Sosyalizmin Truva Atı: Yugoslavya – Ayşe TANSEVER

Çağdaş Yol, Sayı 10, Ocak 1990

Giriş

Neden Yugoslavya?

Sosyalizm devrim sonrası en canlı, en hareketli günlerini yaşıyor. Macaristan’ı, Doğu Almanya izledi şimdi Çekoslovakya devrimini yapmaya hazırlanıyor. Bulgaristan daha sessiz gidiyor. Romanya’da direnmeye çalışan Çavuşesku yönetimi sosyalist bloktaki en kanlı değişimle yerini UDC’ye bıraktı. Çavuşesku ve eşi direnmenin bedelini canları ile ödedi. Oysa Polonya çoktan ata binip Üsküdar’ı geçti. Bütün bu toz duman içinde Yugoslavya’nın alemi ne? Dünya kamuoyunu üstüne çekecek pek derin bir gelişme yaşamıyor.

Sosyalizmdeki gelişmeleri Pravda’nın ABD muhabiri şöyle yorumluyor: “Olaylar tepeden Gorbaçov’un yaptıklarının, aşağıdan halk hareketi ile ortalarda buluşmasıdır. Moskova Stalin’li yıllardan beri Doğu Avrupa ülke KP’leri arkasında bir destektir. Gorbaçov perestroika ile bu desteği çekti. Artık KP’ler tek başlarına ayakta durabilirlerse duracaklar yoksa gidecekler. Oysa Moskova’nın desteğini ilk çektiği ülke Yugoslavya’dır. Arkasında Stalin desteği olmayan Tito incelemeye çalışacağımız Yugoslavya’nın mimarı olmuştur. Stalin’siz sosyalizm nerelere gelebilmiştir? Gorbaçov’suz Doğu Avrupa ülkeleri nereye gidebilirler sorularına ışık tutabilir.”

Bir Yugoslav ekonomisti sorunları irdelerken “Bahçe parmaklığında oturulmaz” diyor. Yani sınırda uzun süre durulmaz. Ya sosyalist ya kapitalist üretim ilişkileri arasında doğru bir seçim yapılmalıdır. Ekonomide böyle bir tercih belirlenememesinin çözümsüzlüğü 40 yıllık Yugoslavya deneyi ile kanıtlanmıştır. Özellikle Polonya ve Macaristan iktidarlarının bu ülkeden öğreneceği çok şeyler olduğu inancındayız.

Gorbaçov’un perestroikası, ekonomide merkezi planlamanın belirleyiciliğini azaltmayı öngörüyor. Merkeziyetçilik çözülürken işletmelere, fabrikalara daha çok yetki ve sorumluluk veriliyor. Aynı şekilde kırda küçük üreticinin haklan artıyor. Bütün bunlar 1950’lerde Yugoslavya’nın yaptığı şeylerdir. Son günlerde Sovyet ekonomistlerinin ikide bir Yugoslavya deneyinden söz etmeleri rastlantı değildir. Yugoslavya merkeziyetçiliğin yok oluşunun en uç sinindir. Sosyalizmin ileride karşılaşabileceği sorunları kavramak açısından da Yugoslav deneyi önemlidir.

Teorik olarak da durum aynıdır. Yugoslavya teorisyenleri Troçkizm’den özellikle ayrı kalmaya özen gösteren ilk Anti-Stalinistlerdir. Aşağıda ayrıntılı değineceğimiz Stalin’in devlet eleştirileri tam da Gorbaçov reformlarının bel kemiğidir. Daha 1950’lerde Yugoslavya pragmatik teorisyenleri Stalin’i bazı açılardan günümüzdeki v gibi doğru eleştirmişlerdir. Anti-Stalinizmin teorik ve pratikte varabileceği noktalar açısından Yugoslavya deneyler dolu bir ülkedir. Stalin heykeli bugün bir tek Arnavutluk’ta dimdik duruyor. Doğu Avrupa sosyalist ülkeleri bir anti-Stalinist hummaya kapıldılar. Üçüncü dünya ülke devrimcileri de bu modaya uymaya çalışıyorlar. Bunun teori ve pratikteki tehlikeleri hemen Yugoslavya’yı akla getirir.

Sosyalizm ve kapitalizm günümüzde hümanist ilkelerde birliktelikler arıyor. En temel özelliği silahsızlanmada kendini gösteriyor. Komünist partiler, sosyal demokrat partilerin ötesinde en sağ liberal partilerle ilişkiler geliştirme yarışında. Bunun bizim gibi geri ülkeler üzerinde etkisi kaçınılmaz. Burjuva sosyalistimiz TBKP gidip Özal iktidarına teslim oluyor. Küçük burjuva sosyalistlerimiz proletarya partileri ile ortak zeminler arıyor. Direniş cepheleri örülüyor, bozuluyor, ortak çalışma zeminleri aranıyor. Saflaşma ekonomik kriz derinleştikçe artıyor. Birlikteliklerde bel kemiksizlik, sınıf körlüğü, temel sorun haline geliyor. Yugoslavya Komünist Partisi’nin iktidara gelmeden önce sınıf temeli karışık bir cephe içine girişi bugünkü sosyalizmi, kapitalizmi belirsiz, yoz bir üretim ilişkisi kurmasının nedenidir. O anlamda “birlikler” kurarken Yugoslavya deneyinden dersler çıkarmak gerekir.

Yugoslavya’da yirmiye yakın ulus, etnik grup vardır. Çeşitli dinler, kültürler iç içedir. Ulusal soruna da zengin deneyler kazandırılır. Günümüz Sovyetler Birliği’nde çeşitli uluslar, cumhuriyetler ayrılmaya kadar varan taleplerle seslerini duyuyorlar. Biz de böyle bir sorunla yüz yüzeyiz. Yugoslavya’da bu tür talepler daha 1965’lerde ortaya çıkar. Kosova olayları hala Yugoslavya’yı bir Lübnan olma tehlikesi ile yüz yüze bırakacak kadar tehlikelerle doludur. Merkeziyetçiliğin çözülmesinin ilk konağı ulusal sorundur. Yugoslavya’nın bu soruna da ışık tutacağı inancındayız.

Bölüm I

Stanilist Yugoslavya

Hitler ülkeden atılır ve 1945’de günümüz Yugoslavya’sı kurulur. “İktidar Komünist Partiye” Partizanların sloganıdır ve Tito başkanlığında ilk komünist hükümet oluşturulur. Parti ve hükümet arasında fark yoktur. YKP yöneticileri aynı zamanda hükümetin bakanlık görevlerini üstlenirler.

Sanayinin millileştirilmesine girişilir, bir yıl sonra yüzde 82, üç yıl sonra da yüzde 100,’ü millileştirilir. Aynı oranda millileştirme Sovyetler Birliğinde 8 ve 12 yıl almıştır. İki yıl sonra ticaretin yüzde 80’i kamu kontrolüne alınır. (1) Bakkal, manav ve küçük zanaatkar dışında her dükkan millileştirilmiştir.

Millileştirmenin bu kadar yüksek, hızlı ve kolay oluşu Yugoslavya’nın iki dünya savaşı arasındaki gelişiminde yatar. I. Dünya Savaşı sonunda Sırp Prensliği bizzat kapitalist merkezler desteği ile kurulur ve kapitalist ilişkiler bu merkezden geliştirilir. İlk dünya buhranını atlatan emperyalizm burnunun dibindeki Yugoslavya’nın yer altı zenginliklerini sömürmek istemektedir. 1945’ler Yugoslavya’sının yansı yabancı sermayenindi. (2) Hitler yenilince bunların hepsi millileştirilir.

Yugoslavya’da kapitalizmin, feodal bey, Sırp Prensi eliyle gelişimi Nikaragua’nın Somoza eliyle gelişiminden farklı değildir. Yabancı sermayeden geriye kalanlar ya Prensin kendisinin ya da yakınlarının malı mülküdür. Kara ve demir yollan, ormanların büyük bir kısmı, iki şeker fabrikası, savunma sanayi (Hitler Prenslik ile silah antlaşması yapmış ve çoğu silahını burada üretmiştir. Yugoslav generalleri bu nedenle Hitler’in sadık uşakları olmuşlar ve “önce silah sonra silah” parolası ile halkalarına kan kusturmuşlardır. Bu nedenle monarşi Hitler’in Yugoslavya’yı işgal edebileceğini bir gün bile düşünmemiş, arkasında sandığı güçle halkı sömürmüştür.) On bir kömür madeni prens ailesinin mülküdür. Tuz, tütün, kibrit ve gaz gibi o günün en önemli tüketim mallan hep Prensliğin tekelindedir. Toptan ve perakende ticaret yine prens tarafından yapılır. Hitler le birlikte Prenslik yenilince sanayinin millileştirilmesi hiçte zor olmaz.

Sosyalizmin temel taşlarından biri kırdaki mülkiyet ilişkileridir. İktidara geldiklerinde komünist partilerin önünde duran temel sorun toprağın millileştirilmesidir. Gerek Prensliğin toprağı, gerekse Hitler’in Almanya’dan getirip yerleştirdiği Alman köylüsünün, kiliselerin, yabancı bankaların toplam 1,5 milyon hektara varan (15 milyon dönüm) toprağına el konulur. (3) Sonra bunun yüzdesi yoksul köylüye dağıtılır. Tabloda görelim. (Tablo 1)

Tablo 1: Kırda mülkiyet biçimi (yüzde)
  1947 1951 1955
devlet 1.2 5.0 5.7
kooperatif 0.9 15.0 11.3
özel 98.0 80.0 91.2
*kooperatif içinde özel mülkiyet vardır. (Kaynak 4)

 

Tablo 2: İlk 5 Yıllık Planın hedefleri ve gerçekleşen
plan 1947-51 yıllık ortalama (%) gerçekleşen yıllık ortalama (%)
Sosyal Üretim 80 12,5 74.8 11,8
Endüstri 3.94 37,5 168.7 21,8
Tarım 52 8,7 -12.0 -2,5
Kaynak: İlk beş yıllık plan yasası s. 36 (hedefler) godınjak istatistikleri

 

Görüldüğü gibi devrimin hemen arkasından toprağın yüzde 98’i özel çiftçilerin elindedir. 1951 yılında pay yüzde 80’e düşse bile 1955 yılında tekrar yükselecek ve yüzde 91,2 e varacaktır. Devrim Hükümeti toprak mülkiyetinin büyüklüğünü sınırlar. İlk yasa sının 250 dönüm olarak belirler ama 1953’de daha daralır ve 100 dönüme indirilir. Bu yasa günümüzde de geçerlidir. Toprak mülkiyeti ancak işleyenindir ve 100 dönümden büyük olamaz.

