DEVLET VE İKTİDAR SORUNU ‘İKTİDAR OLMADAN DÜNYAYI DEĞİŞTİRMEK’ MÜMKÜN MÜ? – Mehmet Yılmazer

Düşünce ve Davranışta Yol, Sayı 5, Mart 2004

Günümüzde dünya ve elbette Türkiye’de devrimci hareket o kadar zayıf ki, devlet ve ona bağlı olarak iktidar sorununu konuşmak tümüyle bir “teorik gevezelik” gibi görülebilir. Bu yazıyı yazmaya başladığımızda Mombai’deki Dünya Sosyal Forumu yeni bitmişti. Yine aynı müthiş canlılık, çeşitlilik ve coşku; fakat her forum sonrası ortada aynı soru duruyor. “Bu şenlik böyle nereye kadar gider?” Dünya egemenleriyle nasıl hesaplaşabiliriz? “Başka bir dünya mümkün!” Ancak nasıl ve hangi yollardan gidilerek bu “başka dünya”ya ulaşılabilir? Bu soruyu sorduğumuzda devrimci mücadelenin Paris Komünü’nden beri önünde duran “devlet ve iktidar sorunu” yeniden, üstelik çok daha karmaşık olarak karşımıza çıkar.

İnsanlık 20. yüzyılın büyük bölümünde yaşadığı “sosyalist iktidar” deneyini bir çöküşle noktaladı. Bunun insan düşüncesinde ve sosyal hareketler üzerinde derin etkileri olduğu açık. En büyük etkisi “ufuk kaybı”dır. Gelecek görünmez olmuştur, buna bağlı olarak devrim, devlet ve iktidar sorunları bu yenilginin prizmasında büyük bir çarpılmaya uğramıştır. “Başka bir dünya mümkündür!” Ancak nasıl? Kapitalizme karşı muhalif hareketler iktidar ufuklarını, yani “devlet olma” hedeflerini yitirirlerse “başka bir dünya” ne ölçüde mümkündür?

Bu sorun insanlığın önünde bir postmodern espri olmaktan öteye, özellikle 90 sonrası yaşananların bir sonucu olarak yoğunlaşan bir sorun olarak duruyor. Günümüzde devlet ve iktidar sorununu mücadelenin ufkundan silen hem teorik hem de pratik meydan okumalar vardır.

Teorik meydan okumaların tarihi oldukça gerilere gitse de, günümüzde postmodernizmin yaygınlaşmasıyla belli bir yoğunluk kazanmıştır. Batı’da doğup büyüyen bu teorik eğilim artık küreselleşmenin sonucu sınır tanımadan dünyanın her yanına yayılıyor. Sosyalizmin yıkılışından sonra bu eğilim hem güçlendi hem çeşitlendi. Batı’da bu konuya I. Wallerstein özel bir önem verdi. Sosyalizmin yıkılış yıllarında Rusya’da yıldızı parlayan B. Kagarlitski “keşke iktidar olmasaydık” yollu pişmanlıklar dile getirdi. Eylül sonrası Türkiye’sinde ise bu konuda en kapsamlı ilk kez M. Belge konuştu. “Sosyalizm, Türkiye ve Gelecek” kitabında sosyalizmi bir ütopya seviyesinde bulutların üzerine yükseltip, yeryüzünde ise reforme edilmiş iyi işleyen bir kapitalizmi savundu. Sonraları sol hareketin büyük bir bölümü liberalleşerek “kralın çıplak” olduğunun farkına varıp iktidar ufkundan koptu. Bu konuda şüphesiz ki, en önemli gelişme PKK’nin stratejik dönüşle geldiği noktadır. “Demokratik Cumhuriyet” stratejisi iktidar hedefini ortadan kaldırmış, “devlet yıkma ve yapmanın” yanlış olduğu ilan edilmiş, sivil toplumu esas alan bir “üçüncü alan” teorisi geliştirilmiştir.

İktidar sorununa pratik meydan okumalar daha etkileyici ve çarpıcıdır. Antiküresel hareketin ağırlıklı olarak bu zeminde olduğunu vurgulayıp geçtikten sonra, en önemli pratik deney olarak Arjantin ayaklanmasını hatırlamak gerekiyor. Yakında Bolivya’da da benzeri bir deney yaşandı. İktidarları sarsan ve bazı değişimlere zorlayan bu etkili ayaklanmaların bir iktidar ufkunun olmaması ilginçtir: Bolivya’nın biraz farklı olduğunu, ayaklanma içindeki bazı hareketlerin iktidar ufku ile programlı olduğunu biliyoruz. Buna rağmen genel çizgi değişmemiştir. Ayrıca emperyalist sistemin de bu tür hareketlere tepkisi eski Soğuk Savaş yıllarındaki gibi değildir. Bu ayaklanmalara karşı eski korkunç kıyıcılığında davranmak yerine, süreç içinde çürütüp güçten düşürmeyi yeğliyor. Böylece ayaklanmalar devrime dönüşemeden, yani sınıfsal bir altüstlük yaratıp iktidar olamadan sönümleniyor. Belki şöyle söylemek daha doğru olur, YDD’nin ilk on yıllık sürecinde olaylar böyle yaşandı, ancak elbette yaklaşan diğer on yılların da böyle yaşanacağına dair kimse fal açamaz.

Dünyada birçok şeyin değiştiği biliniyor. Eskiyen değerlere hala bağlı kalmak, geçmiş dönemlerde elde edilmiş alışkanlıklarla düşünüp davranmaya çalışmak, bugün zaman düne göre çok daha değişken aktığı için, daha hızlı yıkımlar getiriyor. Değişen değerlerin ve düşüncelerin arasında neden “devlet ve iktidar sorunu” olmasın!… Bunca deneyden sonra, üstelik günümüz “bilgi çağında” devrimci mücadelenin iktidar hedeflemesi eskinin iflah olmaz bir tekrarı, artık pratikte karşılığı olmayan bir inat mıdır?

21. yüzyılda, 19. ve 20. yüzyılın mücadele yollarının, yöntemlerinin tekrarlanmayacağı yeterince açıktır. Ancak biraz soğuk kanlıca dünyaya ve olaylara baktığımızda sırf “değişimin” büyüsüne kapılmak yerine, özde değişenlerle değişmeyenleri iyi ayırt etmek gerekiyor. Örneğin konumuzu doğrudan ilgilendirdiği için; kapitalizmde bazı önemli yapısal değişimler yaşanıyor, bugüne kadar sanayi denince akla gelen sektörler önemini kaybediyor, onların yerine bilgi, genetik gibi yeni sektörler öne çıkıyor. Üretim biçimi olarak egemen olan Taylorizm ve Fordizm, yerini esnek-üretim adacıklarına bırakıyor. 19. yüzyılın sonlarında büyük mücadeleler sonrasında şekillenen “iş günü” yapısı tümüyle değişiyor. Fakat bu değişimlerin büyüsüne kapılıp artık çok sık yapıldığı gibi “artı-değer sömürüsünün ve emperyalist sömürünün kalmadığı” sonucunu çıkartmak, ışığın aydınlattığı yöne bakmak yerine ışığa bakıp körleşmeye benzer. Günümüzde yaşanan değişimin hızı ve çarpıcılığı böyle körlükler yaratabiliyor.

İktidar sorununa bakarken hangi noktada durmalıyız? Bu sorun da, pek çok diğerleri gibi değişimin rüzgarında eskiyip gitti mi? Eğer dünyada devrimler gereksiz ve imkansız hale geldiyse, buna bağlı olarak devlet ve iktidar sorunu da köklü bir değişime uğrar. Ancak devrimin gereksiz hale gelmesi için en azından şu şartların gerçekleşmiş olması gerekiyor:

Birincisi, insanlık hem doğa ve hem de sosyal bilimlerde o noktalara kadar gelişebilir ki, bugünden çok uzakları görecek ölçüde öngörü edinerek sorunları birikimden patlamaya sıçramadan çözümleyebilir. Eğer “sosyal sorunlarda” böyle bir bilimsel ve toplumsal seviye yakalanırsa gerçekten devrimci altüstlüklere gerek kalmayacaktır. Evet, bilimler gelişiyor; ancak bu durum, sorunları ortadan kaldırmadığı gibi, gelişimin bizzat kendisi sorunları daha kompleks hale getiriyor. Bu basit gerçeklik nedeniyle, insanlık daha oldukça uzun zaman diliminde sorunlarını görünür veya görünmez sinsi birikimlerden devrimsel patlamalara sıçrayarak çözmeye devam edecektir.

İkincisi, sosyal sorunlar sadece bilimsel hesaplardan öteye sınıfsal özellikler taşır. Eğer dünyadaki egemen sınıflar imtiyaz ve çıkarlarının önemli bir bölümünden gönüllü olarak vazgeçerlerse devrimlere gerek kalmayabilir. Sosyal mücadeleler tarihinde elbette sadece devrimler yoktur, reformlar da vardır. Fakat mücadele tarihinin gösterdiği gibi reformlar, genellikle başarısız bir devrim deneyinden sonra veya açık bir devrim tehdidinin ortaya çıkmasıyla gündeme gelmiş ve uygulanmıştır. Reformlar bir bakıma son noktaya tırmanan sınıfsal gerilimleri düşüren bir toprak hattı gibi rol oynamıştır. İnsanlık “bilgi çağı”na girdi diye, egemenler çok büyük bir değişime uğrayıp, zorun gücüyle değil, bundan sonra gönüllü reformlarla sınıfsal çelişkileri yumuşatma yoluna mı çıktılar? Dünyada ve ülkemizde böylesine büyük bir değişimin izlerini gören var mı? Egemenler, özellikle Kürt devrimcilerinin sık sık tekrarladığı gibi “kaçınılmaz bir şekilde değişecekler” demekle değişmiyorlar. Dünyadaki bütün ipuçları tam tersi yönü işaret ediyor. Egemenler, sınıfsal çıkarlarının gereği imtiyazlarından gönüllü vazgeçmek şöyle dursun, dünyayı çıkarları uğruna ikide bir savaşların eşiğine getirmekten çekinmiyorlar. “Uluslararası terörle mücadele” günümüzün sınıflar savaşına dünya egemenlerinin verdiği cevaptır.

