SINIF MÜCADELESİNİN SORUNLARI: TARİH VE GÜNÜMÜZ – Mehmet Yılmazer

 

Düşünce ve Davranışta Yol, Sayı 6, Şubat 2005

Giriş

Sosyalizmin yıkılış süreci aynı zamanda “post-kapitalizm” tartışmalarıyla birlikte yürüdü. Kapitalist üretim biçimindeki bazı değişimler abartılı yorumlarla neredeyse “kapitalizm ötesi”ne kadar vardırıldı. Bilim ve teknikteki etkileyici gelişmeler, bilgisa­yarın yarattığı “iletişim çağı” olmadık düş­lerin kurulmasına neden oldu.

İşçi sınıfı iktidarları yıkılırken, aynı za­manda kapitalizmde yaşanan bazı yapısal değişimlerle, kapitalist üretim biçiminin simgesi olan devasa fabrikalar ve buralara yığılı işçi sınıfı erimeye başlayınca, “post-kapitalizm”den söz etmek ve “proletarya­ya elveda” demek moda haline geldi.

Yeni Dünya Düzeninin hemen hemen ilk on yılı sonradan havaya uçan düşlerle birlikte yürüdü. Bilgiye bu ölçüde rahat ulaşabilme ve tüm yeni teknikleriyle informatik çağı, dünyada bir zenginleşme ve demokratikleşme yaratacaktı. “Elveda prole­tarya” söylemleri ile post-kapitalizm ta­nımlamaları birlikte yürüdü. Yıllar aktıkça yeni tekniğin büyüsü dağılırken, beklenen­lerin tam tersi gelişmeler yaşanmaya baş­landı. Bilgi, yine dev tekellerin elindeydi, dünyadaki kutuplaşma hızla derinleşiyordu ve paylaşım savaşları hızlanıyordu.

“Süper güç” dünyanın son elli yılda oluşturduğu bütün uluslararası kuralları bir kenara iterek kendi keyfi davranışını dün­yaya dayatınca “değişim”, “post-kapita­lizm” kavramları üzerinden yaratılan yanılsamalar acı, bir yönüyle değişmeyen ger­çekler tarafından parçalandı.

Dünyada, özellikle 1980’li yılların sonla­rından itibaren pek çok şey değişiyordu. En kaba bakışla bile görülebilen bu değişi­min niteliği ve derinliği neydi? Bu soru gü­nümüzün en önemli sorusudur, ancak cevabı yüzeydeki anaforlara dayanılarak veri­lirse yanılgılar kaçınılmazdır. Bu yazıda sı­nıflar mücadelesi açısından nelerin değişti­ğini ve sınıflar savaşı üzerindeki olası etki­lerini irdelemeye çalışacağım.

1980 sonrası dünyaya kabaca bakınca kapitalist anayurtlarda ünlü refah devletle­rinin eridiğini, sosyalizmin yıkılışından son­ra hızla sosyalist partilerin güç yitirdiğini ve hatta çoğunun buharlaşıp yok olduğunu, bununla kalmayıp güçlü işçi sendikalarının zayıfladığını, işçi hareketinin büyük güç kaybına uğradığını görmek mümkündür. M. Thatcher döneminde ünlü maden işçile­ri grevi sanki bir dönem sürüp gelen mü­cadele tarzının sona erdiğinin işaretiydi.

Öte yandan, Sosyalist sistemin yıkılışıy­la bir anda Balkanlar ve Kafkaslar’ı ulus ve etnik kimlikli mücadeleler kapladı. Bu rüzgâr her bölgede kendi rengine bürüne­rek dünyanın çeşitli bölgelerinde esti, hızı yavaşlaşa da hala esmeye devam ediyor. Bu olgular üst üste gelince dünün dünyası­nın en belirgin özelliği olan sınıflar mücade­lesi sanki tarih olmuşa döndü. Bu yönde o kadar çok yorum yapıldı ki, sınıflar mücadelesi döneminden söz etmek dinozorluk­la eş tutuldu.

Elbette pek çok değişim yaşandı ve ya­şanmaya devam ediyor. Bugün vurgulan­ması gereken bir on beş yıl toz dumanın arasında görünmez hale gelen sınıflar müca­delesinin yavaş yavaş yeni bir tempo ka­zanmaya başlamasıdır. Bunun en keskin ilanı Arjantin olaylarıdır. Neoliberal politi­kaların çöküşünün de ilanı olan Arjan­tin’deki ayaklanma aslında sözde “informatik çağı”nın yarattığı hayallerin de kırılıp dökülmesinin miladıdır. Irkçı beyaz yöne­timden Mandela’nın Kongre Partisi’nin ik­tidara gelmesiyle kurtulan Güney Afrika, yarım milyonu aşkın katılımla tarihinin en büyük işçi eylemini yaşadı. Kapitalist ana­yurtlarda ise sosyal refah geriledikçe işçi ve çalışanların eylemliliği artıyor. Ancak bütün bu gelişmelere rağmen eylemler ve mücadelenin havası “eski güzel günlerde­ki gibi değil, o seviye ve etkinin çok uzağın­da.

Sınıf mücadelesindeki gerileme ve deği­şimin başlıca iki nedeni öne çıkartılmalıdır. İlki ve en önemlisi kapitalizmde yaşanan yapısal değişimdir. İkincisi, sınıflar mücade­lesinin deneylerinden çıkartılan derslerdir. Mücadelenin tarihine ve geleceğine başlıca bu iki açıdan bakmak gerekir.

 

Kapitalizmde Sınıflar Mücadelesi Tarihine Kısa Bakış

Sınıflar mücadelesi kapitalizmle baş­lamadı, ancak bizim konumuz kapitalizm koşullarında sınıf mücadelesinin geçirdi­ği süreçlerle sınırlı. Kapitalizm, bir üre­tim biçimi ve toplumsal yapı olarak or­taya çıkışından günümüze kadar oldukça önemli değişimler geçirmiştir. Yaşadığı­mız günlerde de yine böyle bir tarihsel değişim konağının içinden geçiyoruz. Bu değişim pek çok yönüyle görülüp hissedilse de henüz egemen bir dönem ola­rak kendini ortaya koymadığı için, yaşa­dığımız günlerin temel özelliği belirsizlik­tir.

Günümüzden kapitalizmin geçmişine baktığımızda başlıca iki ana dönem ya­şandığı hemen görülür. İlki, kapitalizmin manifaktür dönemidir. Henüz büyük kentler oluşmamış, üretim evlerde veya atölyelerde iş aletleriyle yapılmaktadır. İkincisi, fabrika dönemi veya sanayi kapi­talizmidir. Nüfus hızla kentlere göçer­ken üretim büyük fabrikalara yığılmıştır. İş aletlerinin yerini makineler almaya başlamıştır. Bu dönem yakın tarihe ka­dar gelmiştir. Gelişmiş kapitalist ülkeleri ölçü alırsak bu dönem 1970’li yılların or­talarına kadar egemen bir yapı olarak yaşamıştır. Özellikle 1980’li yıllarla bir­likte köklü değişimler yaşanmaya başlamıştır. Bu döneme pek çok isim verildi. En tutulanı “informatik çağı” yakıştırma­sıdır. Biz bu yeni döneme hizmet kapita­lizmi dönemi diyeceğiz. İmalat sanayin­deki devasa yığılma çözülmeye başlamış, ağırlık her türden hizmet sektörüne kaymaya başlamıştır.

Kapitalizmin ilk iki döneminde sınıf­lar mücadelesi oldukça farklı özellikler taşımıştır. Günümüzde de önemli bir değişim sürecinin içinde olduğumuz çok açıktır. Bu gerçeklikten dolayı sınıflar mücadelesi ve özellikle işçi sınıfının du­rumu ve geleceği ile ilgili tartışmalar canlılığını koruyor. Bir geçiş dönemi ya­şandığı için bu konudaki düşünceler ge­niş bir yelpaze oluşturuyor. Günümüze gelmeden önceki iki ana dönemi irdelemeliyiz. Tarih günümüze sınırlı ölçüde de olsa ışık tutacaktır. Şüphesiz ki, esas çözümlemeler günümüz pratiğinden çıkacaktır.

 

Manüfaktür Kapitalizmde Sınıf Mücadelesi

Bu dönem, Marx’ın Kapital’de belirttiği tarihleri temel alırsak, 16. yüzyılın ortala­rından buharlı makinelerin üretime girme­ye başladığı yıllara 1780’lere kadar sür­müştür. Hemen hemen iki yüz yılı biraz aşkın bir zaman dilimidir.

Bu dönemde kapitalist üretim sadece evlerde ve atölyelerde yaygınlaştı. Hatta manifaktür üretim daha çok güçlü lonca­ların olmadığı kırsal alanlarda gelişti. 1 Li­retim tekniği olarak henüz ortaçağın sevi­yesini aşmayan bu yıllarda değişen üretim biçimiydi. Dünyadaki büyük değişimler, özellikle Latin Amerika’nın yağmasıyla baş­layan yeni zenginlik ve ticaretin artışı üre­timi lonca sınırları dışına zorladı. Yeni üretim biçimi, yaygın bir şekilde eve iş da­ğıtımı ve atölyelerde toplu üretim, bir yandan eski lonca üretimini yıkıma iter­ken, aynı zamanda da kendi sınırlarını da aşmaya zorlanıyordu. Bu dönemin üretim biçimi olarak en temel özelliği henüz üre­tim araçları olarak eski dönemin seviye­sinde kalması ancak üretim biçimi olarak köklü bir değişim yaşamasıdır. Kalifiye işçi (ya da o günkü adıyla zanaatkâr) ve iş aletleri üretimin iki temel unsurudur. Bu Süreç buhar gücünün üretime girişine ka­dar sürmüştür.

Kapitalistler nasıl dünkü sınıfların için­den doğduysa işçi sınıfı da değişik bir yol izlememiştir. Tüccarların bazılarının üreti­me el atanları, derebeylerin yeni gidişe ayak uyduranları, kırda “özgür çiftçiler” arasından çıtayı atlayabilenler yeni üretim sisteminin egemen sınıfını oluşturmaya başladı. İşçiler de, konumunu yitiren zanaatkârlardan ve özellikle kırlardan kopan köylülerden derleniyordu. Kapitalizmin bu ilk gelişim döneminde işçi sınıfının oluşması basitçe sadece yeni üretim yerle­rinde eski köylülerin konumlanmasıyla oluşmamıştır. Tam tersine üretimin yeni ti­pinin gerektirdiği disipline göre sınıfın şe­killenmesi uzun süren muazzam bir kav­gayı gerektirmiştir. Kapitalizmin bu ilk ge­lişme sürecinin en tipik özelliği, hemen her Avrupa ülkesinde tarihi değişse de uygulaması benzer olan “serseriliğe karşı yasalar”dır. 16-18. yüzyıllar arasını kapsa­yan bu “serseriliğe karşı” mücadele aslın­da, eski kökünden kopan nüfus kitlesinin yeni üretim biçimine uydurulma kavgasıydı. “İşsiz güçsüzler” “çalışma evlerinde” toplandı. Bu evler yeni burjuvazinin işgücü kaynağını oluşturan alanlar oldu. Hatta “öksüz evleri” çocuk işgücünün üretime zorla sokulduğu aracılar olarak iş görü­yordu. Bu süreç her bakımdan kapitaliz­min en vahşi dönemidir. Okyanusun öbür yakasının korkunç yağması, halkların katli­amı sürerken, bizzat Avrupa’da da kendi insanının yeni üretim biçimine uydurulma­sı için en zorba metotlar hemen hemen iki yüzyıl gündemde kaldı.

Bu dönemdeki sınıflar mücadelesine baktığımızda oldukça seyrek bir mücadele tablosu ortaya çıkar. İşçi sınıfının mücade­le tarihine baktığımızda ilk kayda geçen ey­lemlilik 1345’de İtalya Floransa’da yün ta­rayıcı işçilerin sendikalaşma çabasıdır. Bu girişim ölüme mahkûm edilince işçiler iş­yerlerini terk ederek tepki göstermiştir.

Tarihsel olarak kapitalizmin sınırları içine girildiğinde ilk önemli işçi eylemleri Pa­ris, Lyon matbaa işçilerinin 1540-41’deki grevleridir. Ev işçilerinin ilk yaygın eylemi 1627’de İngiltere Lancashire’de, 1637’de Colchester’de yaşanmıştır. Ardından silah manifaktürlerinde 1640’da grevler yaşan­mıştır.

Bu dönem işçi hareketinde çok önem­li bir moment 1789 Temmuz-Ağustos “belediye devrimi”ne plebyen kitlenin ey­lemlerle doğrudan katılmasıdır. Çalışan yoksul kitlelerin mahalli olarak da olsa ilk kez bir yönetim deneyidir. Ayrıca işçi kit­lelerinin iki ay sonra Versay’da tezgâhlanan karşı devrime tepki olarak 5-6 Ekim’de sa­raya yürümeleri ve bu girişimi boşa çıkart­maları sınıfın ilk politik deneylerindendir. (Ponomarev s. 113) Fransız devrimi tüm Avrupa’da işçi hareketi üzerinde derin bir etki yaratmıştır.

Kapitalizmin manifaktür döneminde en önemli işçi hareketi makine kırıcıları hare­ketidir. Bu hareket 1790’larda ortaya çıkı­şı, 1811-1812’de tepe noktasına tırmanışı ve 1830’larda sona erişiyle kırk yıllık bir süreci kaplamıştır. Leicestershirelı bir kal­fa olan Ned Ludd liderliğinde başladığı için Luddculuk diye de anılır. (Ponomarev, s. 194) Bütün Luddcu bildiriler “General Ludd” imzasını taşımıştır.

Aslında bu hareket zamanlama olarak manifaktür döneminden çok sanayi kapita­lizmi dönemine girer. Ancak doğuş neden­leri ve karakteri açısından manifaktür dö­nemi kapitalizmini temsil etmektedir. Bu nedenle işçi sınıfı mücadele tarihinde çok önemli bir dönüm noktası olan makine kı­rıcılığını kapitalizmin manifaktür dönemin­de ele alacağız.

Luddculuğun omurgasını oluşturan ha­reketler onun genel tarihsel anlamını da ortaya koymaktadır.

“1811-1817 yılları arasındaki asıl Ludd­culuk üç yöre ve üç meslekle sınırlıydı: West Riding (ve kırpıcılar), güney Lancashire (ve pamuklu dokumacıları) ve Leicestershire ve Debyshire’in kimi yörelerini kapsayacak şekilde Nottingham’da odaklaşan makineli örücüler.

Bu üç gruptan kırpıcılar ya da kırkıcılar kalifiye ve ayrıcalıklı işçilerdi; yünlü kumaş işçilerinin aristokrasisini oluşturuyorlardı. Bu arada dokumacılar ve makineli örücü­ler, zanaata ilişkin gelenekleri eski, statüle­ri gerilemekte olan, dışarı işi yapan kişiler­di. Halkın hayalindeki Luddculara en yakın düşen kırpıcılardı. Makine ile doğrudan ça­tışma halindeydiler ve hem kendilerinin ve hem de işverenlerinin çok iyi bilindiği gibi makine kısa sürede onların yerini alacaktı.”

Luddculuğun doğuş yerinin bugünkü adıyla tekstil sanayisinde olması rastlantı de­ğildir. O günlerin en yaygın üretim alanı ve doğal olarak makinelerle ilk tanışan sanayi­dir. Makineler zanaatkâr ve işçilerin elin­den hünerlerini aldıkça bu büyük bir tepki­ye, makine kırıcıları hareketine dönüşmüş­tür. Bu hareket, kırk yılı kapsayan dönem­de, makine hangi üretim alanına girdiyse orada hemen ortaya çıkmıştır.