Sosyalizm kırlara yenilik olarak kooperatifleşmeyi getirir. Doğu Avrupa ülkelerinde görülen türden bir hız yoktur. Devrimden iki yıl sonra toplam toprak içindeki payı yüzde 1’i bile bulmaz, Stalin Tito’yu kırda kulak beslemekle suçlayınca kooperatifleşmeye hız verilir. 1951 yılında kooperatifleşen alan artar ve yüzde 15’e ulaşır. Sonra serbest bırakılınca da yine düşer. Ancak bu kooperatiflerin Sovyetlerdeki kolhozlarla ilgisi yoktur. Kapitalizmde gördüğümüz türden araç gereç kullanımı, ürün satım vs. kooperatiflerdir. Kolhoz tipi olanlar Yugoslavya’da “İş Kolektifleri” adını alır ve tabloda devlet mülkü içinde görülmektedir. Kooperatifleşmeye hız verilen 1949 yılında onun da toprak alanı artmıştır. Bugün bu tip kolhozların toplam alanı yüzde 15’dir.(5)

Özetlersek kırların millileştirilmesi çok sınırlıdır. Kooperatifleşme diğer Doğu Avrupa ülkeleri ile karşılaştırdığında çok daha yavaştır. 1950 yıllarında Stalin’in eleştirisi ile biraz hızlansa bile sonra durmuş hatta gerilemiştir. Bu politikanın kırdaki sonuçlarına geçmeden sanayideki 5 yıllık uygulama sonuçlarını inceleyelim.

İlk 5 Yıllık Planın Sonucu

İlk 5 Yıllık plan 1947-51 yıllarını kapsar, sonra yetişmediği için bir yıl daha uzatılır. 5 Yıllık planın ilk dönemi, 1947 Ocak ve 1949 Haziran arası, seyir normaldir.(6) Aynı tarihlerde Sovyetlerle ara açılır. Sovyet ambargosu yaşanır. Tito’nun açıklamalarına göre bunun toplam zararı yüzde 15,8’dir.(7) Yani çok değildir. Sonra resmi hiç bir açıklama yapılmaz. Ama plan fiyasko olarak ilan edilir. Sonuçta, Yugoslavya tarihinde bu plan lanetlenen, Komünist Parti’nin yüz karası bir plan bellenecektir.

Planda aşırılıklar vardır. Her komünist parti iktidara geldiğinde uçkunluklar yapabilir kendini dünyayı devirecek kadar güçlü, olduğundan abartmalı görebilir. Planda bu tür aşırılıklar vardır. Örneğin zamanın Endüstri Bakanı planda Yugoslavya’nın kendine yetecek kadar kömürü, petrolü olduğu ilkesinden hareket etmesine karşın daha ilk iktidar günlerinden başlayarak gerçekliğin hiçte böyle olmadığı anlaşılacak ve kömür, yakıt ithal edilecektir. Tarım Bakanı bugün bile gerçekleştirilemeyen miktarda bataklık alanı kurutmayı ilk bir kaç yıl içinde becerebileceğini planlamıştır. Bunlar affedilecek şeyler değildir. Ama biz yine rakamlara bakalım.

Görüldüğü gibi, 5 yıl içinde yüzde 12,5’lik yıllık üretim artışı öngörülmüştür ve yüzde 11,8 olarak gerçekleşmiştir. Endüstride yıllık yüzde 37,5 beklenirken ancak yüzde 21,8’lik bir hız tutturulabilmiştir. Evet tarımda durum kötüdür. Planın çok gerisinde kalınmış, hatta savaş yıllarını bile aratır duruma gelinmiştir. Nedeni, yürütülen yanlış politikadır. Göreceğiz.

Lanetlenecek kadar başarısız bir plan mıdır? Başka türlü soralım, bir daha merkezi plan yapmamaya gerekçe gösterilecek kadar başarısız bir plan mıdır? Değil. Ama Yugoslav yöneticiler açısından öyle olacaktır. Merkezi plandan bucak bucak kaçacaklardır.

Bağların Kopması:

Anayasa, 1936 Sovyet Anayasası’nın benzeridir. Komünist Parti’nin Başkanı Stalin’in adamı Tito’dur. Sanayi Sovyetler’den bile hızlı millileştirilmiştir, merkezi plan altına alınmıştır. Merkezi, tepeden bir yönetim vardır. Sosyalizm yolunda hızla ilerlenmektedir. Kırlarda özel mülkiyet vardır ama kısa zamanda kooperatifleştirilme planları yapılmaktadır. Yugoslavya yöneticileri bütün bunları gerçekleştirmiş olmanın coşkusu içinde iken, Komünist Birliği Kominform Yugoslavya’yı üyelikten atar. Yugoslav yöneticiler şok olurlar. Evet, Stalin arada sırada belki kendilerini eleştirmiştir ama böylesi bir karan beklemedikleri ortadadır. Uzun süre yanlışlık yapıldığını sanırlar.

Nasıl suçlanmaktadırlar? Sol uçkunlukla. “Birkaç yüz manav, fırın, antikacı döşemeci vs. dışında her şeyin hızla millileştirilmesi karışıklık yarattı.” denmektedir.(9) Kominform sol uçkunluğu halkın huzurunu kaçıracağını, sonuçta bugün bulunabilen tüketim maddelerinin yarın bulunamaz olacağını iddia eder. Kırda ise kulak beslemekle suçlar.

“Ülkede, kapitalizmi kaçınılmaz olarak yeniden üreten özel köylü ekonomisi hakim olduğu, tarımın büyük çaplı kolektifleşme koşulları yaratılmadığı sürece ve çalışan köylülüğün çoğunluğu kolektif üretimin avantajına inanmadığı sürece sömürünün ortadan kaldırılması doğrultusunda ilerleme kaydedilmiyor” demektir. (10) Bu nedenlerle Kominform Yugoslavya’nın komünistliğinden, sosyalist yolda olduğundan şüphe duymaktadır. Onu bu kurumdan atmayı uygun görür. YKP gerçekten ne olduğunu şaşırır. Böyle bir karar çıkmasında Stalin’in etkisi elbette vardır. Stalin çok kereler Tito’yu uyarmış ama bir sonuç alamamıştır. Buna rağmen YKP’liler böyle bir karar çıkacağına hiç ihtimal vermemişlerdir.

Kominformdan atılmak demek sosyalist bloktan atılmak demektir. O güne kadar YKP yaptığı tespitlerde dünyanın sosyalizme aktığını dile getirmektedir. Henüz iki sistem arasında sıcak günler yaşanmaktadır. Tarafsızlık yoktur. İki taraftan bir tanesi vardır. Ve komünist olduğunu iddia eden Yugoslavya bu bloktan atılmaktadır. Uzun süre Tito karara inanmak istemez, geri alınmasını bekler. Bir yıl boyunca YKP susar. Hiç bir açıklama yapmaz. O sırada Çin Devrimi patlak verir. Köylülüğün devrim sırasındaki rolü Ekim Devrimi’nden çok, Yugoslav Devrimi’ni akla getirmektedir. Bu nedenle Çin’in Kominform kararını onaylamayacağı beklenir. Ama aksine Çin’de imzalar.

Öte yandan ABD Yugoslavya’yı bağımsız komünist bir ülke olarak tanımaya hazır olduğunu açıklar. Sovyetler ambargo koyduğu gün kendisininkini yumuşatır. Tam o sıralarda Yunan partizanları yenilir, Yugoslavya’ya sığınmak isterler. ABD ile pazarlık yapılır ve Tito partizanları kabul etmez. Arkasından ABD’nin ilk yardımı gelir. Yine aynı yıllar, Kore Savaşı çıkar. Yugoslavya Sovyetlerin, Kuzey Kore’yi işgalini kınayarak sosyal demokrasi ile aynı safta yerini alır. Sıcak günlerin yalnızlığı sona erer, ABD önerisiyle Birleşmiş Milletler’e üye olunur. Elbette böylesi 180 derecelik bir dönüş beraberinde uygun teorileri de getirecektir. Ancak biz ilk önce böylesi bir blok değişikliğine Yugoslavya’yı zorlayan iç nedenleri araştırmaya çalışalım. Bu gerçeklik üretilen teorinin mantığını kavramada yol gösterici olacaktır.

Bölüm II

Yugoslavya’nın Sorgulanması

Yugoslavya yöneticilerinin iktidar yoluna çıktıklarında böyle bir olayla karşılaşacaklarını rüyalarında görseler inanmayacaklarına şüphe yoktur. Onlar kendi sosyalist yollarına çıkmışlardır. Hangi denge içinde olursa olsun böyle bir yoldur özlemleri. Günümüzün Gorbaçov’lu sosyalizmine baktığımızda Stalin’in karan çok katı gelebilir. Bugün bir Polonya bir Macaristan sosyalist sistem içinde kalabiliyor. Gorbaçov tarihin zorlanmaması gerektiğine inanıyor. O günler de Stalin biraz daha esnek olamaz mıydı? Yugoslavya sistem içinde kalamaz mıydı? Bu durum Doğu Avrupa’daki diğer burjuvaları ve partilerini nasıl etkilerdi? KP’ler ne tür taleplerle baş etmek zorunda kalırlardı? Bugün Doğu Avrupa halklarının hoşnutsuzluklarının temelinin o günlerdeki yanlışlıklara dayandığını görüyoruz. Stalin uygulamaları daha o günlerden farklılıkları azaltmak yerine arkasında bıraktırdığını görüyoruz. Yugoslavya güçler dengesi daha o günlerden bu katılığı kaldıramamıştır. Stalin tipi sosyalizme karşı çıkmıştır. Stalin’in deformasyonunu eleştirmiştir.

Yugoslavya pratiği ve teorisinde ayrıntılı olarak göreceğimiz gibi Yugoslavya’nın o günkü Stalin eleştirilerinde bugünküler ile paralellikler hatta aynılıklar vardır. Yugoslav teorisyenleri bu yanlışlıkları kendi küçük burjuva pragmatizmleri ile çabuk görmüşlerdir. Bu nedenle de sağlam bir temele oturmaz. Yugoslavya’nın ekonomi politikası böyle bir temelsizlik sancılan çeker.

Stalin ve zamanın Dışişleri Bakanı Molotov Tito ile uzun süre mektuplaşmıştır, ama bu Yugoslavya’yı sistem içine çekememiştir. Bunun asıl nedeni Yugoslav yöneticilerin Stalinist sistemi beğenmemelerinden çok, üstünde oturdukları güçler dengesinden gelir. Şimdi savaş yıllarına ve ittifakların oluşmasına bakalım.