Üçüncü olarak, yukarıdaki koşullar var olsa bile devrimlerin gerçekleşmesi için yeterli değildir. Eğer ezilenler, insanlık için bir gelecek tasarlama, programlama ve bu düşünceyi maddi güce dönüştürme yeteneğinden yoksun hale geldilerse, ki postmodernizm bunu iddia ediyor, yukarıdaki gerilimler olsa da devrimler mümkün değildir. Ayaklanmalar, kalkışmalar yaşanır, ancak sınıfsal altüstlükler ve iktidar değişimi yaratacak devrimler mümkün olmaz. Ancak bu aynı zamanda insanlığın bundan böyle tüm geleceğini mevcut kapitalist egemenlerin tasarlayıp şekillendireceği anlamına gelir. Yani Fukuyama’nın dediği gibi “tarihin sonu” gelmiştir. Geleceği tasarlama yeteneğini postmodernizmin gayya kuyusuna atanlara bir diyeceğimiz yok, onlar için “tarihin sonu” gelmiş, artık sadece geç kalanların bu sona doğru yürüdüğü bir süreç yaşanmaktadır. Oysa tarih ve gelecek bilincini kuşanan insanlık, yaşadığımız geçici anafor döneminde, aynı zamanda, önceki deneylerinden de yararlanarak gelecek için tasarımlarını yetkinleştiriyor. Anti-küresel hareketin şenliğinde, Arjantin, Bolivya, Chiapas ve Kürdistan vb. deneylerinde hep bu birikim yaşanmaktadır. Bu birikimin yolunu kesecek bir güç varsa, “medya canavarına” bazen bu güç atfedilebiliyor, o zaman insanlığın geleceği sanallaşacak, ekranlardaki pembe dizilere indirgenecektir. Ancak bunun “bilgi çağı”nın yarattığı bir yanılsama olduğu artık biliniyor.

Bu üç temel neden ortadan kalkmadıkça devrimci mücadelenin önünde devlet ve iktidar sorunu duracaktır. Günümüzde yaşanan iktidarsızlaşma ile güçlü bir hesaplaşma içine girmek kaçınılmazdır. Ufku, amacı ve ana yürüyüş yolları tasarlanmamış mücadelenin hiçbir geleceği olamaz. Hem postmodernizme öfkelenip hem de iktidar ufkundan vazgeçmek ise kendi içinde tutarsızlığın bugün çıkılabilecek zirvesidir.

İktidar Hedefinden Vazgeçmenin Kısa Tarihi

Sorunu üç ayrı dönemde ele almak uygun olur. İlki, Komünist Manifestomun ilanını bir işaret noktası alırsak, Rus Devrimi’ne kadar yaşanan süreçte sorunun ortaya çıkışı; ikinci olarak, sosyalist iktidarlar sürecinde, elbette özellikle bu iktidarların yıprandığı zaman diliminde sorunun aldığı biçim; sonuncu olarak, sosyalist sistemin yıkılışından sonraki süreçte iktidar ufkunun yitirilmesi sürecidir. Görüldüğü gibi sorun devrimci mücadele var olduğu sürece adeta onunla birlikte yaşamıştır, bu anlamda “yeni” değildir. Öte yandan, her dönemin iktidarsızlık sorununun kendi dönemine özgü yanları vardır, bu anlamda günümüzde sorun tamamen yeni özellikler taşımaktadır.

İlk dönemden başlarsak, proletaryanın mücadelesi doğar doğmaz iktidar sorunu hemen kendiliğinden şekillenmemiş, onun sorun olarak ortaya çıkıp olgunlaşması belli gelişmeler sonrasında olmuştur. Komünist Manifesto’da henüz iktidar ve devlet sorunu yoktur, ya da çok bulanıktır. Bu konu ancak Paris Komünü deneyinden sonra Marksist literatürde belli bir olgunluğa ulaşır. Proletarya diktatörlüğü kavramını Marx ilk kez I852’de kullanmış ve devletin proletarya tarafından “devralınması” değil “parçalanması” kavramları Paris Komünü deneyi ile mücadele literatürüne yerleşmiştir. Proletaryanın iktidar mücadelesinin düşünce ve pratik donanımı gelişirken, ona paralel olarak bu mücadeleyi silahsızlandırma çabaları da gelişti. Sınıflar mücadelesi bu anlamda hiçbir zaman tek yanlı değil, pek çok renk ve akımla birlikte yaşanmıştır. Marx’in devlet ve iktidar sorununda kendi çağdaşlarından en katı saldırılar yönelttiği Lassalle’dir. Devleti, Hegel gibi yücelten, komünizm hedefi olmayan, gündelik haklarla yetinen Lassalle, reformizmin ilk temsilcilerinden oldu. Ancak o dönem dünyasının işçi sınıfı mücadelesinde en ünlü revizyonist Bernstein’dır. “Amaç hiçbir şey, bugün her şeydir” diyen Bernstein, bu parolasıyla siyasal mücadele tarihinde postmodern ufuksuzluğa 19. yüzyılın sonlarından el sallamaktadır. Ünlü revizyonist, kendi döneminde, 1800’lü yılların sonlarına doğru Marx’ı teorik olarak düzeltme -revize etme- yoluna çıkmış, teorik revizyonun pratik siyasal sonucu ise reformizm, yani iktidar hedefinden vazgeçmek olmuştur.

Reformizme kaynaklık eden koşullar nelerdi? En önemli etken kapitalizmin gelişme dönemleridir. Batı kapitalizmi için konuşursak, 19. yüzyılın ikinci yarısında emperyalist açılım kıtada belli bir gelişme yaratmıştır. Öte yandan, sınıflar mücadelesinin sanki şaşmaz bir kuralı olarak, yenilgi sonrası yıllarda sadece hareketin gövdesinde bir geri çekilme değil düşüncelerde de geri çekilmeler yaşanır. Özellikle Paris Komünü’nün düşüşünden sonraki yıllar böyle bir ortam yaratmıştır. Üçüncü önemli neden, sınıflar mücadelesi deneyi geliştikçe işçi sınıfı ve burjuvazi karşılıklı olarak güçlerini daha iyi tanımış, buna göre yeni mücadele biçimleri geliştirme yoluna çıkılmıştır. Burjuvazi sınıflar savaşının bir aşamasından sonra reformları uygulamayı gündemine almıştır. Bu, uzun ve sert sınıflar savaşı yıllarından sonra ortaya çıkan bir olgudur. Bu gerçeklik işçi sınıfının siyasal mücadele yöntemlerini etkilemiş, uzak amacı silikleştirmiştir. Reformizmin başlıca kaynakları böyle özetlenebilir. Bilindiği gibi dünya işçi sınıfı mücadelesinde yılların biriktirdiği reformizmin sonucu II. Enternasyonal’in dramatik çöküşü unutulmaz dersler bırakmıştır. Ardından yükselen Rus Devrimi bu çöküşün yarattığı olumsuzlukları belli ölçüde süpürebilmiştir.

Sosyalist iktidarlar sürecinde, sorun nasıl kendini ortaya koymuştur? Bilindiği gibi Rus Devrimi ve ilk başarılı proletarya iktidarı büyük etkiler yaratsa da, tüm dünya işçi sınıfı hareketinde aynı ölçüde benimsenmemiştir. Bolşeviklerin yöntemleri sık sık eleştirilmiştir. Ancak konumuz açısından, devlet ve iktidar sorununda pratik ve teorik yozlaşma daha çok II. Dünya Savaşı sonrası yoğunlaşmıştır. Bu dönemin en ünlü reformist tezleri hep ve daima Avrupa kaynaklı olmuştur. “Barışçıl geçiş”, “tarihsel uzlaşma” ve “Avrupa Komünizmi” genellikle sosyalist sistemi destekleyen komünist partiler arasındaki yaygın görüşlerdi. Bu görüşlerin klasik dönem reformizmiyle büyük benzerlikleri olması açısından fazla orijinal olmadığı söylenebilir. Bu görüşler sözde iktidar hedefinden vazgeçmeseler de, bunu sosyalizmin gücüne dayanarak burjuvaziyi barışçıl geçişe ikna etme düşlerine bağlıyorlardı. Marx-Engels döneminin reformizmi sosyalist sistemin var olduğu koşullarda “barışçıl geçiş” veya “tarihsel uzlaşma” kılığına giriyordu. Bu süreçte Avrupa’da Portekiz Komünist Partisi hariç tüm partiler hemen hemen aynı zemindeydi. Bunun sonucu olarak sistemin çökmesiyle bu partiler büyük bir hızla buharlaştılar.

“Barışçıl geçiş” tezlerinin klasik dönem reformizmiyle büyük benzerlikleri olduğu ortadadır; bu nedenle döneme özgü iktidardan vazgeçiş, Avrupa Yeni Sol’un savunduğu görüşlerde saklıdır. Gramsci kaynaklı, Althusser’in formüle ettiği “devletin ideolojik aygıtları’na karşı mücadele zeminindeki görüşler 1960’lar sonrası siyasal ortamında orijinal bir yere sahiptir. Yeni Sol, o dönem sosyalist ülkelerde ve Avrupa’daki komünist partilerde “ekonomist” bir sapma görüyordu. Her şeyi ekonomik gelişmelere “indirgeyen” bu görüşlere karşı tutum alırken Yeni Sol, sınıflar mücadelesinin ortamından koparak “üst yapının özerkliğinden” yararlanmak için “devletin ideolojik aygıtları” ile mücadeleye girişti. Devleti -”din, eğitim, aile, hukuk, siyaset, sendikalar, haberleşme, kültür”- her alana yayarak1 böylece iktidar mücadelesi hedefini belirsizleştirerek, hatta onu sadece bir “ideolojik savaş”a, “kültür savaşı’na indirgeyerek, “ekonomist sapma”nın tam karşı kutbuna kendini yerleştirmiş oluyordu; ancak kendi duruşunda da gerçek bir iktidar hedefi yoktu. Görünüşte devlete çok saldıran, ancak pratik mücadele olarak hiçbir anlam ifade etmeyen konumlara sürüklenen Yeni Sol’un beslendiği zemini vurgulamakta yarar vardır. İlki, Stalin sonrası Sovyetler Birliği’nde yaşananların aydın kafalarında yarattığı derin düş kırıklığıdır. Diğeri ve esas önemli olan, Batı Avrupa’daki refah devletlerinin yarattığı siyasal ortamdır. Sınıflar savaşı belli bir uzlaşma içinde sönümlendirilmiş, devletin ekonomik ve siyasal konumu “yıkılmaz” bir görünüşe bürünmüştür. İşçi sınıfı ekonomik ve siyasal olarak sistemle bütünleşmiş göründüğü için, geriye “ideolojik alan”da mücadele kalıyordu. Bu ideolojik mücadelenin sosyal pratikte bir karşılığı olmayınca, Yeni Sol dergi sayfalarında polemikten öteye bir varlık gösteremedi.

