında yayınladığı denemesinde kapitalizmin ahlakını anlatır. Gündelik çalışma saatinin dörde indirilip herkesin daha rahat yaşayabileceği bir düzene karşı kimilerinin günde on saat çalışmaya zorlandığı, kimilerininse işsiz bırakılıp açlığa mahkum edildiği düzen. Neden? Çünkü, emek görevdir. İnsanlar da ürettikleriyle orantılı değil, sanayi tarafından belirlenmiş değerlerine orantılı olarak ücret alırlar. Russel, buna “Esir Devleti”nin ahlakı der. Ünlü toplu iğne örneğini de burada verir. Diyelim ki bir grup insan dünyanın ihtiyacını karşılayacak kadar toplu iğne üretiyor. Bu arada biri çıkıp aynı süre içinde iki misli toplu iğne üretmenin yolunu açan bir buluş gerçekleştiriyor. Ama dünyanın iki misli toplu iğneye ihtiyacı yok. Russel, bu noktada mantıklı bir dünyada toplu iğne üretiminde çalışan insanların günde sekiz saat yerine dört saat çalışma düzenine geçmeleri gerekir, diyor. Oysa bu, Esir Devleti’nin mantığı açısından tehlikeli. İnsanlar sekiz saat çalışmaya devam eder. Toplu iğne fazlası olur. Kimi toplu iğne üreticileri iflas eder. Bu sektörde çalışanların yarısı işten atılır. Kalanlar yine çok çalışmaya mahkum edilir.
TKY’nin vaad ettiği bundan başka bir şey değil. Evet, işyerinde çemberler yoluyla bir katılım söz konusu. Ancak bu bir yandan sadece üretim süreciyle sınırlandırılıyor ve işçiler asli karar sürecine dahil değil. Öte yandan bireysel katılım dayatılıyor ve sendikalar sürecin dışında tutuluyor. Asıl amaç işçiler arasında şirkete bağlılık ve sadakatin geliştirilmesi. Artık işletmeler kendi kendisini denetleyen işçileri yaratmaya yöneliyor. Yöneticiler tarafından belirlenen hedefler, işçiler tarafından da benimsenmek zorunda.
TKY gurularına göre işçiler kültürel kuklalardır. Bu yüzden herhangi bir cemaatin üyesi olmaya hazırdırlar. Demokrasi palavralarını bir kenara atarsak, üretim sürecinde panoptik* bir denetim söz konusudur. Ancak bu, binanın mimarisine bağlı olan bir denetleme değildir. Zaman ve mekan sınırlamalarından kurtulmuş, merkezi kule yerine bilgisayar ekranına bağlı bir denetlemedir. Çünkü bilgi sistemleri onları tasarlayanların istediği her şeyi sürekli ve otomatik olarak kaydetmektedir.
Toplam Kalite Yönetimi, kalite çemberleri gibi yeni yönetim araçları, işçinin iş dışındaki hayatında da işini düşünmesi ve işindeki aksaklıklara yönelik çözüm önerileri geliştirmesi için teknikler geliştirme yolunu hazırlamaktadır. İş, işçinin emeğini satarak kalan zamanını satın aldığı bir zaman dilimi olmaktan büyük oranda çıkmıştır. Çalışanların yaratıcılığını geliştirmek iddiası ile çalışanlar salt işlerini ve işte başarılı olmanın yollarını düşünen tek boyutlu insanlar haline getirilmeye çalışılmaktadır. TKY’nin, verimlilik, kalite gibi konularda bir takım olumlu değişiklikler yarattığı bir dereceye kadar kabul edilebilir. Ancak ne uğruna yarattığı, karşılığında işçilerden neler götürdüğü de ortadadır. Kaldı ki emek devrinin asgariye indirildiği savlanırken, bir yandan tam zamanlı işçilere esnek çalışma dayatılmakta bir yandan da her yaşanan kriz emek maliyeti kapsamında ele alınarak yoğun işçi çıkarmalar yaşanmaktadır.