İttifaklar Sorunu

1919’da kurulan YKP işçiler içinde örgütlenmeye çalışır. 1920’lerde Prensin katı polis kontrolü ile illegal çalışmaya zorlanır. Sık sık tutuklanmalar yaşar ve genelde büyük bir yaygınlık kazanamaz. Yugoslavya’yı kuzeyden bölen Tuna Nehri özelde gelişkin ve az gelişkin Yugoslavya’nın da sınırını çizer. Tuna’nın kuzeyi Avusturya gelişkinliğindedir. Gelişkin bir Avrupa ülkesi ekonomisine benzer. Doğal sonucu olarak da Komünist Parti örgütlülüğü yüksektir. Tuna nehrinin güneyi ise Osmanlı İmparatorluğu boyunduruğundan yeni kurtulmuş, endüstrileşme düzeyi çok düşüktür. Bu nedenle de işçi sınıfı az ve örgütlenmesi düşük, hatta yok denecek kadar azdır.

1930 kapitalist ekonomik buhranı tüm Avrupa’yı sarstığı gibi kendisini Yugoslavya sınıflar savaşında da hissettirir. Sınıf zıtlığı artar. Prens ile orta ve küçük burjuva partilerin arası, uzlaşmaz şekilde açılır. Zengin kuzeyin Köylü Partisi başta olmak üzere Halk Cephesi ve KP’nin ittifakı gündeme gelir. Stalin YKP’nin ittifaka girmesine karşıdır, benliğini kaybedeceğini düşünmektedir. O günler YKP’si kendi içinde çok karışıktır. Hizipleşme çok yüksektir. Bölünmenin eşiğindedir. Stalin partinin düzenlenmesi için Tito’yu görevlendirir. Ama Tito ve arkadaşları 1935 de gizlice Halk Cephesi ile ittifak yaparlar.

“Ulusal Cephe ne diğer 3. Dünya ülkelerindeki gibi bir cephe (yani burjuva demokratik devrimi yapmak isteyen bn) ne de Doğu Alman SED’si, ne de Polonya Birleşik işçi Partisi gibi bir cephedir. Bağımsız, bir politika platformu aramayan, politik bir önderlik istemeyen genel sosyal ve politik bir örgüttür.”(11) Çünkü içinde farklı sınıf ve tabakalardan insanlar vardır. Köylüsü, esnafı, kent küçük burjuvazisi hepsi Hitler’de bütünleşmeye çalışan, prenslik monarşisine karşıdırlar. Özünde ortak düşmana, karşı bir cephedir. “Bağımsız, bir politika platformu aranmıyorsa, “politik bir önderlik istemiyorsa önüne koyduğu tek sorun ortak düşmanı atmaktır.” Ama ileride, düşman atıldıktan sonra ne yapılacağı, kalkınma hedeflerinin neler olacağı o gün gündemde değildir. İttifakın böyle bir ufku yoktur.

Savaş sırasında ittifak ne olur? “Savaş patlak verince Halk Cephesi yeni bir boyut kazandı. Eski sosyal-demokrat, Marksist-Leninist ve diğer parti bağları azaldı ve genel çıkarlarla olan ilişki arttı… birleşik ulusal vatansever bir örgüt oldu.(12) Silahlı bir muhalefete çıktı.

Savaş yıllan YKP’sini güçlendirir. En başta 1930’lardan beri illegal döğüşü öğrenmiştir ve örgütlü muhalefeti diğer parti ve gruplara göre yüksektir. İspanya İç Savaşı’nda döğüşmüş gerillaları vardır. Geri dönüşlerinde bu gerillalar, Prensliğin Çetnik adlı ordularına karşı silahlı döğüşü sürdüren grupların çekirdeği olmuştur. Savaş çıkınca bu çekirdek ittifak ile birleşip Partizanları örgütler. Sonuçta partizanlar KP önderliğinde Prenslik ve Hitler ortak düşmanına karşı döğüşür ve savaşı kazanır. Savaş sonrası halkın “İktidar KP’ye” isteğinin temeli budur.

İlk iktidar yıllarında KP’nin kendi gücü nedir? “Savaşın başında YKP, 12000 üyeye, gençlik örgütünde de 30,000 sempatizana sahipti.” (13) Savaş sırasında eski üyelerinin 2/3 ü ölür ama savaş bitiminde 60.000 üyesi vardır. Kabaca bir hesap yaparsak bunların ancak 4000’i eski, proleter tabanlı üyelerdir. Gerisi köylülüktür.

YKP iktidara geldiğinde böylesi az bir proleter tabana sahiptir. Öte yandan ilk devrim yıllarında üye sayısı pek bir komünist partiye nasip olmayacak kadar artar. 1950 yılında 1 milyonu bulur. Üye olma koşullan çok basitleşir. Kuru bir örgütlenmeyle işin çözülebileceği sanılır.

Şimdi Yugoslavya Devrimi nasıl bir devrimdir? Burjuva demokratik midir? Sosyalist bir devrim midir? Köylülüğün ufkunun küçük mülkiyetçi oluşu ve Ulusal Cephe içinde ağırlıklı konumu devrimi burjuva demokratik yapar, ama Ulusal Cephe’nin KP öncülüğünde örgütlenişi de sosyalizme doğru geçişi olanaklı kılar.

YKP teorisyenlerine göre “Eski Yugoslavya’da kurtuluş savaşı öyle gelişmiştir ki burjuvazinin ileri kesimleri bile işgalcilerle birleşmişlerdir. Sınıf savaşı burjuvazi ve çalışan kesimleri birbirinden tamamen ayırmıştır.” Tito’ya göre bu sıradan -Stalin’in dediği gibi- bir koalisyon değildir. (14) Köylülük, kır nüfusunun geniş çalışan kitleleri 1941-45 arasında halkın kurtuluş hareketinin gerçek temel ordusu olduklarını ispat ettiler. Zaten onlarsız hareketin kendisini olamazdı. (15) Sovyet Devrimi kentlerden, proletarya tarafından başlatıldı sonra kırlara yayıldı. Ama Yugoslavya başka bir deney yaşadı. Burada devrim kırlardan gelmiştir. Yani köylü ağırlıklı bir devrimdir. YKP yöneticilerine göre bu yeni tip bir devrimdir. Gerçekte de Çin’den önce yaşanan köylü ağırlıklı bir devrimdir.

YKP teorisyenleri köylülüğü nasıl görürler? Onun devrimci ufkunu nasıl tespit ederler? Bizde Yeni Sınıf kitabı ile ismini duyurmuş Djılas (1953 de YKP’den atılır, şimdi Avrupa’da sürgündedir.) Stalin ile görüşmesini şöyle aktarır: “Köylülüğün yeni devrimci rolünü özellikle vurgulamadım ve pratikte Yugoslavya devrimini köylü ayaklanması ve Leninist öncü arasındaki bir bağa indirgedim.” (16) Öncü komünistimiz devrimin köylü devrimi olduğunu kabul ediyor ama bu köylü devrimini sosyalist yapıyor. Çok güzel sosyalist köylü devrimi demek Yugoslav köylüsü kapitalist özel mülkiyetinin dar ufkundan kendisini kurtarmış demektir. Öyleyse neden Yugoslav teorisyenleri toprağı millileştirmeyip Kominformdan atılmaya varmışlardır? Neden köylülüğü hızla kooperatifleştirememektedirler?

Yugoslav yöneticileri net planı olmayan, kafası karışık küçük burjuvalardır. Marksizm-Leninizm’den üstün körü okunmuş yazılar onları sosyalist yapmıştır. II. Dünya Savaşı sonu sömürgeler patır patır yıkılmaktadır. Dünya halkları sosyalizme akmaktadır. Orta ve küçük burjuvazi dünya sınıflar savaşında sosyalizmden yanadır. YKP’si de kendi köylülüğünü ileri görerek gericilik yapmaktadır. Proleter tabanları çok zayıftır. Öte yandan “sosyal ve politik olarak aktif köylülük, kolektifleşmenin tepeden yönetilmesini kendiliğinden kabul etmedi.” (17) “yeni rejimde politik olarak kendine güvenemedi.”(18)

Yugoslavya Köylü Gerçekliği

Yugoslav yöneticileri Stalin’le aralan açıldıktan sonra Marksizm’in klasiklerini yeniden okuyup kendilerini savunmanın teorilerini yapmaya çalışırlar. Ama kır politikalarını savunacak Marksizm’den bir satır bile bulamazlar. Kır politikaları teorik bir boşlukta kalmıştır.

Komünist Partinin kitle içindeki örgütlenmesi zayıftır. Ülke sorunları iyi bilinmemektedir. Savaş sonrası hayallerinin kırılışını ünlü tarım teorisyeni Rudolf Bicanic şöyle anlatıyor:

“İlk olarak ülkenin ulusal sınırları konusunda uyandık. Sosyalist ülkeler arasındaki ilişkinin sosyalist ilkelere değil Yugoslavya’nın dediği gibi bir sosyalist ülkenin diğeri tarafından sömürülmesine dayandığını keşfettik. 1948’de Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkeler arasındaki sürtüşmenin temeli buydu. Böylece ulusal sınırlar, millileştirmenin de sınırı oldu. Bütün ülkeleri saracak tek bir sosyalist sistem kurup, ulusal sınırları aşma düşleri hemen söndü.” (19)

1945’te sosyalist sistemin kendisi de karışıktır. Sosyalizm bir sistem olacaktır ama bunun pratik işleyişi nasıl gerçekleşecektir? Herkes o günlerde bunu tartışmaktadır. İki tane öneri şekillenmiştir. İlki Yugoslavya’nın bir Sovyet Cumhuriyeti olmasıdır. Yani nasıl Sovyet Sosyalist Ukrayna, Gürcistan Cumhuriyetleri varsa aynı şekilde bir de Sovyet Sosyalist Yugoslavya Cumhuriyeti kurulup Moskova’ya bağlanabilir. Yugoslavya da Slav ırkındandır. (Yugoslavya kelimesi Yugo-güney, Slav kelimelerinden oluşur) Onlar güney İslavlarıdır.

Stalin’in düşündüğü ikinci formül ise Bulgaristan, Yunanistan ve Yugoslavya’nın, Sosyalist Balkan Cumhuriyetlerini kurmasıdır. YKP’si devrimini tamamlayan ilk ülkedir. Beklemektedir. Güzel. Ama nasıl bir sistem kurulursa kurulsun temeli Yugoslav gerçekliliğine dayanacaktır. YKP’nin bu gerçekliği iyi bilmesi gerekmez mi? Olaylara şimdi yıllar sonra bakınca daha objektif olarak görmek kolay elbette. Ama Stalin’i o günlerin Stalin’i yapan gerçeklik biraz da o günkü KP’lerin böyle beklentileri acemilikleri ve kararsızlıktandır. Hiç bir deneyi olmayan Doğu Avrupa KP’leri Stalin’in emirlerini beklemektedirler. Kendileri karar verme yeteneğinden yoksundur. Ayakta duramamaktadırlar. Yukarıdan emir gelsin istenmektedir. Yugoslav yöneticileri de toz dumanın dağılmasını beklemektedirler.