Son döneme gelirsek, sosyalist sistemin yıkılışıyla ortaya çıkan iktidar ufkundan kopuş, önceki dönemlerden oldukça farklı özellikler taşır. Konumuz açısından önemli olan ikisini Wallerstein’ın ağzından vurgulayalım.

1- “İki adımlı strateji -önce devlet iktidarını ele geçir, sonra toplumu dönüştür- tartışmasız hakikat statüsünden, kuşkulu önerme statüsüne kaydı.”.

2- “Demokrasinin devrimci faaliyeti engelleyen bir burjuva kavramı olduğu fikri, yerini demokrasinin derin biçimde kapitalizm karşıtı ve devrimci bir düşünce olduğu fikrine bırakıyor.”7

Sosyalizmin yıkılışı aynı zamanda kapitalizmin gücünün de kanıtı olarak algılanınca, eski stratejiler çökmüş, her şey kapitalizmin sınırları içinde düşünülür hale gelmiştir. İktidar hedefinin yitirilmesi açısından, yaşadığımız günlerin daha önceki dönemlerden önemli iki farkı vardır. Reformizm, tümüyle iktidar hedefinden kopuşma anlamına gelmiyordu. Reformlarla bu yoldan gidilecekti. Bugün, yaşanan deneylerin bir sonucu olarak bilinçli ve gönüllü olarak iktidar hedefinden vazgeçilmektedir. Daha da önemlisi, bugün bir gelecek projesi yoktur. Bunun yerine “demokrasinin” “kapitalizm karşıtı ve devrimci bir düşünce olduğu” keşfediliyor. Bu eğilimin Wallerstein’la sınırlı olmadığını biliyoruz. Sosyalizm yeniden bir “ütopyaya” dönüştürülünce, demokrasinin de “devrimci bir düşünce” olduğunu keşfetmekten başka bir yol kalmıyor.

Bütün bunları söylerken sosyalizmin çöküş deneyini küçümsemiyoruz. Elbette böyle bir olay II. Enternasyonal’in çöküşünden çok daha derin etkilere neden olacaktı. Bu yeterince açıktır! Fakat böyle bir çöküşten hareketle sosyalizm programından ve iktidar hedefinden vazgeçmek gerekiyor mu? Hele hele bildiğimiz burjuva demokrasisini yeniden kutsayıp, “sivil toplum” veya “üçüncü alan” teorileriyle mevcut kapitalist düzenin “demokratikleştirilmesi” yoluna çıkmayı gerektiren, kapitalizm açısından yeni olan ne vardır?

Bu noktada mevcut kapitalizme bir kez daha bakmak gerekiyor. Onun gerçekten söylendiği gibi “demokratik” bir dönüşüm gücü var mı?

Günümüz Kapitalizminde Devlet ve Demokrasi

Üç olgu, günümüz burjuva demokrasilerinin olduğundan öteye misyonlarla yüklüymüş gibi görünmesine yol açıyor. Elbette ilki, yıkılan sosyalist sistemden ortaya dağınık düzen saçılan bilgi ve görüntülerdir. Sosyalist devletin şişkin bürokratik yapısı ve tek partili cansız demokrasisinin bir de Batı’nın dev medya aynalarından geçerek yansıtıldığı düşünülsün, ortaya Batı demokrasilerine “bin kere şükrettiren” dehşet tabloları çıkartılmıştır. Fakat bu dehşetli, her şeyi Kontrol eden azman devletlerin nasıl kadife devrimlerle” inanılmaz kolaylıkla yıkıldığı üzerine fazla düşünülmez. Sosyalizmin yıkılışı toz duman arasında bırakılmış, dersler ise kapitalist medyanın dev çarpıtma aynalarında tanınmaz hale getirilmiştir. Bir kez daha Hitler ve Stalin eşitlenmiş, dolayısıyla faşizm ve sosyalizm sık sık yan yana anılarak gerçeklikler tümüyle çarpıtılmıştır. Kapitalizm kendi “demokrasi” tarihinden hiçbir şekilde silemeyeceği faşizm lekesinin sanki aynada bir yansımasını bulup böylece kendi günahını hafifletmenin keyfini yaşıyordu. Diğer olgu, küreselleşmenin yarattığı illüzyonlardır. Tekniğin artık dünyanın her köşesine hızla yayılacağı, bilgi ve haberleşme üzerine tekelin yok olduğu, böylece demokrasinin daha derinleşeceği üzerine insanlık on yıldan fazladır nutuk dinliyor. Bu yönde müthiş bir propaganda yürümektedir. Kapitalizm eski sosyalist ülkeleri “özgürlüklerine kavuşturdu”, artık 70’ler dünyasındaki gibi askeri darbeler yok, üstelik bizzat süper güç “demokrasi” havariliğine çıkmış görünüyor. Bir de günümüz tekniğinin sağladığı imkanlar düşünülürse, daha başka ne istenecektir? Üçüncü olgu, küreselleşme sürecinde yaşanan ayaklanmaların devlet ve iktidardan uzak durması, bir siyasal ve ekonomik programa sahip olmamasıdır. Bu durum sonunda düzen içinde çözüm aranmasına yol açıyor. Elde bir “demokrasi” vardır, onu geliştirmekten başka yol görünmüyor.

Başlıca bu olgulardan kaynaklı günümüz burjuva demokrasileri üzerinde oluşan yanılgıların derinliğine inebilmek için madalyonun öbür yüzüne de bakmak gerekiyor.

Kapitalist düzenlerde demokrasinin daha da derinleşme şansı var mıdır? Üstelik düzene muhalif akımların stratejik hedeflerini ellerinden alacak kadar bir “demokratik değişim” potansiyeline sahip midirler? Bu sorular aslında anti-küresel hareketin başının üstünde Demokles’in kılıcı gibi sallanmaktadır.

Burjuva demokrasilerinin doğuşta ne ölçüde kısır olduğu, oy hakkının bile mülk sahipleriyle sınırlı olduğu bilinir. Burjuva demokrasilerinin tarihinde iki olgu sürekli yan yana gelişmiştir. Bir yanda işçi sınıfı ve çalışan kitlelerin mücadelesi ile demokrasinin sınırları genişlemiş, ancak öte yandan çeşitli -görünür veya görünmez- araçlarla devletin yığınları kuşatması artmıştır. Burjuva demokrasilerinin ilk kırılma noktası, biraz da sembolik olarak, Engels yaşamdayken, Alman sosyal demokratlarının seçim zaferi sonrası bir Alman burjuvasının “Kanunculluk bizi öldürüyor” sözleriyle başlamıştır. Bu söz ironik olarak burjuva demokrasilerinin tüm geleceğini anlatıyordu. Burjuvazi, çok sığ bir hak olmasına rağmen “kanun önünde eşitlik” kuralına uyduğunda kaçınılmaz bir şekilde kendi demokrasisi içinde ölüme gidebileceğini daha ilk “genel oy hakkının kullanılmaya başladığı yıllarda görmüştür. Kendi kanunlarına uymakla sınırlı kaldığında iktidarını tehlikede gören burjuvazi, ölmemek için öldürmeye başlamıştır. Böylece burjuva demokrasileri içinde, bir aysberg gibi kanunla örgütlenmiş ancak hiçbir kanun tanımayan gizli devlet şekillenmeye başlamıştır. Burjuva demokrasilerinin tarihi aynı zamanda öbür yanıyla bu gizli devletin, bugünkü moda deyimiyle, “derin devlet”in tarihidir.

Burjuva demokrasilerinde bu yönde, yani devletin derinleşmesi yönünde çok önemli bir aşama tekelci kapitalizmle başlar. Artık devlet tüm burjuva sınıfını bile değil, onun içinden azınlık bir zümreyi temsil etmektedir. Bunun sınıflar mücadelesi tarihindeki karşılığı faşizm olmuştur. Sosyalizm ve “demokrat emperyalistler” tarafından faşizmin yenilmesi, yeniden burjuva demokrasilerine bir gelişme yolu açmıştır. Ancak kapitalizm iki dünya savaşı arasındaki devrimlerden köklü sonuçlar çıkartmıştır. Faşizm tasfiye olmuş, ancak burjuva demokrasilerinin tarihinde yeni bir süreç başlamıştır. Bu sürecin iki temel özelliği vardır. İlki ve en önemlisi, NATO ülkelerinde örgütlü olarak “derin devletin geliştirilmesidir. Sosyalist sistem yıkıldıktan sonra bu konuda Batı’da skandal üstüne skandal patladı, ancak “derin devletin tasfiye edildiğine dair hiçbir iz yoktur. Olamaz da.

Kapitalist ülkelerde devletin böyle derinleşmesinin tek nedenini sosyalist sistem olarak kavramak büyük bir yanılgı olur. Bir avuç finans kapital devasa servetlere hükmederken, geniş kitlesel yoksullaşma ve bu sürecin derinleşerek devam etmesi, devletin derinleşmesinin esas nedenidir. Bu nedenle, küreselleşme ile demokrasinin artacağı üzerine ne ölçüde pembe propaganda yapılıyorsa, aynı ölçüde derin devletin ağları da yaygınlaştırılıyor. Derin devlet, bir istisna, aşırı politikacıların kötü uygulaması değil, burjuva demokrasilerinin “gelişiminde” kaçınılmaz bir konaktır.

Kapitalist demokrasilerde son yirmi-otuz yılda hızlanan bir diğer olgu, “köylü çocuklarından oluşan ordular”ın yerini maaşlı profesyonellerin almasıdır. Artık klasik “vatan” kavramı yoktur. Emperyalizmin gelişim mantığının zorunlu sonucu olarak pazarların fethi, artık her türlü “uygarlık taşımak” gibi görüntülerden soyundukça, profesyonel silahlı güçleri gerektirmektedir. Artık orduların ideolojisi, tarihi, kültürü yoktur, bu gerçek ne kadar örtülmeye çalışılsa da, ikide bir kendini Vietnam, Afgan veya Irak sendromlarıyla gösteriyor. Aslında dev silahlı çeteler besleniyor.