Bu hareketle ilgili kabaca düşünülürse başıbozuk bir kırıp dökme hareketi akla ilk gelen olur. Oysa son derece disiplinli, ey­lemleri iyi planlanmış, gizli ve genellikle doğrudan zora dayalı bir harekettir. Ludd­cu birliklere yeminle girilirdi ve bu etkili yemin törenleri o dönemin kültüründe za­ten önemli bir yere sahipti.

Ayaklanmalarla birlikte gelişen makine kırıcılığı’ daha sonraları iyi planlanmış he­deflere yönelen, geceleri köyleri dolaşan küçük hareketli birliklere dönüştü. (Thompson, s.666) Bu eylemler sadece makineleri hedef alıp kırıp dökmekten iba­ret değildi, örneğin ücret düşmesine ve yeteneksiz acemilerin makinede çalıştırıl­masına karşı eylemler yapıldı. Ücretin dü­şük tutulduğu makineler kırıldı, diğerlerine dokunulmadı. (a.y. s.667)

Luddculuk kendi gelişimi içinde 1811-12 yıllarında bir tepe noktasına ulaş­mış sonra gerilemeye başlamıştır. Bunun nedenlerini Thompson şöyle sıralıyor:

“1812 Şubatının ilk haftasında Orta İn­giltere’deki Luddculuğun bu başlıca safhası sona erdi. Bunun üç nedeni vardı. Birinci­si, Luddcular kısmen başarılı olmuşlardı; çorapçıların çoğu daha iyi ücret ödemeyi kabul etmiş ve ücretler genel olarak hafta­da iki şiline kadar arttırılmıştı. İkincisi, artık o sırada bölgede özel polis gücü ve yerel bekçi gruplarınca desteklenmiş birkaç bin asker bulunuyordu. Üçüncüsü, makine kır­mayı, cezası idam olan bir suç haline geti­ren Yasa Tasarısı şimdi Parlamentonun önüne gelmişti ve Luddculuk yerini aniden anayasal ajitasyona bıraktı.” (a.y. s.669)

Luddcu hareketin bazı başarıları ve dü­zenin aldığı yeni tedbirler makine kırıcı ha­reketi bir dönüm noktasına getirdi. Tarih­sel olarak baştan yenilgiye mahkûm bu ha­reketin işçi sınıfının mücadele tarihindeki yeri ve anlamı nasıl yorumlanabilir? Makine ve teknik gelişim el alet ve işine göre “iler­leme” demektir. Bu durumda makine kırı­cılığı tarihe bir “gericilik” olarak mı geçmiş­tir? Bu sorunun cevabını bugün yeniden gözden geçirmek yararsız sayılamaz. Bu­gün bırakalım teknik gelişmeyi, genel ola­rak aydınlanmanın “ilerleme” kavramı yar­gı sandalyesine çoktandır olaylar tarafın­dan oturtulmuştur. Hele sanayileşmenin aynı zamanda doğal felaketlere yol açtığı bir dönemde tarihe bu yönden bir kez da­ha bakmak gerekli hale geliyor.

Örneğin E. J. Hobsbavvm’a göre makine kırıcılar “yoksullaşan işçilerin kör öfkesi” ve “Luddcular kendileri teknik gelişim düş­manlarıdır.” (Ponomarev, s. 196) Oysa ay­nı makine kırıcıları tarihsel olarak düşük ücrete ve korkunçlaşan iş koşullarına kar­şı mücadeleyi başlatan öncülerdir. Ünlü “on saat hareketinin” öncüleri Luddculardır. On Saat Yasa Tasarısı I847’de ka­nunlaştığında artık Luddcu Hareket yok­tu, ancak bu hareketi yaratan makine kı­rıcılarıdır.

Makine kırıcıları karşılarına çıkan dev buhar makinelerine savaş açarken sadece teknik gelişim düşmanlığı mı yapmış oldu­lar?

Bu isyan ilk olarak, işçilerin yetenekle­rinin elinden alınmasına bir tepkidir. Maki­ne kırıcıların hemen tümü yetenekli-kalifiye usta ve kalfalardır. İngiltere’deki hare­kette yün tarayıcılarının özel bir yeri var­dır. Bu meslek doğrudan dokunan yünün kalitesini belirlediği için özel bir yere sahip­ti. Sanayi kapitalizmi ile ortaya çıkan bu sü­reç -makineleşme- aynı zamanda işçinin niteliksizleştirilmesinin de adıdır. İş aletine egemen olan ve meslek hüneri ile işini belli bir “aşk” ile yapan zanaatkar, manifaktür kapitalizmiyle önce atölyelere yığıldı, son­ra makineler karşısında tüm hünerini yiti­rerek, onların basit bir uzantısı haline gel­di. Bu niteliksizleştirmeye tepki aslında son derece insanidir. Evet, teknik gelişiyordu, ancak buna karşılık üretici insan kaybeden bir konuma girdiğini içgüdüsüyle anlamıştı.

İkinci olarak, makine kırıcılığı konum-statü kaybına karşı bir isyandır. Manifaktür dönemin usta ve kalfaları sadece çalışan bir işçi değil, aynı zamanda yılların kazandırdı­ğı bir statüye sahiptiler. Bu işçiler genellik­le henüz iş zamanının esiri değillerdi. İşleri­ni yapmak için gelir, bitirince giderlerdi. Çalışanlar arasında toplumsal bir yere-sta­tüye sahiptiler. Makineler aynı zamanda onların bu konumunu da yerle bir edip, bütün çalışanları “eşitliyordu”. Bu eşitlenme sonuç olarak değersizleştirme teme­linde yaşandığı için olumsuz bir eşitlen­meydi, tüm çalışan kitlesine modern köle­liğin kapılarını açıyordu. Manifaktür döne­min işçileri bugünün korkunç tüketim toplumunun insanlara kazandırdığı “kazan ve tüket” hastalığından çok uzaklardaydılar. Geçimlerini temin ettikten sonra çalışmaz­lardı. Boş zamanlarına, eğlencelerine düş­kündüler. İngiltere’de 18. yüzyılın son çey­reğini kapsayan dönemi işçiler “neşeli gün­ler” olarak anarlar. Bu günler işverenlerin “işçilerin peşinden koştuğu” bir “altın çağ”dı. (Thompson, s.438) Makineler, işve­renleri bu henüz iş kölesi haline getirile­memiş işçilerden kurtarıyor, emeğin yete­neğini yok ederek onları emek karşısında özgürleştiriyordu. Emeğinin niteliği ile bir konum sahibi olan işçiler ise bu nitelikleri­ni yitirip, makinelerin kölesi haline geliyor­du. Bu “altın çağın” yitirilmesine isyan et­mekten başka ne yapılabilirdi?

Üçüncü olarak, çalışma koşul ve saatle­rini önemli ölçüde kendileri belirleyen ni­telikli işçiler, makinelerle bu ayrıcalıklarını yitirmekle kalmayıp, çok korkunç yeni ça­lışma koşullarına zorlanıyorlardı. En beter koşullarda 15-18 saat çalışma, makinelerin üretime girmesiyle hemen kural haline gel­di. Ancak kırk yıla yakın bir mücadele ile on saat çalışma günü makine silahıyla ku­şanmış işverenlere kabul ettirilebildi.

Makinelerin üretime girmesinin ilk et­kisi çalışma koşullarının olağanüstü kötü­leşmesi sonucunu yaratmıştır. Niteliksizleşen emek insanlık dışı koşullarda çalışmaya zorlanmıştır. İşin bir yetenek, beceri ol­maktan çıkıp bir aşağılamaya dönüştüğü makineleşme dönemi kaçınılmaz bir şekil­de tepkileri yükseltmiştir.

Makine kırıcılığı, zanaatkârlıktan mo­dern işçiliğe sürüklenen çalışan kesimin esasında teknik gelişmeyle ortaya çıkan ve alın yazısı haline gelen emeğin niteliksizleşme-değersizleşme sürecine karşı uzun ve radikal bir direnişidir. Teknik gelişimi bazı bölgelerde çok geçici olarak yavaşlatmak­tan öteye bir sonuç yaratamamıştır. Soru­nun makinelerde değil, kapitalist üretim bi­çiminde olduğunun kavranması uzun bir mücadele gerektirmiştir. Luddculuğun ba­şıbozukluk olarak kavranması büyük yanıl­gı olur. Örgütlenmeler son derece disip­linli ve gerektiğinde çok radikaldir. Ancak hangi ortamda ve nasıl bir düşmana karşı mücadele edildiğinin bilinci henüz kazanıl­mamıştır. Luddculuk sınıf mücadelesinin bir dönemden diğer döneme geçişini tem­sil etmektedir. Bir kopuştur, yeni bir doğu­şu temsil eder.

Kapitalizmin iki yüz yılı aşkın manifaktür dönemindeki sınıflar mücadelesine ba­karsak bugüne de ışık tutabilecek bazı önemli sonuçlar çıkartılabilir.

Önce bu dönemde gerçek bir sınıf mü­cadelesi henüz yoktur. Çok sınırlıdır. Git­tikçe ev işinin ve atölye işinin yaygınlaşma­sı yaşanmasına ve bu anlamda ücretli işçi şekillenmesine rağmen işçi sınıf mücadele­si henüz doğuş aşamasındadır. Bu döne­min işçilerinin büyük bir bölümü eve iş alarak çalışmaktadır. Böyle bir işçileşmeden sınıf mücadelesinin çıkmasının çok zor ol­duğunu kapitalizmin bu ilk dönemi göster­miştir.

Öte yandan, atölyelerdeki üretim belli bir yoğunluk kazanmış bir işçi kitlesi yarat­sa da, bunlar nitelik olarak hala zana­atkardır. Bu yetenekli işgücü kendisi iş ko­şullarının kölesi haline gelmedikçe, yani ni­teliğini yitirip, zorunlu çalışma koşullarının esiri olmadıkça sınıf davranışı ortaya çık­mamıştır. Zanaatkar bilinci ve psikolojisi atölyelerde toplu çalışılsa da, bir sınıf davra­nışı yaratmamış, tam tersine bunun kaybe­dilmesi sınıf mücadelesinin doğuşu için yol­ları döşemiştir.

Luddizm esas olarak çok dar meslek örgütlenmeleri olarak -dokumacılardan bıçakçılara kadar- ortaya çıkmıştır. Konum ve nitelik kaybına karşı mücadele sırasında bu dar meslek yapıları çok aşılmamış, hat­ta sıkı korunmuştur. Ancak makineler iş niteliğini silip süpürdükçe dar meslek sınır­ları gittikçe anlamsızlaşmış, bunlar arasın­daki rekabet gücünü yitirmiş ve sınıfın olu­şumu gelişmeye başlamıştır. Sadece ücret­li işçilik otomatik olarak sınıf mücadelesi yaratmamıştır.

Makine kırıcılığı işçi sınıfının mücadele tarihinde zanaatkârlıktan modern prole­tarya mücadelesine bir geçişi temsil eder. Manifaktür dönemde ev işi ve atölyelerde yaygınlaşan ücretli emeğin modern prole­tarya mücadelesine sıçraması için iki yüz yıl gibi uzun ve adeta sessiz bir birikim döne­minin yaşanması gerekmiştir. Luddculuk bu birikim döneminin kapandığının ve artık yeni tarihsel bir mücadele döneminin açıl­dığının ilanı anlamına gelmiştir. Eskinin pek çok alışkanlığını taşısa da yeniye dair filizler de barındırmıştır. Ancak sınıflar mücadele­si tarihine baktığımızda proletaryanın mo­dern sendikal mücadelesi doğrudan bu Luddcu Birliklerin bir devamı olmamıştır. Sendikalar daha çok Luddcu Birlikler dışın­da şekillenmiştir.

Sanayi – Fabrika Kapitalizmi Dönemi

Aslında işçi sınıfı mücadelesiyle ilgili söylenen, yazılan ve yaşananlar bu dönem­le ilgilidir. İnsanlık tarihine damgasını vu­ran, bildiğimiz veya bir alışkanlıkla algıladı­ğımız sınıf mücadelesi deneyleri bu döne­me aittir. 19. yüzyılın başından 1970’lerin sonlarına kadar yüz seksen yılı kapsar. Bu dönem buhar gücünün üretime girmesiyle açılmış, elektrik ve petrol enerjisinin dev­reye girmesiyle zirveye çıkmış, 1970’lerin ortalarında devreye giren yeni üretim tek­nikleriyle birlikte inişe geçmiştir. Elbette sı­nıflar mücadelesinin iniş çıkışlarını sadece üretim teknikleriyle açıklamak mümkün değildir. Ancak bizim irdelediğimiz, sınıf mücadelesinin gündelik iniş çıkışları değil, kapitalizmin ana dönemlerine göre şekil­lenmesidir.

Sanayi veya fabrika kapitalizmi dönemi­nin özeliklerini hatırlayarak başlayalım. Bu dönemde artık iş aletlerinin yerini hızla makineler almıştır. Bu süreç özellikle elektrik enerjisinin devreye girmesiyle yeni bir ivme kazanmıştır. Basit makinelerden robotlara geçilmiştir.

Makineler geliştikçe emeğin niteliksizleşmesi de hızla artmış, üretimde ki yeri detaylı iş bölümüyle basit hareketlerin tek­rarına indirgenmiştir. 1910’larda Taylorizm, 1950’lerde Fordizm ile işçinin üre­timdeki yeri niteliksizleşmenin zirvesine tırmanmıştır.

Sınıfın konumu manifaktür dönemin­den çarpıcı bir şekilde farklı özellikler ka­zanmıştır. Kentlere ve fabrikalara yığılma en tipik özelliktir. Kırlar istikrarlı bir şekil­de boşalmış, büyük kentler ve buralarda işçi semtleri şekillenmiştir.

Modern proletaryanın doğuşu şöyle yıllandırılabilir. İngiltere’de bu doğuş, 1760-1830 yıllarını; Fransa’da, 1789-1848, Almanya’da, 1800-1850, Ameri­ka’da 1780-1860, Rusya’da 1840-1860 Aralığını kapsar. (Ponomarev, s. 123) Kıta Avrupası’nda bu yıllar sadece burjuva devrimlerine denk düşmez aynı zamanda fab­rika üretimine geçiş sürecini kapsar. Üc­retli emeğin görünmeye başlamasıyla işçi sınıfı mücadelesinin tarih sahnesindeki ye­rini almaya başlaması çok farklı süreçler­dir. İşçi sınıfı mücadelesinin sahneye girişi esas olarak sanayi kapitalizmiyle birliktedir.

Günümüz sınıf mücadelesi, içinden çı­kıp geldiği sanayi kapitalizmi döneminden oldukça farklı özellikler taşımaktadır. An­cak buradan kalkarak sınıflar mücadelesi tarihinin hatalı yorumlanmasına varmak günümüzdeki çarpıcı değişimleri aydınlat­mayacağı gibi, geleceği de karartır.

Günümüzde işçi sınıfı çeşitli yollardan inkâr ediliyor, fakat benzeri hatalı yorum­lar geçmişe de uzatılmaktadır. Engels’in “fabrika işçisi, sanayi devriminin ilk çocuğu, başlangıçtan bugüne kadar İşçi Hareketi’nin çekirdeğini oluşturdu” tespitine kar­şı Ayşe Buğra, “Hikâyenin merkezinde fab­rika yok” diyor. Kanıt “Sanayi Devrimi’ni izleyen süreç boyunca, çalışan kesim için­de sayısal olarak en önemli grup tarım iş­çileriydi… Sayısal olarak ikinci önemli grup ev hizmetinde çalışanlardı.” Sonuç: “Yani hikâyenin merkezinde fabrika yok”tur. (Thompson’a Önsöz, Buğra, s. 22) “İşçi Hareketi” ile “sayısal işçi”nin çok farklı şeyler olduğunu kavramak için tarihe sınıf­lar mücadelesi açısından bakmak gerekir. Sorun ücretli çalışanların sayısını tespit et­mekse, bu bir bilgi değeri taşır, ancak kapi­talizm koşullarında işçi sınıfı mücadelesinin doğuş ve gelişimi için özel bir değere sahip olmaz. Engels’in dediği gibi “işçi Hareketi’nin çekirdeğini” “fabrika işçileri” oluştur­muştur. İşçiler fabrikalara yığıldıkça bura­dan inatçı ve sürekli bir sınıf hareketi doğ­muştur. Sayıları bir dönem “çok” olan “ta­rım işçileri” ve “ev hizmetlilerinin” sınıflar mücadelesinin doğuş ve şekilleniş tarihin­de hiç de özel bir yeri yoktur. Hele “ev hizmetinde” çalışanların bu tarihte hiçbir özel yeri olmamıştır.

