SINIF MÜCADELESİNİN SORUNLARI: TARİH VE GÜNÜMÜZ – Mehmet Yılmazer
Düşünce ve Davranışta Yol, Sayı 6, Şubat 2005
Giriş
Sosyalizmin yıkılış süreci aynı zamanda “post-kapitalizm” tartışmalarıyla birlikte yürüdü. Kapitalist üretim biçimindeki bazı değişimler abartılı yorumlarla neredeyse “kapitalizm ötesi”ne kadar vardırıldı. Bilim ve teknikteki etkileyici gelişmeler, bilgisayarın yarattığı “iletişim çağı” olmadık düşlerin kurulmasına neden oldu.
İşçi sınıfı iktidarları yıkılırken, aynı zamanda kapitalizmde yaşanan bazı yapısal değişimlerle, kapitalist üretim biçiminin simgesi olan devasa fabrikalar ve buralara yığılı işçi sınıfı erimeye başlayınca, “post-kapitalizm”den söz etmek ve “proletaryaya elveda” demek moda haline geldi.
Yeni Dünya Düzeninin hemen hemen ilk on yılı sonradan havaya uçan düşlerle birlikte yürüdü. Bilgiye bu ölçüde rahat ulaşabilme ve tüm yeni teknikleriyle informatik çağı, dünyada bir zenginleşme ve demokratikleşme yaratacaktı. “Elveda proletarya” söylemleri ile post-kapitalizm tanımlamaları birlikte yürüdü. Yıllar aktıkça yeni tekniğin büyüsü dağılırken, beklenenlerin tam tersi gelişmeler yaşanmaya başlandı. Bilgi, yine dev tekellerin elindeydi, dünyadaki kutuplaşma hızla derinleşiyordu ve paylaşım savaşları hızlanıyordu.
“Süper güç” dünyanın son elli yılda oluşturduğu bütün uluslararası kuralları bir kenara iterek kendi keyfi davranışını dünyaya dayatınca “değişim”, “post-kapitalizm” kavramları üzerinden yaratılan yanılsamalar acı, bir yönüyle değişmeyen gerçekler tarafından parçalandı.
Dünyada, özellikle 1980’li yılların sonlarından itibaren pek çok şey değişiyordu. En kaba bakışla bile görülebilen bu değişimin niteliği ve derinliği neydi? Bu soru günümüzün en önemli sorusudur, ancak cevabı yüzeydeki anaforlara dayanılarak verilirse yanılgılar kaçınılmazdır. Bu yazıda sınıflar mücadelesi açısından nelerin değiştiğini ve sınıflar savaşı üzerindeki olası etkilerini irdelemeye çalışacağım.
1980 sonrası dünyaya kabaca bakınca kapitalist anayurtlarda ünlü refah devletlerinin eridiğini, sosyalizmin yıkılışından sonra hızla sosyalist partilerin güç yitirdiğini ve hatta çoğunun buharlaşıp yok olduğunu, bununla kalmayıp güçlü işçi sendikalarının zayıfladığını, işçi hareketinin büyük güç kaybına uğradığını görmek mümkündür. M. Thatcher döneminde ünlü maden işçileri grevi sanki bir dönem sürüp gelen mücadele tarzının sona erdiğinin işaretiydi.
Öte yandan, Sosyalist sistemin yıkılışıyla bir anda Balkanlar ve Kafkaslar’ı ulus ve etnik kimlikli mücadeleler kapladı. Bu rüzgâr her bölgede kendi rengine bürünerek dünyanın çeşitli bölgelerinde esti, hızı yavaşlaşa da hala esmeye devam ediyor. Bu olgular üst üste gelince dünün dünyasının en belirgin özelliği olan sınıflar mücadelesi sanki tarih olmuşa döndü. Bu yönde o kadar çok yorum yapıldı ki, sınıflar mücadelesi döneminden söz etmek dinozorlukla eş tutuldu.
Elbette pek çok değişim yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. Bugün vurgulanması gereken bir on beş yıl toz dumanın arasında görünmez hale gelen sınıflar mücadelesinin yavaş yavaş yeni bir tempo kazanmaya başlamasıdır. Bunun en keskin ilanı Arjantin olaylarıdır. Neoliberal politikaların çöküşünün de ilanı olan Arjantin’deki ayaklanma aslında sözde “informatik çağı”nın yarattığı hayallerin de kırılıp dökülmesinin miladıdır. Irkçı beyaz yönetimden Mandela’nın Kongre Partisi’nin iktidara gelmesiyle kurtulan Güney Afrika, yarım milyonu aşkın katılımla tarihinin en büyük işçi eylemini yaşadı. Kapitalist anayurtlarda ise sosyal refah geriledikçe işçi ve çalışanların eylemliliği artıyor. Ancak bütün bu gelişmelere rağmen eylemler ve mücadelenin havası “eski güzel günlerdeki gibi değil, o seviye ve etkinin çok uzağında.
Sınıf mücadelesindeki gerileme ve değişimin başlıca iki nedeni öne çıkartılmalıdır. İlki ve en önemlisi kapitalizmde yaşanan yapısal değişimdir. İkincisi, sınıflar mücadelesinin deneylerinden çıkartılan derslerdir. Mücadelenin tarihine ve geleceğine başlıca bu iki açıdan bakmak gerekir.
Kapitalizmde Sınıflar Mücadelesi Tarihine Kısa Bakış
Sınıflar mücadelesi kapitalizmle başlamadı, ancak bizim konumuz kapitalizm koşullarında sınıf mücadelesinin geçirdiği süreçlerle sınırlı. Kapitalizm, bir üretim biçimi ve toplumsal yapı olarak ortaya çıkışından günümüze kadar oldukça önemli değişimler geçirmiştir. Yaşadığımız günlerde de yine böyle bir tarihsel değişim konağının içinden geçiyoruz. Bu değişim pek çok yönüyle görülüp hissedilse de henüz egemen bir dönem olarak kendini ortaya koymadığı için, yaşadığımız günlerin temel özelliği belirsizliktir.
Günümüzden kapitalizmin geçmişine baktığımızda başlıca iki ana dönem yaşandığı hemen görülür. İlki, kapitalizmin manifaktür dönemidir. Henüz büyük kentler oluşmamış, üretim evlerde veya atölyelerde iş aletleriyle yapılmaktadır. İkincisi, fabrika dönemi veya sanayi kapitalizmidir. Nüfus hızla kentlere göçerken üretim büyük fabrikalara yığılmıştır. İş aletlerinin yerini makineler almaya başlamıştır. Bu dönem yakın tarihe kadar gelmiştir. Gelişmiş kapitalist ülkeleri ölçü alırsak bu dönem 1970’li yılların ortalarına kadar egemen bir yapı olarak yaşamıştır. Özellikle 1980’li yıllarla birlikte köklü değişimler yaşanmaya başlamıştır. Bu döneme pek çok isim verildi. En tutulanı “informatik çağı” yakıştırmasıdır. Biz bu yeni döneme hizmet kapitalizmi dönemi diyeceğiz. İmalat sanayindeki devasa yığılma çözülmeye başlamış, ağırlık her türden hizmet sektörüne kaymaya başlamıştır.
Kapitalizmin ilk iki döneminde sınıflar mücadelesi oldukça farklı özellikler taşımıştır. Günümüzde de önemli bir değişim sürecinin içinde olduğumuz çok açıktır. Bu gerçeklikten dolayı sınıflar mücadelesi ve özellikle işçi sınıfının durumu ve geleceği ile ilgili tartışmalar canlılığını koruyor. Bir geçiş dönemi yaşandığı için bu konudaki düşünceler geniş bir yelpaze oluşturuyor. Günümüze gelmeden önceki iki ana dönemi irdelemeliyiz. Tarih günümüze sınırlı ölçüde de olsa ışık tutacaktır. Şüphesiz ki, esas çözümlemeler günümüz pratiğinden çıkacaktır.
Manüfaktür Kapitalizmde Sınıf Mücadelesi
Bu dönem, Marx’ın Kapital’de belirttiği tarihleri temel alırsak, 16. yüzyılın ortalarından buharlı makinelerin üretime girmeye başladığı yıllara 1780’lere kadar sürmüştür. Hemen hemen iki yüz yılı biraz aşkın bir zaman dilimidir.
Bu dönemde kapitalist üretim sadece evlerde ve atölyelerde yaygınlaştı. Hatta manifaktür üretim daha çok güçlü loncaların olmadığı kırsal alanlarda gelişti. 1 Liretim tekniği olarak henüz ortaçağın seviyesini aşmayan bu yıllarda değişen üretim biçimiydi. Dünyadaki büyük değişimler, özellikle Latin Amerika’nın yağmasıyla başlayan yeni zenginlik ve ticaretin artışı üretimi lonca sınırları dışına zorladı. Yeni üretim biçimi, yaygın bir şekilde eve iş dağıtımı ve atölyelerde toplu üretim, bir yandan eski lonca üretimini yıkıma iterken, aynı zamanda da kendi sınırlarını da aşmaya zorlanıyordu. Bu dönemin üretim biçimi olarak en temel özelliği henüz üretim araçları olarak eski dönemin seviyesinde kalması ancak üretim biçimi olarak köklü bir değişim yaşamasıdır. Kalifiye işçi (ya da o günkü adıyla zanaatkâr) ve iş aletleri üretimin iki temel unsurudur. Bu Süreç buhar gücünün üretime girişine kadar sürmüştür.
Kapitalistler nasıl dünkü sınıfların içinden doğduysa işçi sınıfı da değişik bir yol izlememiştir. Tüccarların bazılarının üretime el atanları, derebeylerin yeni gidişe ayak uyduranları, kırda “özgür çiftçiler” arasından çıtayı atlayabilenler yeni üretim sisteminin egemen sınıfını oluşturmaya başladı. İşçiler de, konumunu yitiren zanaatkârlardan ve özellikle kırlardan kopan köylülerden derleniyordu. Kapitalizmin bu ilk gelişim döneminde işçi sınıfının oluşması basitçe sadece yeni üretim yerlerinde eski köylülerin konumlanmasıyla oluşmamıştır. Tam tersine üretimin yeni tipinin gerektirdiği disipline göre sınıfın şekillenmesi uzun süren muazzam bir kavgayı gerektirmiştir. Kapitalizmin bu ilk gelişme sürecinin en tipik özelliği, hemen her Avrupa ülkesinde tarihi değişse de uygulaması benzer olan “serseriliğe karşı yasalar”dır. 16-18. yüzyıllar arasını kapsayan bu “serseriliğe karşı” mücadele aslında, eski kökünden kopan nüfus kitlesinin yeni üretim biçimine uydurulma kavgasıydı. “İşsiz güçsüzler” “çalışma evlerinde” toplandı. Bu evler yeni burjuvazinin işgücü kaynağını oluşturan alanlar oldu. Hatta “öksüz evleri” çocuk işgücünün üretime zorla sokulduğu aracılar olarak iş görüyordu. Bu süreç her bakımdan kapitalizmin en vahşi dönemidir. Okyanusun öbür yakasının korkunç yağması, halkların katliamı sürerken, bizzat Avrupa’da da kendi insanının yeni üretim biçimine uydurulması için en zorba metotlar hemen hemen iki yüzyıl gündemde kaldı.
Bu dönemdeki sınıflar mücadelesine baktığımızda oldukça seyrek bir mücadele tablosu ortaya çıkar. İşçi sınıfının mücadele tarihine baktığımızda ilk kayda geçen eylemlilik 1345’de İtalya Floransa’da yün tarayıcı işçilerin sendikalaşma çabasıdır. Bu girişim ölüme mahkûm edilince işçiler işyerlerini terk ederek tepki göstermiştir.
Tarihsel olarak kapitalizmin sınırları içine girildiğinde ilk önemli işçi eylemleri Paris, Lyon matbaa işçilerinin 1540-41’deki grevleridir. Ev işçilerinin ilk yaygın eylemi 1627’de İngiltere Lancashire’de, 1637’de Colchester’de yaşanmıştır. Ardından silah manifaktürlerinde 1640’da grevler yaşanmıştır.
Bu dönem işçi hareketinde çok önemli bir moment 1789 Temmuz-Ağustos “belediye devrimi”ne plebyen kitlenin eylemlerle doğrudan katılmasıdır. Çalışan yoksul kitlelerin mahalli olarak da olsa ilk kez bir yönetim deneyidir. Ayrıca işçi kitlelerinin iki ay sonra Versay’da tezgâhlanan karşı devrime tepki olarak 5-6 Ekim’de saraya yürümeleri ve bu girişimi boşa çıkartmaları sınıfın ilk politik deneylerindendir. (Ponomarev s. 113) Fransız devrimi tüm Avrupa’da işçi hareketi üzerinde derin bir etki yaratmıştır.
Kapitalizmin manifaktür döneminde en önemli işçi hareketi makine kırıcıları hareketidir. Bu hareket 1790’larda ortaya çıkışı, 1811-1812’de tepe noktasına tırmanışı ve 1830’larda sona erişiyle kırk yıllık bir süreci kaplamıştır. Leicestershirelı bir kalfa olan Ned Ludd liderliğinde başladığı için Luddculuk diye de anılır. (Ponomarev, s. 194) Bütün Luddcu bildiriler “General Ludd” imzasını taşımıştır.
Aslında bu hareket zamanlama olarak manifaktür döneminden çok sanayi kapitalizmi dönemine girer. Ancak doğuş nedenleri ve karakteri açısından manifaktür dönemi kapitalizmini temsil etmektedir. Bu nedenle işçi sınıfı mücadele tarihinde çok önemli bir dönüm noktası olan makine kırıcılığını kapitalizmin manifaktür döneminde ele alacağız.
Luddculuğun omurgasını oluşturan hareketler onun genel tarihsel anlamını da ortaya koymaktadır.
“1811-1817 yılları arasındaki asıl Luddculuk üç yöre ve üç meslekle sınırlıydı: West Riding (ve kırpıcılar), güney Lancashire (ve pamuklu dokumacıları) ve Leicestershire ve Debyshire’in kimi yörelerini kapsayacak şekilde Nottingham’da odaklaşan makineli örücüler.
Bu üç gruptan kırpıcılar ya da kırkıcılar kalifiye ve ayrıcalıklı işçilerdi; yünlü kumaş işçilerinin aristokrasisini oluşturuyorlardı. Bu arada dokumacılar ve makineli örücüler, zanaata ilişkin gelenekleri eski, statüleri gerilemekte olan, dışarı işi yapan kişilerdi. Halkın hayalindeki Luddculara en yakın düşen kırpıcılardı. Makine ile doğrudan çatışma halindeydiler ve hem kendilerinin ve hem de işverenlerinin çok iyi bilindiği gibi makine kısa sürede onların yerini alacaktı.”
Luddculuğun doğuş yerinin bugünkü adıyla tekstil sanayisinde olması rastlantı değildir. O günlerin en yaygın üretim alanı ve doğal olarak makinelerle ilk tanışan sanayidir. Makineler zanaatkâr ve işçilerin elinden hünerlerini aldıkça bu büyük bir tepkiye, makine kırıcıları hareketine dönüşmüştür. Bu hareket, kırk yılı kapsayan dönemde, makine hangi üretim alanına girdiyse orada hemen ortaya çıkmıştır.