Küreselleşme ve neo-liberal politikalar ile burjuva demokrasilerinde yeni bir basamaktan daha söz etmek mümkündür. Finans kapital o ölçüde gelişmiştir ki, düzen partilerinin farklı kimlikleri neredeyse ortadan kalkmış, devlet ve kurumlarının büyük sermayeye lobilerle bağlılığı, dolaylı süreçler elenerek neredeyse doğrudan hale gelmiştir. Sermaye gruplarıyla devletin ve elbette derin devletin ilişkisi, devasa güce sahip bir avuç azınlığın egemenliğinin kaçınılmaz mantık sonucu olarak, doğrudan yollar izlemeye başlamıştır. Bu beraberinde devlette çeteleşmeyi yaratmıştır. Siyasi parti renkleri silikleşmiş, en hassas kurumlar gizli örgütlenmelerle siyasetin beklenmedik cilvelerinin yaratacağı risklerden uzaklaştırılmıştır. Artık hemen hiçbir ana kapitalist ülkede devlet ve demokrasinin meşruiyeti eski ölçüsünde değildir. Bu gelişmelere devleşen medyayı da ilave ettiğimizde kapitalist anayurtlarda devlet ve demokrasinin özellikle son yirmi yıldır nasıl “geliştiği” görülür.

Genel oy hakkına karşı derinleşen kayıtsızlık, en önemli demokratik kurum olan parlamentoların itibarını ‘büyük Ölçüde yitirmesi, son süreçte artık “refah devletlerinin de tarihe karışıyor olması, burjuva demokrasilerinin iki yüz yıllık ömründe bir tıkanma ve hatta çürümeye geçtiğinin en kesin işaretleridir. Bu nedenle bu bozulmayı “hükümet dışı organizasyonlar” la kısmen örtme yolları gelişmektedir. Ancak yozlaşma o kadar yaygındır ki, HDO’lar daha doğarken hemen ardından hızla bir itibar kaybına uğradılar. Postmodern dünyada genel olarak “merkezi” politikalar büyük güven kaybına uğradı, mahalli, bölgesel veya bir sosyal alana odaklı, parçalı, yerel siyasetler bir alternatif olarak görülüyor. Dev merkezi güce sahip finans kapital iktidarları açısından bu yönelişin bugün hiçbir riski olmadığı için, üstelik bu yönelişler demokratik bir gelişme olarak sunuluyor.

Kapitalizmin öbür yüzü olan Üçüncü Dünya ülkelerinde ise, küreselleşme ile devletlerin ve demokrasilerin hemen hiçbir inandırıcılığı kalmamıştır. Askeri darbeler eliyle yürüyen IMF talimatları, artık her açıdan kuşatıldıkları için, geri ülke hükümetlerince “gönüllü” olarak yürütülmektedir.

Burjuva demokrasileri -aslında finans kapital demokrasileri deyimi daha uygundur- derin bir çelişkiyle yüklüdür. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle sözde demokrasilerin gelişmesi yaşanırken, öte yandan yozlaşan finans kapital, her geçen gün dallanıp budaklanan derin devlet, pahalılaşan ve etkinlikleri artan profesyonel ordular ve çıkar çeteleşmeleriyle kuşatılan ve dev bir medya ağı ile çirkinlikleri boyanıp gizlenen bir demokrasi, günümüzün en genel tablosudur. Eğer buna “güvenlik mi özgürlükler mi?” sorusuna verilen cevapla şekillenen yeni ABD stratejisini de ilave edersek tablo tamamlanmış olur. Madalyonun bu yüzünü veya aysbergin su altında kalan kısmını görmeden kurulan demokrasi hayalleri, eninde sonunda derin devletin bir yerine çarpıp parçalanmak zorundadır. Günümüz demokrasisinin bir finans kapital diktatörlüğü olduğunu unutanlar, onun sınırlarının genişletilmesi üzerine hayal kurabilirler.

Bir yanda küreselleşmenin yarattığı illüzyonlar ve görünüşte gelişen demokrasiler; öte yanda, kitleleri görünmez çelik bir ağ gibi kuşatan derin devlet ve bilinçleri çürüten muazzam bir medya… Dünyada hoşnutsuzluk, yoksulluk arttıkça aysbergin su içindeki bölümü büyüyor, devletler, görünür görünmez her türlü güvenlik örgütü ve medya ile halkları kuşatmayı sürdürüyorlar. Sürdürmekten öteye bu kuşatmayı her gün yetkinleştiriyorlar. Kapitalizmin en gelişmiş olduğu Batı’da bile, hizmet sektöründe son on yılda en çok gelişen sektörlerden birisi özel güvenlik sektörüdür. Zirve ile taban arasındaki çatlak büyüdükçe güvenlik hep en önemli sorun olacaktır.

Günümüz burjuva demokrasilerinin en kısa tanımı: Çılgınca görünüşte kalan medyatik özgürlük, buna karşılık toplumun kılcal damarlarında gezinen en yetkince örgütlenmiş sinsi derin devlettir. Bu demokrasinin bir yanı görülürse olmadık düşlere kapılmak mümkündür; öbür yanının ürkütücülüğü de abartılırsa umutsuz bir kayıtsızlığa yuvarlanmak kaçınılmazdır. Bugünün “muhalif akımlar”ında bu iki yön adeta iç içe yaşıyor.

“İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek”

Günümüzde “iktidar” sorunu, “kirli” bir sorun haline gelmiştir. Bir yanda yaşanan sosyalizm deneyleri, öte yanda yıpranan kapitalist devletler, adeta “iktidarsızlığı” yücelten sosyal eğilimleri yaygınlaştırmaktadır. “Demokrasi” kelimesi dillerden düşmüyor, ancak her yeniden tanımlama çabası çeşitli özlemleri öne çıkartan keyfi karmaşalardan da kurtulamıyor. Yetmiş yılı aşkın sosyalist iktidar deneyi ile dünya epeyce değişmiş olsa da, sonunda yıkılışla birlikte her şey olmamışa dönünce, “iktidar olmadan dünyayı değiştirme” yoluna çıkılıyor. Yaşanan deneyler sosyalist mücadelenin stratejisinde çok önemli bir kırılma yarattı, ancak buradan iktidarsızlık sonucuna veya böyle “yeni bir stratejiye” geçiş mi gerekiyordu? Konuyu farklı cephelerinden irdelemeye çalışalım.

İktidarın dönüştürme gücünü yitirmesi: Sosyalizmin çöküşünden sonra Wallerstein gibi “iki adımlı stratejiden -önce devlet iktidarını ele geçir- sonra toplumu dönüştür” vazgeçenler arttı. Önce bu görüş, 19. ve 20. yüzyılda çok yoğun yaşanan sınıflar mücadelesinin hatalı bir yorumudur. Bizzat devrim ve devrim öncesi mücadele toplumu büyük ölçüde değiştirmiştir. İktidarlar ancak bu değişimin üzerine kendini var edebildi ve toplumsal değişimi sürekli kılma iddiasında oldu. İktidar sorununa yeni yaklaşımlar, toplumsal dönüşümde devletin rolünü reddeden ve sırf olumsuzlayan bir zeminde duruyorlar. Yeni stratejide devlet ve iktidar yoktur, bunun yerine “sivil toplum” veya “üçüncü alan” vardır. Toplumsal dönüşüm “sivil toplumun” mücadelesi ile gerçekleştirilecektir. Burada yeni hemen hiçbir şey yoktur. Sınıf mücadelesi kavramının yerine “sivil toplum” veya “üçüncü alan” geçirilmiştir. Sınıflar mücadelesi tarihinde liberaller de sınıfların varlığını ve reformlar için mücadeleyi tanımıştır. Tanımadıkları işçi sınıfı iktidarıdır. Bugün de kapitalist düzen açısından “sivil toplum”u odak alan bir mücadelenin lanetli hiçbir yanı yoktur.

Bu mücadele ile toplum nasıl dönüştürülecektir? Toplumsal dönüşümden kastedilen nedir? Eğer “sivil toplum” mücadelesi bir iki örgütlenme ve gösteriden ibaret değilse, eninde sonunda kendi örgütlülüğü ve gücünü arttırdıkça egemen iktidarın alanını daraltmak zorunda kalacaktır. Kitlelerin mücadelesi sağlam örgütlülüklere kavuşur ve güçlenirse, egemen iktidarla aradaki gerilim kaçınılmaz bir şekilde artacaktır. “İktidar olmadan” dönüşümü gerçekleştirmenin bu anlamda bir sınırı vardır. Sınırın olmadığını söylemek, aşağıdan örgütlenmenin gücüyle egemenlerin eninde sonunda dönüşüme ikna edileceğini söylemekle aynı şeydir. Dünyada bugüne dek böyle bir deney yaşanmadı. İşçi sınıfının haklarında belli bir gelişmeyi temsil eden Batı’daki “refah devletleri” döneminin bile hem bizzat bu ülkelerde iktidarların eşiğine kadar yükselmiş sınıf mücadelesiyle, hem de hemen yanlarındaki sosyalist iktidarlarla mümkün olduğu biliniyor.

Sosyalist iktidarlar yıkılıp kapitalist restorasyonlar yaşanınca, iktidarın dönüştürme gücünün “tartışılır” hale gelmesi doğaldır. Ancak buradan hareketle iktidar hedefinden vazgeçerek tüm toplumsal dönüşümün “sivil toplum” mücadelesiyle yapılabileceğini iddia etmek, motorize aracın devrilmesinden sonra bir daha araba kullanmamaya yemin etmek ve yaya yürümeyi tek yol ilan etmeye benziyor. İktidarı hedeflemeyen, teorik pratik hazırlığını ve donanımını bu yönde yapmayan hareketler, gelişmelerinin belli bir aşamasında bir ikilemle karşı karşıya geleceklerdir. “Sivil toplum” çalışmasıyla güçlenerek egemen iktidarın alanına girildikçe -ki bu kaçınılmazdır; aslında gerçek iktidar mücadelesi yaşanacaktır. Bu noktada artık bir kavşağa gelinir. Egemenler olağanüstü bir değişimle iktidarlarını gönüllü olarak devretmezlerse, iktidar mücadelesi kaçınılmaz olur; ya da “iki adımlı strateji” yani iktidar hedefi reddediliyorsa, düzenin egemenlerini bitmek bilmeyen ikna çabaları devreye girecek daha doğrusu sürüp gidecektir. Bu noktada iktidarın bozucu etki ve hastalıklarından kaçanları bambaşka ama en az aynı derecede bozucu ve çürütücü başka bir hastalık yakalayacaktır. Bunun adı, mücadele iradesini çürüten, erozyona uğratan “iktidarsızlık” hastalığıdır. Yükselen mücadele bir sıçramayla bu gelişimini taçlandırmazsa, çürüyüp dökülmesi kaçınılmazdır. Çünkü sosyal mücadele alanında çıkarları sürekli çatışma halinde olan güçler vardır; birisi gerekli adımı atmazsa diğeri bu boşluğu hemen doldurma yoluna çıkar.