Kamuda TKY Dayatması
Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)’nün 1995 yılında kurulmasının ardından imzalanan Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS) ile birlikte kamusal alanların yeni kar alanları olarak düzenlenmesi gündeme gelmiştir. GATS genel olarak devlet tarafından verilen kamu hizmetlerinin özel sektöre devrini düzenleyen bir anlaşmadır. GATS’ın kapsamı yalnızca bir hizmetin yerine getirilmesi ile sınırlı değildir. Bu hizmetin yerine getirilebilmesi için gerekli olan tüm ürünlerin üretimi de GATS’ın kapsamı içerisindedir. GATS ile uluslararası sermayenin yağmasına açılacak olan hizmet alanları şu şekilde sıralanabilir:
Eğitim; sosyal hizmetleri de kapsayacak şekilde sağlık ve bağlantılı hizmetler, telekom, posta hizmetleri, görsel ve işitsel iletişim hizmetleri de dahil olmak üzere iletişim; inşaat ve bağlantılı mühendislik hizmetleri; enerji, su iletim sistemleri ve atık su işleme; tüm çevresel hizmetler; finansal, mali ve bankacılık hizmetleri; turizm, seyahat ve bu iki sektörle bağlantılı tüm hizmet ve ürünlerin üretimi; kültürel ve sportif hizmetler; kara, hava, deniz ve tüm diğer ulaşım hizmetleri ve diğer hizmet alanları.
GATS çerçevesinde tam bir yağmaya açılan eğitim “sektörü”, anlaşmanın en önemli parçalarından birini oluşturmaktadır. Yıllık dünya ticaret hacminin 2000 yılı rakamlarıyla 6 trilyon dolar ve dünya eğitim “sektörü”nün de bunun 2 trilyon dolarlık kısmını oluşturduğu düşünülürse, 50 milyon öğretmen, 1 milyar öğrenci, yüzbinlerce eğitim kurumuyla eğitimin sermaye için ne denli iştah kabartıcı olduğu görülebilir.19
GATS sürecini başlatan Dünya Ticaret Örgütü, açıkça eğitimi bir kamu hizmeti olarak değil, verimli bir pazar alanı olarak tanımlamaktadır. DTÖ, eğitim “pazarım” beş kategoriye ayırıyor: İlköğretim, ortaöğretim, üniversite, yetişkin eğitimi ve diğer eğitim. Eğitim ticareti açısından en karlı ve verimli alan ise yüksek öğretim alanı olarak görülmektedir.
GATS’a kurucu üye olarak imza atan Türkiye’de eğitimin ticarileştirilmesi sürecine oldukça hızlı bir biçimde girmiştir. İlk ve orta dereceli özel okullar uzun bir süre önce kurulmuş, bu okullara sunulan devlet desteği ise her geçen gün artmıştır. Son yaşanan krizde, özel okulların talep daralmasında devlet yardıma koşmuş, kamu okulları kaynak yetersizliği içindeyken özel okullar her zaman desteklenmiştir.
Bir türlü çıkartılamayan YÖK yasası da GATS çerçevesinde hazırlanmıştır. Tasarının tartışılması sürecinde, bir yanda ücretsiz olduğu iddia edilen bir eğitim hizmeti veren devlet, öte yanda krizle boğuşan ve büyük bir talep sorunu yaşayan özel üniversitelerin bulunduğu, dolayısıyla büyük dengesizliklere sahip bu piyasanın dengelenmesi gerektiği, “piyasa” mantığı çerçevesinde açıklanmaya çalışılmıştır. Bunun tek yolu olarak ise devlet üniversitelerinin tamamen paralı hale getirilmesi hedeflenmektedir. Böylelikle piyasada tam bir eşitlik sağlanacağı iddia edilmektedir.
Eğitim kurumlarının kar sağlayan işletmeler haline getirilmesinde ilk adım, toplam kalite uygulaması ile atılmıştır. TKY’nin temel ilkeleri olaraksa “kaliteli mal ve hizmet üretimi, çalışanların niteliğinin artması ve dolayısıyla iş verimliliğinin artması ve yönetimin daha demokratik ve katılımcı olması” dile getirilmektedir.
Katılımcılık, kendini ifade hakkı, kararların birlikte alınması, sorunların birlikte çözülmesi vb. söylemler kamu emekçilerinin TKY içinde kendilerini daha “değerli” hissetmeleri için üretilmektedir.