Bu hareketle ilgili kabaca düşünülürse başıbozuk bir kırıp dökme hareketi akla ilk gelen olur. Oysa son derece disiplinli, eylemleri iyi planlanmış, gizli ve genellikle doğrudan zora dayalı bir harekettir. Luddcu birliklere yeminle girilirdi ve bu etkili yemin törenleri o dönemin kültüründe zaten önemli bir yere sahipti.
Ayaklanmalarla birlikte gelişen makine kırıcılığı’ daha sonraları iyi planlanmış hedeflere yönelen, geceleri köyleri dolaşan küçük hareketli birliklere dönüştü. (Thompson, s.666) Bu eylemler sadece makineleri hedef alıp kırıp dökmekten ibaret değildi, örneğin ücret düşmesine ve yeteneksiz acemilerin makinede çalıştırılmasına karşı eylemler yapıldı. Ücretin düşük tutulduğu makineler kırıldı, diğerlerine dokunulmadı. (a.y. s.667)
Luddculuk kendi gelişimi içinde 1811-12 yıllarında bir tepe noktasına ulaşmış sonra gerilemeye başlamıştır. Bunun nedenlerini Thompson şöyle sıralıyor:
“1812 Şubatının ilk haftasında Orta İngiltere’deki Luddculuğun bu başlıca safhası sona erdi. Bunun üç nedeni vardı. Birincisi, Luddcular kısmen başarılı olmuşlardı; çorapçıların çoğu daha iyi ücret ödemeyi kabul etmiş ve ücretler genel olarak haftada iki şiline kadar arttırılmıştı. İkincisi, artık o sırada bölgede özel polis gücü ve yerel bekçi gruplarınca desteklenmiş birkaç bin asker bulunuyordu. Üçüncüsü, makine kırmayı, cezası idam olan bir suç haline getiren Yasa Tasarısı şimdi Parlamentonun önüne gelmişti ve Luddculuk yerini aniden anayasal ajitasyona bıraktı.” (a.y. s.669)
Luddcu hareketin bazı başarıları ve düzenin aldığı yeni tedbirler makine kırıcı hareketi bir dönüm noktasına getirdi. Tarihsel olarak baştan yenilgiye mahkûm bu hareketin işçi sınıfının mücadele tarihindeki yeri ve anlamı nasıl yorumlanabilir? Makine ve teknik gelişim el alet ve işine göre “ilerleme” demektir. Bu durumda makine kırıcılığı tarihe bir “gericilik” olarak mı geçmiştir? Bu sorunun cevabını bugün yeniden gözden geçirmek yararsız sayılamaz. Bugün bırakalım teknik gelişmeyi, genel olarak aydınlanmanın “ilerleme” kavramı yargı sandalyesine çoktandır olaylar tarafından oturtulmuştur. Hele sanayileşmenin aynı zamanda doğal felaketlere yol açtığı bir dönemde tarihe bu yönden bir kez daha bakmak gerekli hale geliyor.
Örneğin E. J. Hobsbavvm’a göre makine kırıcılar “yoksullaşan işçilerin kör öfkesi” ve “Luddcular kendileri teknik gelişim düşmanlarıdır.” (Ponomarev, s. 196) Oysa aynı makine kırıcıları tarihsel olarak düşük ücrete ve korkunçlaşan iş koşullarına karşı mücadeleyi başlatan öncülerdir. Ünlü “on saat hareketinin” öncüleri Luddculardır. On Saat Yasa Tasarısı I847’de kanunlaştığında artık Luddcu Hareket yoktu, ancak bu hareketi yaratan makine kırıcılarıdır.
Makine kırıcıları karşılarına çıkan dev buhar makinelerine savaş açarken sadece teknik gelişim düşmanlığı mı yapmış oldular?
Bu isyan ilk olarak, işçilerin yeteneklerinin elinden alınmasına bir tepkidir. Makine kırıcıların hemen tümü yetenekli-kalifiye usta ve kalfalardır. İngiltere’deki harekette yün tarayıcılarının özel bir yeri vardır. Bu meslek doğrudan dokunan yünün kalitesini belirlediği için özel bir yere sahipti. Sanayi kapitalizmi ile ortaya çıkan bu süreç -makineleşme- aynı zamanda işçinin niteliksizleştirilmesinin de adıdır. İş aletine egemen olan ve meslek hüneri ile işini belli bir “aşk” ile yapan zanaatkar, manifaktür kapitalizmiyle önce atölyelere yığıldı, sonra makineler karşısında tüm hünerini yitirerek, onların basit bir uzantısı haline geldi. Bu niteliksizleştirmeye tepki aslında son derece insanidir. Evet, teknik gelişiyordu, ancak buna karşılık üretici insan kaybeden bir konuma girdiğini içgüdüsüyle anlamıştı.
İkinci olarak, makine kırıcılığı konum-statü kaybına karşı bir isyandır. Manifaktür dönemin usta ve kalfaları sadece çalışan bir işçi değil, aynı zamanda yılların kazandırdığı bir statüye sahiptiler. Bu işçiler genellikle henüz iş zamanının esiri değillerdi. İşlerini yapmak için gelir, bitirince giderlerdi. Çalışanlar arasında toplumsal bir yere-statüye sahiptiler. Makineler aynı zamanda onların bu konumunu da yerle bir edip, bütün çalışanları “eşitliyordu”. Bu eşitlenme sonuç olarak değersizleştirme temelinde yaşandığı için olumsuz bir eşitlenmeydi, tüm çalışan kitlesine modern köleliğin kapılarını açıyordu. Manifaktür dönemin işçileri bugünün korkunç tüketim toplumunun insanlara kazandırdığı “kazan ve tüket” hastalığından çok uzaklardaydılar. Geçimlerini temin ettikten sonra çalışmazlardı. Boş zamanlarına, eğlencelerine düşkündüler. İngiltere’de 18. yüzyılın son çeyreğini kapsayan dönemi işçiler “neşeli günler” olarak anarlar. Bu günler işverenlerin “işçilerin peşinden koştuğu” bir “altın çağ”dı. (Thompson, s.438) Makineler, işverenleri bu henüz iş kölesi haline getirilememiş işçilerden kurtarıyor, emeğin yeteneğini yok ederek onları emek karşısında özgürleştiriyordu. Emeğinin niteliği ile bir konum sahibi olan işçiler ise bu niteliklerini yitirip, makinelerin kölesi haline geliyordu. Bu “altın çağın” yitirilmesine isyan etmekten başka ne yapılabilirdi?
Üçüncü olarak, çalışma koşul ve saatlerini önemli ölçüde kendileri belirleyen nitelikli işçiler, makinelerle bu ayrıcalıklarını yitirmekle kalmayıp, çok korkunç yeni çalışma koşullarına zorlanıyorlardı. En beter koşullarda 15-18 saat çalışma, makinelerin üretime girmesiyle hemen kural haline geldi. Ancak kırk yıla yakın bir mücadele ile on saat çalışma günü makine silahıyla kuşanmış işverenlere kabul ettirilebildi.
Makinelerin üretime girmesinin ilk etkisi çalışma koşullarının olağanüstü kötüleşmesi sonucunu yaratmıştır. Niteliksizleşen emek insanlık dışı koşullarda çalışmaya zorlanmıştır. İşin bir yetenek, beceri olmaktan çıkıp bir aşağılamaya dönüştüğü makineleşme dönemi kaçınılmaz bir şekilde tepkileri yükseltmiştir.
Makine kırıcılığı, zanaatkârlıktan modern işçiliğe sürüklenen çalışan kesimin esasında teknik gelişmeyle ortaya çıkan ve alın yazısı haline gelen emeğin niteliksizleşme-değersizleşme sürecine karşı uzun ve radikal bir direnişidir. Teknik gelişimi bazı bölgelerde çok geçici olarak yavaşlatmaktan öteye bir sonuç yaratamamıştır. Sorunun makinelerde değil, kapitalist üretim biçiminde olduğunun kavranması uzun bir mücadele gerektirmiştir. Luddculuğun başıbozukluk olarak kavranması büyük yanılgı olur. Örgütlenmeler son derece disiplinli ve gerektiğinde çok radikaldir. Ancak hangi ortamda ve nasıl bir düşmana karşı mücadele edildiğinin bilinci henüz kazanılmamıştır. Luddculuk sınıf mücadelesinin bir dönemden diğer döneme geçişini temsil etmektedir. Bir kopuştur, yeni bir doğuşu temsil eder.
Kapitalizmin iki yüz yılı aşkın manifaktür dönemindeki sınıflar mücadelesine bakarsak bugüne de ışık tutabilecek bazı önemli sonuçlar çıkartılabilir.
Önce bu dönemde gerçek bir sınıf mücadelesi henüz yoktur. Çok sınırlıdır. Gittikçe ev işinin ve atölye işinin yaygınlaşması yaşanmasına ve bu anlamda ücretli işçi şekillenmesine rağmen işçi sınıf mücadelesi henüz doğuş aşamasındadır. Bu dönemin işçilerinin büyük bir bölümü eve iş alarak çalışmaktadır. Böyle bir işçileşmeden sınıf mücadelesinin çıkmasının çok zor olduğunu kapitalizmin bu ilk dönemi göstermiştir.
Öte yandan, atölyelerdeki üretim belli bir yoğunluk kazanmış bir işçi kitlesi yaratsa da, bunlar nitelik olarak hala zanaatkardır. Bu yetenekli işgücü kendisi iş koşullarının kölesi haline gelmedikçe, yani niteliğini yitirip, zorunlu çalışma koşullarının esiri olmadıkça sınıf davranışı ortaya çıkmamıştır. Zanaatkar bilinci ve psikolojisi atölyelerde toplu çalışılsa da, bir sınıf davranışı yaratmamış, tam tersine bunun kaybedilmesi sınıf mücadelesinin doğuşu için yolları döşemiştir.
Luddizm esas olarak çok dar meslek örgütlenmeleri olarak -dokumacılardan bıçakçılara kadar- ortaya çıkmıştır. Konum ve nitelik kaybına karşı mücadele sırasında bu dar meslek yapıları çok aşılmamış, hatta sıkı korunmuştur. Ancak makineler iş niteliğini silip süpürdükçe dar meslek sınırları gittikçe anlamsızlaşmış, bunlar arasındaki rekabet gücünü yitirmiş ve sınıfın oluşumu gelişmeye başlamıştır. Sadece ücretli işçilik otomatik olarak sınıf mücadelesi yaratmamıştır.
Makine kırıcılığı işçi sınıfının mücadele tarihinde zanaatkârlıktan modern proletarya mücadelesine bir geçişi temsil eder. Manifaktür dönemde ev işi ve atölyelerde yaygınlaşan ücretli emeğin modern proletarya mücadelesine sıçraması için iki yüz yıl gibi uzun ve adeta sessiz bir birikim döneminin yaşanması gerekmiştir. Luddculuk bu birikim döneminin kapandığının ve artık yeni tarihsel bir mücadele döneminin açıldığının ilanı anlamına gelmiştir. Eskinin pek çok alışkanlığını taşısa da yeniye dair filizler de barındırmıştır. Ancak sınıflar mücadelesi tarihine baktığımızda proletaryanın modern sendikal mücadelesi doğrudan bu Luddcu Birliklerin bir devamı olmamıştır. Sendikalar daha çok Luddcu Birlikler dışında şekillenmiştir.
Sanayi – Fabrika Kapitalizmi Dönemi
Aslında işçi sınıfı mücadelesiyle ilgili söylenen, yazılan ve yaşananlar bu dönemle ilgilidir. İnsanlık tarihine damgasını vuran, bildiğimiz veya bir alışkanlıkla algıladığımız sınıf mücadelesi deneyleri bu döneme aittir. 19. yüzyılın başından 1970’lerin sonlarına kadar yüz seksen yılı kapsar. Bu dönem buhar gücünün üretime girmesiyle açılmış, elektrik ve petrol enerjisinin devreye girmesiyle zirveye çıkmış, 1970’lerin ortalarında devreye giren yeni üretim teknikleriyle birlikte inişe geçmiştir. Elbette sınıflar mücadelesinin iniş çıkışlarını sadece üretim teknikleriyle açıklamak mümkün değildir. Ancak bizim irdelediğimiz, sınıf mücadelesinin gündelik iniş çıkışları değil, kapitalizmin ana dönemlerine göre şekillenmesidir.
Sanayi veya fabrika kapitalizmi döneminin özeliklerini hatırlayarak başlayalım. Bu dönemde artık iş aletlerinin yerini hızla makineler almıştır. Bu süreç özellikle elektrik enerjisinin devreye girmesiyle yeni bir ivme kazanmıştır. Basit makinelerden robotlara geçilmiştir.
Makineler geliştikçe emeğin niteliksizleşmesi de hızla artmış, üretimde ki yeri detaylı iş bölümüyle basit hareketlerin tekrarına indirgenmiştir. 1910’larda Taylorizm, 1950’lerde Fordizm ile işçinin üretimdeki yeri niteliksizleşmenin zirvesine tırmanmıştır.
Sınıfın konumu manifaktür döneminden çarpıcı bir şekilde farklı özellikler kazanmıştır. Kentlere ve fabrikalara yığılma en tipik özelliktir. Kırlar istikrarlı bir şekilde boşalmış, büyük kentler ve buralarda işçi semtleri şekillenmiştir.
Modern proletaryanın doğuşu şöyle yıllandırılabilir. İngiltere’de bu doğuş, 1760-1830 yıllarını; Fransa’da, 1789-1848, Almanya’da, 1800-1850, Amerika’da 1780-1860, Rusya’da 1840-1860 Aralığını kapsar. (Ponomarev, s. 123) Kıta Avrupası’nda bu yıllar sadece burjuva devrimlerine denk düşmez aynı zamanda fabrika üretimine geçiş sürecini kapsar. Ücretli emeğin görünmeye başlamasıyla işçi sınıfı mücadelesinin tarih sahnesindeki yerini almaya başlaması çok farklı süreçlerdir. İşçi sınıfı mücadelesinin sahneye girişi esas olarak sanayi kapitalizmiyle birliktedir.
Günümüz sınıf mücadelesi, içinden çıkıp geldiği sanayi kapitalizmi döneminden oldukça farklı özellikler taşımaktadır. Ancak buradan kalkarak sınıflar mücadelesi tarihinin hatalı yorumlanmasına varmak günümüzdeki çarpıcı değişimleri aydınlatmayacağı gibi, geleceği de karartır.
Günümüzde işçi sınıfı çeşitli yollardan inkâr ediliyor, fakat benzeri hatalı yorumlar geçmişe de uzatılmaktadır. Engels’in “fabrika işçisi, sanayi devriminin ilk çocuğu, başlangıçtan bugüne kadar İşçi Hareketi’nin çekirdeğini oluşturdu” tespitine karşı Ayşe Buğra, “Hikâyenin merkezinde fabrika yok” diyor. Kanıt “Sanayi Devrimi’ni izleyen süreç boyunca, çalışan kesim içinde sayısal olarak en önemli grup tarım işçileriydi… Sayısal olarak ikinci önemli grup ev hizmetinde çalışanlardı.” Sonuç: “Yani hikâyenin merkezinde fabrika yok”tur. (Thompson’a Önsöz, Buğra, s. 22) “İşçi Hareketi” ile “sayısal işçi”nin çok farklı şeyler olduğunu kavramak için tarihe sınıflar mücadelesi açısından bakmak gerekir. Sorun ücretli çalışanların sayısını tespit etmekse, bu bir bilgi değeri taşır, ancak kapitalizm koşullarında işçi sınıfı mücadelesinin doğuş ve gelişimi için özel bir değere sahip olmaz. Engels’in dediği gibi “işçi Hareketi’nin çekirdeğini” “fabrika işçileri” oluşturmuştur. İşçiler fabrikalara yığıldıkça buradan inatçı ve sürekli bir sınıf hareketi doğmuştur. Sayıları bir dönem “çok” olan “tarım işçileri” ve “ev hizmetlilerinin” sınıflar mücadelesinin doğuş ve şekilleniş tarihinde hiç de özel bir yeri yoktur. Hele “ev hizmetinde” çalışanların bu tarihte hiçbir özel yeri olmamıştır.