Yugoslav yöneticiler, ilk önce ulusal sınırların, millileştirmenin de sınırları olduğunu fark ederler. Yani yukarıda anlatılan önerilerden biri pratiğe geçebilseydi Yugoslav sınırlan daha büyüyecekti. Sorunlar daha ortak, daha Stalin tarafından çözülebilecekti. Ayrıca kendi ayağı üstünde durmayan YKP’si arkasına büyük bir destek alacaktı. Özünde o günlerden Stalin’den, KP’lerin istediği, Stalin’in yaptığından daha büyük bir bağdır. Gelsin Stalin her şeyi çözsün, yönetsin mantığı hakimdir.

YKP çıkardığı ilk yasa ile toprak mülkiyetini 250 dönümle sınırlar. 5 yıl sonra 100 dönüme düşürürler. Aradaki fark çok büyüktür. Yaşananlar ışığında bu noktaya gelinişi ve gerçekliği ortaya koymaya çalışalım. YKP’nin köylülüğü devrimci görmedeki haklılığı veya haksızlığını irdeleyelim.

“1921’de 9.6 akr (3.9 hektar yn) (bizde 39 dönüm karşılığı bn) olan ortalama çiftlik alanı yirmi yılda daha da düştü ve 5 akr (2 hektar) (20 dönüm bn)’ın altına düşen toprak mülkiyetinin yüzdesi 1921 ‘de yüzde 33’den 1941 yüzde 47’e yükseldi.” (20) Yazarın tespitine göre Hitler işgali sırasında köylülüğün yüzde 47’si 20 dönüm altında toprağa sahiptir. YKP’sinin karan 250 dönümün, Yugoslavya gerçeği 20 dönüm ile yakından uzaktan bir alakası yoktur.

Yazar 20 yıldaki yoksullaşmayı şöyle açıklıyor: “Kır nüfus artışı yüksek doğum oranına karşı, kentleşme ve endüstrileşmedeki yavaşlıkla açıklanabilir. II. Dünya Savaşı sonrası durumun aksine eskiden genç köylüler sanayide çalışmak için kente göç edebiliyorlardı. Böylece tarıma bağlı nüfus 1921’de 9.2 milyondan 1938’de 11.8 milyona çıktı, yüzde 28’lik bir artış gösterdi.” (21) Yani eskiden Avrupa içlerine göç edebilen yoksul Yugoslav köylüsü 1930 buhranı ile bu olanağını yitirdi. Yugoslav kırlarında kır projeleri sayısı arttı. 1940’larda kır nüfusunun kabaca 12 milyon olduğunu düşünürsek bunun yüzde 47’si, yani 5.640.000 kişi kır yoksulu, proleteridir. İşte partizanlar bunlardır. Gerçekten bu yoksul köylüler YKP’nin iddia ettiği devrimci köylü olabilir.

“Tomasevich 1938’de Yugoslavya’nın bütününde yüzde 44.4’lük fazla kır nüfusu olduğunu hesaplar ama Yugoslavya’nın her konusunda olduğu gibi büyük bölgesel farklılıklar gözlenir. Kır nüfusunda Primorye’deki fazlalık yüzde 68.1 iken Voyvodinq’nin bir bölgesi Budov Banavina’da yüzde 2.4 dür.” (22)

Tuna nehrinin kuzeyinde sanayinin gelişkin olduğunu söyledik. Slovenya, Hırvatistan ve Voyvodına bölgelerinde yaşayan yoksul köylü Avrupa ülkelerine proleterleşmeye gitme olanağına sahiptir. Geriye katan köylüde burjuvalaşabilir, bir Avrupa kır burjuvası gibi az çok modernleşebilir.

“Bazı köylüler kooperatifleşmeyi arttırıp, eğitimsel faaliyet veren kendine yardım örgütlenmeleri kurmuşlardı ve köylü politik taleplerini belirlemeye çalışıyorlardı. İki savaş arasında Sırp ağırlıklı Belgrad Hükümeti’ne karşı muhalefet yürüten Hırvat Köylü Partisi bu tür faaliyetleri örgütlüyordu. Parti köylülere su kaynakları açılması, sulama kanalları geliştirilmesi enerji istasyonları kurulması için baskı yapıyordu. Ayrıca tarım fuarları ve pazarları açmayı düşünüyor, köylülerin politik ve ekonomik grup olarak çıkarlarını temsil etmeye planlıyordu. (23)

Kapitalizmde gördüğümüz bu tür kooperatifleşme tüm kuzeyde yaygındır. Bir Yugoslav yetkilisinin belirttiğine göre “1940’lar Yugoslavya tahıl üretiminin dörtte biri, hayvan ihracatının yüzde 40‘ı bu tür kooperatiflerden yapılırdı ve Sırbistan’da satılan tarımsal üretimin yüzde 60’ı kooperatiflerden gelirdi.” (24) O dönemde monarşi olduğunu hatırlarsak, iç ve dış ticaretin Prensliğin elinde olduğunu düşünürsek, ne demek gerekir. YKP’sinin iddia ettiği gibi savaş gerçekten yoksul halk ve burjuva arasında mıdır? Kendi saflarında burjuva unsurlar yok mudur? Hayır kuzeyin orta ve yoksul burjuvazisi Ulusal Cephe içindedir ve Prensliğe karşı dövüşmüştür. Onlar artık omuzlarındaki çürümüş feodal artık prensliğin yükünü atmak burjuva bir düzen kurmak özlemiyle Ulusal Cephe içine girmişlerdir. Prenslik Tuna’nın kuzeyinde burjuva gelişiminin önünde durmaktadır. Atılmak, yıkılmak zorundadır. Yugoslavya kırlarının kuzeyindeki gerçekliği budur.

Güney ve güneydoğuda gerçeklik bambaşkadır. Dağlık Dalmaçya kıyıları, Bosna-Hersek ve Sırbistan’ın güneyi, Montenegro, Kosova ve Makedonya bölgeleri, eski Osmanlı İmparatorluğu topraklarına yaklaştıkça dalga dalga yoksullaşır. Toprak yukarıdaki verimliliğini kaybeder, ünlü Makedonya dağları başlar. Bizim dedelerimiz Yugoslavlara domuz çobanı derler. Yersiz de değildir. Osmanlı İmparatorluğu’nun domuz çobanları yaşar bu dağlık arazide. Yoksul köylü yığınları barınır. Kır nüfusunun yukarıda belirtilen yüzde 68.1’lik fazlalığı buranın gerçekliğidir. 1500’lü yıllardan beri burada köylü isyanları ile ünlüdür. Son olarak 1918’de Prensliği toprak reformu yapmaya zorlayan da bu gerçekliktir. Doğa koşullan, yoksulluk köylüyü devrimci yapmış, “toprak işleyene” sloganının bilinçlerine yerleştirmiştir.

Toprak reformu politik ve ekonomik olarak gereklidir ama “1933’lere hatta yer yer 1940’lara kadar tamamlanmaz. Eski Türk topraklarında reform kuzeydeki ovalardan daha çabuk gerçekleşir. (25) Nedeni Osmanlı topraklarındaki dirlik düzenidir. “Toprak beyi büyük topraklardan vergi alsa bile toprak küçük küçük, köylü aileler tarafından işlenirdi. Toprağın üstünde yaşayan köylülere devri ise basit bir yasal işlemdi, önceden tek bir kişinin olan (kuzeydekine benzer bn) büyük toprağın bölünmesi gibi olmuyordu.”(26) Prensin yaptığı toprak reformu özünde eski Osmanlı beyine verilen verginin kaldırılması, toprağın, üstünde işleyene verilmesidir. Ama nüfus fazlalığı yüzde 64’lere varır.

Sonuçta YKP’nın toprak mülkiyetini 250 dönümle sınırlamasının buraları ile hiç mi hiç ilgisi yoktur. “1948’de Yugoslav kırlarının yüzde 94’ü özel mülkiyetteydi ve ortalama çiftlik büyüklüğü 5 hektarın (50 dönüm bn) altındaydı.”(27) Yugoslavya genelinde 50 dönüm mülkiyet sınırı getirilse bile ancak hızlı bir sanayileşme ile sorun çözülebilecektir. YKP yöneticilerinin işi gerçekten zordur. Ya kuzeyin kır burjuvasına uygun bir politika yürütülecektir, (o zaman güneyin yoksul devrimci partizanlarının isyanı göğüslenecektir) ya da güneyin yoksul köylüsü temel alınıp hızlı bir kooperatifleşmeye ve millileştirmeye gidilecek o durumda da kuzey zengin kır burjuvazisi ile savaşılacaktır.

YKP’si ne yardan ne de serden olmak ister. İkisini bir potada eritmeye girişir. Dağlık, sahipsiz alanlarda kolhozlar kurulur. Yoksul köylülüğün bir kısmı buralara yerleştirilir. 100.000 topraksız köylü Voyvodına’ya taşınır Almanlardan geri alınan topraklardaki kolhozlara yerleştirilir. İş savaşın çıkmaması derdine düşen YKP yetkililerinin kolhozların ya da Yugoslavya’da ki adı ile İş Kolektiflerinin verimliliği ile ilgileri yoktur. Toprak ne kadar büyüktür, kaç kişiyi besleyebilir, gibi bir sorunu düşünmezler bile. Hiç bir kriter belli değildir. Amaç yoksul ve gerçekten devrimci köylüyü pasifleştirmektir.

1948’lere, Stalin’le kopuşma dönemine gelindiğinde ortalık çok karışık ve belirsizdir. ” … kolektif üyeleri arasında coşku vardı ama dışarıdaki köylüler kaygılı şüpheli hatta düşmandırlar.”(28) Kolektifleşmeyi özendirici bazı uygulamalar vardır. Örneğin sabun gaz gibi günün en temel gereksinimlerinde üyelere öncelik verilmektedir. Tarım aletlerinin özel mülkiyeti sınırlıdır. Kooperatif topraklan traktörlerle sürülmektedir. Elbette bunlar içeride, devrimci köylüde coşku yaratmaktadır. Dışarıdakiler kararsızdır. Kooperatife girmek, özel mülkiyetlerinden olmakla, küçük ama kendi toprağını sürmek arasında bocalamaktadırlar. Hem kaygılıdırlar hem de bir anlamda düşman.