Kamuda TKY uygulamalarıyla birlikte; geniş halk kesimleri müşteri, kurumlar fabrika, emekçiler her işi yapabilecek “kaliteli” eleman, yöneticiler de pazarlamacı olacaktır. Bu nedenle kamuda uygulanması istenen TKY, kamu kuruluşlarının tamamının piyasa koşullarına uyarlanmasını, üretim hizmetinin de metalaşmasını hedeflemektedir.
“Devlette kalite”, kamu hizmeti olarak bilinen her tür faaliyetin özelleştirilmesi, esnek üretime geçilmesi, tekellerin dolaysız denetimi ve yönlendirmesine açılması, çalışanların ve hizmeti alanların birbirine rakip düşmanlar olarak parçalanması demektir. “Devlette kalitelin gerçek anlamda tek bir amacı vardır; o da tüm kamu kurumlarının, kamuda çalışan emekçilerin “kar eden işletmecilik” anlayışının gerekleri doğrultusunda çalışmasıdır. TKY uygulamaları ticarileştirme sürecinin bir parçasıdır ve tüm hizmetleri paralılaştıracaktır. TKY mantığına göre devlet kar etmesi gereken bir şirketten başka bir şey değildir.
Milli Eğitim Bakanlığı, 2000 yılında “Toplam Kalite Yönetimi Uygulama Projesi” adında bir çalışma başlatmıştır. Talim Terbiye Kurulu’nun gerekçelerini bir kenara bırakırsak;
Birincisi; “kalite”nin anaokulundan itibaren çocuklarda yaratacağı ilk etki, bireyin öne çıkartılması ve salt kendini düşünen varlıklar haline getirilmesi olacaktır. Toplumsal bir varlık olan insanın, toplumsal sorumluluk ve dayanışmadan tümüyle kopuk, toplumsal gelişimin ve mücadelenin olanaklarından soyutlanmış, tümüyle sisteme boyun eğen ve sistem tarafından empoze edilen verilere göre hareket etmesi sağlanmış olacaktır.
İkincisi; kapitalist sisteme boyun eğmek üzere, sermayenin fikirsel denetçileri ve ideologları olarak öğretmenleri hedefler, onları kendi çıkarları için örgütlemeyi gözetir. Sisteme muhalif eğitim emekçileri ayıklanacak, eğitim emekçilerinin doğrudan iş arkadaşlarını denetlemesi ve derecelendirmesi istenecektir. Açıkçası kalite sistemine göre eğitim yapan her kurum, çok uluslu şirketlerin denetimini de kabul etmiş demektir.
Üçüncüsü; eğitim emekçilerinin tümü esnek çalışmaya dahil edilmiş olacaktır. Kazanılmış tüm haklarını, örgütsel gücünü ve sosyal haklarını kaybetme aşamasına gelecektir. 657 sayılı yasa zaman içinde kaldırılıp, eğitim emekçileri için de mevcut İş Yasası geçerli kılınacaktır. İş güvencesi kaldırılacak, performansa göre istihdam ve ücretlendirme politikası getirilecektir.20 İşçi sınıfının dahil olduğu cendere, kamu emekçileriyle daha da sıklaştırılacaktır.
Kaliteli eğitim tanımlaması, uluslararası tekellere kar ve daha çok kar sağlamaya yönelik bir eğitim politikasının yaygınlaşması için, denetimi ve verimliliği (!) artıran sisteme uyum eğitimini ifade etmektedir. Bu sistemle, yabancı eğitim şirketleri veya ortağı olan şirketler, hem satın alacakları kurumlan (okul, üniversite, kreş, öğretmenevi vb.) sözde ıslah etmektedir, hem de karlı birer işletme haline getirmektedir. Bunun ön hazırlığı da bizzat bu kurumlarda çalışan eğitimcilere yaptırılmaktadır. Dolayısıyla, eğitimci, hiçbir biçimde egemen olamayacağı bir hizmetle, tümüyle işine yabancılaşmak ve amacından uzaklaşmak zorunda kalacaktır.