İşçi sınıfı mücadelesinin siyasal bir kimlik kazanmasına kadar geçirdiği başlıca aşamalar şöyle özetlenebilir. İlk doğuş: Makine kırıcılığı; bu süreçle birlikte, ilk işçi birlikleri ve illegal sendikalar dönemi; ardından işçi hareketinin bağımsız bir kimlik kazanması ve son olarak siyasileşmesidir. Ünlü İngiliz publarında iş çıkışı yapılan görüşmelerden doğan ilk birlikler daha sonra sendikalara kadar büyümüştür. İşçi sınıfının mücadele tarihinde sendikaların doğuşunun özel bir yeri olduğu açıktır. Hemen her ülkede bu doğuş önce kanun dışı-illegal yaşanmış daha sonra hukuki olarak tanınmıştır. Demokrasinin ana vatanlarından İngiltere’de bile sendikalar 1800-1825 arası bir çeyrek yüzyıl illegal mücadele yürütmüştür.
Sanayi kapitalizmi dönemindeki işçi sınıfının mücadelesi yeterince biliniyor. Bazı önemli sıçrama noktalarını hatırlamakla yetinelim. İşçi sınıfının ilk kez bağımsız siyasal bir hareket olarak tarihteki yerini alması şüphesiz çok önemli bir basamaktır. Bu dönüm noktalarından birisi Fransa’da 1830 Temmuz devriminde işçi sınıfının yer almasıdır. “Üç harika gün”de Bourbon iktidarı çöktü. Ancak burjuvaziye güvenen işçiler bu “harika” günlerden somut bir şey kazanamadı, burjuvazinin ihanetiyle bağımsız davranma bilincini kazandılar. Ardından Kasım 1831 ’de Lyon’daki grevi ordunun bastırması, bin ölü ve yaralı, tepki olarak kentin işçiler tarafından işgali işçi sınıfının burjuvaziden kopuşma adımları oldu. Benzer bir süreç İngiltere’de 1838- 1839 yıllarında genel oy hakkı ile bağımsız bir çizgi yaratma çabasında olan Chartist Hareketin doğup gelişmesiyle yaşandı.
Bütün bu gelişmelerin gelip biriktiği nokta I848’de Komünist Ligin kurulmasıdır. Sınıf hareketi artık bir program ve hedefe sahiptir. Aradaki yenilgileri elbette unutmadan 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın ilk yarısı, işçi sınıfı hareketinde uzun ve büyük bir yükselme dönemini temsil eder. 1848 Komünist Manifesto ile başlayan, Paris Komünü ile ilk iktidar deneyini yaşayan siyasal iktidar hedefi güden işçi hareketi 1950’lere gelindiğinde dünyanın üçte birinde egemen olan Sosyalist Sisteme sahip olmuştu.
Kıta Avrupa’sını dikkate aldığımızda sınıflar savaşında “68 ayaklanmasından sonra bir durulma egemen olur. İşçi sınıfı mücadelesinin fabrika kapitalizmiyle gelişmesinin başlıca nedenlerine vurgu yaptıktan sonra, “68 ayaklanması” sonrası durgunlaşmasının nedenlerini ve daha sonra da girdiği yeni dönemin özelliklerini çözümlemeye çalışalım.
İşçi Sınıfı Hareketinin fabrika Kapitalizmi ile Doğuşu
- İşçi sınıfının oluşumunda manifaktür kapitalizmi ücretli emeğin yaygınlaşmasını sağlamıştır. Atölyelere toplanan, çoğu eski lonca usta, çırak ve işçileri bir yanda; öte yanda ise eve iş alarak bütün ailenin işçi haline gelmesiyle ücretli işçilik hızla yaygınlaşmaya başlamıştır. Ancak ücretli işçiliğin yaygınlaşmasından bir işçi sınıfı hareketine geçmek için eski lonca kabuğu, gelenekleri ve hatta usta ve kalfaların imtiyazlı konumunun tasfiye olması gerekmiş Manifaktür dönemi kendinden önceki üretim ilişki ve alışkanlıklarıyla iç içe yaşanan bir süreçtir, fabrika kapitalizmi ise radikal-fırtınalı bir kopuştur. Bu kopuş yaşanmadan bir işçi sınıfı hareketi doğamazdı. İki yüz yılı aşkın süren manifaktür dönemde yaşanan işçi eylemliliği çok sınırlıdır. Neredeyse bu eylemliliklerin tümü bir dönem ve isme yoğunlaşmıştır. 1790-1830 dönemini kapsayan makine kırıcıları hareketidir. Böylece bir işçi sınıfı hareketi şekilleniyordu. Aslında bu yaşanan kendinden sonraki tarihsel dönem için bir doğum sancısıydı. Çünkü yeni işçi sınıfı hareketi aynı zamanda makine kırıcılarıyla da tarihsel bir kopuş yaşamak zorundaydı.
- Sınıf Hareketinin doğuşunun diğer önemli maddi temeli makinelerle emeğin niteliksizleş İşgücü niteliğini -iş yeteneğini- koruduğu sürece işverene karşı belli ölçüde bağımsız bir konuma sahip olabiliyordu. Bir dönem -ki işçiler bu günlere “neşeli günler” adını vermiştir- manifaktür patronları böyle işçilerin peşinden koşuyordu. Hatta işi “onların ayağına götürdükleri” bile oluyordu. Bu dönem I830’lu yıllarla birlikte kapanmış, peşinden koşulan nitelikli ustalar işsiz kalmış, pazarlarda satıcılığa başlamıştır. Bu konuyla ilgili pek çok acıklı hikâye anlatılır. Öte yandan, bu dönemin işçi birlikleri dar meslek gruplarına göre şekillenmişti. Daha da öteye “bu birlikler birbirlerine karşı konumlandılar, bu yüzden iş pazarındaki yükselen rekabetle baş edemediler.” (Ponomarev, s.22l) “Usta ve kalfa birlikleri sendikal hareketin doğuşunda öncü bir rol oynasa da, buna rağmen daha sonra gelişen sendikal harekete ayak uyduramadılar.” (a.y. s. 220) Niteliksizleştirilen işgücü, konumunu güçlendirmek için eski kalfa birliklerinden farklı davranmak zorundaydı. İş pazarında rekabet kendisi için ölüm demekti, rekabete sokacağı düz -niteliksiz- emeğinden başka hiçbir şeyi yoktu. Bu temel gerçeklik sanayi kapitalizmi dönemindeki işçi ve sendikal hareketinin temellerini hazırlamıştır.
- İşçi sınıfı hareketinin gelişmesinde bir diğer önemli faktör, işçilerin sanayi kapitalizmi sürecinde fabrikalara ve belirli oturma mekânlarına yığılmalarıdır. Manifaktür dönemde işçiler hem dağınık hem de çok heterojendiler. İşgücü sadece mesleğinden dolayı değil konumundan dolayı da çok çeşitli tabakalara ayrılmıştı. Makineler bir dev düzleyici gibi bu farkları hızla süpürmeye başladı. İş, basit kas hareketlerine indirgendikçe meslek farkı azaldı; öte yandan iş hüneri yitirildikçe sosyal konum farkları da hızla “eşitlendi”. İşçilerin bu koşullarda fabrikalara ve belli bölgelere yığılmaları onlara zamanla toplu davranma yeteneği kazandırmıştır. Bir yandan benzer çalışma ve yaşam koşulları içinde olmak, öte yandan, hızla irtibat, ilişkilenme imkânı sınıfın örgütlenme yeteneğini arttırmıştır. Proletaryanın çok hızlı ve neredeyse sadece iki bölgeye yığılması, Rus devriminin en temel itici güçlerinden birisidir. Devrim tarihinde başka bir benzeri de yoktur. Sınırlı olarak da olsa en çok benzeyen Portekiz’dir. Petersburg ve Moskova’ya dev işçi bloklarına çok kısa sürede yığılan ve inanılmaz kötü iş ve yaşam koşulları içinde olan Rus proletaryasının bu alın yazısını bir devrimle değiştirmesi hiç de rastlantı değ Sanayi kapitalizminin geliştiği tüm ülkelerde fabrikalara ve belli bölgelere yığılma yaşanmıştır. Ülkenin özgül koşulları ve yığılmanın hızı ve yoğunluğa İşçi sınıfı hareketinin gelişmesinde önemli rol oynamıştır.
Sınıflar savaşı üzerine teori kurulmaya başladığından beri yaşanan ünlü “kendinde sınıf” ve “kendisi için sınıf” tartışmasının kaynağı sınıfın bu konumlanmasıdır. Sınıfın bir “nesne” veya “şey” olmadığı, bir “oluş” olduğu tartışmalarının kaynağı işçi sınıfın var oluşu ile mücadelesi arasındaki bağların nasıl kurulacağı sorunundan kaynaklanır. Bu sorunun cevabı ise her döneme göre değişir. Bugüne geleceğiz. Burada bir özgül yöne dokunmakla yetinelim. Günümüzde işçi sınıfının konumlanması çok değiştiği için neredeyse “kendisi için sınıf” olarak gözden kaybolmuştur. Ancak olaya biraz yakından bakınca “kendinde sınıf” olarak da işçi sınıfının oldukça görünmez hale geldiğini söylemek mümkündür. Dolayısıyla bu iki kavramın koşullara göre içi dolar, yoksa zamandan kopuk mutlak kavramlar değillerdir. Sosyalist literatüre “kendiliğinden hareket” olarak giren olguyu yaratan işçi sınıfının sanayi kapitalizmi yıllarındaki konumlanışıdır. Sınıfın var oluşu oldukça özgül koşullara sahip olduğu için “kendiliğinden hareket” ortaya çıkabilmiştir. Her var oluş otomatik olarak “kendiliğinden hareket” yaratmaz. Bu manifaktür dönemde böyleydi, günümüzde de böyledir. Ancak sanayi dönemi kapitalizminde işçilerin konumlanması bir kendiliğinden işçi hareketinin doğmasına imkân vermiştir. Örneğin manifaktür dönemin çok yaygın ev işçiliği bu yaygınlığına rağmen kendiliğinden bir işçi hareketi yaratmamıştır.
Sanayi proletaryası birleşimi ve konumlanmasıyla aynı zamanda bir topyekûn davranış yeteneğine sahip olmuştur. Bu özellik manifaktür dönemde henüz oluşmamıştı, günümüzde ise çeşitli nedenlerle erozyona uğramaktadır. Bu topyekûn davranış yeteneğinin mücadele tarihine damgasını vurduğu dönem sanayi kapitalizmi yıllarıdır.
- Sanayi kapitalizmi yıllarında işçi hareketini motive eden olgulardan birisi de burjuva devrimlerinin uğradığı restorasyonlardır. Feodalizmin “özgürlük, eşitlik” çığlıkları altında tasfiyesi için atılan her burjuva devrim adımı neredeyse bir zemberek işleyişi muntazamlığıyla bir süre sonra restorasyonlarla geri tepmiş Bu dönemlerde işçi hareketi öne çıkmış, hatta kendi siyasal bağımsızlığını böyle yılların deneyinde kazanmıştır. Elbette işçi sınıfını harekete geçiren bu zemberek burjuva düzeni yerleştikçe ortadan kalmıştır. Kıta Avrupa’sında bu zembereğin itim gücüyle bazı ülkelerde proletarya devrimlerinin eşiğine gelinmiş, ancak sadece Rusya’da böyle bir devrim başarıya ulaşmıştır.
- İşçi sınıfı hareketini tetikleyen bir diğer önemli etken kapitalizmin krizleridir. Ve savaşlardır. Dönemsel kapitalist üretim krizleri manifaktür dönemde henüz görülmez. Bu krizlerin oluşması için pazarın belli bir genişlemeye uğramış olması ve genişleyen yeniden üretimin mal bolluğu yaratacak ölçüde hızlanmış olması gerekir. Bu da ancak makinelerle mümkün olmuş Kapitalizmin periyodik krizleri ancak 19. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren gözlenmeye başlanır. Krizlerin yapısı konumuz değil, ancak serbest rekabetçi dönemden tekelci döneme geçişle birlikte krizlerin yapısında bazı değişimler olsa da kapitalizmin üretim krizleri esas olarak yok olmamıştır. En uzun krizsiz süreç -ki bu dönemde de silik iniş çıkışlar yaşanır- II. Dünya Savaşı sonrası yaşanan yirmi yıldır. Krizler hem kapitalistlere hem de işçi sınıfına öğretirler. Kapitalizmin tarihine baktığımızda krizler ve bunlarla iç içe olan paylaşım savaşları 19. yüzyılın ortalarından II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar bir yüz yıl oldukça yüksek bir tempoyla devam etmiştir. Bunun sonucu kapitalist düzen yıkımın eşiğine gelmiştir. Ancak bu tablo 1950’ler sonrası değişmeye başlamıştır. Krizler ve savaşlar hala yaşanıyor, ancak kapitalist düzeni uçurumun kenarına bir kez daha getirmemesi için yeni tedbirler uygulanmıştır. Günümüzde bu tedbirlerin önemli bölümü terk edilmektedir. Neoliberalizmin ünlü “deregülasyon”u budur.
İşçi sınıfının mücadele tarihinde sanayi kapitalizmi dönemi çok özel bir yere sahiptir. Yukarıda saydığımız başlıca beş nedenin itici gücüyle yüzyıla yakın bir süre işçi sınıfı mücadelesiyle insanlık tarihinin önemli bir dönemine damgasını vurmuştur. Bu uzun dönem içinde sınıfın yenildiği, geri çekildiği, mevzi kaybettiği yıllar olmuştur, ancak bütün bir döneme baktığımızda tarihsel kazananlarından dolayı bu yüz yıla işçi sınıfının yüz yılı denebilir.
1950’ler sonrası dünya ölçüsünde sınıflar savaşına baktığımızda, özellikle kapitalist merkezlerde refah devletlerinin etkisiyle genel olarak uzlaşma havası egemen olmaya başlamıştır. 1970’li yılların ortalarından itibaren ise genel bir durgunlaşma yaşanır ve ardından hem sosyalist sistemin çöküşü ve hem de kapitalizmde yaşanan yapısal değişimlerden dolayı sınıflar savaşında açık gerilemeler ve aynı zamanda önemli yapısal değişiklikler dönemine girilir. Böylece işçi sınıfının yüz yıllık tarihi kazanımlar dönemi kapanıyordu.