Evet, yetmiş yıllık sosyalist iktidar deneyinden sonra bir açmazla yüz yüzeyiz. İktidarın bozucu etkisinden kaçarken, iktidarsızlığın çürütücü etkisine yakalanmak alın yazısı gibi görünüyor. “Sivil toplum” veya “üçüncü alan” tezleri eninde sonunda bu ikinci bozulmayla karşı karşıya geleceklerdir. Yüz elli yıldır akıp giden sınıflar mücadelesi sonuçta böyle keskin bir tıkanma noktasına mı geldi? Ezilen yığınlar yozlaşan sosyalist iktidarlardan sonra bir kez de “sivil toplum” veya “üçüncü alan” gibi parlak görülen yeni parolalarla “iktidarsızlık” deneyinin çürütücülüğünü mü yaşamak zorundalar? Cevabımızı sonuç bölümüne bırakıp devam edelim.

Sosyalizm hedefinin yerine demokrasi mücadelesini geçirmek: Wallerstein yine yanlış bir yorum yapıyor. “Demokrasinin devrimci faaliyeti engelleyen bir burjuva kavramı olduğu fikri” Marksistlere ait değildir. Enternasyonaller döneminde proletaryanın mücadelesi için burjuva demokrasisinin önemi sürekli vurgulanmış, hatta bu konu “asgari program” (demokratik devrim) olarak mücadele literatürüne girmiştir. Ancak bugün farklı bir olgu yaşanıyor. Sosyalizm hedefi yerini çeşitli biçimlerde formüle edilen “demokrasilere” bırakmıştır. Yine Wallerstein’a göre “demokrasinin derin biçimde kapitalizm karşıtı ve devrimci bir düşünce olduğu” keşfedilmiştir. Günümüzün en tipik özelliği kavramların sınıf temellerinden soyutlanarak ele alınmasıdır. “Demokrasi”, “sivil toplum”, hatta “anti-küresellik” en sık böyle çarpıtmalara uğrayan kavramlardır. “Demokrasi”, önünde sınıf nitelemesi olmadan nasıl “kapitalizm karşıtı ve devrimci bir düşünce” olabilir? Yukarıda burjuva demokrasilerinin günümüzdeki durumunu özetledik. Bu demokrasilerde egemen sınıfın görünür ya da görünmez örgütlenmeleri ile kuşatılmış “demokratik özgürlükler”i her genişletme çabası aynı zamanda bir sınıf savaşıdır. Bu “özgürlükler” belli bir toplumsal güçler dengesine göre “anayasa”laşmıştır. Bu güç dengelerini her zorlayan gelişme bu “anayasa” ile -yani kurulu düzen ile- çelişkiye düşer. “Demokrasi” kavramının günümüzde moda olduğu gibi soyut ve sınıf nitelemesiz ve hatta “kapitalizm karşıtı” olarak kullanılması, aslında iktidar hedefini dışlayan, kapitalist düzen içi bir mücadeleyi tanımlar.

Sosyalist iktidarların arkalarında bir yıkım ve yıpranmış kavramlar yığını bırakmaları hiç de üç yüz yıldır tanıdığımız “burjuva demokrasilerini” farklı nitelendirmeyi ve hatta soyut demokrasi kavramında devrimci özellikler bulmayı gerektirmez. Demokrasi kavramını soyutlaştırmak bugünün egemenlik sistemini bulanıklaştırmak olur. Oysa günümüz burjuva demokrasilerinin görünürdeki özgürlüklerinin perde arkasını, devlet ve egemenlerin ilişkisini, derin devletin artan rolünü en fazla deşifre etme görevi ile yüklüyken, bu özgürlüklerle ilgili olmadık umutlar yaratmak bir rastlantı değil, açık bir sınıfsal ve siyasal tercihtir. Yaşadığımız günlerdeki gibi büyük mevzi kayıplarından sonra devrimci harekette sadece maddi kayıplar, geri çekilmeler yaşanmaz, aynı zamanda ve çok daha derin etkiler yaratan düşünce alanında geri çekilmeler yaşanır. Üç yüz yıldır bildiğimiz burjuva demokrasisini şimdi soyut demokrasi kavramını kullanarak kutsamak, böyle düşünce geri çekilmelerinden birisidir.

Devrim ve iktidar bağının koparılması: “Sovyetler Birliği’nin çöküşü milyonlar için yalnızca hayal kırıklığı demek değildi, bu durum aynı zamanda beraberinde devrimci düşünceye özgürlük getirdi; devrimin iktidarın fethi olduğu tanımından özgürleşmesi.’’ “Ve bu da, devrim ile iktidara gelmek arasındaki bağlantının artık koparılması gerektiği anlamına gelir.” 3 Bu düşünceler özellikle geçtiğimiz yüzyıl boyunca Marksistler arasında ancak “deli saçması” olarak kabul edilebilirdi. Bugün ise sadece bir düşünce jimnastiğinden ibaret değil, pratik karşılığı da var. Zapatistaların çağrısı böyledir. Arjantin ayaklanması da böyledir.

Durum böyle ise: “Dünya iktidar olmadan nasıl değiştirilebilir? Cevabı çok açık: Bilmiyoruz.” (a.y., s.39)

Yazara göre Sovyetlerin çöküşü düşünceye “özgürlük” getirmiştir. İnsan düşüncesi “devrimin iktidarın fethi olduğu tanımından” özgürleşmiştir. Sosyalist düşüncenin büyük iddiasının, proletarya devletinin sönümleneceği iddiasının yerine büyüyen ve hantallaşan ve sönümlenme ile ilgili en küçük işaret vermeyen bir devlet pratiğinin yaşanmasının en büyük bedeli iktidar ufkundan kopuşmak olmuştur. “Proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi” (Marx) pratikte aşırı bürokratik, düşünce ve davranış özgürlüğünü kireçlendiren devasa bir devlet aygıtı yaratmıştır. Büyük düş kırıklıkları yaratan sosyalist iktidarlar yönünden soruna bakınca, sanki sonunda çöküşe mahkum bir iktidar mücadelesinin hiçbir çekiciliği kalmayacağı için, devrim ve iktidar bağlantısında bir kopuşmayı anlamak mümkün görünüyor. Ancak soruna “yaşayan” kapitalizmin yıkılması yönünden bakınca devrim ve iktidar sorunundaki kopuşmanın ortaya büyük bir sorun çıkardığı hemen görülebilir. Devrim iktidarı hedeflemeyecek ve eski düzeni iktidar aracıyla tasfiye etmeyecekse ne yapacaktır? Bu sorunun cevabı “bilmiyoruz” olursa, devrimin de bir rolü ve anlamı kalmaz.

“Devrimci hareket genellikle iktidarın aynadaki yansıması olarak yapılandırılmıştır: Orduya karşı ordu, partiye karşı parti. Bunun sonucunda iktidar, devrimin içinde de kendini yeniden üretir” (a.y., s. 59) Düşlenen komünizmle (iktidar yokluğu) bugünün kapitalizmine karşı mücadele ederken yaratılması kaçınılmaz örgüt ve savaş biçimlerini birbirine karşı koymak basit bir hata değildir, sonunda kapitalizme teslim olmaya, onun içinde çözüm aramaya dönüşür.

“Öyleyse anti-güç karşıt-güç değil, bundan daha radikal bir şey olmalıdır: Yaptırma-gücünün yok edilmesi ve yapma-gücünün özgürleşmesi.” (a.y., s. 59) Burada derin bir kendiliğinden mücadele felsefesi vardır. “Yaptırma-gücünün” yok edilmesi, yani kapitalizmle mücadele için “karşı-güç” yaratırken kaçınılmaz olan örgütlenme ve hiyerarşik dizilişlere karşı “yapma-gücünün özgürleşmesi”ni ileri sürmek hiçbir şey yapmamakla eşdeğerdedir. Örgütlü mücadelenin yaptırım gücüne karşı, “büyük komünist rüyayı”(a.y.) yani “yapma gücünün özgürleşmesini” ileri sürmek, ne anlama gelir? Her türlü örgütlü dövüşe, yani “karşı-güç” örgütlemeye, teçhizatlanmaya karşı çıkmak, bunun yerine “yaptırım gücünün yok edilmesi, yapma gücünün özgürleşmesi” adı altında kendiliğinden gidişi kutsamaya varır.

Yetmiş yıllık sosyalist iktidar deneyinden sonra nereye vardık? 20. yüzyılın başında II. Enternasyonal içindeki tartışmalara geriye döndük. Devrimle iktidar arasındaki bağlantının koparılmasının bedellerini Kıta Avrupa’sındaki mücadeleler sırasında, özellikle Alman devrimcileri acı acı ödediler. Mücadelede kendiliğindenliğin abartılmasına -bunu o dönemler en çok Alman devrimcileri yaptı- Rus Devrimi önemli bir nokta koydu. Ancak ardından yaşanan sosyalist iktidar deneyi ve devletin (iktidarın) yaşamın her alanına girerek hantallaşması, bürokratik kireçlenmeye uğramasından sonra, yeniden büyük bir parende atıp 19. yüzyıl ikinci yarısındaki mücadele biçimlerine geri mi döneceğiz? İktidar deneyinin bozulma ve çökmeyle sonuçlanması, örgüt ve iktidar silahından vazgeçilmesi sonucuna mı varmalıdır? O zaman, mevcut kapitalizmin dişinden tırnağına örgütlü ve silahlı güçleriyle nasıl mücadele edileceğinin yolu gösterilmelidir. Buna büyük bir aymazlıkla “bilmiyoruz” diye cevap vermek, postmodernizmi kutsamak anlamına gelir.