İşçi sınıfı mücadelesinin siyasal bir kim­lik kazanmasına kadar geçirdiği başlıca aşa­malar şöyle özetlenebilir. İlk doğuş: Maki­ne kırıcılığı; bu süreçle birlikte, ilk işçi bir­likleri ve illegal sendikalar dönemi; ardın­dan işçi hareketinin bağımsız bir kimlik ka­zanması ve son olarak siyasileşmesidir. Ünlü İngiliz publarında iş çıkışı yapılan gö­rüşmelerden doğan ilk birlikler daha sonra sendikalara kadar büyümüştür. İşçi sınıfının mücadele tarihinde sendikaların doğuşu­nun özel bir yeri olduğu açıktır. Hemen her ülkede bu doğuş önce kanun dışı-illegal yaşanmış daha sonra hukuki olarak ta­nınmıştır. Demokrasinin ana vatanlarından İngiltere’de bile sendikalar 1800-1825 ara­sı bir çeyrek yüzyıl illegal mücadele yürüt­müştür.

Sanayi kapitalizmi dönemindeki işçi sı­nıfının mücadelesi yeterince biliniyor. Bazı önemli sıçrama noktalarını hatırlamakla yetinelim. İşçi sınıfının ilk kez bağımsız siya­sal bir hareket olarak tarihteki yerini alma­sı şüphesiz çok önemli bir basamaktır. Bu dönüm noktalarından birisi Fransa’da 1830 Temmuz devriminde işçi sınıfının yer alma­sıdır. “Üç harika gün”de Bourbon iktidarı çöktü. Ancak burjuvaziye güvenen işçiler bu “harika” günlerden somut bir şey kaza­namadı, burjuvazinin ihanetiyle bağımsız davranma bilincini kazandılar. Ardından Kasım 1831 ’de Lyon’daki grevi ordunun bastırması, bin ölü ve yaralı, tepki olarak kentin işçiler tarafından işgali işçi sınıfının burjuvaziden kopuşma adımları oldu. Ben­zer bir süreç İngiltere’de 1838- 1839 yılla­rında genel oy hakkı ile bağımsız bir çizgi yaratma çabasında olan Chartist Hare­ketin doğup gelişmesiyle yaşandı.

Bütün bu gelişmelerin gelip biriktiği nokta I848’de Komünist Ligin kurulması­dır. Sınıf hareketi artık bir program ve he­defe sahiptir. Aradaki yenilgileri elbette unutmadan 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın ilk yarısı, işçi sınıfı hareketinde uzun ve büyük bir yükselme dönemini tem­sil eder. 1848 Komünist Manifesto ile baş­layan, Paris Komünü ile ilk iktidar deneyi­ni yaşayan siyasal iktidar hedefi güden işçi hareketi 1950’lere gelindiğinde dünyanın üçte birinde egemen olan Sosyalist Siste­me sahip olmuştu.

Kıta Avrupa’sını dikkate aldığımızda sı­nıflar savaşında “68 ayaklanmasından son­ra bir durulma egemen olur. İşçi sınıfı mü­cadelesinin fabrika kapitalizmiyle gelişmesi­nin başlıca nedenlerine vurgu yaptıktan sonra, “68 ayaklanması” sonrası durgun­laşmasının nedenlerini ve daha sonra da girdiği yeni dönemin özelliklerini çözümle­meye çalışalım.

İşçi Sınıfı Hareketinin fabrika Kapitalizmi ile Doğuşu

  1. İşçi sınıfının oluşumunda manifaktür kapitalizmi ücretli emeğin yaygınlaşmasını sağlamıştır. Atölyelere toplanan, çoğu eski lonca usta, çırak ve işçileri bir yanda; öte yanda ise eve iş alarak bütün ailenin işçi ha­line gelmesiyle ücretli işçilik hızla yaygınlaş­maya başlamıştır. Ancak ücretli işçiliğin yaygınlaşmasından bir işçi sınıfı hareketine geçmek için eski lonca kabuğu, gelenekleri ve hatta usta ve kalfaların imtiyazlı konu­munun tasfiye olması gerekmiş Mani­faktür dönemi kendinden önceki üretim ilişki ve alışkanlıklarıyla iç içe yaşanan bir süreçtir, fabrika kapitalizmi ise radikal-fırtınalı bir kopuştur. Bu kopuş yaşanmadan bir işçi sınıfı hareketi doğamazdı. İki yüz yı­lı aşkın süren manifaktür dönemde yaşa­nan işçi eylemliliği çok sınırlıdır. Neredey­se bu eylemliliklerin tümü bir dönem ve is­me yoğunlaşmıştır. 1790-1830 dönemini kapsayan makine kırıcıları hareketidir. Böylece bir işçi sınıfı hareketi şekilleniyor­du. Aslında bu yaşanan kendinden sonraki tarihsel dönem için bir doğum sancısıydı. Çünkü yeni işçi sınıfı hareketi aynı zaman­da makine kırıcılarıyla da tarihsel bir kopuş yaşamak zorundaydı.
  2. Sınıf Hareketinin doğuşunun diğer önemli maddi temeli makinelerle emeğin niteliksizleş İşgücü niteliğini -iş yeteneğini- koruduğu sürece işverene kar­şı belli ölçüde bağımsız bir konuma sahip olabiliyordu. Bir dönem -ki işçiler bu gün­lere “neşeli günler” adını vermiştir- mani­faktür patronları böyle işçilerin peşinden koşuyordu. Hatta işi “onların ayağına gö­türdükleri” bile oluyordu. Bu dönem I830’lu yıllarla birlikte kapanmış, peşinden koşulan nitelikli ustalar işsiz kalmış, pazar­larda satıcılığa başlamıştır. Bu konuyla ilgili pek çok acıklı hikâye anlatılır. Öte yandan, bu dönemin işçi birlikleri dar meslek gruplarına göre şekillenmişti. Daha da öteye “bu birlikler birbirlerine karşı konumlandı­lar, bu yüzden iş pazarındaki yükselen re­kabetle baş edemediler.” (Ponomarev, s.22l) “Usta ve kalfa birlikleri sendikal ha­reketin doğuşunda öncü bir rol oynasa da, buna rağmen daha sonra gelişen sendikal harekete ayak uyduramadılar.” (a.y. s. 220) Niteliksizleştirilen işgücü, konumunu güç­lendirmek için eski kalfa birliklerinden farklı davranmak zorundaydı. İş pazarında rekabet kendisi için ölüm demekti, reka­bete sokacağı düz -niteliksiz- emeğinden başka hiçbir şeyi yoktu. Bu temel gerçek­lik sanayi kapitalizmi dönemindeki işçi ve sendikal hareketinin temellerini hazırla­mıştır.
  3. İşçi sınıfı hareketinin gelişmesinde bir diğer önemli faktör, işçilerin sanayi ka­pitalizmi sürecinde fabrikalara ve belirli oturma mekânlarına yığılmalarıdır. Manifaktür dönemde işçiler hem dağınık hem de çok heterojendiler. İşgücü sadece mesle­ğinden dolayı değil konumundan dolayı da çok çeşitli tabakalara ayrılmıştı. Makineler bir dev düzleyici gibi bu farkları hızla sü­pürmeye başladı. İş, basit kas hareketleri­ne indirgendikçe meslek farkı azaldı; öte yandan iş hüneri yitirildikçe sosyal konum farkları da hızla “eşitlendi”. İşçilerin bu koşullarda fabrikalara ve belli bölgelere yığıl­maları onlara zamanla toplu davranma ye­teneği kazandırmıştır. Bir yandan benzer çalışma ve yaşam koşulları içinde olmak, öte yandan, hızla irtibat, ilişkilenme imkânı sınıfın örgütlenme yeteneğini arttırmıştır. Proletaryanın çok hızlı ve neredeyse sade­ce iki bölgeye yığılması, Rus devriminin en temel itici güçlerinden birisidir. Devrim ta­rihinde başka bir benzeri de yoktur. Sınır­lı olarak da olsa en çok benzeyen Portekiz’dir. Petersburg ve Moskova’ya dev işçi bloklarına çok kısa sürede yığılan ve inanılmaz kötü iş ve yaşam koşulları içinde olan Rus proletaryasının bu alın yazısını bir devrimle değiştirmesi hiç de rastlantı değ Sanayi kapitalizminin geliştiği tüm ülkeler­de fabrikalara ve belli bölgelere yığılma ya­şanmıştır. Ülkenin özgül koşulları ve yığıl­manın hızı ve yoğunluğa İşçi sınıfı hareketi­nin gelişmesinde önemli rol oynamıştır.

Sınıflar savaşı üzerine teori kurulmaya başladığından beri yaşanan ünlü “kendinde sınıf” ve “kendisi için sınıf” tartışmasının kaynağı sınıfın bu konumlanmasıdır. Sınıfın bir “nesne” veya “şey” olmadığı, bir “oluş” olduğu tartışmalarının kaynağı işçi sınıfın var oluşu ile mücadelesi arasındaki bağların nasıl kurulacağı sorunundan kaynaklanır. Bu sorunun cevabı ise her döneme göre değişir. Bugüne geleceğiz. Burada bir özgül yöne dokunmakla yetinelim. Günümüzde işçi sınıfının konumlanması çok değiştiği için neredeyse “kendisi için sınıf” olarak gözden kaybolmuştur. Ancak olaya biraz yakından bakınca “kendinde sınıf” olarak da işçi sınıfının oldukça görünmez hale gel­diğini söylemek mümkündür. Dolayısıyla bu iki kavramın koşullara göre içi dolar, yoksa zamandan kopuk mutlak kavramlar değillerdir. Sosyalist literatüre “kendiliğin­den hareket” olarak giren olguyu yaratan işçi sınıfının sanayi kapitalizmi yıllarındaki konumlanışıdır. Sınıfın var oluşu oldukça özgül koşullara sahip olduğu için “kendili­ğinden hareket” ortaya çıkabilmiştir. Her var oluş otomatik olarak “kendiliğinden hareket” yaratmaz. Bu manifaktür dönem­de böyleydi, günümüzde de böyledir. An­cak sanayi dönemi kapitalizminde işçilerin konumlanması bir kendiliğinden işçi hare­ketinin doğmasına imkân vermiştir. Örne­ğin manifaktür dönemin çok yaygın ev işçi­liği bu yaygınlığına rağmen kendiliğinden bir işçi hareketi yaratmamıştır.

Sanayi proletaryası birleşimi ve konum­lanmasıyla aynı zamanda bir topyekûn dav­ranış yeteneğine sahip olmuştur. Bu özellik manifaktür dönemde henüz oluşmamıştı, günümüzde ise çeşitli nedenlerle erozyona uğramaktadır. Bu topyekûn davranış yeteneğinin mücadele tarihine damgasını vur­duğu dönem sanayi kapitalizmi yıllarıdır.

  1. Sanayi kapitalizmi yıllarında işçi hare­ketini motive eden olgulardan birisi de burjuva devrimlerinin uğradığı restoras­yonlardır. Feodalizmin “özgürlük, eşitlik” çığlıkları altında tasfiyesi için atılan her bur­juva devrim adımı neredeyse bir zembe­rek işleyişi muntazamlığıyla bir süre sonra restorasyonlarla geri tepmiş Bu dö­nemlerde işçi hareketi öne çıkmış, hatta kendi siyasal bağımsızlığını böyle yılların deneyinde kazanmıştır. Elbette işçi sınıfını harekete geçiren bu zemberek burjuva düzeni yerleştikçe ortadan kalmıştır. Kıta Avrupa’sında bu zembereğin itim gücüyle bazı ülkelerde proletarya devrimlerinin eşiğine gelinmiş, ancak sadece Rusya’da böyle bir devrim başarıya ulaşmıştır.
  2. İşçi sınıfı hareketini tetikleyen bir di­ğer önemli etken kapitalizmin krizleridir. Ve savaşlardır. Dönemsel kapitalist üretim krizleri manifaktür dönemde henüz görül­mez. Bu krizlerin oluşması için pazarın bel­li bir genişlemeye uğramış olması ve geniş­leyen yeniden üretimin mal bolluğu yarata­cak ölçüde hızlanmış olması gerekir. Bu da ancak makinelerle mümkün olmuş Ka­pitalizmin periyodik krizleri ancak 19. yüz­yılın ilk çeyreğinden itibaren gözlenmeye başlanır. Krizlerin yapısı konumuz değil, ancak serbest rekabetçi dönemden tekel­ci döneme geçişle birlikte krizlerin yapısın­da bazı değişimler olsa da kapitalizmin üre­tim krizleri esas olarak yok olmamıştır. En uzun krizsiz süreç -ki bu dönemde de silik iniş çıkışlar yaşanır- II. Dünya Savaşı sonra­sı yaşanan yirmi yıldır. Krizler hem kapita­listlere hem de işçi sınıfına öğretirler. Ka­pitalizmin tarihine baktığımızda krizler ve bunlarla iç içe olan paylaşım savaşları 19. yüzyılın ortalarından II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar bir yüz yıl oldukça yüksek bir tempoyla devam etmiştir. Bunun sonu­cu kapitalist düzen yıkımın eşiğine gelmiş­tir. Ancak bu tablo 1950’ler sonrası değiş­meye başlamıştır. Krizler ve savaşlar hala yaşanıyor, ancak kapitalist düzeni uçuru­mun kenarına bir kez daha getirmemesi için yeni tedbirler uygulanmıştır. Günü­müzde bu tedbirlerin önemli bölümü terk edilmektedir. Neoliberalizmin ünlü “deregülasyon”u budur.

İşçi sınıfının mücadele tarihinde sanayi kapitalizmi dönemi çok özel bir yere sa­hiptir. Yukarıda saydığımız başlıca beş ne­denin itici gücüyle yüzyıla yakın bir süre iş­çi sınıfı mücadelesiyle insanlık tarihinin önemli bir dönemine damgasını vurmuştur. Bu uzun dönem içinde sınıfın yenildiği, ge­ri çekildiği, mevzi kaybettiği yıllar olmuş­tur, ancak bütün bir döneme baktığımızda tarihsel kazananlarından dolayı bu yüz yıla işçi sınıfının yüz yılı denebilir.

1950’ler sonrası dünya ölçüsünde sınıf­lar savaşına baktığımızda, özellikle kapita­list merkezlerde refah devletlerinin etki­siyle genel olarak uzlaşma havası egemen olmaya başlamıştır. 1970’li yılların ortala­rından itibaren ise genel bir durgunlaşma yaşanır ve ardından hem sosyalist sistemin çöküşü ve hem de kapitalizmde yaşanan yapısal değişimlerden dolayı sınıflar sava­şında açık gerilemeler ve aynı zamanda önemli yapısal değişiklikler dönemine girilir. Böylece işçi sınıfının yüz yıllık tarihi kaza­nımlar dönemi kapanıyordu.