İş Kolektifleri yukarıda anlattığımız düzensizlik ve plansızdık nedeniyle tam olarak verimli değildir. Öte yandan özel mülküne sahip köylü yarın ne olacağını bilmemektedir. Toprağa canla başla sahip olamamaktadır. Yarın elinden alınabilecek düşüncesi üzerine yatırım yapma isteğini kırmaktadır. Tarımsal üretim düşer. 1950 yılında büyük bir kuraklık yaşanır. Tohumlar yenir. Bir yıl sonra tekrar bir kuraklık daha yaşanır. Yugoslavya bir felakete doğru sürüklenmenin eşiğindedir. Öte yandan özel topraktaki köylülerden alınan zorunlu üründe parti yetkilileri gereksiz uçkunluklar yaparlar. Bu KP’ye duyulan güveni azaltır.

Sonuçta, 1953 yılında toprak mülkiyeti 100 dönüme düşürülür. Özel çiftliklere kredi açılır. Arkasından ABD ilk tahıl yardımını yapar. Küçük toprağında kararsız bekleyen köylü açısından durum aydınlanır. Üç yıllık deneme süresi bitince kooperatifler çözülmeye başlar. Yugoslavya kırları bugünkü kırlarını belirleyecek olan yola çıkar. Devrimci köylünün, proletarya dayatması olmadan varacağı devrimci konak bu kadardır.

Stalin Yugoslavya’yı kulaklar ülkesi görmekte haklıdır. YKP’si istedikleri kadar itiraz etsinler uygulamaları kırda özel mülkiyeti özendirici olmuştur. Kırdaki sınıf farklılaşmasının önünü tıkamaya çalışmışlar, uzlaşmazı uzlaştırmayı denemişlerdir.

Günümüz Kırları

Şimdi öyle bir ülke düşünelim ki anayasa ile 100 dönüm üzerinde toprak mülkiyeti yasaklanmış. Oysa toprağın verimliliği büyüklüğü ile doğru orantılıdır. Toprak ne kadar büyürse o kadar makina ile sürülmeye, gübrelenmeye yatkınlaşır. Kapitalizmde kır tekellerinin devasa topraklan dünyanın en verimli yerleri. Sosyalizm kırda toprak mülkiyetini kaldırarak verimi daha da arttırma ufkunu veriyor.

Oysa Yugoslavya kırları en fazla 100 dönümlük çiftliklerle kaplı. Sosyalizm kırda yok. Gerek kooperatif gerekse iş kolektiflerinin bugün kapladığı alan ülkenin ancak yüzde 15 kadar, ancak bu kadar alan büyük agro-çiftlik olarak sürülebiliyor. Öte yandan kapitalizmde gelişemiyor çünkü üstünde 100 dönüm sınırlandırması var. 1960 yılına kadar özel çiftliklere tarım aleti satın alma hakkı bile tanınmıyordu. Şimdi buna olanak var ama kırların verimi çok düşük. 1980 yılında verimi arttırmak için IMF ve Dünya Bankası’ndan “Yeşil Devrim” kredisi almış. Pek bir yarar sağlamamış. Avrupa’nın en verimli topraklan en bakımsız atıl topraklar durumunda. 1930’larda Hitler ordusunu beslemiş olan Yugoslavya şimdi Avrupa’dan her yıl tahıl alan bir ülkedir.

30 yıldır kırlar nesilden nesile geçe geçe daha da küçülmüştür. Kırlar köylüye hiç bir ufuk vermez. Yarın bir karış toprağın iki karış olur demek imkansızdır. Yaşlılar boğaz tokluğuna sürerler. Kendilerini geçindirmekten uzaktırlar. Gençler okuldan sonra hemen kente geçerler. Çoğu köyde tek bir gence rastlanmaz. Bu anlamda kentleri beslemeye yetmez Yugoslavya kırları.

Kırların bölünmüşlüğü köylünün başına derttir. Ne satabilir ne geçimini sağlayacak kadar arttırabilir. Bu bir tek Yugoslavya’ya özgü bir özellik getirmiştir. Bu ülke yan proleter yan köylü bir tabaka oluşturmuştur. Toprağın hasat yapılacağı ağustos ve ekim arası birçok fabrika ya kapanır ya da kapanmakla yüz yüze kalır. İşçilerin çoğu ya yıllık izinlerini alarak ya da hastalık bahanesi ile minicik topraklarında hasat toplamaya giderler. Kentte proleterliğin durumu da çok iyi olmadığından kırdan elde edilen ürün bütçeye katkıda bulunmaktadır. Yugoslav köylü-proleteri bu ürünü, satmaktan çok kış günlerinde sofrasında yemeyi hedefler. Bu tabakanın ülke içindeki yüzdesi 40’ı geçer. Sonuçta kırlar kentlerin gelişimine destek olacak yerde Yugoslavya da tam tersine köstek olmakta, fabrikalarda çalışan işgücünü çalmaktadır.

Son olarak yukarıda sözünü ettiğimiz, içinde özel mülkiyeti olan agro-çiftliklerle küçük çiftliklerin bir karşılaştırmasını verelim. 1975 yılı verilerine göre bu büyük işletmeler kırların yüzde 15’ini kaplar. Barındırdıkları nüfus toplam içinde yüzde 65’dir. Ama tarımsal üretimin yüzde 25’ini gerçekleştirirler, piyasada satılan temel tarım maddelerinin yüzde 46’sı bu çiftliklerde üretilir. Öte yandan özel çiftlikler ülkenin yüzde 85’ine yayılsa bile ürettiğinin yansını kendi kendine tüketmektedir, geliri ise diğerinin yarısı kadardır. Bu köylülüğün yüzde 38’i geçimlerinin yansını dışarıdan elde etmektedir. (29) Yani ya fabrikada şurada burada çalışmakta ya da dışarıda işçi olan bir yakınından yardım görmektedir. Yugoslavya kırları yürekler acısıdır. Küçük burjuvazinin kırdaki ufkuna çok güzel bir örnektir.

Bölüm III

Stalin Eleştirisi ve Sağa Kayış Teorileri

Yugoslav yöneticileri Komünform’dan atılınca arkalarındaki sosyalizm desteği kalkar. Kendilerini yol ayrımında bulurlar. Ya Stalin’in eleştirilerini kabul edecekler buna uygun politika izleyeceklerdir. Güneyin yoksul köylülüğü çıkarlan doğrultusunda bir politika izlemeyi hızlandıracaklar, kuzeyin burjuva talepleriyle dövüşeceklerdir. Bunu yaparken de tabanlarındaki zayıf proletarya öncülüğüne ve olmayan gücüne güvenecekler. Ya da tam aksi, kuzeyin burjuvazisinin taleplerinin arkasına yoksul köylülüğü takacaklardır. O zaman da hem proletaryaya hem de yoksul köylüye karşı Stalin ile hesaplaşacaklardır. İşte bu ikinci yol tutulur. Yugoslavya sosyalizm özlemli küçük burjuvalar ülkesi olur.

1948-49 arası harıl harıl Marksizm-Leninizm ile Stalinist sosyalizm arasında zıtlıklar aranmaya çalışılır ve küçük burjuva sosyalizminin teorisi yapılır. İlk önce nasıl bir iktidar olunduğu açıklanmak zorundadır. Proletarya diktatörlüğü mü, halk demokrasisi midir? Halk demokrasileri yeni kurulan Doğu Avrupa sosyalist ülkeleri modelidir. Sovyetlerde yaşanan ise proletarya diktatörlüğü. Doğu Avrupa ülkeleri proletaryası diktatörlük kuracak güçte olmadığından diğer sınıf ve tabaka partileri ile koalisyonlar kurmuştur. Proletarya diktatörlüğü sonraki bir aşama olarak önlerinde durmaktadır.

Yugoslav yöneticilerin yukarıda anlatılanlara bakışı farklıdır. Djılas sorunu tam ters olarak koyarak halk demokrasilerini, proletarya diktatörlüğünün bir üst biçimi olarak değerlendirir ve “eğer olmasaydı iktidarı diğer sınıflarla paylaşırdık” proletarya diktatörlüğü dememelerini şöyle gerekçelendirir:

“Taktik olarak, köylülüğü ve küçük burjuvaziyi sınıf olarak ürkütürdü. Proletarya diktatörlüğü terimi kitlelerin bazı kesimleri tarafından reddedilirdi; iktidardan indirilen burjuvazi onları korkutup, hükümetin kendi hükümetleri olmadığı düşüncesine çekebilirdi. Ve teorik olarak, Yugoslavya’da, Ekim Devrimi hemen sonrasında Sovyetlerde yaşandığı gibi bir proletarya diktatörlüğünün katı özellikleri yoktur. Ama bu halk devriminin Leninist teorideki proletarya diktatörlüğünden farklı olduğunu göstermez.”(30) Yugoslav yöneticiler iktidarlarına proletarya diktatörlüğü diyemiyorlar çünkü köylülükten korkuyorlar. Proletaryanın gücü yoktur, iktidar olamıyor. İktidarda ama iktidarsız bir proletarya. Bunun siyasetteki adı halkçılıktır, popülistliktir. İkiyüzlülüktür. Öte yandan Sovyetlerdeki biçimiyle bir proletarya diktatörlüğü yoktur. Devrim sırasında Sovyetler Birliği’nde çeşitli sovyetler oluşmuştur. İşçi sovyetleri, köylü sovyetleri, askeri sovyetleri kurulmuştur. Yani her, sınıf ve aydın, kendi çıkarlarını temsil eden bir örgütlenmeye gitmiştir. Yugoslavya’da ise halk komiteleri vardır. Halk komiteleri içinde zengin köylü, yoksul köylü, kır proleteri olduğu gibi aydın da vardır. İktidarı da devrim sonrası bu komiteler üstlenmiştir. Şimdi bu halk komiteleri Ekim Devrimi’nin sovyetleri midir? Bize göre elbette ki değildir. Ama Yugoslav yöneticileri göre halk komiteleri sovyetlerin bir evresi de değildir ondan daha ileridir. Soruna bakış açısı tamamen tepesi taklaktır. Halk komiteleri içinde çeşitli sınıf ve tabakaların kaynaşmış, kaynaşabilmiş olması onları sovyetlerden üstün kılmaktadır. Böylece halk komitelerini olduklarından daha sol görerek Yugoslav yöneticileri gericilik yapmaktadırlar.

Küçük burjuva teorisyenleri kendi sosyalizmlerini Doğu Avrupa halk demokrasilerinden de farklı görürler. Oralardaki tartışmaları gereksiz ve sıkıcı bulurlar. Farklı halk tabaka ve sınıfların ayrı partileri olmasını kendi ulusal cephelerinden geri bulurlar. Ulusal Cepheleri oysa bunu yaşamak, o günkü kozmopolit yapısını aşmak zorundadır. Yugoslav teorisyenleri bunu da görmezler.