Şenliğe dönüşen “anti-küresel” hareketlerin içindeki en önemli tartışma ve kopuşma nokrası “devrimci şiddet” konusundadır. Bu rastlantı değildir. Anti- küresel şenliklere FARC gibi silahlı mücadele veren örgütlerin çağırılmaması da bir rastlantı değildir. Yenilince elindeki en önemli silahı bir kenara bırakmaya benzeyen bu tavır, hangi “büyük” düşü kurarsa kursun, sonunda rüyası kapitalizmin iyileştirmesinden öteye gidemez. Bu da bir yoldur. Açıkça söylendiğinde ortada bir sorun da kalmaz, herkes kendi yolunda yürür. Sorun bütün bunların yeni devrimci düşünce olarak sunulmasındadır.

Sosyalist sistemde yaşanan devlet deneylerinden hareketle, bir kez daha böyle bir deneyi tekrarlamamayı istemek anlaşılır olmaktan öteye, devrimciler için böyle bir tekrarın yolunu tıkamak en önemli görevdir. Ancak buradan hareketle iktidar hedefinden, hatta kapitalizmle mücadele için “karşı-güç” yaratmaktan vazgeçmek bambaşka bir uca sıçramak olur. Sosyalist mücadelenin devlet ve iktidar konusunda kötü bir deney yaşaması, bu mücadele hedefinden vazgeçmek için yeterli değildir. İktidar hedefi, ancak, kapitalist egemenlerin kendi iktidarlarını halklarla paylaşması gibi veya başka bir ifadeyle egemenliklerinden belli ölçülerde gönüllü olarak vazgeçmesi gibi bir belirtinin, hatta sosyal mücadele alanında böyle bir eğilimin doğmasıyla özde bazı değişimlere uğrayabilir. Böyle bir değişim sınıflar mücadelesi tarihinde yeni bir döneme denk düşerdi ve ancak böyle bir özelliğin sosyal bir olgu haline gelmesi iktidar sorununa başka bir boyut kazandırırdı. Ardımızda çökmüş bir sosyalizm deneyi bırakmamıza karşılık, önümüzde kapitalizm, sosyalist mücadeleyi gerekli kılan koşullarında hiçbir önemli değişim olmadan var olmaya devam ediyor; daha öteye dünya egemenliğini iyice perçinlemek için en son teknikle silahlanmasını yetkinleştiriyor, ayrıca derin devlet ve medya ile iktidarını toplumsal yaşamın en kılcal damarlarına kadar yaygınlaştırıyor. Bu güce “karşı-güç” yaratmadan nasıl mücadele edileceğini, bu yaşamsal, konuya cevabı “bilmiyoruz” deyip geçivermek, postmodern dünyanın sefilliğinden başka bir şey değildir. “Yenildiğimiz yere” bir kez daha gideceğiz, bu kez daha yetkin mücadele yollarını yaratmak için!

İktidarın “bozucu”, “yozlaştırıcı” etkisinden hareketle devlet sorunundan kopuşma: İnsanlık tarihinde kuruluş günlerindeki coşkusuna, hedeflerine, söylemlerine, “ideallerine” ters düşmemiş bir iktidar deneyi ne yazık ki yok! Devlet olmadan önceki yazısız tarih boyunca, ilkel komünal dönemdeki kabile yönetimleriyle ilgi bilgilerimiz insanlığın bu ilk yönetim biçiminin, yönettiği toplumdan kopuşmadığını gösteriyor. Bu dönem dinlerde “cennet” olarak düşlenmiş, bilimsel sosyalizmin kurucuları ise komünist hareketin iktidar sorununu tartışırken başlıca iki kaynaktan etkilenmişlerdir. Birisi, o gün için hala güncelliğini koruyan Fransız Burjuva Devrimi’nin dersleri ve Paris Komünü ’nün “gökyüzüne saldıran” kahramanlığıdır. Devlet ve iktidar sorununda diğer etkili kaynak ise insanlığın ilk komün döneminin deneyleridir. Bu iki kaynağın bilgilerinin sentezinden “proletarya diktatörlüğünün” temel özellikleri öngörülmüştür. İnsanlığın ilk toplum biçimi hala düşüncelere bir esin kaynağı olabiliyorsa, bu, onun çıkar gözetmeyen, eşitlikçi, kolektif yapısından dolayıdır. Ancak bir kez komün çözülmeye başladığında, sınıflı toplumlar ortaya çıktıktan sonra, bu yapılarla temas eden komün yönetimlerinin de acıklı yozlaşmalar yaşadığı biliniyor.

Ancak tarihteki hangi iktidara bakarsak bakalım, elbette ki tüm iktidarlar değil, dönemine göre bir gelişmeyi temsil eden iktidarlar, ilk günlerinden yozlaşmamışlardır. Onların sanki bir canlı gibi doğuş-kuruluş, gençlik, olgunluk, yaşlanma ve çürüme dönemleri olmuştur. Dolayısıyla iktidar sorununa bakarken orada sadece “yozlaşma” ve “bozulmayı” görmek bir sürecin sadece bir bölümüyle yaşananı-tüm süreci yargılamak olur. Bundan kötüsü, böyle bir bakış bozulmanın nedenlerini irdeleme yeteneği gösteremez. Öte yandan, “sonunda nasıl olsa yozlaşacak” bir aracı baştan kullanmaktan çekinmek politikada bir meziyet değil, ancak ahmaklık olabilir.

Devletle ilgili diğer vurgulanması gereken yön onun bağımsız, hiçbir şeye bağlı olmayan Hegelvari “mutlak düşüncenin en mükemmel dışa vurumu” olarak kavranmasının yanlışlığıdır. Marksizm, devleti sınıflar uzlaşmazlığı ve üretim temeli ile bağlantılı hale getirdikten sonra bu uyarı yersiz bulunabilir. Fakat günümüzde hangi yoldan yürüyerek olursa olsun iktidar hedefinden vazgeçen düşünceler, kendileri inkar etseler de, mevcut devleti sınıflardan bağımsız görme veya görmek isteme illetinden inmelidirler. İktidarla yozlaşmayı kabaca eşitleyenler, tarihten ve elbette sosyalizmin deneylerinden hatalı dersler çıkartmakla kalmıyor, hem de bu yozlaşmaya uğramamak gibi çok idealistçe görünen bir davranışla mevcut kapitalist egemenleri kendi “yozlaşmış” iktidarları ile baş başa bırakarak, aslında onların egemenliklerine dokunmamış oluyorlar. Saf ve parıltılı görünen bu parolaya, sınıf çıkarları dünyasından bakınca ortaya ezilenlerin çıkarlarının egemenlerin insafına kaldığı bir tablo çıkar.

İktidarda yozlaşma nedir ve alın yazısı mıdır? Olaya tek tek devletlerin tarihinden bakmak uzun bir tarih yazımını gerekli kılar. Biz bazı genel sonuçlar çıkartmakla yetineceğiz.

İktidarda yozlaşma, sınıfın çıkarlarının yerine zümre çıkarlarını geçirmekle başlar. Sınıfın genel çıkarlarını temsil etmek yerine, iktidar imkanlarıyla oluşturulmuş, grupların veya zümrelerin çıkan öne çıkar ve sınıfla bir kopuşma yaşanırsa yozlaşma bir iktidar değişimiyle sonuçlanabilir.

Sınıflar mücadelesi tarihinde her zaman şöyle bir sorun olmuştur. Her sınıf iktidar mücadelesi verirken sırf kendi çıkarlarını öne çıkartmak yerine bu çıkarları toplumsallıkla örtülendirmiştir. Bu, sadece basit bir aldatmaca, bir politik oyun değil, iki yön taşıyan bir gerçekliktir. İktidar mücadelesindeki sınıf, hem kendi çıkarlarına diğer toplum kesimlerini kazanmak için mücadele verir, hem de onlara kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarlarıymış gibi sunar, böyle bilinç oluşturmaya çalışır. Dolayısıyla bir sınıf daha iktidara geldiğinin ertesi günü bir handikapla yüz yüzedir. İktidar olan sınıfın kendi çıkarları için uygulamalarıyla, “toplumun genel çıkarları” arasındaki gerilim yok edilemez, buharlaştırılmaz bir gerçeklik olarak her iktidarın önünde durur. Ancak yozlaşma bundan ibaret değildir, hatta bu değildir. Her iktidar uygulaması, kaçınılmaz bir şekilde egemen sınıfın çıkarları ile egemen olmayanlar arasında bir gerilim yaratır. İktidarda yozlaşma, hem toplumda genel bir meşruiyet kaybına denk düşer, hem de kendi temsil ettiği sınıfla, keyfi uygulamalardan, grup ve zümre kayırmaktan dolayı bir kopuşma içine girmek demektir. Yozlaşmalar çöküşlerle de sonuçlanabilir, reformlarla hükümetlerin yenilenmesiyle de aşılabilir. İktidardaki yozlaşma, bir zümre-grup lehine temsil ettiği sınıfla bir kopuşma noktasına kadar derinleşmişse, çöküş, iktidarın altüst olması kaçınılmazdır. Uzun tarihi bir kenara bırakalım, olaya kapitalizm ve sosyalizmin tarihi ile sınırlı olarak bakalım.

Kapitalist devlet, kendi tarihinde en büyük krizi ve değişimi serbest rekabetçi dönemden tekelci döneme geçerken yaşamıştır. Kapitalizmin yapısı değişirken devletin yapısı da değişime uğramak zorundaydı. Tekelci kapitalizmle sınıfsal egemenlik bütün burjuva sınıfından bir avuç azınlık olan finans kapitale geçiyordu. Bu dönüşüm aynı zamanda burjuva iktidarlar açısından büyük bir bozulma-yozlaşmayla birlikte yaşanmıştır. Faşizm, bu soysuzlaşmanın zirve noktası olmuştur. Aslında sosyalist sistemin zoruyla burjuva demokrasileri 1950’ler sonrası yeni bir soluk almışlardır. Ancak kapitalist devlette özellikle 1970’ler sonrası yozlaşmalar yeniden derinleşmektedir. Sosyalizmin korkusundan kurtulan, refah devletlerini tasfiye eden kapitalizm, dev tekellerin başrolü oynadıkları bir modern derebeyleşme sürecine çoktandır girmiştir. Yozlaşmayla ilgili her gün bir skandal patlıyor. Çöken tekellerle yüz binlerce çalışanın geleceği de çöküyor.