1970’lerde Durgunlaşmanın Nedenleri

Kıta Avrupası’nı dikkate alırsak 1950’ler sonrası şekillenen “refah devletle­ri” sınıf mücadelesinde uzun bir uzlaşma döneminin adıdır. Ancak bu refah devletle­ri gökten inmediler. Önceki keskin sınıflar savaşı döneminin ve hemen kıtanın doğu­sunda kurulan Sosyalist Devletlerin doğru­dan etkisinin sonucudur. Ancak 1950’ler sonrası ve özellikle 70’ler sonrası Kıta’da sınıflar savaşının hız kaybetmesinin üç ne­denine vurgu yapmak gereklidir.

İlki, Amerika önderliğinde Avrupa kıta­sında güçlü komünist partilere karşı -ki bunların bazıları hükümetlere ortak olacak denli güçlüydüler- yoğun bir saldırı ha­rekâtının başlatılmasıdır. Bu sadece provokasyon ve o dönem kurulan gladyolarla ya­pılmadı, aynı zamanda ABD, Avrupa’ya bü­yük miktarda sermaye akıtarak bir bakıma refah devletlerinin maddi temelinin inşa­sında rol oynamış oldu.

İkincisi, 1968’deki işçi ve öğrenci hare­ketleri özünde 1950 sonrası tüm toplu­mun bir fabrika gibi yaşatılmasına bir tep­kiydi. Düzen bu tepkiden gerekli dersleri çıkartarak bazı esnemelerle bu tepkiyi emip sindirmeyi başarmıştır. Bu dalganın düzen tarafından emilmesinden sonra sı­nıflar savaşının zemininde farklı kaymalar başlar. Artık yeni bir dönemin açılışı için birikim başlamıştır. 68 olayları bir dalga olarak kabarıp emildikten sonra, “toplumsal uzlaşma” daha derinleşmeye başlamıştır. Bu dönem özellikle Avrupa kıtasında sınıf­lar savaşının etki gücünü yitirdiği ve bu ne­denle sınıf konusunda yeni teorik tartışma­ların patlak verdiği bir dönemdir. Refah devletleri bir maddi rahatlık yaratmış, an­cak toplumsal yaşamı da fabrikalardaki bant sistemi gibi mekanize etmiştir. Yaşam olağanüstü dakik ve rutin hale gelmiştir. Buna karşı biriken tepki dalgası 70’li yıllar­da emilirken, düzen de esnemeye başla­mıştır. Bu esneme sınıflar savaşı üzerinde paralize edici etki yaratmıştır. 80’li yılların sonlarına doğru ise 50’li yıllarda inşa edilen ve fabrika gibi yaşanan refah toplumları hızlanan bir tempoyla değişim içine girmiş­lerdir. Bu değişim aynı zamanda sınıflar sa­vaşının eski bildik yollarını da erozyona uğ­ratmaya başlamıştır. Sonuç olarak 68 hare­keti düzenin köklerini darbeleme gücüne sahip olmadığı için, tam tersine düzende esnemeler yaratarak, soluklanmasına yol açmıştır.

Üçüncü neden, sosyalist ülkelerin göz alıcı gelişmesinin duraklamaya uğraması, kireçlenmelerin gizlenemez hale gelişi sos­yalizmle ilgili umutları inmelendirirken, ay­nı zamanda bu nedenle sınıflar savaşının bi­linç motoru da gücünü yitirmeye başlamış­tır. Avrupa’da 68 olayları, Fordist üretim biçiminin sadece fabrikada bir olgu olmak­tan öteye toplumsal yaşam biçimine dö­nüşmesine bir isyandı. Sosyalist Harekete güçlü, insancıl bir soluk verdi, fakat kendi­si aynı düzenin esneyen kanallarında eriyip, “alternatif bir yaşam tarzı” olarak düzenin içine aykırı bir doku gibi yerleşti. Aynı gün­lerde Avrupa’nın doğusundan Çekoslo­vakya’da da bir isyan sökün etmiştir. “Prag Baharı” sosyalizme “güler yüz” kazandırma iddiasıyla ortaya çıkınca dalga hareket­lerinde olduğu gibi iki hareketin girişim yapması sonucu işçi sınıfı hareketi ideolo­jik ve pratik olarak önemli kırılmalara uğ­ramıştır. Bu kırılma o günün dünyasında hemen kendini göstermese de derin bir birikimin yolunu açmıştır.

Bu üç temel etken 1970’ler dünyasında hemen pratik olarak bir inmelenme yaratmasa da sınıflar mücadelesinin geleceğini çok derinden etkileyecek yolları döşemiş­tir.

Sınıflar mücadelesi tarihinde yeni bir dönüm noktasına elbette Sosyalist Siste­min yıkılışıyla gelinmiştir. Sosyalizmin yıkıl­masıyla dünya işçi hareketi pratik olarak bir destek gücünü, ideolojik olarak ise uf­kunu yitirmiştir. İşçi sınıfı hareketindeki bu gerileme önceki devrimci mücadele dö­nemlerinde yaşananlardan çok farklıdır. 19. yüzyılın ilk çeyreğinde başlayan ve I970’li yıllara kadar gelen mücadele döne­mindeki gerilemeler, nabız atışları gibidir. İçinde bulunulan dönem esas özellikleri ile aynı kalmış, ancak sınıflar savaşının muharebeleri kendi özgül koşullarına göre yenil­gi veya zaferle sonuçlanmıştır. Oysa 20. yüzyılın son on yılında bir tarihsel dönem değişikliği içine girilmiş, eski paradigmalar altüst olmuştur. Bu nedenle, sınıflar müca­delesindeki gerileyişe eski alışkanlıklarla yaklaşmak kısır sonuçlar üretebilirdi. Yaşa­nan köklü değişimi bir kavrama çabası ol­maksızın ileriye adım atmak mümkün de­ğildi. Öte yandan, böylesine bir köklü de­ğişim içine girilince olguların henüz kendi­lerini tam anlamıyla ortaya koymamasın­dan dolayı pek çok şey bulanık ve belirsiz görünür. Köklü bir geçiş döneminde, öm­rünü dolduran olgu ve değerler az çok or­tadayken yeni değerler, geleceği kucakla­yabilecek mücadele anlayış ve araçları he­nüz ortada yoktur.

Bu dönem değişikliğinin tek nedeni Sosyalist Sistemin yıkılışı değil, aynı zaman­da kapitalizmde yaşanan yapısal değişim­lerdir. Tarihi olarak bu iki olgunun aynı za­man dilimi içinde yaşanmasının rastlantı olup olmadığı üzerine spekülasyon gerekli değildir. Kapitalizmde yapısal değişim bilin­diği gibi I980’li yılların başlarında hızlan­mıştır. Sosyalizmin yıkılışı ile bu değişim daha güçlü bir ivme ve elbette cesaret ka­zanmıştır. Sınıflar mücadelesinin geleceği i­le ilgili öngörülerde bulunabilmek için bu yapısal değişimi irdelemek gerekiyor. Sınıf­lar mücadelesi üzerinde Sosyalizmin yıkılı­şının etkilerini hiçbir şekilde unutmadan, esas olarak kapitalizmdeki değişim ve mü­cadele üzerindeki etkilerine geçelim.

“İnformatik Çağı” veya Hizmet Kapitalizmi

Üretim temelinden baktığımızda kapi­talizm, manifaktür dönemden bugüne üçüncü ve yeni bir aşamaya girmektedir. Konumuz açısından bu yeni aşamadaki de­ğişimleri sınıflar savaşına etkileri açısından ele alacağız. Sermaye birikim politikası ola­rak neo liberalizm, kar oranlarındaki düş­meyi karşılamak için tekelci sermayenin kendi dışındakilere topyekûn bir saldırısı­dır. Bu saldırının özellikle çalışanlara yönel­mesi sömürünün mantığı gereğidir. Sosyalizmin yıkılışı bu saldırıyı daha da pervasızlaştırmıştır. 1970’lerden beri bir durgun­laşmaya uğrayan sınıflar savaşı, özellikle 1980’li yılların ortalarından itibaren işçi sı­nıf aleyhine gelişmiştir. Son on beş yılda iş­çi sınıfının sürekli mevzi kaybettiği bir ger­çekliktir. Ancak sermayenin bu seferki sal­dırısı kapitalizmde bir yapısal değişimle bir­likte gitmektedir. Bu nedenle gelgeç değil köklü etkiler yaratmaktadır.

Yeni dönemin en belirgin özelliği bilim ve tekniğin üretimle ilişkisindeki yeniliktir. Bilimsel gelişmeler ile üretim arasındaki ol­dukça uzun yol yeni dönem ile çok kısalmıştır. Aynı zamanda bilimsel ve teknik ye­niliklerin hızı çok artmıştır. Bu gelişmeler bilginin bir meta olarak konumunu köklü bir şekilde değiştirmiştir. Bilgi üretimi özel bir üretim alanı haline gelmiştir. Bugünün dünyası, Marx’ın “bilim genellikle kapitaliste hiçbir şeye mal olmaz, ama bu durum, onun bilimi sömürmesine gene de engel değildir” (Marx, Kapital, Cilt I, s. 400) dedi­ği günlerden çok farklıdır. Dev tekellerin Araştırma&Geliştirme konusundaki reka­betleri bilime ve teknik gelişime adeta de­lice bir hız vermiştir.

Bu noktada insanın üretim makineyle ilişkisinde de radikal bir değişim yaşanmak­tadır. Yakın zamana kadar iş makineleri ge­nellikle insanın “kol emeğinin” yerini almış­tı. Şimdi alan genişledi, artık “kafa emeğini”nin de yerini almaya başladı. İnsanlık he­nüz bu sürecin başında, gelişmelerin hızı baş döndürücü, bu yöndeki gelişmeler hangi noktalara kadar derinleşebilir, bu­günden bir öngörüde bulunmak oldukça zor. Yaşananları üretimde her zaman ol­duğu gibi yeni tekniklerin kullanılması ola­rak algılamak hatalı olur. Yeni tekniklerin müdahale ettiği iki alan da bugünleri önce­kilerden ayırmaya adaydır. Bilgisayarla “ka­fa emeğine”, gen teknolojisi ile insan yapı­sının köklerine müdahale imkânları ortaya çıkmıştır. Geleceğin yeni teknolojilerinden olmaya aday “nano sanayi” ise bu alanlar­daki müdahale imkânlarını inanılmaz ölçü­lerde arttıran etkiler yaratacaktır. İnsan ve makine bugüne kadar birbirinden ayrı iki nesneydi, önümüzdeki yıllarda birbirine gi­rift hale geleceklerdir. Şimdilik bu uzak ge­leceği bir kenara bırakarak, kapitalizmde son yaşanan yapısal değişimlerin sınıflar mücadelesine etkilerine geri dönelim.

Sınıflar Mücadelesini Doğrudan Etkileyen Yapısal Değişimler

  1. En önemlisi işgücünün imalat sektö­ründen hizmet sektörüne kayışıdır, imalat sektöründeki işgücünün toplam içindeki payı Amerika gibi gelişmiş ülkelerde %18 civarına kadar gerilemiş Kapitalizmin gelişim tarihinde böyle bir kayma, sanayi kapitalizminin gelişmesiyle tarımdan imalat sanayine doğru yaşanmıştı. Amerikan tarı­mında çalışanların toplam işgücü içindeki yeri son elli yıldır %3’dür. Kırlardan kent­lere doğru yaşanan göç şimdi fabrikalardan büro-banka-otel binalarına doğru yaşan­maktadır.

Böylece fabrikalardaki işgücü yoğunlu­ğu azalmaktadır. Bu gelişim bir savaş son­rası ordunun büyük ölçüde tasfiye edilme­sine benziyor. İlk makineler emeği niteliksizleştirmişti, şimdi hem bu süreç devam ediyor, öte yandan niteliksizleştirilen emek artık doğrudan tasfiye ediliyor. Pek çok üretim alanında fabrikalardaki işçi bant başında basit kas hareketleri yapmaktan da yoksun hale gelmiş, sadece makinelerin, robotların gözlemcisi haline gelmiştir. Sınıf mücadelesinin çekirdeğini ve vurucu gücü­nü temsil eden imalat sanayi ve maden iş­çileri son yirmi yıldır yaşanan gelişmeler sonucunda, güneş görmüş kar gibi eriyor.

Öte yandan, imalat sanayindeki üretim tarzı bir diğer yönden de değişmiştir. Yeni teknik gelişmeler sonucu büyük fabrika üretimi, merkezde ürün dizaynı ve strateji­siyle ilgilenen bir çekirdek ve buna bağlı pek çok yan üretim alanına dağılıyor. Bu yöntem ilk önce ve çok gelişmiş bir şekil­de Japonya’da 1950’ler sonrası uygulanma­ya başlanmıştı. Maliyeti önemli ölçüde dü­şüren, ana firmaya büyük esneklik sağla­yan, işçi ile uğraşmayı yan sanayine bırakan bu uygulama artık kapitalizmin genel üre­tim tarzı haline gelmiştir. Japonya örneğin­de üretimin çekirdeğindeki işçi ömür boyu iş garantisine sahiptir. Toplam Japon işgü­cünün ancak %30’u bu imtiyaza sahiptir, Japonya’nın yaşadığı son uzun ekonomik kriz ömür boyu işçi statüsünü önemli öl­çüde zedelemesine rağmen ortadan kalk­mamıştır. Japonya, bu kriz sırasında Ame­rika’nın daha fazla liberal uygulamalar, hat­ta IMF’nin karşısına oturması için yaptığı baskılara rağmen kendi gelişim tarzını terk etmemiştir.

Diğer kapitalist merkezlerde işgücü içinde aynı statü yoktur. Fakat son taşeronlaşma süreci denen gelişmeler benzer bir farklılaşmayı yaratmıştır. Çekirdekte kad­rolu işçiler, dış halkalara doğru geçici işçi­ler yaygın bir statü haline gelmiştir. Bu du­rum sınıf içinde yetenekten dolayı değil, ta­mamen bu konumlanma farkından dolayı önemli bir bölünme yaratmıştır.

Sonuç olarak, kapitalist üretimin 19. yüzyılın başlarından beri alışık olduğumuz üretim yapısı köklü bir şekilde değişmek­tedir. Madencilik dâhil imalat sanayi, sade­ce üretilen metalar açısından değil, top­lumsal bir odak noktası olması anlamında bir öneme ve yere sahipti. Bugün daha faz­la meta üretilmektedir, ancak bu üretimi yapanların artık dünkü kadar toplumsal bir ağırlığı yoktur. Ağırlık merkezinde kayma yaşanıyor, fakat sadece bir kayma değil, ay­nı zamanda ağırlık merkezinde belirgin bir dağılma ortaya çıkıyor, sosyal yapıda esas değişimi yaratan budur.

  1. Hizmet sektöründe büyüme: Bu eği­lim özellikle bilgisayar teknolojisinin geliş­mesiyle çok hızlı tempo kazanmıştır. Sınıf­lar mücadelesinin geleceği açısından soru­na baktığımızda bu sektörün özellikleri mücadelenin geleceği için büyük zorluklar­la yüklüdür. “Bilgi işçilerinden serviste ça­lışan garsona kadar bütün alanlar “hizmet sektörüne” giriyor. Marx döneminde “hiz­met sektörü” banka, ticaret ve hukuk gibi alanlarla sınırlıydı. Marx o dönem “hiz­met” sektörünü “üretici olmayan” alan olarak nitelendirmişti. Örneğin, ticaret ser­mayesi artı-değer üretmez, üretilenin do­laşımını yapar. Bugüne baktığımızda “hiz­met sektörü” tanımlaması çok karmaşık bir yapı içeriyor. Biz sınıflar mücadelesi açısından soruna yaklaştığımızdan imalat sa­nayi, ulaşım ve tarım dışındaki tüm kesimi “hizmet” sektörü olarak kabul eden bir ta­nımlama yapacağız.