1970’lerde Durgunlaşmanın Nedenleri
Kıta Avrupası’nı dikkate alırsak 1950’ler sonrası şekillenen “refah devletleri” sınıf mücadelesinde uzun bir uzlaşma döneminin adıdır. Ancak bu refah devletleri gökten inmediler. Önceki keskin sınıflar savaşı döneminin ve hemen kıtanın doğusunda kurulan Sosyalist Devletlerin doğrudan etkisinin sonucudur. Ancak 1950’ler sonrası ve özellikle 70’ler sonrası Kıta’da sınıflar savaşının hız kaybetmesinin üç nedenine vurgu yapmak gereklidir.
İlki, Amerika önderliğinde Avrupa kıtasında güçlü komünist partilere karşı -ki bunların bazıları hükümetlere ortak olacak denli güçlüydüler- yoğun bir saldırı harekâtının başlatılmasıdır. Bu sadece provokasyon ve o dönem kurulan gladyolarla yapılmadı, aynı zamanda ABD, Avrupa’ya büyük miktarda sermaye akıtarak bir bakıma refah devletlerinin maddi temelinin inşasında rol oynamış oldu.
İkincisi, 1968’deki işçi ve öğrenci hareketleri özünde 1950 sonrası tüm toplumun bir fabrika gibi yaşatılmasına bir tepkiydi. Düzen bu tepkiden gerekli dersleri çıkartarak bazı esnemelerle bu tepkiyi emip sindirmeyi başarmıştır. Bu dalganın düzen tarafından emilmesinden sonra sınıflar savaşının zemininde farklı kaymalar başlar. Artık yeni bir dönemin açılışı için birikim başlamıştır. 68 olayları bir dalga olarak kabarıp emildikten sonra, “toplumsal uzlaşma” daha derinleşmeye başlamıştır. Bu dönem özellikle Avrupa kıtasında sınıflar savaşının etki gücünü yitirdiği ve bu nedenle sınıf konusunda yeni teorik tartışmaların patlak verdiği bir dönemdir. Refah devletleri bir maddi rahatlık yaratmış, ancak toplumsal yaşamı da fabrikalardaki bant sistemi gibi mekanize etmiştir. Yaşam olağanüstü dakik ve rutin hale gelmiştir. Buna karşı biriken tepki dalgası 70’li yıllarda emilirken, düzen de esnemeye başlamıştır. Bu esneme sınıflar savaşı üzerinde paralize edici etki yaratmıştır. 80’li yılların sonlarına doğru ise 50’li yıllarda inşa edilen ve fabrika gibi yaşanan refah toplumları hızlanan bir tempoyla değişim içine girmişlerdir. Bu değişim aynı zamanda sınıflar savaşının eski bildik yollarını da erozyona uğratmaya başlamıştır. Sonuç olarak 68 hareketi düzenin köklerini darbeleme gücüne sahip olmadığı için, tam tersine düzende esnemeler yaratarak, soluklanmasına yol açmıştır.
Üçüncü neden, sosyalist ülkelerin göz alıcı gelişmesinin duraklamaya uğraması, kireçlenmelerin gizlenemez hale gelişi sosyalizmle ilgili umutları inmelendirirken, aynı zamanda bu nedenle sınıflar savaşının bilinç motoru da gücünü yitirmeye başlamıştır. Avrupa’da 68 olayları, Fordist üretim biçiminin sadece fabrikada bir olgu olmaktan öteye toplumsal yaşam biçimine dönüşmesine bir isyandı. Sosyalist Harekete güçlü, insancıl bir soluk verdi, fakat kendisi aynı düzenin esneyen kanallarında eriyip, “alternatif bir yaşam tarzı” olarak düzenin içine aykırı bir doku gibi yerleşti. Aynı günlerde Avrupa’nın doğusundan Çekoslovakya’da da bir isyan sökün etmiştir. “Prag Baharı” sosyalizme “güler yüz” kazandırma iddiasıyla ortaya çıkınca dalga hareketlerinde olduğu gibi iki hareketin girişim yapması sonucu işçi sınıfı hareketi ideolojik ve pratik olarak önemli kırılmalara uğramıştır. Bu kırılma o günün dünyasında hemen kendini göstermese de derin bir birikimin yolunu açmıştır.
Bu üç temel etken 1970’ler dünyasında hemen pratik olarak bir inmelenme yaratmasa da sınıflar mücadelesinin geleceğini çok derinden etkileyecek yolları döşemiştir.
Sınıflar mücadelesi tarihinde yeni bir dönüm noktasına elbette Sosyalist Sistemin yıkılışıyla gelinmiştir. Sosyalizmin yıkılmasıyla dünya işçi hareketi pratik olarak bir destek gücünü, ideolojik olarak ise ufkunu yitirmiştir. İşçi sınıfı hareketindeki bu gerileme önceki devrimci mücadele dönemlerinde yaşananlardan çok farklıdır. 19. yüzyılın ilk çeyreğinde başlayan ve I970’li yıllara kadar gelen mücadele dönemindeki gerilemeler, nabız atışları gibidir. İçinde bulunulan dönem esas özellikleri ile aynı kalmış, ancak sınıflar savaşının muharebeleri kendi özgül koşullarına göre yenilgi veya zaferle sonuçlanmıştır. Oysa 20. yüzyılın son on yılında bir tarihsel dönem değişikliği içine girilmiş, eski paradigmalar altüst olmuştur. Bu nedenle, sınıflar mücadelesindeki gerileyişe eski alışkanlıklarla yaklaşmak kısır sonuçlar üretebilirdi. Yaşanan köklü değişimi bir kavrama çabası olmaksızın ileriye adım atmak mümkün değildi. Öte yandan, böylesine bir köklü değişim içine girilince olguların henüz kendilerini tam anlamıyla ortaya koymamasından dolayı pek çok şey bulanık ve belirsiz görünür. Köklü bir geçiş döneminde, ömrünü dolduran olgu ve değerler az çok ortadayken yeni değerler, geleceği kucaklayabilecek mücadele anlayış ve araçları henüz ortada yoktur.
Bu dönem değişikliğinin tek nedeni Sosyalist Sistemin yıkılışı değil, aynı zamanda kapitalizmde yaşanan yapısal değişimlerdir. Tarihi olarak bu iki olgunun aynı zaman dilimi içinde yaşanmasının rastlantı olup olmadığı üzerine spekülasyon gerekli değildir. Kapitalizmde yapısal değişim bilindiği gibi I980’li yılların başlarında hızlanmıştır. Sosyalizmin yıkılışı ile bu değişim daha güçlü bir ivme ve elbette cesaret kazanmıştır. Sınıflar mücadelesinin geleceği ile ilgili öngörülerde bulunabilmek için bu yapısal değişimi irdelemek gerekiyor. Sınıflar mücadelesi üzerinde Sosyalizmin yıkılışının etkilerini hiçbir şekilde unutmadan, esas olarak kapitalizmdeki değişim ve mücadele üzerindeki etkilerine geçelim.
“İnformatik Çağı” veya Hizmet Kapitalizmi
Üretim temelinden baktığımızda kapitalizm, manifaktür dönemden bugüne üçüncü ve yeni bir aşamaya girmektedir. Konumuz açısından bu yeni aşamadaki değişimleri sınıflar savaşına etkileri açısından ele alacağız. Sermaye birikim politikası olarak neo liberalizm, kar oranlarındaki düşmeyi karşılamak için tekelci sermayenin kendi dışındakilere topyekûn bir saldırısıdır. Bu saldırının özellikle çalışanlara yönelmesi sömürünün mantığı gereğidir. Sosyalizmin yıkılışı bu saldırıyı daha da pervasızlaştırmıştır. 1970’lerden beri bir durgunlaşmaya uğrayan sınıflar savaşı, özellikle 1980’li yılların ortalarından itibaren işçi sınıf aleyhine gelişmiştir. Son on beş yılda işçi sınıfının sürekli mevzi kaybettiği bir gerçekliktir. Ancak sermayenin bu seferki saldırısı kapitalizmde bir yapısal değişimle birlikte gitmektedir. Bu nedenle gelgeç değil köklü etkiler yaratmaktadır.
Yeni dönemin en belirgin özelliği bilim ve tekniğin üretimle ilişkisindeki yeniliktir. Bilimsel gelişmeler ile üretim arasındaki oldukça uzun yol yeni dönem ile çok kısalmıştır. Aynı zamanda bilimsel ve teknik yeniliklerin hızı çok artmıştır. Bu gelişmeler bilginin bir meta olarak konumunu köklü bir şekilde değiştirmiştir. Bilgi üretimi özel bir üretim alanı haline gelmiştir. Bugünün dünyası, Marx’ın “bilim genellikle kapitaliste hiçbir şeye mal olmaz, ama bu durum, onun bilimi sömürmesine gene de engel değildir” (Marx, Kapital, Cilt I, s. 400) dediği günlerden çok farklıdır. Dev tekellerin Araştırma&Geliştirme konusundaki rekabetleri bilime ve teknik gelişime adeta delice bir hız vermiştir.
Bu noktada insanın üretim makineyle ilişkisinde de radikal bir değişim yaşanmaktadır. Yakın zamana kadar iş makineleri genellikle insanın “kol emeğinin” yerini almıştı. Şimdi alan genişledi, artık “kafa emeğini”nin de yerini almaya başladı. İnsanlık henüz bu sürecin başında, gelişmelerin hızı baş döndürücü, bu yöndeki gelişmeler hangi noktalara kadar derinleşebilir, bugünden bir öngörüde bulunmak oldukça zor. Yaşananları üretimde her zaman olduğu gibi yeni tekniklerin kullanılması olarak algılamak hatalı olur. Yeni tekniklerin müdahale ettiği iki alan da bugünleri öncekilerden ayırmaya adaydır. Bilgisayarla “kafa emeğine”, gen teknolojisi ile insan yapısının köklerine müdahale imkânları ortaya çıkmıştır. Geleceğin yeni teknolojilerinden olmaya aday “nano sanayi” ise bu alanlardaki müdahale imkânlarını inanılmaz ölçülerde arttıran etkiler yaratacaktır. İnsan ve makine bugüne kadar birbirinden ayrı iki nesneydi, önümüzdeki yıllarda birbirine girift hale geleceklerdir. Şimdilik bu uzak geleceği bir kenara bırakarak, kapitalizmde son yaşanan yapısal değişimlerin sınıflar mücadelesine etkilerine geri dönelim.
Sınıflar Mücadelesini Doğrudan Etkileyen Yapısal Değişimler
- En önemlisi işgücünün imalat sektöründen hizmet sektörüne kayışıdır, imalat sektöründeki işgücünün toplam içindeki payı Amerika gibi gelişmiş ülkelerde %18 civarına kadar gerilemiş Kapitalizmin gelişim tarihinde böyle bir kayma, sanayi kapitalizminin gelişmesiyle tarımdan imalat sanayine doğru yaşanmıştı. Amerikan tarımında çalışanların toplam işgücü içindeki yeri son elli yıldır %3’dür. Kırlardan kentlere doğru yaşanan göç şimdi fabrikalardan büro-banka-otel binalarına doğru yaşanmaktadır.
Böylece fabrikalardaki işgücü yoğunluğu azalmaktadır. Bu gelişim bir savaş sonrası ordunun büyük ölçüde tasfiye edilmesine benziyor. İlk makineler emeği niteliksizleştirmişti, şimdi hem bu süreç devam ediyor, öte yandan niteliksizleştirilen emek artık doğrudan tasfiye ediliyor. Pek çok üretim alanında fabrikalardaki işçi bant başında basit kas hareketleri yapmaktan da yoksun hale gelmiş, sadece makinelerin, robotların gözlemcisi haline gelmiştir. Sınıf mücadelesinin çekirdeğini ve vurucu gücünü temsil eden imalat sanayi ve maden işçileri son yirmi yıldır yaşanan gelişmeler sonucunda, güneş görmüş kar gibi eriyor.
Öte yandan, imalat sanayindeki üretim tarzı bir diğer yönden de değişmiştir. Yeni teknik gelişmeler sonucu büyük fabrika üretimi, merkezde ürün dizaynı ve stratejisiyle ilgilenen bir çekirdek ve buna bağlı pek çok yan üretim alanına dağılıyor. Bu yöntem ilk önce ve çok gelişmiş bir şekilde Japonya’da 1950’ler sonrası uygulanmaya başlanmıştı. Maliyeti önemli ölçüde düşüren, ana firmaya büyük esneklik sağlayan, işçi ile uğraşmayı yan sanayine bırakan bu uygulama artık kapitalizmin genel üretim tarzı haline gelmiştir. Japonya örneğinde üretimin çekirdeğindeki işçi ömür boyu iş garantisine sahiptir. Toplam Japon işgücünün ancak %30’u bu imtiyaza sahiptir, Japonya’nın yaşadığı son uzun ekonomik kriz ömür boyu işçi statüsünü önemli ölçüde zedelemesine rağmen ortadan kalkmamıştır. Japonya, bu kriz sırasında Amerika’nın daha fazla liberal uygulamalar, hatta IMF’nin karşısına oturması için yaptığı baskılara rağmen kendi gelişim tarzını terk etmemiştir.
Diğer kapitalist merkezlerde işgücü içinde aynı statü yoktur. Fakat son taşeronlaşma süreci denen gelişmeler benzer bir farklılaşmayı yaratmıştır. Çekirdekte kadrolu işçiler, dış halkalara doğru geçici işçiler yaygın bir statü haline gelmiştir. Bu durum sınıf içinde yetenekten dolayı değil, tamamen bu konumlanma farkından dolayı önemli bir bölünme yaratmıştır.
Sonuç olarak, kapitalist üretimin 19. yüzyılın başlarından beri alışık olduğumuz üretim yapısı köklü bir şekilde değişmektedir. Madencilik dâhil imalat sanayi, sadece üretilen metalar açısından değil, toplumsal bir odak noktası olması anlamında bir öneme ve yere sahipti. Bugün daha fazla meta üretilmektedir, ancak bu üretimi yapanların artık dünkü kadar toplumsal bir ağırlığı yoktur. Ağırlık merkezinde kayma yaşanıyor, fakat sadece bir kayma değil, aynı zamanda ağırlık merkezinde belirgin bir dağılma ortaya çıkıyor, sosyal yapıda esas değişimi yaratan budur.
- Hizmet sektöründe büyüme: Bu eğilim özellikle bilgisayar teknolojisinin gelişmesiyle çok hızlı tempo kazanmıştır. Sınıflar mücadelesinin geleceği açısından soruna baktığımızda bu sektörün özellikleri mücadelenin geleceği için büyük zorluklarla yüklüdür. “Bilgi işçilerinden serviste çalışan garsona kadar bütün alanlar “hizmet sektörüne” giriyor. Marx döneminde “hizmet sektörü” banka, ticaret ve hukuk gibi alanlarla sınırlıydı. Marx o dönem “hizmet” sektörünü “üretici olmayan” alan olarak nitelendirmişti. Örneğin, ticaret sermayesi artı-değer üretmez, üretilenin dolaşımını yapar. Bugüne baktığımızda “hizmet sektörü” tanımlaması çok karmaşık bir yapı içeriyor. Biz sınıflar mücadelesi açısından soruna yaklaştığımızdan imalat sanayi, ulaşım ve tarım dışındaki tüm kesimi “hizmet” sektörü olarak kabul eden bir tanımlama yapacağız.