Ancak günümüzün çok önemli bir özelliği var, bencillik artık zirvelere tırmandığı için yozlaşma bu anlamda yükselen değerler arasındadır. II. Dünya Savaşı’ndan çıkarken kapitalist ülkelerdeki sosyal değerlerle bugünküler karşılaştırılınca hemen görüleceği gibi iktidardaki yozlaşma birkaç bürokratın, hatta birkaç bin memurun bozulmasından çok öteye bir olgudur. Neo-liberalizmin felsefesi çıkarların her yoldan savunulmasını mubah görmektedir. Kapitalist devletler de bu yolda ilerliyorlar. Eğer iktidarlardaki yozlaşmanın, birkaç bürokratın bencilliğinden öteye bir anlamı ortaya çıkıyorsa, bu yozlaşmanın nedeni sırf iktidar olmak, ya da iktidarın imtiyazlarının insanın “aklını çelmesi” değildir. Bir devlette elinde büyük yetkiler tutanlardan her zaman “şeytana uyan” çıkacaktır. Yozlaşma ve bozulma bundan öteye bir şeydir. “Şeytana uyma”nın istisna değil kural haline gelmesidir. Kapitalizmin küreselleşme adı altında yürüyen yeni sömürgecilik dalgası, dünyanın yeniden paylaşımı, bugüne kadar edinilmiş uluslararası kuralların yerini kaba gücün almasıyla, bir bakıma kapitalist devletlerde bir yozlaşmayla eş zamanlı gitmektedir. Çıkarlar dünyasında, dünün Soğuk Savaş dengelerinin dikte ettiği sistemin tümünü koruyucu kuralların, “kuralsızlaştırma” parolaları ile ortadan kaldırıldığı bir tarihsel dönemde, iktidarların yozlaşması kaçınılmazdır. Küreselleşen kapitalizm aynı zamanda hızla yozlaşmaktadır. Yozlaşma günün yükselen değeri olsa da, her değerin olduğu gibi bunun da bir sınırı olacaktır. Ancak şimdi kapitalist düzenler dörtnala bu yolda koşturuyorlar. Yozlaşma ve bozulmanın kaynağı sırf iktidar olmak değildir. Her dönem kendi iktidar biçimini, yani iktidarı sürdürmenin, egemenlerin çıkarlarını yeniden üretmenin politikalarını yaratır. Bu üretimde bir tıkanma olursa, bir başka deyişle egemenliği yeniden üretemeyen bir iktidar bu sorunu çözemediği ölçüde yozlaşmaya mahkumdur. Tüm dünya kapitalizmini göz önüne alırsak, günümüzde kapitalizm kendini yeniden üretmekte büyük tıkanmalarla yüz yüzedir. Benzer bir dönem 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşandı. O günlerin faşizm tarzında yozlaşmasıyla, bugünün “uluslararası teröre karşı güvenlik” adı altında gücü elinde tutanların en keyfi yollara sapması arasında özce büyük benzerlikler vardır. Kapitalist merkezler “bilgi çağı”nın bütün parıltısına rağmen yozlaşmaktadır. Son yapılan Davos toplantılarında “iş dünyasının” en önemli tartışma konusu “ahlak”tı. Göklere çıkarılan neo-liberalizmle iş ahlakındaki çöküş arasında bir bağlantı kuramayan kapitalist kafalar, soruna ancak geçici tepkiler üretebilirler. Sonunda yeni bir büyük krizin öğretmenliği yaşanacaktır. Üçüncü Dünya ülkelerine ayrıca değinmeye gerek yoktur, bu ülkelerdeki iktidarlar ve toplumlar yozlaşma konusunda adeta birbiriyle yarış içindedir. Kapitalizmdeki bu genelleşen yozlaşma yeni bir devrim dalgası mı yaratacaktır, yoksa bazı reform uygulamalarıyla atlatılabilecek midir? Bu sorunun cevabı henüz verilmedi, ancak olaylar bu yöne birikiyor.

Sosyalizmin tarihinde iktidar sorununa bakarken Gulag Takımadaları’ndan başka bir şeyi görmeye yetenekli olmayanlar, bozulmadan, yozlaşmadan öteye bir gelişim göremezler. Sosyalizmin ilk iktidar deneyi yetmiş yıl kadar sürdü. Kireçlenen bürokratik yapının kadife devrimler karşısında “kağıttan bir kaplan gibi” dağılıvermesi sosyalist iktidar kavramı ile bürokratik bozulmayı düşüncelerde yapışık ikizler haline getirdi. Üstelik teorik öngörülerimize göre proletarya iktidarı aynı zamanda devletin sönümlenmesinin de ipuçlarını vermeliydi. Ancak yaşanan deneyde böyle ipuçlarını algılamak mümkün olmadı.

Teorik öngörülerle pratik uyuşmayınca, yapılacak iş olayları teoriye uydurma zorlamaları değildir, yaşanan deneylerden yeni teorik dersler çıkartmak gerekir. Yaşanan iktidar deneyinden sadece “iktidarın yozlaşmasının kaçınılmazlığı” ve “iktidar ufkunun terkedilmesi” sonucunun çıkartılması için postmodernizmin zehriyle uyuşmuş olmak gerekir. Tarihten ders çıkartılırsa tekrar etmez.

Bürokratik bozulmanın alın yazısı olmadığı, yetmiş yıllık iktidar dönemi irdelendiğinde görülebilir. Sovyetler Birliği’ni dikkate alırsak, kuruluş ve emperyalist saldırıya karşı savunma (II. Dünya Savaşı süreci) yıllarıyla, özellikle 70’li yıllar sonrası iktidar yapısı arasında önemli farklar vardır. Yazımızın sınırları içinde sosyalist iktidarlardaki yozlaşma konusunda bazı dersler çıkartmak gerekirse, konuyu “iktidarın yozlaştırdığı” gibi kaba önyargılardan kurtarmak gerekiyor. Sosyalist iktidarlar özellikle kuruluş yıllarında büyük görevler başarmışlardır. Ancak öyle bir dönem gelmiştir ki, iç ve dış koşullardaki değişime göre yeniden yapılanma geciktiği ölçüde yozlaşma taşınamaz noktalara gelmiştir. Gorbaçov’un uygulamaları böyle bir yeniden yapılanma girişimiydi, ancak en az yirmi yıl gecikmiş uygulamalardı. O nedenle, su kaynatmış bir motorun kapağını açmak gibi bir etki yarattı. Kapağı açanları yaktı.

Eğer sosyalist iktidar sorununu çok yapıldığı gibi önder kişiliklere birebir bağlayıp ve kişilere göre övmek veya lanetlemek biçiminde ele almayacaksak, sistemin sosyal ve ekonomik yapısındaki gelişme ve tıkanmaları irdelemek gerekiyor. Bu yazı sınırlarında daha önce çıkarttığımız bazı sonuçları 4 özetlemekle yetinelim.

Sosyalizmin iki temel uygulaması, ki teori böyle öngörmüştü, merkezi planlama ve devlet mülkiyeti, kuruluş yıllarından sonraki süreçte tersine işleyen etkiler yaratmaya başladı. Tarihte hiçbir devlet, -tanrı firavunların yönettiği antik Mısır devletleri dahil- böylesine devasa bir güce sahip olmadı. Bu muazzam güç bir dönem çok hızlı adımlar atılması anlamında büyük roller oynadıysa da, kritik dönüm noktalarında kıvrak dönüşler yapamayacak kadar irileştikten sonra, gücünün rakipsizliği onun aynı zamanda en büyük zaafı haline geldi. Zaaflarının toplumdan kendine doğru yansıma yollarını kapattıkça, kendine bakacak bir ayna bulamadı, her yere kendi gölgesini yaydı. Tarih, devlet mülkiyeti ve merkezi planlama uygulamalarının bir sınırı olduğunu gösterdi. Eğer sosyalizm tarihinden bir ders çıkartılacaksa bu sınırların iyi tanınması gerekir.

Bir diğer konu devlet ve parti ilişkisinde her iktidar yılında kapanan ve sonunda tekleşen sürecin yaşanmasıdır. Burada da çok önemli sınırların olduğu ortaya çıktı. Kuruluş sürecinden sonra, devletin çürüyüp bozulmaması için onun dokunamayacağı alanların olması gerekir. Partiler, tüm toplumsal örgütlenmeler sosyalist anayasa içinde devletin dışında bir ağırlığa sahip güçler olmalıdır. “Sosyalist iktidarla halk örgütlenmeleri arasında bir çelişki ve hatta mücadele olur mu ?” sorusunu tarih olumlu yönde cevaplamıştır. Olmayacağını iddia etmek aynı zamanda devletin, tüm doğruların mutlak belirleyicisi olabileceği gibi idealist, hatta Hegelvari bir devlet anlayışına savrulmak olur. Gücün bu ölçüde mutlaklaşması aynı zamanda onun çürümesi de oluyor.

Son olarak, emperyalist kuşatmanın yarattığı, yıllar geçtikçe artan bozulmalardır. “Demir perdeyi” sosyalizm yaratmadı. Tam tersine Soğuk Savaş’ın başında, ana stratejik yöneliş olarak ABD tarafından yaratıldı ve her fırsatta yükseltilip kalınlaştırıldı. Devrimden hemen sonra yaşanan iç savaş ve II. Dünya Savaşı’nda faşizmin saldırısı ve savaş biter bitmez başlayan “Soğuk Savaş”, Sovyetler Birliği yönetiminde aslında I930’lu yılların ortalarında başlayan “her yerde düşman görme” olgusunu paranoya seviyelerine kadar tırmandırmıştır. Evet, aslında her tarafta düşman vardı, Soğuk Savaş’ın kuşatmasında her bulduğu fırsatta sosyalizme saldırıyordu. Böyle bir düşmana karşı her an uyanık olmakla adeta tüm hareket yeteneğini yitirerek her nüansta düşman görüp bizzat halktan kopuşmak başka bir şeydir. Bugünleri ucuz ve kaba değerlendirmek aklımızın ucundan geçmez. Ancak bürokratik azmanlaşmaya uğrayıp sonunda değişim yeteneğini yitiren devletin oluşumuna bu günlerin “katkısını” da iyi çözümlemek gerekir.