Bu sektörün sınıflar mücadelesi açısın­dan birkaç önemli özelliği vardır. Çok he­terojendir. İş alanları ve koşulları çok fark­lıdır. Dağınıktır. İşyerleri çok dağınık ve ge­nellikle orta ve küçük çaptadır. Ayrıca hem iş niteliği hem de ücret açısından çok çeşitli ve eşitsizdir. Hizmet sektöründeki yığılmaya rağmen bu yığılmada bir yoğun­luk yoktur. Bu durum, sınıfın topyekûn davranma yeteneği açısından önemlidir. Bu sektörde eski fabrikalara en çok benzeyen alan sağlık alanı ve hastanelerdir.

Hizmet sektöründe işçi sayısının art­masının sınıf mücadelesindeki etkisi olduk­ça dolaylı yollar izlemektedir.

  1. Sanayi kapitalizmi dönemindeki uzun mücadelelerle şekillenmiş işgünü yapısı, hizmet kapitalizmi günlerinde hızla değişi­yor. Bir yandan, çalışan kesimlerin bir bö­lümü bilinçli olarak “part-time” çalışmayı tercih ediyor. Bu kapitalizmin üç yüzyılda kurduğu iş disiplinine bir tepkidir. Ancak toplam işgücü içinde bu kesim henüz çok küçük bir azınlıktır. Esas büyük kesim zo­runlu olarak part-time çalışmaktadır. Özellikle Amerika’da part-time çalışmak zorunda kalıp geçinemeyenler iki-üç işte bir­den çalışıyorlar.

Diğer eğilim -ki en güçlüsü budur- iş saatlerini uzatma çabalarıdır. Bunu Alman tutucu işveren partileri “70 saatlik iş hafta­sı” biçiminde telaffuz bile ettiler. Amerika, bu konuda Avrupa’ya sürekli baskı yapı­yor. Son yıllardaki yapılan toplu pazarlık­larda hemen hemen sonuç hep aynıdır. Aynı ücretle daha uzun çalışmaya razı olunmaktadır. Çünkü alternatif işsizliktir. Üstelik merkezlerde son yılların işsizlik pa­ralarının da çok kısıtlandığı düşünülürse iş­sizlik epey zamandır korkutucu bir tehdit­tir. Küreselleşmenin en tipik etkilerinden birisi yeniden işçiler arasındaki rekabeti kışkırtması olmuştur. Bu hem tek tek ülke sınırları içinde, hem de uluslararası seviye­de yaşanıyor. Göçmen işçiler bir ülkede her zaman ucuz çalışmaya hazırdır. Dünya­da son yirmi yıldır artan bir göçmen akını bu rekabeti sürekli canlı tutmaktadır. Öte yandan, sermaye işgücünün ucuz olduğu ülkelere göçerek işgücü için ülkeler arası rekabeti kışkırtmaktadır. Günümüzde iş günü yeniden fiilen uzamıştır. III. Dünya ül­kelerinin çoğunda zaten hiç kısalmamıştı. Kapitalist merkezlerde bile bu böyledir. “90’ların ortalarında Los Angeles tekstil fabrikalarında köle emeğinin ve aşağı Manhattan’da Victorian tipi işyerlerinin görül­meye başladığı rapor ediliyor.”3 Kapitaliz­min ilk ilkel dönemine mi dönülüyor? Evet, bazı yönlerden böyle! Amerika’da köle ça­lıştırılan günlere veya 19. yüzyılın ilk çeyre­ğinde İngiltere’de sanayi kapitalizminin ge­lişme günlerindeki korkunç çalışma koşullarına sanki geri dönülüyor.

Bilindiği gibi teknik gelişim nispi artı-değer sömürüsünü yükseltir. Ancak günü­müzde teknik gelişimle birlikte, çalışma za­manı uzatılarak, esas olarak kapitalizmin ilk dönemlerinde kalan mutlak artı-değer sömürüsü de yeniden güncelleştiriliyor. Kü­resel işgücü rekabetinin bir sonucu olan bu durum, aynı zamanda teknik gelişimle arttırılan nispi artı-değer sömürüsünün sı­nırlarına gelindiğinin de bir işareti olarak algılanmalıdır. Bu süreç, genleriyle oynana­rak “yeni insan” yaratılmadıkça sonsuz bir derinliğe sahip değildir. Mutlak artı değer sömürüsünün olduğu gibi, nispi artı değer sömürüsünün de, yani belli bir zaman ara­lığında iş yoğunluğunun arttırılmasının fizi­ki ve teknik sınırları vardır. Nasıl ki, artık olimpiyatlarda atletlerin dereceleri saniye­lerle değil, saliselerle ölçülmeye başlandıy­sa, “yeni bir insan” yaratılmazsa, nispi artı-değer sömürüsü de bir sınıra dayanacaktır. O zaman geriye, çok eski günlere dönmek kalıyor. Bunun da anlamı işgününün uzatıl­masıdır. “Tehdit altında” olmadığına ina­nan kapitalizm bu konuda pervasızca davranmaktadır. İşçi sınıfının uzun tarihsel bir dönemi kapsayan mücadelesi sonucunda şekillenen iş günü, bugün kapitalizmin açık bir saldırısı altındadır. Kanunlar hala aynı kalsa da fiilen merkezlerde bile işgünü uzatılmıştır.

İş zamanının yapısındaki değişim bir başka yönden de kendini ortaya koyuyor. Düzenli yıl boyunca çalışma da artık yok­tur. İş olmadığı zaman zorunlu tatil, iş ol­duğu zamanlarda ise fazla çalışma, ancak bu fazla çalışmaya herhangi bir ücret öden­memesi veya en fazla bir köşeye daha son­ra tatil olarak kullanılmak üzere fazla saat olarak yazılmasıdır. Böylece her çalışılan fazla saat için işçiler işverenlerine kredi aç­mış oluyorlar.

Son yirmi yılın bir diğer önemli geliş­mesi üretkenlik ile ona ödenen karşılık arasındaki bağın kopmasıdır. 1973’den beri üretkenlik artıyor, ancak ücretler düşme­ye devam ediyor, (a.y. Kuttner, s. 94)

Özellikle 1980’ler sonrası gelişmeler verimlilikteki artışın ücretlere otomatik olarak yansıyacağı düşüncesinin bir yanılgı olduğunu kanıtladı. Evet, sınıflar mücadele­sinin mantığı açısından, aynı zaman aralığın­da daha yoğun emek harcayan işçilerin da­ha fazla ücret talep etmesi çok doğaldı. Ancak bunun gerçekleşmesi tamamen sı­nıflar mücadelesindeki güç ilişkilerinin du­rumuna bağlıdır. Ortada otomatik işleyen bir mekanizma yoktur. Kapitalist merkez­lerde refah devletleri döneminde yaşanan­ların da geçici bir zaman aralığına ve bir güç ilişkisine dayandığı çok açıktır.

Verimlilik artmasına rağmen ücretler­deki düşmenin ilk nedeni üretim yapısında­ki değişimdir. Bu kez verimlik artışı aynı zamanda işgücünün imalat sanayinden hiz­met sektörüne kayması ile birlikte gerçek­leşiyor. İmalat sektöründe üretim süreci büyük ölçüde robotların işgaline uğrarken, tasarım, programlama alanları, yani ürün yaratımı bölümü gelişmektedir. Bu gerçek­likten dolayı işgücünün bir bölümünün üc­reti düşerken diğerininki artıyor veya en azından korunuyor.

Öte yandan, taşeronlaşma, çekirdek ve çevre işgücü arasında büyük bir konum farkı yaratıyor. Bu parçalanma iki tarafın da pazarlık gücünü düşüren bir etki yarat­maktadır.

Kitle üretiminden “yalın üretime” geçi­şin işçi sınıfı içinde yarattığı çeşitli yönler­deki parçalanma işçi sınıfının pazarlık gücü­nü düşürmektedir. Öte yandan, teknik ge­lişimin yarattığı işsizlik ve küreselleşeme ile artan işgücünün uluslararası rekabeti iş­çi sınıfının pazarlık gücünü çok geriletmiş­tir. Geri ülkelerde bir işte çalıyor olmak açıkça imtiyazlı bir konumu ifade ediyor. Kapitalist merkezlerde de süreç yavaş ya­vaş bu noktalara geliyor. O nedenle, yeni toplu pazarlıklarda ücret artırımından çok işini koruma refleksi öne çıkmıştır.

Sonuç olarak, yeni teknikle birlikte ve­rimlilik artmasına rağmen üretim yapısında ve buna bağlı olarak sınıfın yapısındaki değişimlerden -parçalanmadan- dolayı ücret­lerde bir artış yaşanmıyor. Sınıfın mevzi kaybına elbette Sosyalist sistemin yıkılışının etkilerini de vurgulamak zorundayız. 1850’leri önemli bir çıkış noktası alırsak, sınıflar mücadelesinde bir yüz yıl işçi sınıfı sürekli mevzi kazanmıştır. Daha sonra bir durgunlaşma dönemi gelmiş, ardından köklü bir gerileme sürecine girilmiştir. Dünya ölçüsündeki bu güç değişimi her ülkedeki işçi mücadelesini elbette kaçınılmaz bir şekilde etkilemiştir. Üretim sistemin­deki yapısal değişimlerle, güç dengelerin­deki çöküş, işçi sınıf mücadelesinin her ala­nına yansımaktadır. O nedenle, sabit işgü­nü ve haftası, fazla çalışmaya artı ödeme, verimlilik artışını ücretlerde artışın izleme­si gibi bir dönem kurulmuş dengeler bugün tek tek geçerliliğini yitiriyor. Duvarın yeni çöktüğü sıralarda Volkswagen fabrikaların­da bir toplu pazarlık sırasında çalışma saa­ti ve ücret arasındaki uzun yılların mücade­lesiyle kurulan doğrusal bağlantı koptuğun­da bunu o dönemin bir fabrika yetkilisi “Bu duvarın yıkılışından daha önemli bir dev­rimdir” demişti. Şimdi bu sözde “devrim” gittikçe derinleşiyor.

  1. Üretim biçiminde değişim, Fordizm’den grup çalışmasına geçiş. Sanayi ka­pitalizmi İngiltere’de doğdu. Ancak İngilte­re’de blok motor üretimi sürerken değiş­tirilebilir parçalı motor ve araç üretimi ilk kez Amerika’da başladığı için, işbölümünün çok detaylanması ve işgücünün niteliksizleştirilmesi sürecinin hızlanması, Ameri­ka’da daha belirgin yaşandı. Üretim biçimi­nin akar bant sistemiyle karakterize oldu­ğu dönem 1970’li yılların ortasına kadar yoğunlaşarak geldi. İşçinin üretim bandı karşısındaki durumu tam bir esarete dö­nüştü. Üretim eylemi tüm işgünü boyunca çok sınırlı hareketleri tekrarlamaya dönüş­tü. Ancak bir noktadan sonra, bu üretim biçimine aktif ve pasif direnişler yükselme­ye başladı. 1960’lı yılların başından itibaren bu direnişler arttı. En tipikleri sık hasta ol­mak, bantta tempoyu düşürmek, hatta doğrudan sabotajlar yaşanmaya başladı. Tüm yeni kontrol çabalarına rağmen bant karşısındaki işçinin verimliliğinde bir yük­selme olmadı.

Artı değer sömürüsü niteliksiz çok ba­sit kas hareketlerine indirgendikten birkaç kuşak sonra işçi sınıfı içinde bu üretim bi­çimine yoğun bir direnç oluştu ve sömürü­yü arttırmanın yollan da böylece tıkanma­ya başladı. Üretimle işçinin kopuşmasının -ya da ünlü deyimiyle yabancılaşmanın- 70’li yıllarda tepe noktasına çıkması yeni bir dö­nüşü de kaçınılmaz hale getirdi. İşçinin üre­timle ilişkisini yeniden kurmak gerekiyor­du. Kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle başlayan emeğin niteliksizleştirilmesi daha ilk aşamasında makine kırıcılarıyla ilk bü­yük uyarıyı almıştı. Bu süreç derinleştikçe makine kırıcılığı biçiminde değil fakat açık direnişlerle, daha çok da pasif sabotajlarla Fordizm’in sonuna gelindi. Emeğin niteliksizleştirilmesi sürecinin yüz elli yıl sonra Fordizm’in kriziyle son sınırına dayandığı anlaşılıyordu. Böylece üretime düşüncenin de katılması veya işçinin yaratıcı düşünce­sinin de artı değer sömürüsü alanına gir­mesi kaçınılmazlaştı. Bu durum, artı değer sömürüsü tarihinde önemli bir basamaktı.

Üretimle ilişkisi oldukça değişen bir iş­gücü kitlesi ortaya çıkmaya başladı. Üreti­me sadece kas hareketleriyle değil, aynı za­manda düşüncesiyle de katılan bu işçi kit­lesi eski kuşaklara göre çok daha fazla bir şekilde üretim bilgisiyle donanıyordu. Öte yandan grup çalışmasıyla belli bir sınır için­de üretimde bir inisiyatif alanına da sahip oluyordu. Bu süreç 1980’li yıllarda hızlan­dı, yeni üretim biçimi uygulamaları kapita­list merkezlerde yaygınlaştı. Ancak ilk coş­ku dalgası fazla uzun sürmedi. 2000’li yılla­ra yaklaşırken grup çalışması iki yönden de sönümlenmeye başladı. İşveren cephesi açısından işçilerin üretim bilgisiyle fazla do­nanması ve grup inisiyatifinin gelişmesi üretimdeki egemenlik ilişkileri açısından bir tehlike potansiyeline sahipti, işçiler açısın­dan, grup çalışması ile işin temposunda bir azalma yaşanmadığı gibi, hem gruplar arası hem de grup içi rekabetin artmasıyla iş sü­recinde bant sistemini aratan gerilimler ortaya çıkmaya başladı.

Grup çalışması üretimde bir artışa ne­den olsa da, kapitalizmin egemenlik siste­miyle çelişen yanları hemen ortaya çıktı. İş­çinin üretim bilgisinin artması, aynı zaman­da yaratıcılık ve inisiyatifinin gelişmesi işye­ri yönetimlerinde “endişelere” yol açtı. Bu süreçten yeniden Fordizm’e dönmek artık mümkün değildir, ancak grup çalışmasının ilk coşkulu günleri de kapanmıştır. Kapita­list mülkiyet ilişkileri içinde bu yeni üretim tarzının gelişmesinin çok çabuk sınırlarına gelindi. Olayın şimdilik böyle bir rutine gir­mesi yaşananların bir rastlantı olduğu izle­nimini uyandırabilir. Ancak gerçeklik böyle değildir. Tam tersine makinelerin üretime girmesiyle başlayan emeğin niteliksizleşti­rilmesi sürecinin kritik bir dönemece geldiği açıkça görülmüştür. Bu “teknik ve in­san” ilişkisinde yeni bir sürecin başladığının güçlü bir kanıtıdır. Yaşadığımız günler bu yönde yeni gelişmelere gebedir.

Fordizm’den grup çalışmasına geçilme­sinin sınıflar mücadelesine önemli etkileri olabilir. İşçi sınıfı içinde üretim bilgisi ile donanmış ve kısmen de olsa üretimde ya­ratıcılığını kullanabilme yeteneği gelişen bir kesimin oluşması sınıfın yeniden nitelik ka­zanması anlamına geliyor. Ancak bu nitelik kazanımının sınıflar mücadelesine etkisinin nasıl bir yol izleyeceğini kestirmek zordur. Bir yanıyla bu sınıfta bir parçalanma anlamına geliyor, dolayısıyla bu parçalanma sı­nıfın davranış yeteneğini azaltabilir. Diğer yanıyla bu nitelik kazanımı aynı zamanda iş­çinin işveren karşısındaki konumunu belli ölçüde güçlendirdiği için mücadele için ye­ni bir güç kaynağı olabilir.