Eğitimin “satışa çıkarılması” yeni bir süreç değil elbette. Yaklaşık 20 yıllık bir gelişimi var:
-Endüstriyel Okullar Projesi (1985)
-Yaygın Mesleki Eğitim Projesi (1987-1995)
-Milli Eğitim Geliştirme Projesi (1990-1997)
-Temel Eğitim Projesi I (1998)
-Temel Eğitim Projesi II (2002)
Ancak süreç aslolarak 1990’lardan sonra belirgin hale gelmiştir. 1990’da Dünya Bankası ile imzalanan 90 milyon dolarlık “Milli Eğitimi Geliştirme Projesi”, 1988 ve 2002 yıllarında imzalanan 300’er milyon dolarlık iki “Temel Eğitim Proje Kredisi” ile eğitim hizmetlerinin serbestleştirilmesi hedeflenmektedir. Yukarıda bahsi geçen GATS anlaşmasının paralelinde işleyen bu süreç, Avrupa Birliği’ne sunulan Katılım Ortaklığı Belgesi’nde de yer almaktadır. Keza çokça tartışılan Kamu Reformu Yasa Tasarısında da eğitimin yerelleştirilmesi gündeme geldi. Bununla hedeflenen ise eğitim yönetimine yerel yönetimleri, borsa ve odaları, patron örgütlerini dahil etmek, finansman sorununu tüccar mantığıyla halletmektir.
Amaçlanan çok açık! Eğitime ayrılan, daha doğrusu ayrılmayan kamu kaynaklarının azaltılması; eğitimin özelleştirme kapsamına alınması; yükseköğrenime girişin rasyonalize edilmesi; okullarla piyasa arasındaki bağın güçlendirilmesi; bu sayede eğitimin sermaye lehine yeniden yapılandırılmasıdır.
Tıpkı sanayide olduğu gibi okullarda da kalite konusu verimlilik ve ticari kar kelimeleriyle birlikte gündeme geldi. İnsanların hakkı olan eğitim hizmetleri satın alınabilir veya satın alınması gereken bir meta olarak kabul edilirken, emekçi halk müşteri derecesine indirgenmektedir. Okullarda eşit, bilimsel, demokratik ve parasız bir eğitim anlayışı yerleştirmek yerine; dayanışmadan çok rekabete dayalı, bireyciliği özendiren, kamu hizmeti olmasındansa piyasa ilişkileri içinde meta haline getirilen bir eğitim anlayışı yerleştirilmek isteniyor.
1993 yılından bu yana Dünya Bankası’nın desteğiyle yürütülen Müfredat Laboratuvar Okulları, TKY’nin pratik olarak uygulandığı bir projedir. Türkiye’de şu anda 23 ilde 208 okulda uygulamaya konmuştur. Projenin değerlendirilmesi bütünüyle başka bir çalışmanın konusu olmakla birlikte, şu an geldiği nokta; aynı okul içinde farklı sınıfların oluşması olmuştur. Parası olan velinin çocukları daha nitelikli bir eğitim alırken, yoksul ailelerin çocukları üst üste, her anlamda yetersiz bir eğitim almaktadır.
Proje çerçevesinde Okul Gelişimi Yönetim Ekipleri (OGYE) adı altında kalite çemberlerini andıran birimler oluşturuldu. İdare temsilcisi, öğretmen temsilcisi, öğrenci temsilcisi, STK temsilcilerinin yer aldığı OGYE’ler, liderin (okul müdürü) ardında piyasa koşullarına uyumu inşa etmektedirler.
Eğitim ve TKY üzerine bu noktaya kadar yazdıklarımızı, kamu hizmetinin tüm alanlarına yaymak mümkündür. Son günlerde gündeme gelen SSK Hastanelerinin devletçe el koyularak satılması projesi de bu durumun sağlık hizmetlerine yansımış biçimidir. En başında belirttiğimiz gibi GATS anlaşması, kamu hizmetlerini özelleştirmeyi hedefleyen, halkı müşteri olarak tanımlayan küresel şirketin anayasası niteliğindedir.
Sonuç Yerine: Postfordizm Tartışmaları ya da Fordizm Öldü mü?