Bu sektörün sınıflar mücadelesi açısından birkaç önemli özelliği vardır. Çok heterojendir. İş alanları ve koşulları çok farklıdır. Dağınıktır. İşyerleri çok dağınık ve genellikle orta ve küçük çaptadır. Ayrıca hem iş niteliği hem de ücret açısından çok çeşitli ve eşitsizdir. Hizmet sektöründeki yığılmaya rağmen bu yığılmada bir yoğunluk yoktur. Bu durum, sınıfın topyekûn davranma yeteneği açısından önemlidir. Bu sektörde eski fabrikalara en çok benzeyen alan sağlık alanı ve hastanelerdir.
Hizmet sektöründe işçi sayısının artmasının sınıf mücadelesindeki etkisi oldukça dolaylı yollar izlemektedir.
- Sanayi kapitalizmi dönemindeki uzun mücadelelerle şekillenmiş işgünü yapısı, hizmet kapitalizmi günlerinde hızla değişiyor. Bir yandan, çalışan kesimlerin bir bölümü bilinçli olarak “part-time” çalışmayı tercih ediyor. Bu kapitalizmin üç yüzyılda kurduğu iş disiplinine bir tepkidir. Ancak toplam işgücü içinde bu kesim henüz çok küçük bir azınlıktır. Esas büyük kesim zorunlu olarak part-time çalışmaktadır. Özellikle Amerika’da part-time çalışmak zorunda kalıp geçinemeyenler iki-üç işte birden çalışıyorlar.
Diğer eğilim -ki en güçlüsü budur- iş saatlerini uzatma çabalarıdır. Bunu Alman tutucu işveren partileri “70 saatlik iş haftası” biçiminde telaffuz bile ettiler. Amerika, bu konuda Avrupa’ya sürekli baskı yapıyor. Son yıllardaki yapılan toplu pazarlıklarda hemen hemen sonuç hep aynıdır. Aynı ücretle daha uzun çalışmaya razı olunmaktadır. Çünkü alternatif işsizliktir. Üstelik merkezlerde son yılların işsizlik paralarının da çok kısıtlandığı düşünülürse işsizlik epey zamandır korkutucu bir tehdittir. Küreselleşmenin en tipik etkilerinden birisi yeniden işçiler arasındaki rekabeti kışkırtması olmuştur. Bu hem tek tek ülke sınırları içinde, hem de uluslararası seviyede yaşanıyor. Göçmen işçiler bir ülkede her zaman ucuz çalışmaya hazırdır. Dünyada son yirmi yıldır artan bir göçmen akını bu rekabeti sürekli canlı tutmaktadır. Öte yandan, sermaye işgücünün ucuz olduğu ülkelere göçerek işgücü için ülkeler arası rekabeti kışkırtmaktadır. Günümüzde iş günü yeniden fiilen uzamıştır. III. Dünya ülkelerinin çoğunda zaten hiç kısalmamıştı. Kapitalist merkezlerde bile bu böyledir. “90’ların ortalarında Los Angeles tekstil fabrikalarında köle emeğinin ve aşağı Manhattan’da Victorian tipi işyerlerinin görülmeye başladığı rapor ediliyor.”3 Kapitalizmin ilk ilkel dönemine mi dönülüyor? Evet, bazı yönlerden böyle! Amerika’da köle çalıştırılan günlere veya 19. yüzyılın ilk çeyreğinde İngiltere’de sanayi kapitalizminin gelişme günlerindeki korkunç çalışma koşullarına sanki geri dönülüyor.
Bilindiği gibi teknik gelişim nispi artı-değer sömürüsünü yükseltir. Ancak günümüzde teknik gelişimle birlikte, çalışma zamanı uzatılarak, esas olarak kapitalizmin ilk dönemlerinde kalan mutlak artı-değer sömürüsü de yeniden güncelleştiriliyor. Küresel işgücü rekabetinin bir sonucu olan bu durum, aynı zamanda teknik gelişimle arttırılan nispi artı-değer sömürüsünün sınırlarına gelindiğinin de bir işareti olarak algılanmalıdır. Bu süreç, genleriyle oynanarak “yeni insan” yaratılmadıkça sonsuz bir derinliğe sahip değildir. Mutlak artı değer sömürüsünün olduğu gibi, nispi artı değer sömürüsünün de, yani belli bir zaman aralığında iş yoğunluğunun arttırılmasının fiziki ve teknik sınırları vardır. Nasıl ki, artık olimpiyatlarda atletlerin dereceleri saniyelerle değil, saliselerle ölçülmeye başlandıysa, “yeni bir insan” yaratılmazsa, nispi artı-değer sömürüsü de bir sınıra dayanacaktır. O zaman geriye, çok eski günlere dönmek kalıyor. Bunun da anlamı işgününün uzatılmasıdır. “Tehdit altında” olmadığına inanan kapitalizm bu konuda pervasızca davranmaktadır. İşçi sınıfının uzun tarihsel bir dönemi kapsayan mücadelesi sonucunda şekillenen iş günü, bugün kapitalizmin açık bir saldırısı altındadır. Kanunlar hala aynı kalsa da fiilen merkezlerde bile işgünü uzatılmıştır.
İş zamanının yapısındaki değişim bir başka yönden de kendini ortaya koyuyor. Düzenli yıl boyunca çalışma da artık yoktur. İş olmadığı zaman zorunlu tatil, iş olduğu zamanlarda ise fazla çalışma, ancak bu fazla çalışmaya herhangi bir ücret ödenmemesi veya en fazla bir köşeye daha sonra tatil olarak kullanılmak üzere fazla saat olarak yazılmasıdır. Böylece her çalışılan fazla saat için işçiler işverenlerine kredi açmış oluyorlar.
Son yirmi yılın bir diğer önemli gelişmesi üretkenlik ile ona ödenen karşılık arasındaki bağın kopmasıdır. 1973’den beri üretkenlik artıyor, ancak ücretler düşmeye devam ediyor, (a.y. Kuttner, s. 94)
Özellikle 1980’ler sonrası gelişmeler verimlilikteki artışın ücretlere otomatik olarak yansıyacağı düşüncesinin bir yanılgı olduğunu kanıtladı. Evet, sınıflar mücadelesinin mantığı açısından, aynı zaman aralığında daha yoğun emek harcayan işçilerin daha fazla ücret talep etmesi çok doğaldı. Ancak bunun gerçekleşmesi tamamen sınıflar mücadelesindeki güç ilişkilerinin durumuna bağlıdır. Ortada otomatik işleyen bir mekanizma yoktur. Kapitalist merkezlerde refah devletleri döneminde yaşananların da geçici bir zaman aralığına ve bir güç ilişkisine dayandığı çok açıktır.
Verimlilik artmasına rağmen ücretlerdeki düşmenin ilk nedeni üretim yapısındaki değişimdir. Bu kez verimlik artışı aynı zamanda işgücünün imalat sanayinden hizmet sektörüne kayması ile birlikte gerçekleşiyor. İmalat sektöründe üretim süreci büyük ölçüde robotların işgaline uğrarken, tasarım, programlama alanları, yani ürün yaratımı bölümü gelişmektedir. Bu gerçeklikten dolayı işgücünün bir bölümünün ücreti düşerken diğerininki artıyor veya en azından korunuyor.
Öte yandan, taşeronlaşma, çekirdek ve çevre işgücü arasında büyük bir konum farkı yaratıyor. Bu parçalanma iki tarafın da pazarlık gücünü düşüren bir etki yaratmaktadır.
Kitle üretiminden “yalın üretime” geçişin işçi sınıfı içinde yarattığı çeşitli yönlerdeki parçalanma işçi sınıfının pazarlık gücünü düşürmektedir. Öte yandan, teknik gelişimin yarattığı işsizlik ve küreselleşeme ile artan işgücünün uluslararası rekabeti işçi sınıfının pazarlık gücünü çok geriletmiştir. Geri ülkelerde bir işte çalıyor olmak açıkça imtiyazlı bir konumu ifade ediyor. Kapitalist merkezlerde de süreç yavaş yavaş bu noktalara geliyor. O nedenle, yeni toplu pazarlıklarda ücret artırımından çok işini koruma refleksi öne çıkmıştır.
Sonuç olarak, yeni teknikle birlikte verimlilik artmasına rağmen üretim yapısında ve buna bağlı olarak sınıfın yapısındaki değişimlerden -parçalanmadan- dolayı ücretlerde bir artış yaşanmıyor. Sınıfın mevzi kaybına elbette Sosyalist sistemin yıkılışının etkilerini de vurgulamak zorundayız. 1850’leri önemli bir çıkış noktası alırsak, sınıflar mücadelesinde bir yüz yıl işçi sınıfı sürekli mevzi kazanmıştır. Daha sonra bir durgunlaşma dönemi gelmiş, ardından köklü bir gerileme sürecine girilmiştir. Dünya ölçüsündeki bu güç değişimi her ülkedeki işçi mücadelesini elbette kaçınılmaz bir şekilde etkilemiştir. Üretim sistemindeki yapısal değişimlerle, güç dengelerindeki çöküş, işçi sınıf mücadelesinin her alanına yansımaktadır. O nedenle, sabit işgünü ve haftası, fazla çalışmaya artı ödeme, verimlilik artışını ücretlerde artışın izlemesi gibi bir dönem kurulmuş dengeler bugün tek tek geçerliliğini yitiriyor. Duvarın yeni çöktüğü sıralarda Volkswagen fabrikalarında bir toplu pazarlık sırasında çalışma saati ve ücret arasındaki uzun yılların mücadelesiyle kurulan doğrusal bağlantı koptuğunda bunu o dönemin bir fabrika yetkilisi “Bu duvarın yıkılışından daha önemli bir devrimdir” demişti. Şimdi bu sözde “devrim” gittikçe derinleşiyor.
- Üretim biçiminde değişim, Fordizm’den grup çalışmasına geçiş. Sanayi kapitalizmi İngiltere’de doğdu. Ancak İngiltere’de blok motor üretimi sürerken değiştirilebilir parçalı motor ve araç üretimi ilk kez Amerika’da başladığı için, işbölümünün çok detaylanması ve işgücünün niteliksizleştirilmesi sürecinin hızlanması, Amerika’da daha belirgin yaşandı. Üretim biçiminin akar bant sistemiyle karakterize olduğu dönem 1970’li yılların ortasına kadar yoğunlaşarak geldi. İşçinin üretim bandı karşısındaki durumu tam bir esarete dönüştü. Üretim eylemi tüm işgünü boyunca çok sınırlı hareketleri tekrarlamaya dönüştü. Ancak bir noktadan sonra, bu üretim biçimine aktif ve pasif direnişler yükselmeye başladı. 1960’lı yılların başından itibaren bu direnişler arttı. En tipikleri sık hasta olmak, bantta tempoyu düşürmek, hatta doğrudan sabotajlar yaşanmaya başladı. Tüm yeni kontrol çabalarına rağmen bant karşısındaki işçinin verimliliğinde bir yükselme olmadı.
Artı değer sömürüsü niteliksiz çok basit kas hareketlerine indirgendikten birkaç kuşak sonra işçi sınıfı içinde bu üretim biçimine yoğun bir direnç oluştu ve sömürüyü arttırmanın yollan da böylece tıkanmaya başladı. Üretimle işçinin kopuşmasının -ya da ünlü deyimiyle yabancılaşmanın- 70’li yıllarda tepe noktasına çıkması yeni bir dönüşü de kaçınılmaz hale getirdi. İşçinin üretimle ilişkisini yeniden kurmak gerekiyordu. Kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle başlayan emeğin niteliksizleştirilmesi daha ilk aşamasında makine kırıcılarıyla ilk büyük uyarıyı almıştı. Bu süreç derinleştikçe makine kırıcılığı biçiminde değil fakat açık direnişlerle, daha çok da pasif sabotajlarla Fordizm’in sonuna gelindi. Emeğin niteliksizleştirilmesi sürecinin yüz elli yıl sonra Fordizm’in kriziyle son sınırına dayandığı anlaşılıyordu. Böylece üretime düşüncenin de katılması veya işçinin yaratıcı düşüncesinin de artı değer sömürüsü alanına girmesi kaçınılmazlaştı. Bu durum, artı değer sömürüsü tarihinde önemli bir basamaktı.
Üretimle ilişkisi oldukça değişen bir işgücü kitlesi ortaya çıkmaya başladı. Üretime sadece kas hareketleriyle değil, aynı zamanda düşüncesiyle de katılan bu işçi kitlesi eski kuşaklara göre çok daha fazla bir şekilde üretim bilgisiyle donanıyordu. Öte yandan grup çalışmasıyla belli bir sınır içinde üretimde bir inisiyatif alanına da sahip oluyordu. Bu süreç 1980’li yıllarda hızlandı, yeni üretim biçimi uygulamaları kapitalist merkezlerde yaygınlaştı. Ancak ilk coşku dalgası fazla uzun sürmedi. 2000’li yıllara yaklaşırken grup çalışması iki yönden de sönümlenmeye başladı. İşveren cephesi açısından işçilerin üretim bilgisiyle fazla donanması ve grup inisiyatifinin gelişmesi üretimdeki egemenlik ilişkileri açısından bir tehlike potansiyeline sahipti, işçiler açısından, grup çalışması ile işin temposunda bir azalma yaşanmadığı gibi, hem gruplar arası hem de grup içi rekabetin artmasıyla iş sürecinde bant sistemini aratan gerilimler ortaya çıkmaya başladı.
Grup çalışması üretimde bir artışa neden olsa da, kapitalizmin egemenlik sistemiyle çelişen yanları hemen ortaya çıktı. İşçinin üretim bilgisinin artması, aynı zamanda yaratıcılık ve inisiyatifinin gelişmesi işyeri yönetimlerinde “endişelere” yol açtı. Bu süreçten yeniden Fordizm’e dönmek artık mümkün değildir, ancak grup çalışmasının ilk coşkulu günleri de kapanmıştır. Kapitalist mülkiyet ilişkileri içinde bu yeni üretim tarzının gelişmesinin çok çabuk sınırlarına gelindi. Olayın şimdilik böyle bir rutine girmesi yaşananların bir rastlantı olduğu izlenimini uyandırabilir. Ancak gerçeklik böyle değildir. Tam tersine makinelerin üretime girmesiyle başlayan emeğin niteliksizleştirilmesi sürecinin kritik bir dönemece geldiği açıkça görülmüştür. Bu “teknik ve insan” ilişkisinde yeni bir sürecin başladığının güçlü bir kanıtıdır. Yaşadığımız günler bu yönde yeni gelişmelere gebedir.
Fordizm’den grup çalışmasına geçilmesinin sınıflar mücadelesine önemli etkileri olabilir. İşçi sınıfı içinde üretim bilgisi ile donanmış ve kısmen de olsa üretimde yaratıcılığını kullanabilme yeteneği gelişen bir kesimin oluşması sınıfın yeniden nitelik kazanması anlamına geliyor. Ancak bu nitelik kazanımının sınıflar mücadelesine etkisinin nasıl bir yol izleyeceğini kestirmek zordur. Bir yanıyla bu sınıfta bir parçalanma anlamına geliyor, dolayısıyla bu parçalanma sınıfın davranış yeteneğini azaltabilir. Diğer yanıyla bu nitelik kazanımı aynı zamanda işçinin işveren karşısındaki konumunu belli ölçüde güçlendirdiği için mücadele için yeni bir güç kaynağı olabilir.