  1. İşçi sınıfında yaşanan parçalanma gü­nümüz kapitalizminin yarattığı önemli bir değişimdir. Sınıfta bir yandan esas büyük kayma imalat sanayinden hizmet sektörü­ne doğru olurken, öte yandan hizmet sek­törünün çeşitliliğinden doğan parçalanma­dan öteye yeni üretim tarzının ortaya çı­kardığı her alanda geçerli derin bir parça­lanma yaşanmaktadır. Bir yanda, nitelikli ve niteliksiz işçi parçalanması yaşanıyor. Nite­liksiz işçiler sayıca hızla artıyor. Öte yan­dan, üretim biçiminin büyük fabrikalardan merkez ve taşeron işletmelere dönüşmesi sonucu “çekirdek” ve “kıyı işçi” kategorisi şekilleniyor.4 Bu kategori önceki “aristok­rat işçi” sıradan işçi bölünmesinden farklı­dır. Çekirdek işçi bu konumundan dolayı otomatik olarak “zengin” değildir. Birinde iş sözleşmesi uzun süreli diğerinde ise gel­geçtir. Pazar dalgalanmalarına göre hemen tepki üretme zorunluluğunda olan işlet­meler, bunu önce taşeron işletmeler aracılığıyla göstermektedirler. Bu esnekliğin ilk mucidi Japon kapitalizmidir, II. Dünya Savaşı sonrası ekonomi yeniden yapılanır­ken böyle şekillenmiştir, ancak artık küre­selleşme ile artan rekabetin dayatması so­nucu bütün kapitalist dünyada bir üretim tarzı haline gelmiştir. Büyük işletmeler ka­tı iş sözleşmeleriyle pazar dalgalanmalarına uyum yapmak için grevlerle yüz yüze gel­mek zorunda kalıyorlardı, oysa şimdi bu orta ve küçük işletmelerin sırtına yıkılmış­tır. Bu gerçeklikten dolayı “çevre işçi” ni­telikli de olsa böyle pazar dalgalanmaların­da kapıya konulmaktan kurtulamaz. İşçi sı­nıfındaki bu parçalanmalar geçici değildir.
  2. İşsizlikteki yapısal değişim. Günü­müzde başlıca üç değişiklikten söz edilebi­lir. İlki, bilgisayar teknolojisinin yerinden ettiği işgücüne oranla “informatik çağının” yarattığı istihdam sayısı daha azdır. I900’lü yıllardaki demiryolu yatırımlarının veya 1950’li yıllardaki oto sanayinin ortaya çı­kardığı istihdamla karşılaştırıldığından gü­nümüzdeki yeni teknoloji yatırımları çok daha sınırlıdır. İki binli yıllar “yeni ekono­miye” yapılan aşırı yatırımların geri teptiği yıllar oldu. Borsalarda o zamana kadar hep yükselen ünlü NASDAC indeksi de kesin inişe geçti. Kapitalizmin doğumundan beri taşıdığı bu hastalığında “informatik çağı”nın sözde büyük bilgi yığınağına rağmen bir de­ğişim olmadığı böylece anlaşıldı. Yeni tek­noloji ile inanılmaz hesaplar yapılabilirken, bu alana aşırı sermaye akışının kaçınılmaz yıkılışlar yaratacağının hesabı bir türlü yapı­lamadı! “Yeni ekonomi”nin de yıldızı aşırı sermaye yatırımlarının ortaya çıkardığı yı­kımlarla söndü. II. Dünya Savaşı sonrasının kapitalizm tarihinde bir istisna olduğu ye­terince açıktır. Daha doğrusu olağanüstü koşulların ürünüdür. Savaşın yarattığı mu­azzam alt yapı yıkımı ve en kaliteli işgücü­nün savaşta yok olması, ardından gelen ye­niden inşa döneminde kaçınılmaz bir şekil­de işgücü kıtlığı yarattı. Bugün böyle bir yı­kım ve yeniden inşa yaratamayan kapita­lizm müzmin bir işsizlikle yüz yüzedir.

İkinci önemli neden, tekniğin hızlı geli­şimi üretim araçlarının yenilenme periyodunu kısalttığı için kar oranları neredeyse sürekli bir düşme baskısı altındadır. Bu du­rum sermayenin yatırımdan spekülasyona kaymasına neden oluyor. Spekülasyonu sa­dece borsa olarak algılamak hatalı olur. Yeni bir yatırım anlamına gelmeyen özel­leştirmeler ve ticaretin bir bölümü de özünde spekülasyondur. Sonuçta spekülas­yona kaçan sermaye istihdam alanını da­raltmaktadır.

Son olarak, küreselleşme uluslararası işgücü rekabetini de hızlandırdı. Yeni tek­niğin hızla 3. Dünya Ülkelerinde uygulan­ması büyük bir fazla nüfus yaratmaktadır. Bu durum işgücü rekabetini şiddetlendirmektedir.

Kapitalizmi dünya ölçüsünde bir bütün olarak düşünürsek, işsizlik kapitalist üre­tim sisteminin mantığı içinde aşılamaz bir hastalık olarak gittikçe ur gibi büyümekte­dir. Artık işsizlik kapitalist merkezlerde bi­le gelgeç bir olgu olmaktan çıkıyor. Top­lumsal yapının sürekli ve bozucu bir parça­sı haline geliyor.

Bazı Sonuçlar

Sanayi kapitalizminden hizmet kapita­lizmine geçişin sınıflar mücadelesi açısın­dan yarattığı bazı önemli sonuçları sıralaya­lım.

Birincisi, ücretli emek artıyor. Bu an­lamda yeni bir proleterleşme dalgasından söz edilebilir. Ancak bu dalganın sanayi ka­pitalizminden önemli bir farkı var. O dö­nem kırların kentlere doğru çözülmesi bi­çiminde yaşanmıştı. Günümüzde proleter­leşme imalat sanayinden bir kopuş hizmet sektörüne bir yığılma biçiminde yaşanıyor. Elbette dünyanın geri bölgelerinde hala kırdan kente bir akış yaşanıyor. Ancak bu bile eskisi gibi yaşanmıyor. Artık kentlere yığılanların büyük bir çoğunluğu işçi sınıfına doğrudan bir katılım anlamına gelmiyor, türedi işlerde çalışan veya doğrudan işsiz kesimi oluşturuyorlar. Yeni proleterleşmenin bir diğer özelliği yoksullaşmayla pa­ralel gidiyor olmasıdır. Esnek çalışma, işten atılma korkusu ve hatta işgününün uzatıl­ması tartışmaları düşünülürse günümüzde çalışma koşullarında bir kötüleşmenin de güçlü bir eğilim olduğu tespiti yapılmalıdır. Sonuç olarak, yoksullaşmanın derinleştiği, çalışma koşullarının kötüleştiği ve geniş iş­siz kitlesi ile kuşatılmış bir yeni proleter­leşme sürecinden söz etmek mümkündür.

İkincisi, işçi sınıfındaki çeşitlenme ve parçalanmadır. Hizmet sektörü çok çeşit­li, çoğu küçük ve kendine özgü koşulları olan işyerleri anlamına geliyor. Bu hetero­jenlik sınıfta oldukça çeşitli davranış du­rumları yaratır. Örneğin gittikçe genişle­yen turizm sektöründeki çalışanlarla bü­yük eğitim kurumlan ve sağlık sektöründe çalışanların duruş ve davranışları oldukça farklıdır. Bu yatay çeşitlenmenin yanında gelir ve işyerindeki konum açısından dikey parçalanmalar da vardır. En önemlisi nite­likli işgücü ile niteliksiz işgücü arasındaki konum farkıdır. Dünün bant başındaki ni­teliksiz işçisi üretim tarzı değiştiği için bu­gün iş piyasasında hemen hemen hiçbir şansa sahip değildir. Sürekli yenilenen iş bilgisine uyum yapan işgücünün bir şansı vardır. Ancak gerek imalat sanayinin bir bölümünde, gerek inşaat ve hizmet sektö­ründe niteliksiz işgücü vardır ve hatta hiz­met sektöründe sayıları artmaktadır. Bu işçiler, hem örgütlenme ve sınıf bilinci, hem de çıkarları için mücadele söz konu­su olduğunda davranışları açısından, dünün bant başındaki işçilerinden karşılaştırılama­yacak ölçüde pasif ve siliktirler.

Öte yandan, yeni üretim tarzının yarat­tığı, pazara egemen tekelci bir üretim çe­kirdeği ve ona bağımlı ara mallarını üreten geniş taşeron sanayi biçimindeki “işbölü­mü”, işçi sınıfın konumunda da büyük bir yarılma ortaya çıkardı. Çekirdek işçi veya sabit kontratlı sürekli işçi ile geçici-taşeron işçi sınıfsal konum olarak farklı koşullara sahiptirler. Geçici işçi yarın işsiz kalacak­mış gibi yaşarken diğeri imtiyazlı bir ko­numda belli bir iş güvenliğine sahiptir.

Sınıftaki bu parçalanma sınıflar mücade­lesi açısından önemli değişimlere neden olmaktadır. Aslında bu sorunlar şiddetli ola­rak son on yıldır yaşandığı için henüz sınıf mücadelesi literatüründe yoğun bilinç seviyesine yükselmemiş, henüz biraz çaresizlik biraz da kayıtsızlıkla izlenen bir süreçtir.

Üçüncüsü ve belki de en önemlisi, üre­tim biçimindeki değişimlerle, daha genel söylersek, sanayi kapitalizminde hizmet kapitalizmine geçişle ortaya çıkan sınıfın topyekûn davranış yeteneğindeki büyük zayıflamadır. Sınıflar mücadelesi tarihine baktığımızda işçi sınıfının kentlere, büyük fabrikalara ve belli oturma mekânlarına yı­ğıldığı dönem özel bir önem taşır. İşçi sını­fı mücadelesi olarak göze batan, çarpıcı ne varsa hep bu dönemde yaşanmıştır. Bunda işçi sınıfının konumlanma biçiminin büyük bir payı olduğu çok açıktır. Bu durum işçi sınıfı için dövüşte sanki bir arazi-coğrafya avantajı gibiydi. Elbette bu parlak mücade­le dönemine baktığımızda aynı dönemin büyük ekonomik, siyasi krizleri ve payla­şım savaşlarını da içerdiği hemen göze ba­tar. Böyle bir dönemde sınıfın konumlan­ma biçiminin büyük bir önemi olduğu açık­tır. Bu süreç aynı zamanda işçi sınıfının “kendinde sınıf” olmaktan “kendisi için sı­nıf” olmaya çıktığı dönemdir.

Bugün işçi sınıfı daha önce sahip olduğu “arazi” avantajını önemli ölçüde kaybet­miştir. Sınıf olarak varlığını korumasına ve hatta nicelik olarak bir artış yaşamış olma­sına rağmen, üretimdeki yeni konumlanmasından dolayı topyekûn davranış yete­neğini önemli ölçüde yitirmiştir. En azın­dan yakın geleceğe baktığımızda konum­lanmasında bir değişim ve buradan hare­ketle yeni bir avantaja sahip olması olasılık dışıdır. Öyleyse mücadele bu yeni araziye göre şekillenmek ve yetkinleşmek zorun­dadır.

Dördüncüsü, bu gelişmelerin bir man­tık sonucu olarak sanayi kapitalizmi döne­minde zirveye çıkan sendika hareketinin erimeye uğramasıdır. Örneğin, kırk yıl önce ABD’de üç işçiden biri sendikalı iken bu­gün on işçiden biri sendikalıdır. (Hiatt, s.487) Bütün dünyada sendikal harekette çarpıcı bir erime yaşanıyor. Eğer sanayi ka­pitalizmi döneminin yapısal değişimle yeni bir döneme girdiği çok açıksa, sendikal ha­reketin de yeni bir dönem girmesi kaçınılmazdır. Fabrika döneminin çocuğu olan bugünkü sendikacılık, kendini yeni koşulla­ra göre hazırlayamadığı ölçüde sürekli mevzi kaybetmektedir. Toplu pazarlık sis­temi ve pazarlık yapılan konular hızla de­ğişmektedir. İşçi sınıfı ekonomik mücadele alanında yeni araçlar yaratmak gibi zorlu bir görevle yüz yüzedir.

Sonuncusu, sınıf mücadelesinin ko­şullarındaki radikal değişim onun siyasi yapılanmalarını da bir kasırga gibi altüst etti. Sınıf hareketi gelecekte çok cılız bir biçimde sadece ekonomik mücadele ala­nıyla sınırlı kalmayacaksa yeniden siyasi­leşmek zorundadır. Bu hangi yollardan geçecektir? Bu sorunun kestirme bir cevabı yoktur. Eğer kolay bir cevabı olsay­dı, sınıflar mücadelesinin yaklaşan süre­cinin bütün sorunları da bir anda çö­zümlenmiş olurdu.

Sınıf Mücadelesinin Geleceği

Sınıf mücadelesinin koşullarındaki bu köklü değişim, bazıları için “proletaryaya” ve sınıflar mücadelesine “elveda” olarak yorumlandı. Sosyalizmin yıkılışıyla etnik ve dini mücadelelerin köpürmesi, bunun ya­nında kapitalizmde gerçekleşen yapısal de­ğişimlerin kaba ve yanlış okunması, neden­se kapitalist sınıfın değil ama işçi sınıfın yok olduğu yargılarını üretti.

Sınıfların ve mücadelesinin yok olmadı­ğı yeniden kanıtlamayı gerektirmeyecek kadar açık bir gerçektir. Ancak bir o kadar açık olan başka bir gerçek ise sınıflar mü­cadelesinin bir tarihsel dönemine “elveda” ettiğimizdir. 19. yüzyılın başlarından 1980’li yılların sonuna kadar gelen tarihsel dönem temel özellikleriyle, güç yapısı ve ilişkileriy­le köklü bir altüstlüğe uğramıştır. Şüphesiz ki bu tarihsel dönem içinde de büyük iniş- çıkışlar yaşanmıştır. Fakat bir tarihsel geli­şim ufku yönünden bakıldığında bu süreç tüm iniş çıkışlarıyla birlikte sonunda işçi sınıfının mevzi ve iktidar kazandığı bir dö­nem oldu. Sosyalizmin yıkılışı ve kapita­lizmde yaşanan yapısal değişimlerle bu dö­nem kapandı. O güzel eski günlerle ilgili ne kadar anı anlatsak, o günleri coşkuyla an­sak ve özlesek geri gelmeleri mümkün de­ğildir. En kötüsü o günlerde kazanılan alış­kanlıkları bugünün mücadele koşullarında tekrarlayarak bir sonuç almayı ummak mücadelenin geleceği açısından büyük bir yanılgı olur.

Arkamızda onurlu bir tarih önümüzde ise oldukça değişen ve değişmekte olan yeni mücadele koşulları, geleceği kurarken peşimizi bırakmayacak olgulardır. Bunların üzerinden atlanılamaz.