Yazının başlarında belirtmiştik. 1970’lerde kapitalist sistemin içine girdiği kriz, yoğun uluslararası rekabet, bu rekabete bağlı olarak teknolojik dönüşümün artan hızı ve maliyetlerin aşağı çekilmesi isteği sermayeyi yapısal bir dönüşüme itti. Postfordizm, geçici ya da kısmi bir gelişme olmamakla beraber, sonuçta azalan kar oranlarını yükseltmeyi hedefledi. Ancak zamanla sermaye içinde postfordizm tartışılır hale geldi.
Tartışmanın yönlerinden biri Fordizme yönelik yapılan eleştirilere cevaptır. Bu tartışmanın ana ekseni Fordist üretim sisteminin tek tip veya çok sınırlı model seçeneğinde ürün üretmek zorunda olduğu şeklindeki algının yanlışlığına yöneliktir. “Ford fabrikaları uzun yıllar tek tip ve siyah T model arabalar üretmiştir. Ancak bu, yığın üretiminin olmazsa olmaz koşulu değildir. General Motors Sistemi olarak bilinen sistem, montaj hattından farklı modellerde çok sayıda araba çıkartmayı başarmış, hatta buradan tasarruf da sağlamıştır.”21
Aslında Fordizmin iki temel ekonomisi vardır. Birincisi üretim hacmini artırarak birim ürüne düşen maliyet miktarını azaltma mantığına dayanan ölçek ekonomileri; diğeri ise aynı montaj hattında ürün farklılaştırmasına, giderek pazarda daha çok yer tutmaya ve toplamda daha fazla mal satmaya dayanma, buradan bir optimizasyon modeli çıkartarak en yüksek kar seviyesine ulaşma ve aynı zamanda da yine birim başına düşen sabit maliyetleri daha fazla çeşide bölerek tasarruf elde etme sistemine dayanan çeşit ekonomileridir. Buradan hareketle çeşit üretebilme olanağının Fordist üretim sisteminde de mevcut olduğu ve hatta tercih edilen bir yol olduğu belirtilmektedir.
İkinci yön; postfordizmle birlikte öne çıkan küçük üretim birimlerinin, aslında küresel üretim zincirinin basit parçaları olduğudur. Bir yandan bu zincirin hiyerarşik yönlendirmesine tabi olurken, diğer yandan geçiş dönemi örgütlenmeleri olarak ortaya çıkan kimilerinin, bu alanın karlılığını fark eden çok uluslu şirketler tarafından ele geçirilmeleridir.
“Küresel örgütlenmenin bir parçası olarak Denizli, Gaziantep, Çorum gibi yerlerde örgütlenmiş irili ufaklı aile şirketleri gösterilebilir. Bu şirketler, büyük alıcının siparişine uygun olarak fason üretim yaparlar. Çalışma sistemleri hiç de esnek değildir. Hemen hepsi ISO standartları ile bağlanmış, ucuz işgücü merkezleri olarak sistemin bir parçasıdır.
Geçiş dönemi işletmelerine ise Türkiye’de bir dönem hemen her yerde ortaya çıkmış PVC pencere üreticileri, akü üreticileri gösterilebilir. PVC’ciler, Fırat Pen ya da Winsa gibi büyük markaların ortaya çıkması ile bir bir yok olmuş; akücüler ise yabancı bir marka olan Tudor’un piyasada çok büyük bir pay kapmasıyla bu markanın bayii olarak çalışmaya başlamışlardır.”22
Toplam kalite başlığında ele aldığımız, yeni teknolojilerin emeğin vasfını artırıp artırmadığı da tartışmalıdır. En önemli anlaşmazlık vasfın “insan”a mı, yoksa “iş”e mi olduğu noktasındadır. Barkod sistemleriyle çalışan bir kasiyer, bakkal sahibinin hesap makinesine göre yüksek bir teknoloji kullanmaktadır, ancak yaptığı iş barkodlu ürünü makineye okutmak ve birkaç tuşa basarak ürünün toplam fiyatını müşteriye söylemekten ibarettir. Çalışanın yaptığı işe bakıldığında otomobil fabrikasında vida sıkan bir işçininki kadar basit, kendi kendisini tekrarlayan ve entelektüel birikim gerektirmeyen bir iş olduğu görülür. Bilgisayarla çalışıyor olmak çalışanın işe yabancılaşma düzeyini azaltmamaktadır. Aynı zamanda ileri teknoloji, çalışan için daha fazla denetim ve daha fazla otomasyon anlamına gelmektedir. Bilgisayar sistemli üretim teknikleri hep söylenegelenin aksine işyerlerinde çok daha katı bir hiyerarşi ve denetim getirmektedir.