Bağlantısızların mimarı Kardeli Yugoslavya’nın halk demokrasisinden ne anladığını şöyle dile getiriyor-. “Halk demokrasisi proletarya diktatörlüğünün “özel demokratik bir biçimidir.”… halk demokrasilerinin yapısı çalışan geniş kitlelere yani halka giderek daha çok güvenebilmeye olanak tanıyan tarihi koşullarda doğar. Devletin yönetiminde kitlelerin günlük aktif katılımına güvenilebilir. Günümüzde Sovyetler Birliğinin 30 yıldan beri var olduğu ve sosyalizmin dünya çapında tarihi bir zafer kazandığı koşullarda, geçiş döneminin bu halkçı demokratik yanı daha ağırlıklı olarak öne çıkmaktadır. Çünkü bugün sosyalist bir devlet, kitlelerin daha geniş kesimlerinin katılımına Ekim Devrimi sonrasında proleter diktatörlüğünün tanıyabileceğinden de çok olanak vermektedir. Bu koşullarda, kitlelerin devlet yönetiminin bütün katmanlarına direkt katılımı daha artar, demokrasi derinleşir ve daha da gelişir.”(31) Kardeli’ye göre bu nedenle de halk demokrasisi proletarya diktatörlüğünün bir üst evresidir. Yugoslavya yöneticileri diktatörlük yerine demokrasi derdindedirler. Onlar için farklılaşmaya çalışan halk vardır. Çeşitli partiler yoktur. Bu halka devlet teslim edilmelidir. Bunun teorisi yapılmaktadır. Yıllardır Sovyetler Birliği nedeniyle sosyalizm saygınlık, kazanmıştır. Proletarya diktatörlüğü demenin gereği yoktur. Artık her tabaka sosyalizm özlemi içindedir. O nedenle halk demokrasisi, proletarya diktatörlüğünden üsttedir.

Halk demokrasisi böyle konduktan sonra Stalin’in proletarya diktatörlüğü eleştirisine geçilir. “Bu eleştiri devlet kapitalizmi teorisi olarak bilinir. Temel olarak devlet mülkiyeti ve üretim araçlarının kontrolü baştaki geçiş döneminin ayrılmaz bir parçası oluşu sadece ilk dönemdir. Kapitalizmin bütün kalıntıları ortadan kaldırıldıktan sonraki süreç devletin yok oluşuna varmalıdır. Eğer yok olmuyorsa ki, 1950 de Sovyetler Birliği’nde böyle bir belirti yoktur, o zaman geçiş döneminde bir çelişki var demektir. Başta, artı değer kapitalistler yerine bürokratlarca özümsenir. Sonuçta, bürokratlaşma kendi içinde bağımsız bir sistem haline gelir, üretim araçlarını kendi kontrolüne alır. Son olarak bürokratlar ayrı bir sınıf olurlar, devlet kapitalistidirler.” (32)

YKP’si, Stalin’i sosyalizmi, devlet kapitalizmi haline getirmekle suçlar. Marksizm devletin zamanla yok olacağını söylemektedir. Oysa Stalin’li Sovyetler’de devletin yok oluşuna doğru gidilmemektedir. Kamu araçlarının mülkiyeti, devleti idare eden bürokratların eline geçmiştir. Bürokratlar işçinin artı değeri üzerinde karar vermektedirler. Evet, Stalin’in bürokratikleştirme eleştirisi doğrudur. Pragmatik küçük burjuvalar bir kaç yıllık pratikleriyle bunu görmüşlerdir. Ancak artı-değerin işçi köylü devletince dağıtılması sosyalizme aykırı değildir. Hatta bunun merkezden dağıtımı gereklidir. Yugoslavya bunun doğruluğunu 30 yıl sonra kabul edecektir. “Stalin’in yanlışı artı değerin devlet eli ile dağıtımının soysuzlaşmasıdır. İşçi köylü devleti bu dağıtımın kontrolünü sağlayıcı mekanizmayı iyi kurmak zorundadır. Bugün tüm Doğu Avrupa ülkelerinde bu mekanizmadaki aksaklıkları hayretler içinde ve ojeyle izlemekteyiz. Ne yazık ki.”

Yugoslav küçük burjuva yöneticileri böylece kendilerini proletarya diktatörlüğünden kurtarır, “halk demokrasisi” “özgürlüğüne bayrak açarlar. Ama bu kez de ters uca savrulurlar. Stalin, bürokratikleşmeyi koyulaştırırken Lenin’in demokratik merkeziyetçilik ilkesinin merkeziyetçi yanına ağırlık vermiş olmaktadır. Bugün tüm Doğu Avrupa KP’lerinin de aynı yanlış içine düştüklerini görüyoruz, şöyle eleştiriyorlar şimdi Stalinist uygulamaları: “Politik kararların doğruluğu bilimsel karakteri ile açıklanıyordu, nasıl kabul edildiklerine önem verilmiyordu.”(33) Farklı sınıf ve tabakaların talepleri bir sosyalist Marksist bilimsellik kalıbına sıkıştırılıyordu. Bilimsellik iyice katı dar birer kalıp haline gelmişti. Ama böyle bir gelişme “hükümetin bilimdışı yöntemlere ulaşmasına varıyordu.”(34) KP’ler bilimsel doğrular diye diye sosyalist bilimin dışına çıktıklarının farkında değillerdi. Bu merkeziyetçilik giderek katmerleşip bugünkü kendi yıkımına vardı.

Ama Yugoslav yöneticileri tam tersinden bilimselliği halk inisiyatifine vererek, demokratik yanı vurgulayarak, küçük burjuva kendiliğindenciliğine varacaklardır. 12 Eylül yenilgisinden sonra bu zihniyet bizim siyasetlerimizde de moda oldu. Her şey tartışılacak, her şeyde demokrasi olacak deniliyor. Yugoslavya, Stalin merkeziyetçiliğinden kaçarken bu mantaliteye varır.

Devlet mülkiyeti Yugoslavya’da sosyal mülkiyet adını alır. Sosyal mülkiyet işçilerin malı ise kontrolünü onlar yapmalıdırlar. İşçiler kuracakları konseylerle yalnız üretim araçlarının değil, aynı zamanda Sovyetlerde olmadığı şekliyle artı-değerin de sahibi olacaklardır. Bunu istedikleri gibi kullanma hakkına sahiptirler. ÖZ YÖNETİM’in teorisi budur.

Özyönetimin pratik işleyişine geçmeden Partinin öncü rolü üstünde varılan konağı anlatalım. YKP’si merkeziyetçiliği demokratikleştirip artı-değeri de işçilere teslim ederek KP’yi dağıtma yoluna girer. 1952’de yapılan kongre ile partinin adı Lig olarak değiştirilir, Yugoslav Komünistler Lig’i, YKL olur. Böylece hem görevi değişecek hem de Sovyet etkisinden kurtulunacaktır. Kongre YKL’in görevini şöyle benimser:

“Kongre, sosyal ilişkilerde daha demokratik yönetim biçimine geçtikçe, komünistlerin temel görevi ve rolü de, kitleleri eğitmede politik ve ideolojik iş olur… komünist Lig ekonomik, devlet ve sosyal hayatta direkt yönetici ve emredici olamaz.”(35) Parti bir danışma organı gibidir. Teori, pratikten kopartılır. Devlet bürokrasisi ve temel tüm parti organları lağvedilir. MK’nin yetki ve sayısı azaltılır, böylece halkın eğitimine daha çok vakit ayrılacaktır. Eğitim sosyalist bilinci artırmak, herkesin ideolojik bilincini partilinin bilinç düzeyine çıkartmaktır. Parti pratikte geri çekilince halkın girişimi ortaya çıkacaktır. Parti halkı ikna edecektir. İkna kelimesi ilginçtir. Yeni ama şimdi yine eski oldu. Demokratik Alman lideri Egon Krenz de partinin hatasının “halkı ikna etmek yerine yönetmek” olduğunu söylüyor.(36) Ama YKP elinde iktidar yetkisi olmayan bir ikna mekanizması kurmaktadır.

Yugoslavya çok ilginç bir ülkedir, benzeri bizce yoktur ve sanırız olmayacaktır da. Bir devlet düşünün ki partisi yok. Partiler kapitalizmde de var sosyalizmde de. Ülkede farklı sınıf ve tabaka görmeyenler sonuçta aradıkları proletaryayı da bulamayınca KP’ye eğitim görevi verip aktif politikadan uzaklaştırırlar. Ama parti olmayınca halkın ne istediği nasıl bilinecektir. Halkın nabzı nasıl ölçülecektir. Yugoslavya bir çözüm getirmek zorundadır elbette.

Partinin adının Lig yapıldığı gibi Ulusal Cephenin adı Sosyalist Birlik olarak değiştirilir. Böylece halkın ne istediği Birlik’in sesinden dinlenilecektir. Kardeli Birliğin görevini şöyle açıklıyor:

“(Sosyalist İttifak) politik mücadelenin temel hattını belirleyen, devlet ve diğer kamu organlarını kontrol eden bir örgüttür… Somut politik ve diğer sosyal sorunlar Sosyalist Birlik içinde doğrudan çözülmelidir… (S.B) işçi sınıfı ve sosyalist ülkede yönetici güç olan tüm çalışan insanların politik birliğidir. Birlik yoluyla politik rollerini yerine getirir, hükümet ve diğer sosyal organların sosyalist politikalarını belirler.”(37) Komünistler Liginin Sosyalist Birlik içinde “öncü rolü” yoktur, sadece ideolojik-birlik olarak en tutarlı kesimidir. Birliğin herhangi bir yaptırım gücüde yoktur, sadece kamuoyunun şekillenmesine, yöneticiler açısından kontrol edilebilmesine yarıyordu. Yugoslav yöneticileri yaptırım gücü olmayan politik bir kurum gereksinimini böylece gideriyorlardı.

Komünist Parti’nin ilk 5 yıllık uygulamaları Ulusal Cephede yaşanması gereken sınıf ayrışmasını gündeme getirmişti. Cephe çeşitli gruplara bölünmüştü ve parçalanmak üzereydi. Herkes parti ve devlet içinde kendi taraftarlarını aramaya, yeni ilişkiler kurmaya başlamıştı. Ulusal Cephenin parçalanması, Yugoslavya bütünlüğünün parçalanması anlamına gelecekti. Zıtlaşmanın bir şekilde cephe içinde tutulması gerekiyordu. Ona yeni bir konum verilerek bu çözülmeye çalışıldı. Politik zıtlıklar Birlik içinde boğuldu.

Sosyalist Birlik’in başka bir işlevi daha vardır. Yugoslavya sosyalist kamptan kopmuş kapitalist kampa yanaşmaktadır. Bir anlamda sosyal demokratlaşmaktadır. Eski devrimci günlerde sosyal demokrasi işçi sınıfını burjuvazinin kuyruğuna takmakla işçi sınıfının en büyük düşmanı olarak görülüyordu. Şimdi denize düşünce sosyal demokrat simidine sarılmak isteniyordu. Sosyalist Birlik böyle bir işlevi de yerine getiriyordu.