Sınıflar Mücadelesinin Yeniden Şekillenmesi

Önümüzde tüm bilinmeyenleri ile du­ran dönemin bir temel özelliği vardır. Na­sıl işçi sınıfının ilk tarihsel mücadele döne­mi manifaktür dönemden sanayi kapitaliz­mine geçiş yıllarında şekillendiyse, gelece­ğin yeni mücadele dönemi de içinde bulun­duğumuz geçiş sürecinde şekillenecektir. Sınıflar savaşının yeni bir dönemine hazır­lık olarak güçlerin yeniden konumlandığı, donanımlarını yetkinleştirdiği, düşünce ve gelecek tasarımlarını kritikten geçirdiği bir süreçten yürünüyor. Ancak böyle söyle­yince konumlanmaların az çok belirginleş­tiği gibi bir izlenim ortaya çıkabilir. İşin da­ha çok başında olunduğunu kavramak için dünyaya ve tek tek ülkelere bakmak yeterlidir. Koşulların yüz elli yılı aşkın bir süre determine ettiği mücadele, yeni bir döne­me girmeden önce maddi ortamın yaşadı­ğı büyük değişimlerden dolayı önce kaçınıl­maz bir şekilde bozulmalara uğruyor. Bu sancılı sürecin içinden yeni güçlerin dizilişi ortaya çıkacaktır. Eski mücadele dersleri hep bilinçlerde olsa da, hatta o günler öz­lense de, geleceğin böyle kaba kıyaslama­larla öngörülemeyeceği açıktır. Kıyaslama­lar bir düşünce yöntemi olarak kaçınılmaz­dır, ancak eskinin kalıpları içinde kalmamak koşuluyla.

Mücadelenin yeniden şekillenmesi do­ğal olarak üç ana kaynaktan beslenecektir. Genel olarak sınıflar mücadelesinin dersle­ri; özel olarak Sosyalizmle yaşanan iktidar deneyi ve kapitalizmdeki yapısal değişimler, sınıflar mücadelesinin geleceğini şekil­lendirecek temel nirengi noktalarıdır.

İşçi sınıfı 21. yüzyıla, 19. yüzyıla girdiğin­den çok farklı koşullarda girdi. Büyük bir meydan savaşını kaybetmiş olarak, ideolo­jisi sert darbeler almış, örgütlenmeleri da­ğıldığı için siyasal bağımsızlığını yitirmiş ve ekonomik-sosyal kazanımlarından bir bö­lümünü sürekli kaybetmeye başladığı ko­şullarda yeni bir yüzyıla giriş yapmıştır. Sı­nıflar mücadelesi tarihine baktığımızda Ko­münist Manifesto önemli bir dönüm nok­tasıdır. Bilindiği gibi sınıflar ve onların mü­cadelesini ilk kez Marx bulmamıştır. Libe­ral burjuva ideologları da sınıflar mücade­lesini kabul etmiştir. Sendikal mücadelenin başlarda illegal yürümesi, daha sonra hemen her ülkede burjuva iktidarlar tarafın­dan tanınması bu gerçekten dolayıdır. Bu seviyede bir sınıflar mücadelesine egemen­lerin itirazı yoktur. Marx’ın iddiası bu nok­tadan sonra başlıyordu. İşçi sınıfının iktida­rı hedeflemesinin, o günlerin ünlü deyimiy­le “proletarya diktatörlüğü”nün kaçınıl­mazlığını vurguluyordu. Olaylar bu öngö­rüyü kendi üslup ve sınırları içinde doğru­ladı. Ancak ardından gelen yıkılış, “yoksa her şey baştan beri yanlış mıydı?” sorusu­nu doğal olarak kafalara getirdi. Bu büyük savruluşun bir sonucu olarak bugün pek çok siyasal hareket artık iktidarı hedefle­miyor. Bu anlamda “tarihin sonu” tezini doğrulamış oluyorlar. “Son” iktidar: Burju­va iktidarıdır. Artık en fazla bu iktidar çer­çevesinde evrimleşmeler yaşanabilir. Dün­yaya bu pencereden bakanlar için sınıflar mücadelesinin artık bir önemi kalmamıştır.

Sınıflar mücadelesinin yeni dönemine teorik ve pratik olarak hazırlık yapanlar için ise en önemli sorun şudur. İşçi sınıfının, burjuvaziden ve düzenden kopuşması ye­niden nasıl gerçekleşecektir? Hatta günü­müz dünyasında soruyu şöyle sormak bile artık mümkündür: sınıflar kopuşması yeni­den gerçekleşecek midir? Sadece bir de­mokrat olarak değil, Marxist anlamda sınıf­lar mücadelesinin anlamı, bu kopuşmayı yaratmak için mücadeledir. Yeni döneme bakarken düşünce ve davranışların odak­lanması gereken nokta budur.

Tarihte işçi sınıfının bağımsız bir siyasal harekete yükselmesi ancak bazı koşullarla birlikte gerçekleşmiştir. Sınıf “adım adım” mücadele ile örneğin “on saat işgünü” pa­rolası ile başlayarak doğru bir çizgi üzerin­de yükselir gibi bir kopuşma yaşamamıştır. Burjuva devrimleri sonrası yaşanan resto­rasyonlar, yani burjuvazinin derebeylikle uzlaşma çabaları, kapitalizmin devrevi kriz­leri ve savaşlar işçi sınıfının bağımsız bir sı­nıf olarak şekillenmesinin yollarını döşemiştir. Ancak bütün bunlar gündelik talep­lerin dile getirilmesiyle olağanüstü bir iç içelikle yaşanmıştır. Gündelik taleplerin öne sürülmesi öyle başka koşullarla yan ya­na gelmiştir ki, sınıfın tarihsel kopuşması için büyük çatlağı yaratmıştır. Yine de 19. yüzyılda işçi sınıfının bağımsız bir siyasal kimlik kazanmasında restorasyonların özel bir yeri vardır. Burjuva devrimlerinin bu tarz geri püskürtülmesi işçi sınıfı içinde devrimlere varan birikim oluşturmuş ve kopuşları yaratmıştır. Bir kez işçi sınıfı ikti­darı kurulduktan sonra ise, hemen her önemli işçi ve halk hareketi sınıfın iktidar mücadelesinde bir basamak olarak algılan­mıştır. Dolayısıyla tarihi sınıfsal kopuşma bir kez gerçekleştiğinde maddi mücadele ortamının temel özellikleri değişmedikçe, her olay bu kopuşmayı derinleştirici rol oynayabilir.

Ancak tersi de doğrudur. Sosyalist ikti­darların çekim gücünün azalması ve özel­likle Avrupa’da yaşanan refah devletleri süreci sınıflar kopuşmasını önce yumuşatmış, sosyalizmin yıkılışıyla bu tarihsel kazanç tü­müyle yitirilmiştir. İşçi sınıfı uzun uzlaşma yıllarıyla kapitalist düzen içine gerilemiş, Sosyalizmin çöküşüyle ise gelecek ufkunu kaybetmiştir. Yeni bir kopuşma sürecinin çok sancılı olacağı yeterince açıktır.

Mücadelenin yeni dönemine damgasını vuracak sınıfsal kopuşmaların nasıl yaşana­cağını zamanlama olarak bugünden kestir­meye kalkışmak rüyaya yatmaktan başka bir anlam taşımaz. Basit analojilerle ise bir noktadan öteye gidilemez. Ancak buna rağmen söylenebilecek bazı şeyler vardır.

Sınıflar mücadelesi bugün ideolojik ola­rak örselenmiş ve siyasi olarak ufuk kaybı­na uğramış olduğu için gündelik, yani gerek ekonomik ve gerekse düzen içi siyasal ba­zı talepler için mücadele hemen hemen iş­çi sınıfının tüm ufkunu kaplamıştır. Günde­lik mücadeleden sınıfsal kopuşmaya bir yol var mı?

Gündelik mücadeleden hareketle yeni döneme ilişkin bazı tespitler yapalım.

  1. Bugün işçi sınıfının topyekûn davra­nış yeteneğini önceki dönemdeki gibi var­saymak önemli bir stratejik veri hatası olur. Sınıftaki sektör kayması ve parçalan­ma, ancak sadece bu değil, aynı zamanda Sosyalizmin yıkılmasıyla hedefin silikleşme­si sınıfın kolektif davranış yeteneğini önemli ölçüde darbelemiştir. Bunun yeni­den inşası mümkün müdür? Eski biçimiyle değil, ancak yeni yollar bulunarak kolektif davranışı farklı bir seviyede yeniden inşa etmek mümkündür.

Sınıflar mücadelesi teorisinde büyük yer tutan “kendinde sınıf” ve “kendisi için sınıf” kavramlarını yaratan aslında 19. yüz­yıl sınıflar mücadelesinin koşullarıdır. Bü­yük fabrikalara ve belli oturma mekânları­na yığılmış her an kendiliğinden harekete geçebilen bir sınıf vardı. “Kendiliğinden ha­reketler” kavramı da mücadeleye bu dö­nemlerde girdi. Makine kırıcılığıyla başla­yan bu hareketler daha sonraları belli bir bilinç ve örgütlülük kazandılar. Sınıfın “kendiliğinden” devrimciliği-sosyalistliği değil- yine bu dönemin kavramıdır. O gün­lerden 1960’ların “tarihsel uzlaşma” yılları­na gelince ise bütün bu kavramlar sorgu­lanmak zorunda kalındı. Sınıfın büyük göv­desiyle sadece var olması sınıflar mücade­lesi için hiçbir rol ve anlam ifade etmeye­biliyordu. Onun için sınıf ancak mücadele içinde bir “oluş”tu. Statik, durgun bir “nesne” değil, hareketli bir oluştu. 1960’lı yıllar Avrupa’sında işçi sınıfı ile (onun nes­nesi ile) bilinç ve ideolojisi kopuşunca, ara­ya “tarihsel uzlaşma” duvarı girince bu tar­tışmalar patlak verdi. Sınıflar savaşının 19. yüzyıl koşullarında şekillenmiş kavramları­nın, koşulların ilk köklü değişim işareti ver­diği 1960’lı yıllarda sorgulanması rastlantı değildir.

Bugün sınıflar mücadelesine yaklaşır­ken 19. yüzyıldaki sanayi kapitalizminin ko­şullarında var olan “kendinde sınıf”ı aynı güç ve yoğunlukla göremeyeceğimizin bi­lincinde olmalıyız. Odak kayması ve parçalanma, “kendinde sınıf”ın bırakalım hare­ketini, duruşunu, var oluşunu bile önemli ölçüde zayıflattı. Bu anlamda, sık sık yapıl­dığı gibi, zorlanırsa “kendinde sınıf”ın var olmadığı iddia edilebilir. Fakat bu gerçeğin sadece çarpık bir görüntüsünü yansıtmak­tan öteye bir anlam taşımaz.

Gerçeklikten kopuk sırf kavramlar de­nizinde boğuşmak yerine, sorulması gere­ken şudur: “İşçi sınıfının topyekûn davranış yeteneğindeki zayıflama onarılabilir mi?” Klasik kavramlarla sorarsak: İşçi sınıfı yeni­den “kendisi için sınıf” konumuna yükselebilir mi? Önümüzdeki dönemde yeniden büyük fabrika günlerine dönüleceğine dair hiçbir ipucu yoktur. Dolayısıyla bu zayıflamayı eski yollardan gidermenin şansı da yoktur.

İlk yapılması gereken tespit eskinin bu anlamda tekrarının mümkün olmadığıdır. Eski beklenti ve alışkanlıklara takılı kalmak yeni mücadele yollarını yaratmanın önünü tıkar. İmalat ve maden sektörü işçi sınıfının mücadele tarihinde özel bir yere sahip ol­du. Ancak bu sektörler sürekli kan kaybe­diyor, öte yandan dağınık, heterojen hiz­met sektörü büyüyor.

Sınıf hareketinin yeniden inşasında onun kapitalizmin en küçük sallantılarından bile etkilenen kesimleri, “çekirdek” dışı kesimler, ilk hedef alınmalıdır. Bu kesimle­rin dağınıklığı mücadelenin örgütlenmesin­de büyük zorluktur, ancak öfke buralarda birikiyor. Dünyada, eve iş alan kesimlerin bile örgütlenmesine ait örnekler var. Ne sendikal ne politik anlamda eski güzel ve bir anlamda “kolay” günler artık olmadığı­na göre, örgütlenmede yakın hedef olarak, sınıfın düzenle en çok gerilimi halkalarında mevzi tutmak kaçınılmazdır.

Sanayi kapitalizmi döneminde oluşan işçi hareketinin çerçevesi yeni süreçte aşıl­malıdır: işsiz örgütlenmeleri yaratılmalıdır. Arjantin deneyi bunu bütün dünyaya ilan etti. İşsizler radikal eylemleri ile “iş ya da yiyecek” parolasıyla önemli mevziler elde ettiler. Ayrıca yol işgalleriyle “rahatı yerin­de” “çekirdek”teki işçileri de yangının sı­caklığıyla uyarmış oldular.

Öte yandan, örgütlenmenin ilk adımı içinde olmasa da sınıfın tüm parçaları için farklı taktik ve örgütlenme biçimleri geliş­tirerek farklı renklerde bir örgütlenme ağı yaratılmalıdır. Bu ağ her an kolektif olarak davranmayacaktır. Bu yersiz ve zorlama bir hayal olur. Sınıfın dağınık parçalarının kolektif davranışı günümüz kapitalizminin ancak derin krizlerinde mümkün olabilir. Elbette böyle bir momenti değerlendirebilecek bir kurmay öngörüsü ve örgütlenmesi daha önceden yaratılmışsa. Yoksa gü­nümüzde kendiliğinden hareketlerin rolü çok sınırlıdır. Hazırlıksız beklentiler düş kı­rıklıklarıyla sonuçlanmaya mahkumdur.

  1. İşçi sınıfının gündelik mücadelesinde yeniden en canlı konular, ücret, iş zamanı ve iş koşullarıdır. Tüm dünyada 80’li yılla­rın başlarından beri verimlik artmasına rağmen ücretler düşmekte ve ayrıca çalış­ma zamanı da yavaş yavaş yeniden uza­maktadır. Bugün toplu pazarlıkların hemen her konusunda işverenlerin elindeki en büyük tehdit işsizler ordusudur. Üstelik bu ordunun artık şu ya da bu ülkenin sınırları içinde olması da gittikçe önemini kaybedi­yor. Neoliberalist politikalarla sermayenin hareketi çok kolaylaştığı için eskiye oranla daha rahat bir şekilde yer değiştirebiliyor. Oysa işgücü için hala sınırlar vardır. İşçi sı­nıfının mücadele tarihinde bugüne dek hiç­bir zaman kurulmamış bir ittifak, çalışan­larla işsizlerin ve gelgeç türedi işlerde çalı­şanların ittifakı artık yaratılmak zorunda­dır. İşçi sınıfı partilerinin ve sendikaların güç yitirdiği, bencilliğin zirvelere tırmandı­ğı günümüzde bunun çok zor olduğu açık­tır. Ancak kapitalizmin son yirmi yıldır sını­fı nasıl kuşattığı iyi görülürse karşı mücade­le taktiklerini yaratmak, bu anlamda zoru başarmaktan başka bir yol yoktur. İmalat sanayinden sürülen, dolayısıyla yoğunluğu kırılan işçi sınıfının böylece davranış yeteneği azalmaktadır; öte yandan, çekirdek ve geçici işçiler arasındaki gerilim sınıfın dav­ranış yeteneğini sınırlamaktadır, ancak bunların dışında bir de geniş işsizler halkası vardır ve bu halka sınıfın davranış yeteneğini neredeyse felç etmektedir. Bu ku­şatma kırılmadan sınıf mücadelesi soluk alamaz.

Günümüz sınıf mücadelesi deneylerine baktığımızda özellikle Arjantin örneğinden hareketle konuşursak, eski fabrika tipi mü­cadele geleneğine alışmış sendikalar yeni oluşumlar yaratamadılar. Bütün yaratıcılık bu sendikalardan bağımsız olarak doğdu ve gelişti. Tıpkı, 19. yüzyılın başlarındaki sen­dikal hareketin eski dar meslek birlikleri­nin içinden değil, onlara rağmen doğması gibi, geleceğin mücadele ve örgüt biçimle­rini de büyük olasılıkla sadece mevcut sen­dikal ve parti yapılarının dönüşümünden beklemek hata olur. Yeni doğuşlar kaçınıl­mazdır.