Tüm bu tartışmaların sonucunda ortaya çıkan sav; postfordizmin, aslında Fordizmin son moda bir entegrasyon sistemini ürettiğidir. “Bu sistemde çok ülkeli şirketler daha önce görülmemiş oranda büyümekte, dünyanın her yerindeki üretim olanaklarını yönlendirmekte ve bu üretimin standartlarını belirlemektedir. Bu, Fordist üretim tarzından bir kopuş değil, aksine Fordizmi hazırlayan sürecin bir ileri aşaması gibi algılanmalıdır. Yeni standardizasyon aşaması dünya çapında marka ve tekel üretme yeteneğine sahip çok ülkeli şirketlerin küresel standartları hayata geçirme evresidir.”23
Bu savı güçlendiren bir olgu robotlarla bile üretim yapılsa ürünler hala standart parça kullanılarak ve yığın üretimi temelli üretilmektedir. Bu nedenle Volkswagen her yıl en çok satan modeli Golf’ü 800.000 adet üretmekte ve bundan hiç de şikayetçi olmamaktadır. Çünkü hala yığın üretimi, kar maksimizasyonuna olanak tanımaktadır.
Bu iddialara göre; kapitalistlerin esnekliği artırma ve sanayiin coğrafi yerleşmesinde avantajlar elde etme arayışında yeni hiçbir şey olmadığını ve kapitalizmin işleyiş tarzında köklü bir değişim tezi için ileri sürülen olgusal bulguların ya zayıf ya da hatalı olduğunu düşünmek mi gerekiyor? Esneklik fikrini yaymanın temel amacı, işçi sınıfı hareketlerini zayıflatan bir ideolojik ortama kasıtlı ya da kasıtsız katkıda bulunmak mıdır? Esnek üretim, kapitalizmin alışılmış hikayesinin biraz süslenmiş bir versiyonundan mı ibarettir? Bu çok kolaycı bir yargı olurdu. Böyle bir yargı kapitalizmi tarih dışı bir biçimde, dinamik olmayan bir üretim tarzı olarak ele almak olurdu; oysa kapitalizmin dünya tarihinde sürekli değiştirici bir güç olduğunu, bu gücün dünyayı sık sık farklı kalıplara soktuğunu biliyoruz. Esnek üretim, bu tür bir kalıptır.
Esneklik yönündeki adımın özde yeni bir yanı olmadığı ve kapitalizmin geçmişte de dönemsel olarak bu tür yollara yöneldiği vurgusu doğrudur. Öte yandan esnek teknolojiler ve organizasyonel biçimler her yerde hegamonik hale gelmemiştir. Ama bu durum Fordizm için de geçerliydi. Günümüzde yaşanan; bazı sektörler ve bölgelerde (örneğin otomobil imalatı gibi) yüksek derecede etkinliği olan (birçok durumda esneklikten bir şeyler alan) Fordist üretim ile “zanaat” türü, paternalist ya da patriyarkal üretim ilişkilerine dayanan ve emek üzerinde tümüyle değişik denetim mekanizmaları içeren daha geleneksel üretim sistemlerinin bir birleşimidir. Kuşkusuz 1970’lerden bu yana, “geleneksel” biçimler montaj hattının aleyhine bir artış göstermiştir. “Artı değer üretim ve mülk edinme sistemi içinde, piyasa yoluyla eşgüdüm (çoğu zaman taşeron ilişkiler biçiminde), dolaysız şirket içi planlama aleyhine değişmiştir. Küresel düzeyde işçi sınıfının doğası ve bileşimi de değişmiştir, bilinç oluşumunun ve politik eylemin koşulları da.”24
Bu noktadan da hareketle şunu söyleyebiliriz; yeni fabrika olgusu Ford’un fabrikasından farklıdır, ama aslolarak fabrika örgütlenmesi temelinde değil, üretim örgütlenmesi temelinde. Çok uluslu şirketlerin yönetim birimleri merkez ülkelerde, üretim birimleri okyanus aşırı ülkelerde taşeron firmalardadır. Spor ayakkabıda dünya pazarının yaklaşık %68’ine Nike ve Reebok gibi iki büyük firma hükmediyor. Üretim standartları da yine bu iki marka tarafından belirleniyor. Nike’ın dünyanın herhangi bir yerinde bir fabrikası yok. Çeşitli ülkelerde Nike için üretim yapan taşeron firmalar bulunuyor ve Nike bu sayede yılda 300 farklı modeli piyasaya sürüyor. Bu sistemde Nike, tek bir çift ayakkabı satışından elde edilen karın %40.3’ünü alıyor. Üçüncü dünyadaki taşeron fabrikalara kalan pay ise sadece %3.75’tir.