Aynı şekilde KP’nin sağa kayışına gerekçe yine Sosyalist Birlik olacaktır. Yugoslavya hep yalpalayan bir ülkedir. Bazen liberaller bazen sol radikaller ülkeye hakim olurlar. İki başlığın ifadesi işte KP ve Sosyalist Birlik’tir. Fazla sağa kayıldığında Sosyalist Birlik’ten, fazla sola kayıldığında da KP den bir kurban verilerek işler dengede tutulmaya çalışılır. Birliğin en büyük başarısının Yugoslavya’yı Balkanların Lübnan’ı olmaktan kurtarmak olduğu söylenir. 1980’de 14 milyon üyesi vardı. Bu, 14 yaşın üstündeki nüfusun yüzde 85’i demektir. (38)

Son olarak YKP’nin bugünkü yapısına değinerek bu bölümü bitirelim. Lig, Marksın proletarya partisinin ilk ilkel biçimine verdiği addır ve bu anlamda bu kelime yol göstericidir. Leninist bir parti ile ilgisi yoktur. Eski bir Lig önde geleni D. Soskic, Lig’in diğer Doğu Avrupa KP’lerinden farkını maddelerken çok yol göstericidir. Bu maddelere baktığımızda Lig’in Stalinist parti anlayışına tepkinin sosyalizmin dışına çıkmanın son konağı olduğu da ortaya çıkar.

Lig’in görevi a) “toplumun direkt (parti tarafından bn) yönetiminden özyönetime” geçişini sağlamak. Yani işçilerin “kendi kendini yönetmesini güvence altına almak. Aşağıda göreceğimiz öz yönetimin işlemesinin garantisini sağlamak. b) “Partinin devlet işlerinden tamamen ayrılması.” Lig’in devlet işleri ile ilgisi yoktur. Sadece talep geldiğinde halk eğitilir, sosyalist bilinç verilir.” c) Lig ve diğer parti örgütleri arasındaki aktarma kayışı ilişkisinin ilgasını sağlar Lig’in diğer örgütlenmelerinin kendi kararlarını yürütücü olarak kullanma hakkı yoktur. Kendi politik yetkisi olmadığı gibi başka örgütlenmeleri de basamak yapamaz.” d) Komünistler Liginin içişlerinde demokratikleşmeyi yerine getirir. Kendi içinde de merkeziyetçiliği olmayan demokratik bir örgüt olması garantidir.” e) Parti üyelerine olağanüstü yetki ve haklar vermeye kesin muhalefet” eder. (39)

Günümüzde Doğu Avrupa KP’lerinin ne kadar merkeziyetçi, katı çürümüş, “bilimsellik” adına anti demokratik olduklarını gördükçe Yugoslav küçük burjuvalarının daha 1950’lerde 5 yıllık deneyimleriyle bunu sezdiklerini ve küçük burjuvaca tepki duyduklarını anlamak olasıdır. Ama vardıkları konum ile de KP’yi tamamen fonksiyonsuz, bir süs haline getirdikleri de ortadadır. Bir alıntı ile bitirelim. “Sırp köyünde orta eğitimin üstündeki üyelerin (ben çizdim) yüzde 54’ü Marks-Engels-Lenin’den tek bir yapıt ismi veremiyorlardı.”(40) İktidarsız eğitim bu kadar oluyor demek ki.

Bölüm IV

Zıtları Uzlaştırma Formülü: “Özyönetim”

Aşırı merkezi planlama, Stalin’in desteğini çekmesi, altta Ulusal Cephe örgütlenmesinin kozmopolit yapısı, diğer acemilikler Yugoslavya’yı ilk 5 yıl sonunda cin çarpmışa döndürür. Her şeyi bildiğini sanan ama pek bir şey bilmeyen, hep sorumluluk isteyen ama verilince kaçan, dar ufuklu, bel kemiksiz, yalpalaması ile ünlü küçük burjuva kökenli Yugoslav yöneticileri, demokrasi adına halkın kendiliğindenci taleplerine kendilerini bırakmak niyetindedirler. Öyle bir sistem kurmalıdırlar ki hem sosyalizmin bazı ilkeleri hem de kapitalizmin bir takım nimetleri olmalıdır.

Sosyalizm reforme edilir. Onun sosyal adaletçi yanı kalmalıdır. İşçinin işten atılması, işsiz kalması, artı-değerinin burjuvazi tarafından sömürülmesi olmayacak, eşit işe eşit ücret verilecektir Sağlık, eğitim, kültürel gelişim olacaktır. Ama bunlar merkezi bir plan içinde değil, kapitalizmin kıyasıya döğüştüğü pazar koşullarında, sosyalist pazar koşullarında gerçekleşecektir.

Özel mülkiyetin olmadığı durumda işçiler kendi kendilerine en rasyonel, rekabetin zararlarından arındırıldığı milli servetin ziyan edilmediği bir ekonomik modeli kuracaklardır. Sosyalizmin tepeden “buyurması”, planı olmadan işçilerin kendi devleti kurulacaktır.

Çözülme (decentralizasyon) başlar. İlk önce bir kaç işletmeye ve kısa zamanda da tüm işletmelere kendi kendilerini yönetme yetkisi verilir, tepeye bağımlılık kalkar. 30’a kadar işçinin çalıştığı işyerinden herkes bir işçi kolektifinin üyesidir. Çok kısa çalışıyorsa temsili kolektif kurulur. 2 yıl için fabrika da bizzat kol emeği ile çalışanlar arasından seçilen yönetim heyeti her hafta toplanıp müdür ve teknik elemanları denetlerler. Fabrika müdürünü de yine aynı heyet belediyeler heyeti ile örneğin adayları arasından seçer. Heyet ayrıca fabrikada neyin ne kadar üretileceğine, artı-değerin ne kadarının yatırıma ayrılacağına, nereden hammadde alınıp, üretilenin nereye pazarlanacağına karar verirler.

İlk Dönem

Çoğu üçüncü dünya ülkesinde devlet eliyle kapitalizm kurulmuştur. Yugoslavya’da ise devlet eliyle sosyalizm, işçi iktidarı kurulmaya çalışılır. İşçiler birden mülkiyeti olmayan kapitalistler oluvermişlerdir. 1951-57 arası plan yapılmaz, asgari bir yıllık hedef belirlenir. Fakat kısa zamanda bunun zararları görülür, hangi işletmenin ne kadar üreteceği, ne kadar büyüyeceğini bilmek sosyal bir yapıya kavuşmak için önemlidir. Öyle ya bu işletmeler kar peşinde koşmamalıdırlar. Ama sosyal amacın ne olduğu konusunda bugün bile cumhuriyetler bir anlaşmaya varamamıştır. Ama 1957-61 arası bir plan yapılmaya çalışılır.

İlk dönemde endüstri yıllık ortalama yüzde 13 tarım yüzde 7.5, ulusal ekonomi yüzde 10.2 gelişir. (41) İşçiler gerçekten canla başla çalışmışlardır. Ama 1950’lerin sonuna gelindiğinde ekonominin dengesi bozulur. En başta sektörel denge kalmaz. Hafif endüstri yeterince üretilmiştir. Tüm Yugoslavların tüketemeyeceğinden çok ayakkabı vardır, ama yarın üretimi sürdürecek kadar hammadde kalmamıştır. Ağır sanayi de, hammadde sıkıntısı başlamıştır, işsizlik çözülememiştir. Enflasyon başlamıştır. Pazar doludur, alıcı yoktur. Borçlar ödenememektedir. Ekonomi şişmiştir, üretmek için üretilmiş, yoksa kalkınma pek sağlanamamıştır. Ekonomi bu anarşik yapısından kurtulmalıdır.

Nasıl, ne doğrultuda çeki düzen verilecektir ekonomiye? İki temel görüş belirir. İlki tutucu, merkeziyetçi, sol radikal kanattır. Bunlar açılımın aşırı olduğu, anarşiye varıldığını söyleyerek, 1945’lerdeki gibi olmasa da merkezi planlama yapılması, pazarın kontrol altına alınması gerektiğini savunurlar. Rekabet ve pazar koşullarından uzaklaşmalı, federal yetkiler eskiden olduğu gibi artmalıdır.

İkinci grup, tahmin edileceği gibi liberal kanattır. Ekonomideki dengesizliğin rekabet koşullarından değil, tam tersine rekabetsizlikten, Federal Hükümetin elinde tuttuğu piyasaya müdahale yetkilerinden geldiğini savunurlar. Merkeziyetçilik sözde kalkmıştır. Federal Hükümet geçici kararlarla, fiyatlara, yatıranlara, kredilere müdahale etmekte, ayrımcılık yapmaktadır. Piyasada söylenenin, sanılanın aksine gerçekten bir serbest pazar kurulamamıştır. Öte yandan, dış pazarlara açılmak gereklidir.

Tartışmaların altında yatan gerçeklik on yıl içinde Yugoslavya’nın ikinci bir yol ayrımına geldiğidir. Liberal kanat kuzeyin zengin cumhuriyetleri Hırvatistan ve Slovenya’nın sözcüleridir. Kendilerini ekonomik olarak daha güçlü görmekte, ulusal ekonomiden, ona kattıklarına eş düşen pay almak istemektedirler. Federal hükümetin, zayıf cumhuriyetleri koruyucu tavrını eleştirmekte, onun elindeki bu yetkiyi almak istemektedirler. Güneyin geri bölgelerine yatırım yapmanın karlı olmadığını savunurlar. Onlara göre ulusal değerler buraya yatırım olarak gidince ziyan olmaktadır. Güney hammadde deposu olarak ulusal ekonomiye katkıda bulunmalıdır. Güney Cumhuriyetleri de kendilerince sömürülmektedirler. Kuzey kendilerinden ucuz hammadde almakta işledikten sonra pahalıya satmaktadır. Sonuçta liberal kanat kazanır. Yeni bir reform paketi belirlenir. Ve buna uygun 1963 Anayasası çıkarılır, Yugoslavya adını Federal Halklar Cumhuriyeti yerine Federal Sosyalist Cumhuriyetleri olarak değiştirir. Artık Yugoslavya 6 tane cumhuriyet, 2 tane özerk bölgeden oluşan federal bir devlet olur.