- İşçi sınıfında yaşanan parçalanma günümüz kapitalizminin yarattığı önemli bir değişimdir. Sınıfta bir yandan esas büyük kayma imalat sanayinden hizmet sektörüne doğru olurken, öte yandan hizmet sektörünün çeşitliliğinden doğan parçalanmadan öteye yeni üretim tarzının ortaya çıkardığı her alanda geçerli derin bir parçalanma yaşanmaktadır. Bir yanda, nitelikli ve niteliksiz işçi parçalanması yaşanıyor. Niteliksiz işçiler sayıca hızla artıyor. Öte yandan, üretim biçiminin büyük fabrikalardan merkez ve taşeron işletmelere dönüşmesi sonucu “çekirdek” ve “kıyı işçi” kategorisi şekilleniyor.4 Bu kategori önceki “aristokrat işçi” sıradan işçi bölünmesinden farklıdır. Çekirdek işçi bu konumundan dolayı otomatik olarak “zengin” değildir. Birinde iş sözleşmesi uzun süreli diğerinde ise gelgeçtir. Pazar dalgalanmalarına göre hemen tepki üretme zorunluluğunda olan işletmeler, bunu önce taşeron işletmeler aracılığıyla göstermektedirler. Bu esnekliğin ilk mucidi Japon kapitalizmidir, II. Dünya Savaşı sonrası ekonomi yeniden yapılanırken böyle şekillenmiştir, ancak artık küreselleşme ile artan rekabetin dayatması sonucu bütün kapitalist dünyada bir üretim tarzı haline gelmiştir. Büyük işletmeler katı iş sözleşmeleriyle pazar dalgalanmalarına uyum yapmak için grevlerle yüz yüze gelmek zorunda kalıyorlardı, oysa şimdi bu orta ve küçük işletmelerin sırtına yıkılmıştır. Bu gerçeklikten dolayı “çevre işçi” nitelikli de olsa böyle pazar dalgalanmalarında kapıya konulmaktan kurtulamaz. İşçi sınıfındaki bu parçalanmalar geçici değildir.
- İşsizlikteki yapısal değişim. Günümüzde başlıca üç değişiklikten söz edilebilir. İlki, bilgisayar teknolojisinin yerinden ettiği işgücüne oranla “informatik çağının” yarattığı istihdam sayısı daha azdır. I900’lü yıllardaki demiryolu yatırımlarının veya 1950’li yıllardaki oto sanayinin ortaya çıkardığı istihdamla karşılaştırıldığından günümüzdeki yeni teknoloji yatırımları çok daha sınırlıdır. İki binli yıllar “yeni ekonomiye” yapılan aşırı yatırımların geri teptiği yıllar oldu. Borsalarda o zamana kadar hep yükselen ünlü NASDAC indeksi de kesin inişe geçti. Kapitalizmin doğumundan beri taşıdığı bu hastalığında “informatik çağı”nın sözde büyük bilgi yığınağına rağmen bir değişim olmadığı böylece anlaşıldı. Yeni teknoloji ile inanılmaz hesaplar yapılabilirken, bu alana aşırı sermaye akışının kaçınılmaz yıkılışlar yaratacağının hesabı bir türlü yapılamadı! “Yeni ekonomi”nin de yıldızı aşırı sermaye yatırımlarının ortaya çıkardığı yıkımlarla söndü. II. Dünya Savaşı sonrasının kapitalizm tarihinde bir istisna olduğu yeterince açıktır. Daha doğrusu olağanüstü koşulların ürünüdür. Savaşın yarattığı muazzam alt yapı yıkımı ve en kaliteli işgücünün savaşta yok olması, ardından gelen yeniden inşa döneminde kaçınılmaz bir şekilde işgücü kıtlığı yarattı. Bugün böyle bir yıkım ve yeniden inşa yaratamayan kapitalizm müzmin bir işsizlikle yüz yüzedir.
İkinci önemli neden, tekniğin hızlı gelişimi üretim araçlarının yenilenme periyodunu kısalttığı için kar oranları neredeyse sürekli bir düşme baskısı altındadır. Bu durum sermayenin yatırımdan spekülasyona kaymasına neden oluyor. Spekülasyonu sadece borsa olarak algılamak hatalı olur. Yeni bir yatırım anlamına gelmeyen özelleştirmeler ve ticaretin bir bölümü de özünde spekülasyondur. Sonuçta spekülasyona kaçan sermaye istihdam alanını daraltmaktadır.
Son olarak, küreselleşme uluslararası işgücü rekabetini de hızlandırdı. Yeni tekniğin hızla 3. Dünya Ülkelerinde uygulanması büyük bir fazla nüfus yaratmaktadır. Bu durum işgücü rekabetini şiddetlendirmektedir.
Kapitalizmi dünya ölçüsünde bir bütün olarak düşünürsek, işsizlik kapitalist üretim sisteminin mantığı içinde aşılamaz bir hastalık olarak gittikçe ur gibi büyümektedir. Artık işsizlik kapitalist merkezlerde bile gelgeç bir olgu olmaktan çıkıyor. Toplumsal yapının sürekli ve bozucu bir parçası haline geliyor.
Bazı Sonuçlar
Sanayi kapitalizminden hizmet kapitalizmine geçişin sınıflar mücadelesi açısından yarattığı bazı önemli sonuçları sıralayalım.
Birincisi, ücretli emek artıyor. Bu anlamda yeni bir proleterleşme dalgasından söz edilebilir. Ancak bu dalganın sanayi kapitalizminden önemli bir farkı var. O dönem kırların kentlere doğru çözülmesi biçiminde yaşanmıştı. Günümüzde proleterleşme imalat sanayinden bir kopuş hizmet sektörüne bir yığılma biçiminde yaşanıyor. Elbette dünyanın geri bölgelerinde hala kırdan kente bir akış yaşanıyor. Ancak bu bile eskisi gibi yaşanmıyor. Artık kentlere yığılanların büyük bir çoğunluğu işçi sınıfına doğrudan bir katılım anlamına gelmiyor, türedi işlerde çalışan veya doğrudan işsiz kesimi oluşturuyorlar. Yeni proleterleşmenin bir diğer özelliği yoksullaşmayla paralel gidiyor olmasıdır. Esnek çalışma, işten atılma korkusu ve hatta işgününün uzatılması tartışmaları düşünülürse günümüzde çalışma koşullarında bir kötüleşmenin de güçlü bir eğilim olduğu tespiti yapılmalıdır. Sonuç olarak, yoksullaşmanın derinleştiği, çalışma koşullarının kötüleştiği ve geniş işsiz kitlesi ile kuşatılmış bir yeni proleterleşme sürecinden söz etmek mümkündür.
İkincisi, işçi sınıfındaki çeşitlenme ve parçalanmadır. Hizmet sektörü çok çeşitli, çoğu küçük ve kendine özgü koşulları olan işyerleri anlamına geliyor. Bu heterojenlik sınıfta oldukça çeşitli davranış durumları yaratır. Örneğin gittikçe genişleyen turizm sektöründeki çalışanlarla büyük eğitim kurumlan ve sağlık sektöründe çalışanların duruş ve davranışları oldukça farklıdır. Bu yatay çeşitlenmenin yanında gelir ve işyerindeki konum açısından dikey parçalanmalar da vardır. En önemlisi nitelikli işgücü ile niteliksiz işgücü arasındaki konum farkıdır. Dünün bant başındaki niteliksiz işçisi üretim tarzı değiştiği için bugün iş piyasasında hemen hemen hiçbir şansa sahip değildir. Sürekli yenilenen iş bilgisine uyum yapan işgücünün bir şansı vardır. Ancak gerek imalat sanayinin bir bölümünde, gerek inşaat ve hizmet sektöründe niteliksiz işgücü vardır ve hatta hizmet sektöründe sayıları artmaktadır. Bu işçiler, hem örgütlenme ve sınıf bilinci, hem de çıkarları için mücadele söz konusu olduğunda davranışları açısından, dünün bant başındaki işçilerinden karşılaştırılamayacak ölçüde pasif ve siliktirler.
Öte yandan, yeni üretim tarzının yarattığı, pazara egemen tekelci bir üretim çekirdeği ve ona bağımlı ara mallarını üreten geniş taşeron sanayi biçimindeki “işbölümü”, işçi sınıfın konumunda da büyük bir yarılma ortaya çıkardı. Çekirdek işçi veya sabit kontratlı sürekli işçi ile geçici-taşeron işçi sınıfsal konum olarak farklı koşullara sahiptirler. Geçici işçi yarın işsiz kalacakmış gibi yaşarken diğeri imtiyazlı bir konumda belli bir iş güvenliğine sahiptir.
Sınıftaki bu parçalanma sınıflar mücadelesi açısından önemli değişimlere neden olmaktadır. Aslında bu sorunlar şiddetli olarak son on yıldır yaşandığı için henüz sınıf mücadelesi literatüründe yoğun bilinç seviyesine yükselmemiş, henüz biraz çaresizlik biraz da kayıtsızlıkla izlenen bir süreçtir.
Üçüncüsü ve belki de en önemlisi, üretim biçimindeki değişimlerle, daha genel söylersek, sanayi kapitalizminde hizmet kapitalizmine geçişle ortaya çıkan sınıfın topyekûn davranış yeteneğindeki büyük zayıflamadır. Sınıflar mücadelesi tarihine baktığımızda işçi sınıfının kentlere, büyük fabrikalara ve belli oturma mekânlarına yığıldığı dönem özel bir önem taşır. İşçi sınıfı mücadelesi olarak göze batan, çarpıcı ne varsa hep bu dönemde yaşanmıştır. Bunda işçi sınıfının konumlanma biçiminin büyük bir payı olduğu çok açıktır. Bu durum işçi sınıfı için dövüşte sanki bir arazi-coğrafya avantajı gibiydi. Elbette bu parlak mücadele dönemine baktığımızda aynı dönemin büyük ekonomik, siyasi krizleri ve paylaşım savaşlarını da içerdiği hemen göze batar. Böyle bir dönemde sınıfın konumlanma biçiminin büyük bir önemi olduğu açıktır. Bu süreç aynı zamanda işçi sınıfının “kendinde sınıf” olmaktan “kendisi için sınıf” olmaya çıktığı dönemdir.
Bugün işçi sınıfı daha önce sahip olduğu “arazi” avantajını önemli ölçüde kaybetmiştir. Sınıf olarak varlığını korumasına ve hatta nicelik olarak bir artış yaşamış olmasına rağmen, üretimdeki yeni konumlanmasından dolayı topyekûn davranış yeteneğini önemli ölçüde yitirmiştir. En azından yakın geleceğe baktığımızda konumlanmasında bir değişim ve buradan hareketle yeni bir avantaja sahip olması olasılık dışıdır. Öyleyse mücadele bu yeni araziye göre şekillenmek ve yetkinleşmek zorundadır.
Dördüncüsü, bu gelişmelerin bir mantık sonucu olarak sanayi kapitalizmi döneminde zirveye çıkan sendika hareketinin erimeye uğramasıdır. Örneğin, kırk yıl önce ABD’de üç işçiden biri sendikalı iken bugün on işçiden biri sendikalıdır. (Hiatt, s.487) Bütün dünyada sendikal harekette çarpıcı bir erime yaşanıyor. Eğer sanayi kapitalizmi döneminin yapısal değişimle yeni bir döneme girdiği çok açıksa, sendikal hareketin de yeni bir dönem girmesi kaçınılmazdır. Fabrika döneminin çocuğu olan bugünkü sendikacılık, kendini yeni koşullara göre hazırlayamadığı ölçüde sürekli mevzi kaybetmektedir. Toplu pazarlık sistemi ve pazarlık yapılan konular hızla değişmektedir. İşçi sınıfı ekonomik mücadele alanında yeni araçlar yaratmak gibi zorlu bir görevle yüz yüzedir.
Sonuncusu, sınıf mücadelesinin koşullarındaki radikal değişim onun siyasi yapılanmalarını da bir kasırga gibi altüst etti. Sınıf hareketi gelecekte çok cılız bir biçimde sadece ekonomik mücadele alanıyla sınırlı kalmayacaksa yeniden siyasileşmek zorundadır. Bu hangi yollardan geçecektir? Bu sorunun kestirme bir cevabı yoktur. Eğer kolay bir cevabı olsaydı, sınıflar mücadelesinin yaklaşan sürecinin bütün sorunları da bir anda çözümlenmiş olurdu.
Sınıf Mücadelesinin Geleceği
Sınıf mücadelesinin koşullarındaki bu köklü değişim, bazıları için “proletaryaya” ve sınıflar mücadelesine “elveda” olarak yorumlandı. Sosyalizmin yıkılışıyla etnik ve dini mücadelelerin köpürmesi, bunun yanında kapitalizmde gerçekleşen yapısal değişimlerin kaba ve yanlış okunması, nedense kapitalist sınıfın değil ama işçi sınıfın yok olduğu yargılarını üretti.
Sınıfların ve mücadelesinin yok olmadığı yeniden kanıtlamayı gerektirmeyecek kadar açık bir gerçektir. Ancak bir o kadar açık olan başka bir gerçek ise sınıflar mücadelesinin bir tarihsel dönemine “elveda” ettiğimizdir. 19. yüzyılın başlarından 1980’li yılların sonuna kadar gelen tarihsel dönem temel özellikleriyle, güç yapısı ve ilişkileriyle köklü bir altüstlüğe uğramıştır. Şüphesiz ki bu tarihsel dönem içinde de büyük iniş- çıkışlar yaşanmıştır. Fakat bir tarihsel gelişim ufku yönünden bakıldığında bu süreç tüm iniş çıkışlarıyla birlikte sonunda işçi sınıfının mevzi ve iktidar kazandığı bir dönem oldu. Sosyalizmin yıkılışı ve kapitalizmde yaşanan yapısal değişimlerle bu dönem kapandı. O güzel eski günlerle ilgili ne kadar anı anlatsak, o günleri coşkuyla ansak ve özlesek geri gelmeleri mümkün değildir. En kötüsü o günlerde kazanılan alışkanlıkları bugünün mücadele koşullarında tekrarlayarak bir sonuç almayı ummak mücadelenin geleceği açısından büyük bir yanılgı olur.
Arkamızda onurlu bir tarih önümüzde ise oldukça değişen ve değişmekte olan yeni mücadele koşulları, geleceği kurarken peşimizi bırakmayacak olgulardır. Bunların üzerinden atlanılamaz.
Sınıflar Mücadelesinin Yeniden Şekillenmesi
Önümüzde tüm bilinmeyenleri ile duran dönemin bir temel özelliği vardır. Nasıl işçi sınıfının ilk tarihsel mücadele dönemi manifaktür dönemden sanayi kapitalizmine geçiş yıllarında şekillendiyse, geleceğin yeni mücadele dönemi de içinde bulunduğumuz geçiş sürecinde şekillenecektir. Sınıflar savaşının yeni bir dönemine hazırlık olarak güçlerin yeniden konumlandığı, donanımlarını yetkinleştirdiği, düşünce ve gelecek tasarımlarını kritikten geçirdiği bir süreçten yürünüyor. Ancak böyle söyleyince konumlanmaların az çok belirginleştiği gibi bir izlenim ortaya çıkabilir. İşin daha çok başında olunduğunu kavramak için dünyaya ve tek tek ülkelere bakmak yeterlidir. Koşulların yüz elli yılı aşkın bir süre determine ettiği mücadele, yeni bir döneme girmeden önce maddi ortamın yaşadığı büyük değişimlerden dolayı önce kaçınılmaz bir şekilde bozulmalara uğruyor. Bu sancılı sürecin içinden yeni güçlerin dizilişi ortaya çıkacaktır. Eski mücadele dersleri hep bilinçlerde olsa da, hatta o günler özlense de, geleceğin böyle kaba kıyaslamalarla öngörülemeyeceği açıktır. Kıyaslamalar bir düşünce yöntemi olarak kaçınılmazdır, ancak eskinin kalıpları içinde kalmamak koşuluyla.