Benzeri bir durum Microsoft ve Intel üzerinden bilgisayar sektöründe yaşanmaktadır. Bu iki firmanın tek bir bilgisayardan elde ettiği kar %60’tır. Tayvan, Güney Kore gibi ülkelerde anakart yongaları, hard disk ve modem üreten firmaların toplam payı %39 civarındadır. Genellikle Çin’de örgütlenmiş olan floppy, klavye, cd sürücü, kasa gibi parçaları üreten firmaların kardan aldıkları pay ise sadece %0.4’tür.25 Bir başka örnek ise Benetton’dur. Benetton doğrudan üretime hiç girmez, bir bağımsız üreticiler ordusuna komutalar aktaran güçlü bir pazarlama aygıtı olarak çalışır.
Ancak 1970lerden bu yana gelen sürecin asıl özgül yanı, finansal piyasalardaki değişim ve yükselmedir. Güç sadece finansal piyasalarda yoğunlaşmakla kalmamış, küresel ölçekte finansal eşgüdüm alanında aşırı sofistike sistemler ortaya çıkmıştır. Sermaye birikiminin esnekliği, aslolarak bu finansal sisteme dayanır. Dolayısıyla, üretimde, emek gücünde ve tüketimde gerçekleşen esnekliğin, kapitalizmin kriz eğilimlerine karşı ortaya çıkan finansal bir refleks olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Finansal sistem, gerçek üretimden tarihte hiç olmadığı kadar özerklik elde etmiştir. Eğer “eski” kapitalizmle “yeni” arasında ayırt edici bir özellik arayacaksak öncelikle kapitalist örgütlenmenin finansal aşamalarına bakmak gerekiyor. Ne var ki; bu durum, kapitalizmi her zamankinden daha istikrarsız ve krize eğilimli hale getirmiştir.
Tüm bu tablodan çıkartılabilecek sonuç; cennet adacıklarının yanı sıra dünyanın büyük kısmının cehenneme dönüşmüş olduğudur. Standartlar dünyasında, insanlığın yeni tüketiminin kuralları ve standartları verilmektedir. İstanbul’da, Hindistan’da ya da Tayvan’da karın tokluğuna taşeron firmalarda çalışan işçiler ve hatta çocuklar, bugünkü kapitalist üretim sisteminin temelini oluşturmaktadır. Öte yanda TKY uygulayan ana üretim birimleri de birer işçi cenneti değildir. TKY, pek çok işçi için aynı ücrete daha çok çalışmak ve artan gerilim anlamına gelmektedir. Üstelik yaşanan her krizde, sermaye kesimi, krizi emek maliyeti üzerinden yorumlama ve aşma refleksini korumaktadır.
1990-2000 yılları arasındaki verilere göre, genel olarak dünyada %100’lük bir verimlilik artışı karşısında %10’luk bir ücret artışı, Türkiye’de ise %100’lük bir verimlilik artışı karşısında ise yalnızca %0.6’lık (binde 6) bir ücret artışı gerçekleşmiştir. Yine 1983-1999 yılları arasında dünyanın en büyük 200 uluslararası şirketinin karlarındaki artış oranı %362 olurken, istihdam ettikleri emek gücündeki artış sadece %14’te kalmıştır.26
Kral fazlasıyla çıplak. Katılım, verimlilik vb. parlak sözlerin üstü kazındığında, altından yine azami kar, sömürü ve yoğun denetim çıkmaktadır. Emek-sermaye çelişkisi başat çelişki olmaya devam ediyor ve emekçilerin dayanışmasıyla geleceği kurtarmak görev olarak önümüzde duruyor.