  1. Sınıfın parçalanmasında, özellikle bir parçayı farklı ele almak gerekiyor. Bu da üretime kafa emeğini de veren grup çalış­ması içinde olan işçilerdir. Fordizm’in tı­kanmasının yarattığı bu olgu gelgeç ve rast­lantı değildir. Makinelerin nitelikli insan emeğine karşı savaşı emeğin niteliksizleştirilmesi yönünde derinleşebileceği en dip noktalara kadar varmıştır. Bir kırılma nok­tası kaçınılmazdı. İnsanın üretim ve tüketimle ilişkisi kapitalizmle başlamadığı gibi, kapitalizmin çizdiği çerçeveye de mahkûm değildir. Makineler üretime yeni girerken nitelikli işçi bugünün tüketim toplumunun şekillendirdiği işçiden çok farklıydı. Sürekli iç gerilimi yükselen bir çalışma temposu ve öte yandan hastalık ölçüsünde tüketim müptelası olmak, bu insan yapısı son yüz elli yılda kapitalizmin yarattığı bir olgudur. Ancak bu yapı bazı darbeler almaya başlamıştır. Henüz çok sınırlı olsa da hastalıklı çalışma ve tüketmeye tepkiler şekilleniyor. Grup çalışması bir yanıyla Fordizm’in gelip tıkandığı noktadan sonrasını anlatıyor. Li­retimle yaratıcı bir ilişki grup çalışmasını önceki süreçten ayıran en önemli özellik­tir. Öte yandan, üretimdeki egemenlik ve mülkiyet ilişkisi değişmediği ölçüde grup çalışmasının kat edeceği yol sınırlıdır. Buna rağmen bu yeni olgu gözden kaçırılmama­lıdır.

Sınıf içinde, üretimle ilişkisi önceki dö­nemden oldukça farklı yeni bir tabaka olu­şuyor. Üretim bilgisiyle daha fazla teçhizatlanan sınıfın bu kesimi, kaçınılmaz bir şekil­de üretim tekniği ve tarzıyla da ilgili hale geliyor. Sınıfın bu kesimi, işverenle sadece “ücret ve sosyal haklan” konuşmayacak, aynı zamanda üretim tarzındaki değişimle­ri de konuşacaktır. Her yeni teknik ve ona göre şekillenen üretim tarzı veya teknik değişmese de yeni bir üretim örgütlenme­si, verimliliği arttırıp nispi artı değer sömü­rüsünü yükselttiğine göre, grup çalışmasın­daki işçiler işverenlerine kendilerini nasıl daha iyi sömüreceği hakkında akıl vermiş olmayacaklar mı? Evet! Ancak bir başka ol­gu daha yaşanacaktır. Üretimin örgütlen­mesinde grup çalışanlarının inisiyatifi ve bil­gisi de artacaktır. Bu, emeğin yeniden nite­lik kazanması demektir. Elbette eski dar mesleklere geri dönüş olarak değil, üreti­min bir süreç içinde örgütlenmesinde nite­lik kazanmak anlamındadır. Bugün emeğin yeniden nitelik kazanması, dar meslek uz­manlaşması anlamına gelmiyor. Yaygın ni­teliksiz emek yanında, daima böyle nitelik­li emek hep var oldu. Bugünün koşullarını bütünüyle dikkate aldığımızda emeğin nite­lik kazanması, karmaşık, yüksek teknikli üretim sürecinin örgütlenmesinde bilinçli yer alabilmek anlamına gelir. Bu gelişme sı­nıfın niteliğinde önemli bir değişme de­mektir. Makinelerin ilk saldırısından beri nitelikli emek aleyhine derinleşen süreç, hem sınıfın katı pasif direnci hem de yeni tekniklerin devreye girmesiyle tersine dönmeye başlamıştır. Emeğin yeniden ni­telik kazanması kaçınılmaz bir şekilde kapi­talist üretim ilişkileriyle çelişkiye girecek­tir. Çünkü nitelik, yani bilgi ve inisiyatif, ay­nı zamanda bir egemenlik alanı da yaratır. Emeğin bu egemenlik alanı ile sermayenin egemenlik alanı çelişecektir. Aslında kapi­talist merkezlerde bu son on yıldır yaşanı­yor. Burjuvazinin üretimdeki egemenlik ilişkisini “riske” sokan bu yeni üretim tarzı, ilk coşkusundan sonra şu ya da bu yolla sınırlandırılmaya başlamıştır. Ancak Fordizm’e geri dönüş imkânsızdır. Günümüz­de kapitalist üretim tarzı bu çelişkiyle bir­likte yaşıyor.

Sınıfın bu kesiminin mücadele içindeki yerinin ne olacağı sadece işverenlerin belirlemesine bırakıldığında ortaya çıkacak sonuç şimdiden bellidir. Ancak kapitaliz­min kör ruhu olan rekabet bu grup çalış­ması içine de hızla taşındığı için sınıfın bu kesimini, mücadeleye kazanmak için güçlü bir zemin de vardır. Emeğin bu tarz yeni­den nitelik kazanması işçi sınıfının gelecek mücadelesi için önemlidir. Böyle niteliksel bir dönüşümün mücadeleye somut nasıl yansıyacağını ancak yaşayarak göreceğiz. Bugünden yapılması gereken bu olguyu at­lamamak ve bu alanda örgütlenme yolları yaratmaktır.

*****

Yukarıda sorduğumuz soruya geri dö­nersek, sınıflar kopuşması yeniden nasıl yaşanacaktır? İşçi sınıfının yukarıda en önem­lilerini vurguladığımız gündelik sorunların­dan hareketle düz bir çizgi üstünden gide­rek sınıfsal kopuşmaya varması imkânsız­dır. Olaylar bu çerçeve içinde döndükçe bir kopuşmadan çok sınıf niteliğini yitirme anlamında bir yozlaşma yaşanabilir. Ancak bir kopuşmanın birikimleri de yine bu ka­nallarda oluşacaktır. Yine kaçınılmaz bir şekilde tarihe dönersek, işçi sınıfının ilk si­yasal kopuşmasının burjuva devrimleri sü­recindeki restorasyonlarda yaşanmasının siyasal anlamı, kazandığı haklarının geri alınmasına karşı tepkidir. İşçi sınıfı burjuva devrimlerinin açtığı “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” yolunun daha öteye genişletilmesi­nin kendi sınıf çıkarlarına uygun olduğunu kavradıktan sonra bu konuda her geri gidi­şe devrimci tepkisiyle karşılık vermiştir.

Bugün kapitalist merkezlere baktığı­mızda henüz politik haklara tırmanmasa da sosyal haklar hızla tırpanlanıyor. Ayrıca Bush yönetimi Amerika’da 11 Eylül’ü ba­hane ederek bazı siyasal hakları da sınırla­mıştır. Bugün 19. yüzyıldakilere hiç benze­mese de yine de bir restorasyondan bah­sedebiliriz. Refah devletlerinden kapitaliz­min vahşi rekabet günlerine geri dönülü­yor. Ortada burjuvazinin uzlaşacağı eski derebeylik artıkları yok. Ancak tüm dünya­daki sermaye akışını kendi çıkarlarına göre yönlendiren bir mali oligarşi var.

Demokrasiler tam bir tıkanma noktası­na geldi. Çalışan kitleler “genel oy hakkı” günlerindeki coşkuyu taşımıyorlar, basit bir yüzde olarak dikkate alındıkları seçim­lere katılsalar da bu oyuna gittikçe daha az inanıyorlar. Burjuva demokrasileri biçim­sel olarak sürerken özce ruhsuz bir oyuna dönüşüyor.

“Toplum” burjuva bireyciliğinin zirveye çıkmasıyla birbirine değmeyen anlamsız bir kalabalığa dönüşüyor. Toplum gelişmiş ül­kelerde bencillikten, geri ülkelerde yoksul­luktan çürüyor.

Dünyadaki yeni paylaşım savaşları da dikkate alınırsa bütün bu birikimler ekono­mik ve siyasal krizlere dönüşebilir. Hatta kapitalist üretimin hesapsız gelişimi coğraf­yayı zorlamaya başladığı için, insan eliyle yaratılmış doğal felaketler ve bunların tetiklediği krizler yaşanabilir.

Evet, teknik gelişim durmuyor. Ancak siyasal ve toplumsal olarak insanlık bir res­torasyon yaşıyor. Mali oligarşinin (modern derebeyliğin) çıkarlarına göre şekillendiril­meye çalışılan dünya, bir dönemin sosyal hak ve özgürlüklerinden geriye doğru çe­kiliyor.

Bir yandan, teknik gelişimin mevcut mülkiyet ve egemenlik ilişkileri içinde yara­tabileceği bencil tehditler; öte yandan, sos­yal hak ve özgürlüklerin kapitalizmin ilk vahşi günlerine benzer bir şekilde restore edilmesi işçi sınıfının “tarihsel uzlaşma” yaptığı düzenden yeniden kopuşmasının yollarını döşemektedir. Bu kopuşmanın dağılışa uğrayıp sönümlenmemesi için in­sanlığın bir basamağı daha çıkması gereki­yor. Bu da iktidar sorunudur. İlk işçi sınıfı iktidarları çöküşe uğrayınca, işçi sınıfı ve halkların ufkundan iktidar hedefi silindi. Günümüz aynı zamanda iktidarı hedefle­meden “muhalif” olmanın pratik deneyle­rinin yaşandığı bir dönemdir. Bu deneyler­den alınacak dersler işçi sınıfının gelecek dönem mücadelesi için yaşamsal bir öne­me sahiptir. Çünkü sınıfın yaşayacağı tarih­sel kopuşmaların iktidar hedefini yaklaştı­racağı açıktır, fakat öte yandan iktidar he­definin netleşmesi de tarihsel kopuşma sürecine ivme verecektir. Hatta sınıfta yeni­den bir iktidar bilinci oluşmadıkça kopuşmaların boşa sallanan boksör yumruğu gi­bi tüketici etkileri olabilir.

İşçi sınıfının “tarihsel uzlaşma”dan yeni bir tarihsel kopuşmaya geçmesinin bugü­nün verileriyle konuşacak olursak çok zor ve sancılı olacağı anlaşılıyor. Sosyalist siste­min uğradığı yenilgi, sınıfta yaşanan zayıfla­ma, düşüncenin yeniden pratik güce dö­nüşmesinin sancılı birikimi gelecek tarihsel kopuşmanın çok sancılı olacağının kanıtla­rıdır.

İşçi sınıfının yeniden tarihsel kopuşmasından söz etmek aynı zamanda onun itti­fak güçleriyle ilişkisini de yeniden tanımla­mak anlamına geliyor. Kapitalist merkez­lerde, daha önceki klasik tanımlamalarda işçi sınıfı ve burjuvazi arasında konumlandı­rılan küçük burjuva tabakalar, sosyalizmin yıkılışından ve sınıfın bugünkü konumun­dan dolayı “ortada” olmaktan çok güçlünün çekim alanındadır. Ancak Arjantin olaylarının gösterdiği gibi büyük çöküşlerde işçi sınıfı ile ittifak kurmak yerine kendi ba­ğımsız konumunu ortaya koyması daha büyük olasılıktır, işçi sınıfı bugün kendiliğin­den bir liderliğe sahip değildir. Dolayısıyla küçük burjuva tabakalarla ilişkisi de önceki dönemdeki gibi yürüyemez.

Bizim gibi ülkelerde ise, köylülüğün büyük ölçüde çözüldüğü, ancak ekono­minin yeni göçleri işçi olarak istihdam edemediği bir dönemde klasik işçi-köylü ittifakı yerine “sınıf içi ittifak” kavramına uygun düşecek bir gelişme yaşanmakta­dır. Köylülük kentlere yığılmıştır. Artık köylü olmamasına rağmen henüz işçi de değildir. Aslında büyük kentlerde kendi­ne özgü bir “işçi-köylü ittifakı” yaşanı­yor. Fakat bir geriye dönüş yaşanamayacağına göre buna işçi-köylü ittifakı de­mek yerine “sınıf içi ittifak” demek daha uygun olur. “Sınıf içi ittifak” ne ölçüde güçlü kurulabilirse ve kentlerde kendi güç ve etki alanını ne ölçüde yaratabilir­se, kırlarda gerçek bir ittifak yaratmak ancak o zaman mümkündür.

Sonuç

Sanayi kapitalizmi dönemindeki işçi sınıfı mücadelesini daha çok düzenli or­duların savaşına benzetebiliriz. Bugün güçlerin yeni dizilişine baktığımızda, ge­lecekteki işçi sınıfı mücadelesinin, dü­zenli orduların savaşından çok, her biri ayrı özellik ve nitelik taşıyan farklı savaş birliklerinin genel bir koordinasyon için­de, ancak zaman ve mekân olarak parça­lı savaşları olarak yaşanması çok daha büyük olasılıktır. Sınıflar kopuşması da, bu parçalılığın rengini taşıyacaktır.

Sınıfın çeşitli parçalarıyla kolektif davranması artık çok daha fazla bilinçli örgütlenme ve taktik zenginlikle müm­kündür. Sanayi kapitalizmindeki işçi sını­fının konumlanmasının yarattığı avantaj bugün yoktur. Ayrıca bugünün sınıf mü­cadelesi bir önemli dezavantaja daha sa­hiptir. 19. yüzyılda sınıflar kopuşması, ilk yaşandığı için, radikal ve atılgan bir ener­ji açığa çıkartmıştır. Bugün, çöküş sonra­sının ihtiyatlılığı yaşanıyor.

Bunların yanında, sınıflar mücadelesi­nin yeni bir tempo ve seviye yakalayabil­mesi için bir basamağın geçilmesi gereki­yor. Bu basamağın başlıca iki unsuru var­dır. Birisi, sosyalizmin yıkılışıyla köpüren etnik, kültürel ve dini kökenli hareket­lerdir. Bu dalga sınıflar gerçekliğini belli ölçüde görünmez hale getirdi. Ancak sis bulutu dağılıyor, fakat yok olmuyor. Bu özellikler sınıflar savaşının içine bir yeni zenginlik olarak taşınıyor. İkincisi, ikti­dar ufkunun yitirilmesi nedeniyle müca­delenin sırf “muhalif” zeminlerde kalma­sı ve lokalleşmesidir. Sınıfın ve çalışanlar kitlesinin kapitalizme zorunlu olarak ta­nıdığı bu toleransın da bir sınırı olacak­tır. İktidar hedefine tırmanmayan müca­delelerin içinde bulunduğumuz dönem­de elde edeceği sonuçlar, kaçınılmaz bir şekilde yeni bir birikim yaratacaktır.

Bu basamak ülkelere göre farklı de­rinliklerde yaşanıyor, bir dönem daha yaşanmaya devam edecektir.

Böyle bir mücadele deney ve biriki­minin yaşanmasından sonradır ki, sınıflar mücadelesi yeni döneme uygun bir sevi­yeye tırmanabilecektir. Eskinin oldukça yekpare sınıf yapısının ortaya çıkardığı mücadele taktik ve biçimleri, yeni sevi­yede çok daha zengin ve karmaşık bi­çimlere girecektir. Sınıflar savaşının yeni dönemi, bir bakıma alıştığımız klasik sınıf davranışından öteye, bu anlamda sınıf kapsamında öteye alanlara da uzanmalı­dır. Bu süreçler yaşandıkça sonuç alıcı en yüksek basamağın nasıl çıkılabileceğinin yolları daha açık hale gelecektir.

Dipnotlar

  1. Hazırlayan: B. N. Ponomarev, The In­ternational Working-Class Movement, Volüme I, s. 62
  2. E. P. Thompson, İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, s. 629
  3. Robert Kuttner, The Limits of Labor Markets, Challenge, May-June, s. 85
  4. Jonathan Hiatt, Union Survival Strategies for 21st Century, Journal of Labor Research, Fail 1997. s. 48