Mücadelenin yeniden şekillenmesi doğal olarak üç ana kaynaktan beslenecektir. Genel olarak sınıflar mücadelesinin dersleri; özel olarak Sosyalizmle yaşanan iktidar deneyi ve kapitalizmdeki yapısal değişimler, sınıflar mücadelesinin geleceğini şekillendirecek temel nirengi noktalarıdır.
İşçi sınıfı 21. yüzyıla, 19. yüzyıla girdiğinden çok farklı koşullarda girdi. Büyük bir meydan savaşını kaybetmiş olarak, ideolojisi sert darbeler almış, örgütlenmeleri dağıldığı için siyasal bağımsızlığını yitirmiş ve ekonomik-sosyal kazanımlarından bir bölümünü sürekli kaybetmeye başladığı koşullarda yeni bir yüzyıla giriş yapmıştır. Sınıflar mücadelesi tarihine baktığımızda Komünist Manifesto önemli bir dönüm noktasıdır. Bilindiği gibi sınıflar ve onların mücadelesini ilk kez Marx bulmamıştır. Liberal burjuva ideologları da sınıflar mücadelesini kabul etmiştir. Sendikal mücadelenin başlarda illegal yürümesi, daha sonra hemen her ülkede burjuva iktidarlar tarafından tanınması bu gerçekten dolayıdır. Bu seviyede bir sınıflar mücadelesine egemenlerin itirazı yoktur. Marx’ın iddiası bu noktadan sonra başlıyordu. İşçi sınıfının iktidarı hedeflemesinin, o günlerin ünlü deyimiyle “proletarya diktatörlüğü”nün kaçınılmazlığını vurguluyordu. Olaylar bu öngörüyü kendi üslup ve sınırları içinde doğruladı. Ancak ardından gelen yıkılış, “yoksa her şey baştan beri yanlış mıydı?” sorusunu doğal olarak kafalara getirdi. Bu büyük savruluşun bir sonucu olarak bugün pek çok siyasal hareket artık iktidarı hedeflemiyor. Bu anlamda “tarihin sonu” tezini doğrulamış oluyorlar. “Son” iktidar: Burjuva iktidarıdır. Artık en fazla bu iktidar çerçevesinde evrimleşmeler yaşanabilir. Dünyaya bu pencereden bakanlar için sınıflar mücadelesinin artık bir önemi kalmamıştır.
Sınıflar mücadelesinin yeni dönemine teorik ve pratik olarak hazırlık yapanlar için ise en önemli sorun şudur. İşçi sınıfının, burjuvaziden ve düzenden kopuşması yeniden nasıl gerçekleşecektir? Hatta günümüz dünyasında soruyu şöyle sormak bile artık mümkündür: sınıflar kopuşması yeniden gerçekleşecek midir? Sadece bir demokrat olarak değil, Marxist anlamda sınıflar mücadelesinin anlamı, bu kopuşmayı yaratmak için mücadeledir. Yeni döneme bakarken düşünce ve davranışların odaklanması gereken nokta budur.
Tarihte işçi sınıfının bağımsız bir siyasal harekete yükselmesi ancak bazı koşullarla birlikte gerçekleşmiştir. Sınıf “adım adım” mücadele ile örneğin “on saat işgünü” parolası ile başlayarak doğru bir çizgi üzerinde yükselir gibi bir kopuşma yaşamamıştır. Burjuva devrimleri sonrası yaşanan restorasyonlar, yani burjuvazinin derebeylikle uzlaşma çabaları, kapitalizmin devrevi krizleri ve savaşlar işçi sınıfının bağımsız bir sınıf olarak şekillenmesinin yollarını döşemiştir. Ancak bütün bunlar gündelik taleplerin dile getirilmesiyle olağanüstü bir iç içelikle yaşanmıştır. Gündelik taleplerin öne sürülmesi öyle başka koşullarla yan yana gelmiştir ki, sınıfın tarihsel kopuşması için büyük çatlağı yaratmıştır. Yine de 19. yüzyılda işçi sınıfının bağımsız bir siyasal kimlik kazanmasında restorasyonların özel bir yeri vardır. Burjuva devrimlerinin bu tarz geri püskürtülmesi işçi sınıfı içinde devrimlere varan birikim oluşturmuş ve kopuşları yaratmıştır. Bir kez işçi sınıfı iktidarı kurulduktan sonra ise, hemen her önemli işçi ve halk hareketi sınıfın iktidar mücadelesinde bir basamak olarak algılanmıştır. Dolayısıyla tarihi sınıfsal kopuşma bir kez gerçekleştiğinde maddi mücadele ortamının temel özellikleri değişmedikçe, her olay bu kopuşmayı derinleştirici rol oynayabilir.
Ancak tersi de doğrudur. Sosyalist iktidarların çekim gücünün azalması ve özellikle Avrupa’da yaşanan refah devletleri süreci sınıflar kopuşmasını önce yumuşatmış, sosyalizmin yıkılışıyla bu tarihsel kazanç tümüyle yitirilmiştir. İşçi sınıfı uzun uzlaşma yıllarıyla kapitalist düzen içine gerilemiş, Sosyalizmin çöküşüyle ise gelecek ufkunu kaybetmiştir. Yeni bir kopuşma sürecinin çok sancılı olacağı yeterince açıktır.
Mücadelenin yeni dönemine damgasını vuracak sınıfsal kopuşmaların nasıl yaşanacağını zamanlama olarak bugünden kestirmeye kalkışmak rüyaya yatmaktan başka bir anlam taşımaz. Basit analojilerle ise bir noktadan öteye gidilemez. Ancak buna rağmen söylenebilecek bazı şeyler vardır.
Sınıflar mücadelesi bugün ideolojik olarak örselenmiş ve siyasi olarak ufuk kaybına uğramış olduğu için gündelik, yani gerek ekonomik ve gerekse düzen içi siyasal bazı talepler için mücadele hemen hemen işçi sınıfının tüm ufkunu kaplamıştır. Gündelik mücadeleden sınıfsal kopuşmaya bir yol var mı?
Gündelik mücadeleden hareketle yeni döneme ilişkin bazı tespitler yapalım.
- Bugün işçi sınıfının topyekûn davranış yeteneğini önceki dönemdeki gibi varsaymak önemli bir stratejik veri hatası olur. Sınıftaki sektör kayması ve parçalanma, ancak sadece bu değil, aynı zamanda Sosyalizmin yıkılmasıyla hedefin silikleşmesi sınıfın kolektif davranış yeteneğini önemli ölçüde darbelemiştir. Bunun yeniden inşası mümkün müdür? Eski biçimiyle değil, ancak yeni yollar bulunarak kolektif davranışı farklı bir seviyede yeniden inşa etmek mümkündür.
Sınıflar mücadelesi teorisinde büyük yer tutan “kendinde sınıf” ve “kendisi için sınıf” kavramlarını yaratan aslında 19. yüzyıl sınıflar mücadelesinin koşullarıdır. Büyük fabrikalara ve belli oturma mekânlarına yığılmış her an kendiliğinden harekete geçebilen bir sınıf vardı. “Kendiliğinden hareketler” kavramı da mücadeleye bu dönemlerde girdi. Makine kırıcılığıyla başlayan bu hareketler daha sonraları belli bir bilinç ve örgütlülük kazandılar. Sınıfın “kendiliğinden” devrimciliği-sosyalistliği değil- yine bu dönemin kavramıdır. O günlerden 1960’ların “tarihsel uzlaşma” yıllarına gelince ise bütün bu kavramlar sorgulanmak zorunda kalındı. Sınıfın büyük gövdesiyle sadece var olması sınıflar mücadelesi için hiçbir rol ve anlam ifade etmeyebiliyordu. Onun için sınıf ancak mücadele içinde bir “oluş”tu. Statik, durgun bir “nesne” değil, hareketli bir oluştu. 1960’lı yıllar Avrupa’sında işçi sınıfı ile (onun nesnesi ile) bilinç ve ideolojisi kopuşunca, araya “tarihsel uzlaşma” duvarı girince bu tartışmalar patlak verdi. Sınıflar savaşının 19. yüzyıl koşullarında şekillenmiş kavramlarının, koşulların ilk köklü değişim işareti verdiği 1960’lı yıllarda sorgulanması rastlantı değildir.
Bugün sınıflar mücadelesine yaklaşırken 19. yüzyıldaki sanayi kapitalizminin koşullarında var olan “kendinde sınıf”ı aynı güç ve yoğunlukla göremeyeceğimizin bilincinde olmalıyız. Odak kayması ve parçalanma, “kendinde sınıf”ın bırakalım hareketini, duruşunu, var oluşunu bile önemli ölçüde zayıflattı. Bu anlamda, sık sık yapıldığı gibi, zorlanırsa “kendinde sınıf”ın var olmadığı iddia edilebilir. Fakat bu gerçeğin sadece çarpık bir görüntüsünü yansıtmaktan öteye bir anlam taşımaz.
Gerçeklikten kopuk sırf kavramlar denizinde boğuşmak yerine, sorulması gereken şudur: “İşçi sınıfının topyekûn davranış yeteneğindeki zayıflama onarılabilir mi?” Klasik kavramlarla sorarsak: İşçi sınıfı yeniden “kendisi için sınıf” konumuna yükselebilir mi? Önümüzdeki dönemde yeniden büyük fabrika günlerine dönüleceğine dair hiçbir ipucu yoktur. Dolayısıyla bu zayıflamayı eski yollardan gidermenin şansı da yoktur.
İlk yapılması gereken tespit eskinin bu anlamda tekrarının mümkün olmadığıdır. Eski beklenti ve alışkanlıklara takılı kalmak yeni mücadele yollarını yaratmanın önünü tıkar. İmalat ve maden sektörü işçi sınıfının mücadele tarihinde özel bir yere sahip oldu. Ancak bu sektörler sürekli kan kaybediyor, öte yandan dağınık, heterojen hizmet sektörü büyüyor.
Sınıf hareketinin yeniden inşasında onun kapitalizmin en küçük sallantılarından bile etkilenen kesimleri, “çekirdek” dışı kesimler, ilk hedef alınmalıdır. Bu kesimlerin dağınıklığı mücadelenin örgütlenmesinde büyük zorluktur, ancak öfke buralarda birikiyor. Dünyada, eve iş alan kesimlerin bile örgütlenmesine ait örnekler var. Ne sendikal ne politik anlamda eski güzel ve bir anlamda “kolay” günler artık olmadığına göre, örgütlenmede yakın hedef olarak, sınıfın düzenle en çok gerilimi halkalarında mevzi tutmak kaçınılmazdır.
Sanayi kapitalizmi döneminde oluşan işçi hareketinin çerçevesi yeni süreçte aşılmalıdır: işsiz örgütlenmeleri yaratılmalıdır. Arjantin deneyi bunu bütün dünyaya ilan etti. İşsizler radikal eylemleri ile “iş ya da yiyecek” parolasıyla önemli mevziler elde ettiler. Ayrıca yol işgalleriyle “rahatı yerinde” “çekirdek”teki işçileri de yangının sıcaklığıyla uyarmış oldular.
Öte yandan, örgütlenmenin ilk adımı içinde olmasa da sınıfın tüm parçaları için farklı taktik ve örgütlenme biçimleri geliştirerek farklı renklerde bir örgütlenme ağı yaratılmalıdır. Bu ağ her an kolektif olarak davranmayacaktır. Bu yersiz ve zorlama bir hayal olur. Sınıfın dağınık parçalarının kolektif davranışı günümüz kapitalizminin ancak derin krizlerinde mümkün olabilir. Elbette böyle bir momenti değerlendirebilecek bir kurmay öngörüsü ve örgütlenmesi daha önceden yaratılmışsa. Yoksa günümüzde kendiliğinden hareketlerin rolü çok sınırlıdır. Hazırlıksız beklentiler düş kırıklıklarıyla sonuçlanmaya mahkumdur.
- İşçi sınıfının gündelik mücadelesinde yeniden en canlı konular, ücret, iş zamanı ve iş koşullarıdır. Tüm dünyada 80’li yılların başlarından beri verimlik artmasına rağmen ücretler düşmekte ve ayrıca çalışma zamanı da yavaş yavaş yeniden uzamaktadır. Bugün toplu pazarlıkların hemen her konusunda işverenlerin elindeki en büyük tehdit işsizler ordusudur. Üstelik bu ordunun artık şu ya da bu ülkenin sınırları içinde olması da gittikçe önemini kaybediyor. Neoliberalist politikalarla sermayenin hareketi çok kolaylaştığı için eskiye oranla daha rahat bir şekilde yer değiştirebiliyor. Oysa işgücü için hala sınırlar vardır. İşçi sınıfının mücadele tarihinde bugüne dek hiçbir zaman kurulmamış bir ittifak, çalışanlarla işsizlerin ve gelgeç türedi işlerde çalışanların ittifakı artık yaratılmak zorundadır. İşçi sınıfı partilerinin ve sendikaların güç yitirdiği, bencilliğin zirvelere tırmandığı günümüzde bunun çok zor olduğu açıktır. Ancak kapitalizmin son yirmi yıldır sınıfı nasıl kuşattığı iyi görülürse karşı mücadele taktiklerini yaratmak, bu anlamda zoru başarmaktan başka bir yol yoktur. İmalat sanayinden sürülen, dolayısıyla yoğunluğu kırılan işçi sınıfının böylece davranış yeteneği azalmaktadır; öte yandan, çekirdek ve geçici işçiler arasındaki gerilim sınıfın davranış yeteneğini sınırlamaktadır, ancak bunların dışında bir de geniş işsizler halkası vardır ve bu halka sınıfın davranış yeteneğini neredeyse felç etmektedir. Bu kuşatma kırılmadan sınıf mücadelesi soluk alamaz.
Günümüz sınıf mücadelesi deneylerine baktığımızda özellikle Arjantin örneğinden hareketle konuşursak, eski fabrika tipi mücadele geleneğine alışmış sendikalar yeni oluşumlar yaratamadılar. Bütün yaratıcılık bu sendikalardan bağımsız olarak doğdu ve gelişti. Tıpkı, 19. yüzyılın başlarındaki sendikal hareketin eski dar meslek birliklerinin içinden değil, onlara rağmen doğması gibi, geleceğin mücadele ve örgüt biçimlerini de büyük olasılıkla sadece mevcut sendikal ve parti yapılarının dönüşümünden beklemek hata olur. Yeni doğuşlar kaçınılmazdır.