* Panoptikon: Faydacı felsefenin kuramcılarından Jeremy Bentham tarafından özellikle cezaevleri için geliştirilen, görülmeden gözetim altında tutmaya imkan sağlayan mimari tasarım. Kavrama günümüzdeki yaygınlığını sağlayan Foucault, onu, cezaevi, hastane, okul ve kışla gibi “total” kurumlarda uygulanan denetim ve gözetlemenin kaynağı olarak görür. Yani her işyeri artık bir panoptikon hapishaneye dönmüştür. Bu hapishanede gözetim için, iktidarın varlığını hissettirmek için çok sayıda denetçiye gerek yoktur. Burada mahkumlar, aynı anlama gelmek üzere işçiler kendi kendilerini denetleyecek bir özelliğe kavuşturulmaktadır. Foucault’nun ifadesi ile “gerçek bir tabi olma durumu” sağlanmıştır. Bu tabi olma işçiyi çalışmaya, emek ve zaman açısından daha yoğun çalışmaya kendiliğinden yönlendirmekte, dışardan bir güç kullanmayı gereksiz kılmaktadır.
Dipnotlar
- A. Alpay Dikmen, “Standart Üründen Marka Standardizasyonuna”, İktisat Üzerine Yazılar l-Küresel Düzen, Birikim, Devlet ve Sınıflar, Der. A.H. Köse-F. Şenses-E. Yeldan, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, sf. 257
- Prof. Dr. Hacer Ansal, “Esnek Üretimde İşçiler ve Sendikalar”, www.birlesikmetal.org
- a.g.y.
- Prof. Dr. Nurhan Yentürk, “Fordizmden Postfordizme…”, DİSK-AR, Mart- Nisan 1994, sayı 15
- Prof. Dr. Hacer Ansal, “Alternatif Teknoloji ve Son Teknolojik Gelişmeler”, Alternatif Teknoloji isimli kitaba önsöz, David Dickson, Ayrıntı Yayınları, Haziran ’92, İstanbul, sf.23
6, 7, 8. Doç. Dr. Fuat Ercan, “Postfordizmin Arka Bahçesi, Krizin Sevimsiz Çocuğu; Taşeronlaşma”, DİSK-AR, Mart-Nisan 1994, sayı 15
9, 10. Engin Yıldırım, “Türkiye’deki Toplam Kalite Yönetimi Uygulamalarının İşçiler ve Endüstri İlişkileri Üzerindeki Etkileri”, www.sendika.org
- Yeni Yüzyıl gazetesi, 7 Kasım 1996, akt. Engin Yıldırım, a.g.y.
- A.N. Nalıncı, “Kalite Güvencesi Yönetiminin Toplumsal Bir Uyarlaması”, 3. Verimlilik Kongresi, 14-16 Mayıs 1997, Ankara
- 13, 14, 15. Engin Yıldırım, a.g.y.
- Önce Kalite dergisi, Kış 1997
- Yeni Yüzyıl gazetesi, 16 Kasım 1996, akt. Engin Yıldırım, a.g.y.
- akt. Engin Yıldırım, a.g.y.
- Erkan Ayanoğlu, Eğitimde Toplam Kalite Yönetimi Gerçeği, Eğitim-Sen Yayınları, Kasım 2003, Ankara, sf. 49
- a.g.e., sf. 57-60
- A. Altay Dikmen, a.g.y., sf. 528
- a.g.y., sf. 528-529
- a.g.y., sf. 530
- David Harvey, Postmodernliğin Durumu, Metin Yayınları, Kasım 1997, İstanbul, sf. 219
- A. Altay Dikmen, a.g.y., sf. 535-536
- Erkan Ayanoğlu, a.g.e., sf. 52