Bu konuda pek çok detaya takılmak yerine bir nokta üzerinde vurgu yapmak gerekiyor. Emperyalizmle kuşatılmış sosyalizmin sürekli savunmada kalması, onun hareket yeteneğini büyük ölçüde öldürmüştür. Oysa hem ideolojik olarak, hem güçler değişiminin yarattığı her fırsatta saldırı tavrını sürdürmek, çok daha kıvrak, usta, esnek bir devlet yapısıyla mümkündü. Paslanmayı engellerdi. Saldırıdan kastettiğimiz elbette o günlerin devrimci ortamında çok korkutucu bir uyarı yerine geçen “macera” aramak değildi; psikolojik olarak üstün konumları yakalamak ve her pratik fırsatı değerlendirmektir. Oysa hep emperyalizm saldırdı ve sosyalizm hep uzlaşma, “barış içinde birlikte yaşama” yollarını aradı.

Bu süreç sonunda dünya devrimci hareketleri için olduğu kadar, bizzat Sovyetler Birliği için de durgun bir bataklık yarattı.

İnsanlık bu hatalarının bedelini sosyalist sistemi yitirerek ödedi. Ve bu yıkılış sırasında insanlık tarihinin, en kısa zamanda yapılan en büyük soygunu yaşandı. Yarım yüzyılı aşkın süredir biriktirilmiş toplumsal servet birkaç yılda “özelleştirilmelerle” yağma edildi. Bütün bu olanlardan, iktidarın yozlaştırdığı sonucuna varıp kapitalizm içinde kendini ebedi muhalefet olmaya mahkum etmek, yağmacılığı bir kez daha dizginlerinden boşalan dünya emperyalist sistemine bu dönemde verilebilecek ikinci büyük hediye olur. Birincisini 80’li yılların sonunda Berlin Duvarı’nı yıkanlar vermişti.

Sonuç

Ezilen yığınlar yozlaşan sosyalist iktidarlardan sonra bir kez de “sivil toplum” veya “üçüncü alan” gibi parlak görülen yeni parolalarla “iktidarsızlık” deneyinin çürütücülüğünü mü yaşayacaklar? Bu soruya bugünün gelişmelerinin ışığında “evet” cevabını vermek zorundayız. Sadece iktidarın değil, “İktidarsızlığın” da çürüteceğini geniş yığınlar kendi pratikleriyle görüp öğrenmek zorundalar. Geniş yığınlar böyle öğreniyor. Büyük savrulmalar, keskin çöküşler, bunların sonucu ve bir bilinç sıçramasına yol açan “tarihsel kopuşmalar” yaşanmadan yığınlar öğrenmiyor. Medya büyük bir silahtır. Medya ile yığınlara her şeyin dikte edilebileceği gibi kaba bir sonuca varılabilir. Ancak bunun doğru olmadığını en iyi yıkılan sosyalizm kanıtladı. Sonuç olarak, yozlaşan iktidarlardan sonra bu kez iktidar olamamanın yaratacağı yozlaşma ve çürümeler yaşanacak. Aslında bu çürümeler çoktandır yaşanıyor. Orta Afrika’ya, Ortadoğu’ya, Güney Asya’ya, özellikle Latin Amerika’ya bakınca bu hemen görülebilir.

Bugün devlet ve iktidar konusunda özellikle iki öne çıkan olguyu tespit etmek önem taşıyor. İlki, burjuva demokrasilerinin, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşandığı gibi, yeni bir itibar kaybı sürecinin derinleşmesidir. Sosyalizmin yıkılışıyla burjuva demokrasileri otomatik olarak itibar ve güç kazanmadılar. Seçimlere ilginin gittikçe azalması, parlamento gibi kurumlara güvenin çok düşmesi, hükümetlerin iradesinin olmadığı, onu güdenin ve yönlendirenin derin devlet olduğu konusundaki, yargılar artmaktadır. Hele bu konuda Üçüncü Dünya ülkelerine bakıldığında oralarda tam bir trajikomik demokrasi oyunu oynanmaktadır. Sosyal gelişimin tüm alternatiflerinin yok edildiği, her yolun neo-liberalizme çıktığı günümüz dünyasında, parlamento yenilenmesi ve hükümet değişimleriyle hemen hiçbir şeyin değişmediği her gün daha iyi gözler önüne seriliyor. Burjuva demokrasilerinin bugün en büyük handikabı, tıpkı “tek partili Sovyet sistemini” eleştirdikleri duruma düşmüş olmalarıdır. Ortada çok parti olmasına rağmen, bir tek iktidar tarzı vardır. Bu iktidarı seçim ve parlamento şovları artık eskisi kadar örtemiyor. Tekellerin, tekel gruplarının iktidarı ve onların yeni vurgunlar için aralarındaki çekişmelerinin sahnelendiği tiyatroya demokrasi deniyor, ancak bu oyun her geçen gün daha fazla seyirci kaybediyor.

İkinci eğilim, gerek kapitalizm ve gerekse sosyalizm deneyinden dolayı kitlelerde, henüz tam bir şekle bürünmese de, merkezi iktidarlara, bu yönetim biçimine karşı bir tepki büyümektedir. Bu tepkinin bir yanında, iktidardan (merkezi) vazgeçmek, onun yerine yerelliği öne çıkartmak vardır. Merkez tekellerce işgal edilip kuşatıldığı için, bir yanıyla hem ulaşılmaz görülüyor, hem de kirli alan olarak lanetlenip yerellik öne çıkartılıyor. Bu eğilimin kapitalizmin yeni bir gelişim dönemine denk düşmesi gerçekliği de vardır. Yeni bir tekelci kuşak yetişiyor, bunun yarattığı bir gerilim ve sancı vardır. Öte yandan, kar hadlerindeki düşme, yeni tekniğin büyük bir sıçrama yaratmaması ve sermayenin üretimden spekülasyona kaymasındaki artış, kara ekonomiyi büyütüyor, paylaşım pastası daraldıkça tekellerin içinde ve dışında ekonomik gruplaşmalar artıyor. Bu bölünmelerin sonucunda şirketler varlıklarını koruyabilmek için kendilerine ideoloji yaratıyor ve yekpare gibi görünen pazar bu ideolojik sınır çizgileri ile bölünüyor. Bütün bunlar yönetimde bir yerelleşme eğilimiyle birlikte gidiyor.

Sonuç olarak, burjuva demokrasileri bir yönetim biçimi olarak aşılma sancıları içine girmiştir. Onlar da aşırı şişen devletten, hareket yeteneğini azaltan katı kurallardan şikayetçidirler. Merkezi devletteki bu bozulmanın sonucu, hükümet dışı organizasyonların, yeni bir sivil toplum arayışlarının -ilk arayışlar feodalizmin çözülme sürecinde yaşanmıştı- ortaya çıkması bir anlamda doğaldır. Doğal olmayan bu gelişmelerin ufkunu yanlış yöne çevirmek, iktidar hedefinden vazgeçmek ve yerelliği mutlaklaştırma eğilimleridir. Temsilciler yozlaştıkça temsili burjuva demokrasisi yıpranıyor ve aşılma sancıları içine giriliyor. İnsanlık doğrudan komün demokrasisinden, komün çözülüp ümmetler, toplumlar, uluslar doğdukça temsili demokrasiye geçti. Yeniden bir komün demokrasisi gibi doğrudan demokrasiye geçmek elbette mümkün değildir. Ancak yozlaşan burjuva demokrasileri de olayların gösterdiği gibi “tarihin sonu” değildir.

En genel anlamda insanlığın bilinci geliştikçe yeni biçimlerle doğrudan demokrasiye gidiş ağırlık kazanacaktır. Merkez ve bölgeler arasında yeni ilişki yöntemleri yaratılacaktır. Ancak siyasal yönetim bilindiği gibi bir üretim biçiminin yaratığıdır, kendisi bir türevdir. Bu anlamda mevcut kapitalist düzende doğrudan demokrasiye gidiş imkansızdır. Görünüşte ve olayların zorlamasıyla doğrudan demokrasiye doğru biçimsel ve medyatik adımlar atılırken, tekelci egemenliğin yitirilmemesi için aysbergin görünmeyen yanı, derin devlet güçlendirilmek zorundadır. Bu çelişkinin ne zaman ve nasıl köklü bir siyasal krize -aslında “demokrasi krizine”- dönüşeceğini bugünden öngörmek elbette mümkün değildir. Böyle bir krizin çözümlenmesi ise sadece siyasal biçimlerin değişimiyle değil, kapitalist üretim biçiminin de değişimi ile mümkün olacaktır. “Sivil toplum” oyalanmaları ile ya ömrü daralan burjuva demokrasilerinin doğrudan demokrasi görüntüleri ile ömrü uzatılacak ya da iktidar hedefli mücadele ile bu görüntü yırtılarak kriz derinleştirilecektir.

“İktidar olmadan dünyayı değiştirmek” sırf “sivil toplumun” baskısıyla, burjuvazinin kendi sınıfsal özünün değiştirilebileceği düşüne denk düşer. Elementlerin özünü-yapısını değiştirmek, ancak onların atom çekirdeklerinin nötron bombardımanıyla dağıtılmasıyla mümkün oluyor. Burjuvazinin kendi çıkarları konusunda, atom çekirdeği kadar katı olmadığını düşlemek için elde hangi kanıt var? Sosyalist iktidarlarda sadece yozlaşmanın kanıtını bulanlar ve “iktidar olmadan dünyayı değiştirmeye” soyunanlar, benzer bir biçimde burjuvazinin yapısal bir değişime uğrayabileceğinin kanıtını sunmalıdırlar. Yoksa bu kanıt, yeni dünya düzeninin liderlerinin dilinden düşmeyen “demokrasi” ve “insan hakları” söylemi midir?

Dipnotlar

(1) Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin ideolojik Aygıtları, s. 28

(2) Immanuel Wallerstein, Liberalizmden Sonra, s. 203

(3) John Holloway, İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek, s. 37

(4) Mehmet Yılmazer, Kapitalizmden Sosyalizme Geçiş Çağına Ne Oldu?, s. 297