- Sınıfın parçalanmasında, özellikle bir parçayı farklı ele almak gerekiyor. Bu da üretime kafa emeğini de veren grup çalışması içinde olan işçilerdir. Fordizm’in tıkanmasının yarattığı bu olgu gelgeç ve rastlantı değildir. Makinelerin nitelikli insan emeğine karşı savaşı emeğin niteliksizleştirilmesi yönünde derinleşebileceği en dip noktalara kadar varmıştır. Bir kırılma noktası kaçınılmazdı. İnsanın üretim ve tüketimle ilişkisi kapitalizmle başlamadığı gibi, kapitalizmin çizdiği çerçeveye de mahkûm değildir. Makineler üretime yeni girerken nitelikli işçi bugünün tüketim toplumunun şekillendirdiği işçiden çok farklıydı. Sürekli iç gerilimi yükselen bir çalışma temposu ve öte yandan hastalık ölçüsünde tüketim müptelası olmak, bu insan yapısı son yüz elli yılda kapitalizmin yarattığı bir olgudur. Ancak bu yapı bazı darbeler almaya başlamıştır. Henüz çok sınırlı olsa da hastalıklı çalışma ve tüketmeye tepkiler şekilleniyor. Grup çalışması bir yanıyla Fordizm’in gelip tıkandığı noktadan sonrasını anlatıyor. Liretimle yaratıcı bir ilişki grup çalışmasını önceki süreçten ayıran en önemli özelliktir. Öte yandan, üretimdeki egemenlik ve mülkiyet ilişkisi değişmediği ölçüde grup çalışmasının kat edeceği yol sınırlıdır. Buna rağmen bu yeni olgu gözden kaçırılmamalıdır.
Sınıf içinde, üretimle ilişkisi önceki dönemden oldukça farklı yeni bir tabaka oluşuyor. Üretim bilgisiyle daha fazla teçhizatlanan sınıfın bu kesimi, kaçınılmaz bir şekilde üretim tekniği ve tarzıyla da ilgili hale geliyor. Sınıfın bu kesimi, işverenle sadece “ücret ve sosyal haklan” konuşmayacak, aynı zamanda üretim tarzındaki değişimleri de konuşacaktır. Her yeni teknik ve ona göre şekillenen üretim tarzı veya teknik değişmese de yeni bir üretim örgütlenmesi, verimliliği arttırıp nispi artı değer sömürüsünü yükselttiğine göre, grup çalışmasındaki işçiler işverenlerine kendilerini nasıl daha iyi sömüreceği hakkında akıl vermiş olmayacaklar mı? Evet! Ancak bir başka olgu daha yaşanacaktır. Üretimin örgütlenmesinde grup çalışanlarının inisiyatifi ve bilgisi de artacaktır. Bu, emeğin yeniden nitelik kazanması demektir. Elbette eski dar mesleklere geri dönüş olarak değil, üretimin bir süreç içinde örgütlenmesinde nitelik kazanmak anlamındadır. Bugün emeğin yeniden nitelik kazanması, dar meslek uzmanlaşması anlamına gelmiyor. Yaygın niteliksiz emek yanında, daima böyle nitelikli emek hep var oldu. Bugünün koşullarını bütünüyle dikkate aldığımızda emeğin nitelik kazanması, karmaşık, yüksek teknikli üretim sürecinin örgütlenmesinde bilinçli yer alabilmek anlamına gelir. Bu gelişme sınıfın niteliğinde önemli bir değişme demektir. Makinelerin ilk saldırısından beri nitelikli emek aleyhine derinleşen süreç, hem sınıfın katı pasif direnci hem de yeni tekniklerin devreye girmesiyle tersine dönmeye başlamıştır. Emeğin yeniden nitelik kazanması kaçınılmaz bir şekilde kapitalist üretim ilişkileriyle çelişkiye girecektir. Çünkü nitelik, yani bilgi ve inisiyatif, aynı zamanda bir egemenlik alanı da yaratır. Emeğin bu egemenlik alanı ile sermayenin egemenlik alanı çelişecektir. Aslında kapitalist merkezlerde bu son on yıldır yaşanıyor. Burjuvazinin üretimdeki egemenlik ilişkisini “riske” sokan bu yeni üretim tarzı, ilk coşkusundan sonra şu ya da bu yolla sınırlandırılmaya başlamıştır. Ancak Fordizm’e geri dönüş imkânsızdır. Günümüzde kapitalist üretim tarzı bu çelişkiyle birlikte yaşıyor.
Sınıfın bu kesiminin mücadele içindeki yerinin ne olacağı sadece işverenlerin belirlemesine bırakıldığında ortaya çıkacak sonuç şimdiden bellidir. Ancak kapitalizmin kör ruhu olan rekabet bu grup çalışması içine de hızla taşındığı için sınıfın bu kesimini, mücadeleye kazanmak için güçlü bir zemin de vardır. Emeğin bu tarz yeniden nitelik kazanması işçi sınıfının gelecek mücadelesi için önemlidir. Böyle niteliksel bir dönüşümün mücadeleye somut nasıl yansıyacağını ancak yaşayarak göreceğiz. Bugünden yapılması gereken bu olguyu atlamamak ve bu alanda örgütlenme yolları yaratmaktır.
*****
Yukarıda sorduğumuz soruya geri dönersek, sınıflar kopuşması yeniden nasıl yaşanacaktır? İşçi sınıfının yukarıda en önemlilerini vurguladığımız gündelik sorunlarından hareketle düz bir çizgi üstünden giderek sınıfsal kopuşmaya varması imkânsızdır. Olaylar bu çerçeve içinde döndükçe bir kopuşmadan çok sınıf niteliğini yitirme anlamında bir yozlaşma yaşanabilir. Ancak bir kopuşmanın birikimleri de yine bu kanallarda oluşacaktır. Yine kaçınılmaz bir şekilde tarihe dönersek, işçi sınıfının ilk siyasal kopuşmasının burjuva devrimleri sürecindeki restorasyonlarda yaşanmasının siyasal anlamı, kazandığı haklarının geri alınmasına karşı tepkidir. İşçi sınıfı burjuva devrimlerinin açtığı “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” yolunun daha öteye genişletilmesinin kendi sınıf çıkarlarına uygun olduğunu kavradıktan sonra bu konuda her geri gidişe devrimci tepkisiyle karşılık vermiştir.
Bugün kapitalist merkezlere baktığımızda henüz politik haklara tırmanmasa da sosyal haklar hızla tırpanlanıyor. Ayrıca Bush yönetimi Amerika’da 11 Eylül’ü bahane ederek bazı siyasal hakları da sınırlamıştır. Bugün 19. yüzyıldakilere hiç benzemese de yine de bir restorasyondan bahsedebiliriz. Refah devletlerinden kapitalizmin vahşi rekabet günlerine geri dönülüyor. Ortada burjuvazinin uzlaşacağı eski derebeylik artıkları yok. Ancak tüm dünyadaki sermaye akışını kendi çıkarlarına göre yönlendiren bir mali oligarşi var.
Demokrasiler tam bir tıkanma noktasına geldi. Çalışan kitleler “genel oy hakkı” günlerindeki coşkuyu taşımıyorlar, basit bir yüzde olarak dikkate alındıkları seçimlere katılsalar da bu oyuna gittikçe daha az inanıyorlar. Burjuva demokrasileri biçimsel olarak sürerken özce ruhsuz bir oyuna dönüşüyor.
“Toplum” burjuva bireyciliğinin zirveye çıkmasıyla birbirine değmeyen anlamsız bir kalabalığa dönüşüyor. Toplum gelişmiş ülkelerde bencillikten, geri ülkelerde yoksulluktan çürüyor.
Dünyadaki yeni paylaşım savaşları da dikkate alınırsa bütün bu birikimler ekonomik ve siyasal krizlere dönüşebilir. Hatta kapitalist üretimin hesapsız gelişimi coğrafyayı zorlamaya başladığı için, insan eliyle yaratılmış doğal felaketler ve bunların tetiklediği krizler yaşanabilir.
Evet, teknik gelişim durmuyor. Ancak siyasal ve toplumsal olarak insanlık bir restorasyon yaşıyor. Mali oligarşinin (modern derebeyliğin) çıkarlarına göre şekillendirilmeye çalışılan dünya, bir dönemin sosyal hak ve özgürlüklerinden geriye doğru çekiliyor.
Bir yandan, teknik gelişimin mevcut mülkiyet ve egemenlik ilişkileri içinde yaratabileceği bencil tehditler; öte yandan, sosyal hak ve özgürlüklerin kapitalizmin ilk vahşi günlerine benzer bir şekilde restore edilmesi işçi sınıfının “tarihsel uzlaşma” yaptığı düzenden yeniden kopuşmasının yollarını döşemektedir. Bu kopuşmanın dağılışa uğrayıp sönümlenmemesi için insanlığın bir basamağı daha çıkması gerekiyor. Bu da iktidar sorunudur. İlk işçi sınıfı iktidarları çöküşe uğrayınca, işçi sınıfı ve halkların ufkundan iktidar hedefi silindi. Günümüz aynı zamanda iktidarı hedeflemeden “muhalif” olmanın pratik deneylerinin yaşandığı bir dönemdir. Bu deneylerden alınacak dersler işçi sınıfının gelecek dönem mücadelesi için yaşamsal bir öneme sahiptir. Çünkü sınıfın yaşayacağı tarihsel kopuşmaların iktidar hedefini yaklaştıracağı açıktır, fakat öte yandan iktidar hedefinin netleşmesi de tarihsel kopuşma sürecine ivme verecektir. Hatta sınıfta yeniden bir iktidar bilinci oluşmadıkça kopuşmaların boşa sallanan boksör yumruğu gibi tüketici etkileri olabilir.
İşçi sınıfının “tarihsel uzlaşma”dan yeni bir tarihsel kopuşmaya geçmesinin bugünün verileriyle konuşacak olursak çok zor ve sancılı olacağı anlaşılıyor. Sosyalist sistemin uğradığı yenilgi, sınıfta yaşanan zayıflama, düşüncenin yeniden pratik güce dönüşmesinin sancılı birikimi gelecek tarihsel kopuşmanın çok sancılı olacağının kanıtlarıdır.
İşçi sınıfının yeniden tarihsel kopuşmasından söz etmek aynı zamanda onun ittifak güçleriyle ilişkisini de yeniden tanımlamak anlamına geliyor. Kapitalist merkezlerde, daha önceki klasik tanımlamalarda işçi sınıfı ve burjuvazi arasında konumlandırılan küçük burjuva tabakalar, sosyalizmin yıkılışından ve sınıfın bugünkü konumundan dolayı “ortada” olmaktan çok güçlünün çekim alanındadır. Ancak Arjantin olaylarının gösterdiği gibi büyük çöküşlerde işçi sınıfı ile ittifak kurmak yerine kendi bağımsız konumunu ortaya koyması daha büyük olasılıktır, işçi sınıfı bugün kendiliğinden bir liderliğe sahip değildir. Dolayısıyla küçük burjuva tabakalarla ilişkisi de önceki dönemdeki gibi yürüyemez.
Bizim gibi ülkelerde ise, köylülüğün büyük ölçüde çözüldüğü, ancak ekonominin yeni göçleri işçi olarak istihdam edemediği bir dönemde klasik işçi-köylü ittifakı yerine “sınıf içi ittifak” kavramına uygun düşecek bir gelişme yaşanmaktadır. Köylülük kentlere yığılmıştır. Artık köylü olmamasına rağmen henüz işçi de değildir. Aslında büyük kentlerde kendine özgü bir “işçi-köylü ittifakı” yaşanıyor. Fakat bir geriye dönüş yaşanamayacağına göre buna işçi-köylü ittifakı demek yerine “sınıf içi ittifak” demek daha uygun olur. “Sınıf içi ittifak” ne ölçüde güçlü kurulabilirse ve kentlerde kendi güç ve etki alanını ne ölçüde yaratabilirse, kırlarda gerçek bir ittifak yaratmak ancak o zaman mümkündür.
Sonuç
Sanayi kapitalizmi dönemindeki işçi sınıfı mücadelesini daha çok düzenli orduların savaşına benzetebiliriz. Bugün güçlerin yeni dizilişine baktığımızda, gelecekteki işçi sınıfı mücadelesinin, düzenli orduların savaşından çok, her biri ayrı özellik ve nitelik taşıyan farklı savaş birliklerinin genel bir koordinasyon içinde, ancak zaman ve mekân olarak parçalı savaşları olarak yaşanması çok daha büyük olasılıktır. Sınıflar kopuşması da, bu parçalılığın rengini taşıyacaktır.
Sınıfın çeşitli parçalarıyla kolektif davranması artık çok daha fazla bilinçli örgütlenme ve taktik zenginlikle mümkündür. Sanayi kapitalizmindeki işçi sınıfının konumlanmasının yarattığı avantaj bugün yoktur. Ayrıca bugünün sınıf mücadelesi bir önemli dezavantaja daha sahiptir. 19. yüzyılda sınıflar kopuşması, ilk yaşandığı için, radikal ve atılgan bir enerji açığa çıkartmıştır. Bugün, çöküş sonrasının ihtiyatlılığı yaşanıyor.
Bunların yanında, sınıflar mücadelesinin yeni bir tempo ve seviye yakalayabilmesi için bir basamağın geçilmesi gerekiyor. Bu basamağın başlıca iki unsuru vardır. Birisi, sosyalizmin yıkılışıyla köpüren etnik, kültürel ve dini kökenli hareketlerdir. Bu dalga sınıflar gerçekliğini belli ölçüde görünmez hale getirdi. Ancak sis bulutu dağılıyor, fakat yok olmuyor. Bu özellikler sınıflar savaşının içine bir yeni zenginlik olarak taşınıyor. İkincisi, iktidar ufkunun yitirilmesi nedeniyle mücadelenin sırf “muhalif” zeminlerde kalması ve lokalleşmesidir. Sınıfın ve çalışanlar kitlesinin kapitalizme zorunlu olarak tanıdığı bu toleransın da bir sınırı olacaktır. İktidar hedefine tırmanmayan mücadelelerin içinde bulunduğumuz dönemde elde edeceği sonuçlar, kaçınılmaz bir şekilde yeni bir birikim yaratacaktır.
Bu basamak ülkelere göre farklı derinliklerde yaşanıyor, bir dönem daha yaşanmaya devam edecektir.
Böyle bir mücadele deney ve birikiminin yaşanmasından sonradır ki, sınıflar mücadelesi yeni döneme uygun bir seviyeye tırmanabilecektir. Eskinin oldukça yekpare sınıf yapısının ortaya çıkardığı mücadele taktik ve biçimleri, yeni seviyede çok daha zengin ve karmaşık biçimlere girecektir. Sınıflar savaşının yeni dönemi, bir bakıma alıştığımız klasik sınıf davranışından öteye, bu anlamda sınıf kapsamında öteye alanlara da uzanmalıdır. Bu süreçler yaşandıkça sonuç alıcı en yüksek basamağın nasıl çıkılabileceğinin yolları daha açık hale gelecektir.
Dipnotlar
- Hazırlayan: B. N. Ponomarev, The International Working-Class Movement, Volüme I, s. 62
- E. P. Thompson, İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, s. 629
- Robert Kuttner, The Limits of Labor Markets, Challenge, May-June, s. 85
- Jonathan Hiatt, Union Survival Strategies for 21st Century, Journal of Labor Research, Fail 1997. s. 48