Cumhuriyetler Dönemi

Yugoslavya’yı anlamak gerçekten zordur. Anlaşılmak için benzetmeler yapmak hem zor, hem de yanlış anlaşılmalara yol açabilir. Fakat sorunu şöyle koymaya çalışalım. Bu dönem özünde işletmelerin, federal devlet boyunduruğundan kurtulması dönemidir. Tek tek işletmelerin çıkan, ne de olsa sosyal adaleti sağlamakla yükümlü olan devletin uygulamaları ile zıtlaşmıştır. Federal devletin elinde savunma gücünün dışında sosyal ve yatıran fonu, dolayısıyla hem yaptırım gücü hem de ekonomik olanağı vardır. Ülkenin bütünlüğünü göz önüne alarak kaynak dağıtmaktadır. Bu durumda işletmelerin tek tek çıkarlan zedelenmektedir. Yeni anayasa ile bu sorun liberal şekilde çözülmesinin garantisi alınmıştır.

Öz yönetim ile yetkilerin işletmelere dağıtımı elbette sınırsız olmamıştır. Fiyatların tüm ülke çapında belirlenmesi, ücretlerde bir kontratlı standart sağlanması federal hükümetin elinde kalmıştır. Devlette çeşitli cumhuriyetlerdeki farklılıkları azaltmaya çalışmıştır. Her işletmenin kazancından sosyal harcamalara ayrılan bir fon vardır. Zengin cumhuriyet işletmeleri elbette daha fazla kaynak vermektedirler. Ama sonuçta aldıkları pay, ülke genelinin ortalaması olmaktadır. Elbette bu zengin cumhuriyetlerdeki işletmelerin kaynaklarının pek yakın gelecek açısından çıkar sağlamayan yerlere dağıtımı sonucunu vermektedir. Yeni anayasa bu fonu, işletme yerine cumhuriyetten almaya başlayacaktır. Yani cumhuriyetler vergi olarak işletmelerden toplanacak ve bundan bir payı elbette daha azını federal kasaya aktaracaklardır. İşletmeler böylece bir yükten kurtulurlar. Öte yandan sosyal sorunları kendi sınırlan ile küçültürler.

Federal hükümetin elindeki diğer parasal imkan az gelişmiş Cumhuriyet ve Eyaletlerin Kalkınmasına Kredi Açma Fonudur (ACE KF). Ülkeye cumhuriyetler kriteri ile bakınca kuzeyin zengin cumhuriyetlerinin bu fondan kredi alması zordur. Zenginler buna da karşı çıkarlar. İddia ettiklerine göre ülkeye böyle bakmak sorunu çarpıtmaktadır. Zengin cumhuriyetlerin öyle geri bölgeleri vardır ki, yoksul cumhuriyetlerden daha az kalkınmıştır. O nedenle fonun biçimi ve kredi koşullan zengin cumhuriyetlerin de kredi alacağı şekilde değiştirilir. Federal hükümetin varlığı bu konuda da sembolleşir.

En büyük sorun federal cumhuriyetin elindeki mali kaynağın alınmasıdır. Federal hazineye bağlı tek bir milli banka vardır. Yani yasa ile tarım yatırım ve dış ticaret gibi fonksiyonları belirli bankalara ayrılır. Ayrıca cumhuriyetlere, hatta belediyelere banka kurma, bir cumhuriyet bankasının diğerlerinden şube açması yetkisi tanınır. İşletmelerin mali kaynak bulmak için Federal Hükümet kapısını aşındırma zoru kalkar.

Ayrıca bu konuya bir aydınlık kazandıralım. Bankacılık konusu sosyalist ilkeler açısından karmaşık bir konudur. Bankaya yatırılan tasarruf işçinin artı-değeri olduğu ve nasıl kullanılacağında karar sahibi olması zorunluluğu, banka yöneticilerinin kapitalizmdeki gibi yetkilerle donanmasının önünde durur. Bu bizim konumuz dışına taşan apayrı bir konudur. Biz sadece Yugoslavya’da bankaların diğer işletmelerdekine eş işçi kolektiflerince yönetildiğini ve uygulamada da kolektiflerin çeşitli işletmelerin ve belediyelerin el altından kontrol ettiği birer kurum olduğunu söylemekle yetinelim.

Federal hükümet dış ticaret yani ithalat ve ihracat tekelini de elinde tutmaktadır. İşletmelerin ihraç ettikleri ürünün dövizi federal kasaya girmektedir. İthalat yapılmak istendiğinde yine federal hükümete başvurmak gerekiyordu. Zengin cumhuriyetlere anlaşılacağı gibi bu ilkelerde dar gelir. Dış ticaret yeni yasa ile daha liberalleştirilir. Tek tek cumhuriyetlere dışarı ile ilişki kurma yetkisi verilir. Kazanılan dövizin belirli bir yüzdesi işletmenin kontrolüne devredilir. Bunun pratik sonucu olarak GATT’a girilir ve IMF’den kredi alma olanağı doğar.

Anayasanın getirdiği diğer değişiklik cumhuriyetlerin yönetim yetkisini arttırmaktır. Yetkiler işletmelerin daha kontrol altına alabilecekleri cumhuriyete verilirken diğer yandan belediyelerin zorundan da kurtulunmuş olunuyordu. 1953’de federal ve cumhuriyet hükümetlerinin görevi olduğu belirtilmediği durumlarda yürütme yetkisi belediyelere verilmişti. Belediyelerin bu yürütmeden gelen bir yığın yetkisi olmuştu. Özellikle fabrika müdürlerini atama ve değiştirme imkanları, çeşitli vergiler koyarak işletmelerin üzerinde maddi zor kullanabiliyorlardı. Belediyeler genellikle federal devletin yürütücüleriydi. Parti çözüldükçe belediyeler güçlenmişti. Bu anlamda daha merkeziyetçi, yani liberallere karşıydılar, ülke genelindeki çıkar çatışması somut olarak kendini belediyeler düzeyinde gösteriyordu. Yeni yasa bu yetkileri tek ele, cumhuriyet hükümetine veriyordu.

Cumhuriyetlerin yetkisi o kadar çoğalır ki kendi kaderini belirleme hakkına bile kavuşurlar. Kosova örneğin bu nedenle özerk bölge statüsünden kurtulup cumhuriyet olma talebi ile ortaya çıkar. Cumhuriyet olarak federasyondan yasal yolla ayrılabilecektir. Ayrılmasa bile böyle bir yetki silah görevi görmektedir. Ayrıca cumhuriyetlerin yasa yapma hakkı vardır. Her birinde ayrı ayrı yasalar yürürlüktedir. Federal hükümetin varlığı bu sınırlarda gümrük duvarı yükselmesini önlemektir. Öte yandan pratikte böyle bir duvar vardır. Yeni Anayasa ile Lig’in yaptığı kongre sırası tersine çevrilir.

Eskiden önce Federal Lig’in kongresi yapılmakta sonra her cumhuriyet Lig’i yapmaktaydı. Bu durumda merkezin aldığı karar ve ona bağımlı kararlar almak öne çıkıyordu. Bu anayasa ile işler tersine döner. İlk önce Cumhuriyetler Ligi kendi çıkarlarını, hedeflerini belirler. Federal kongre de buna uyumlu ortak bir karar almak zorunda kalır.

Yeni reformların ekonomide doğurduğu sonuçlar nelerdir? “Her bir cumhuriyet kendi demir çelik tesisini kurdu ya da geliştirdi. Birçoğu ekonomik verimlisi belirsiz araba, elektronik, beyaz eşya, kimya tesislerine ve çeşitli oranlarda yatırım yaptı. Gereksiz tekrarlar ve yatırım imkanlarının çarçur edilmesi, ne yatay ne de dikey boyutta optimalleşme olanağını ortadan kaldırıyordu.” (42)

Yugoslavya Türkiye’nin yaklaşık 1/3 büyüklüğünde bir ülkedir. Hayalimizde Zonguldak ilimizin doğu sınırından güneyde Antalya ilimizin doğu sınırına kadar uzanan bir hat çizelim. Yugoslavya işte bu çizginin batısında kalan alan kadar bir ülkedir. Şimdi bunun üstüne altı tane cumhuriyet iki tane de özerk bölge yerleştirelim. İşte Yugoslavya cumhuriyetleri özde bu kadar küçüktürler. Bir cumhuriyet Trakya Bölgemiz, Marmara Bölgemizin geri kalanı başka bir cumhuriyet olsun. Bu cumhuriyetlerin her birinin kendi demir çelik tesisi, kendi araba, elektronik eşya fabrikası olsun. Size rasyonel geliyor mu? Milli değerin rasyonel kullanımı mıdır? İşte 1960’lann Yugoslavya’sı merkeziyetçiliğin bağımlılığından kurtuldukça, rekabet, işçi öz yönetimi diye diye böyle bir ekonomi kurmuştur. İşletmeler hep kapasite altı çalışmakta, verimlilik çok düşmektedir. Fabrikalar kendilerini yenileyememektedir. Bütçeler sürekli açık vermekte, enflasyonist baskı giderek artmaktadır. Ekonomi yenilenmek istemektedir, ama baştaki serbestlik kredi olanaklarının çoktan kullanılması ve çarçur edilmesini doğurmuştur. Ne plan yapılabilmekte, ne yapılana uyulabilmektedir. Tam bir anarşi içine girer Yugoslavya.

Ekonominin vardığı bu son konak, sağa kayışın vardığı boyut elbette Lig içinde tepkiler biriktirir. İstihbarat şefi, daha sonra başbakan olan Rankoviç gizli sol bir örgütlenmeye başlar. Özellikle geri cumhuriyetleri, Bosna-Hersek, Makedonya, Sırbistan ve Kosova’da ilerici parti ve yetkililerle sürekli irtibat içindedir. Ancak kuzeyin liberalleri, Tito’yu da yanlarına alıp Rankoviç’i görevden attırmayı başarırlar. Böylece Yugoslav yönetiminin tepesi liberal ağırlık kazanır.

Hırvat Milliyetçiliği

Fırtınalı denizde gemisini kurtaran kaptandır. Hırvatlar (cumhuriyetin başkenti Zagrep’tir) bu anarşik dönemde pastadan aldıkları payı arttırma yoluna çıkarlar. Hırvat-Sırp uzlaşmazlığının temeli Sırp Prensliği’ne kadar uzanır. Sırplar askeri açıdan daha üstün ve gelişkindirler. Avrupa kapitalistleri kendilerine bağlı bir ülke kurulması sırasında Sırp Prensliğini bu nedenle tercih ederler. Hırvatlar ise aksine ekonomik olarak güçlüdürler ama askeri ilanda güdük olmaları kendi iktidarlarını kurma olanağını vermemektedir. Oysa dilleri Hırvo-Serbi, iki dilden de kelimelerle kaynaşmış, tek bir dil olmuştur. Ama aralarındaki sürtüşme kalkmamıştır.

Rankoviç bir Sırptır. Diğer iki özerk bölge Sırp topraklan içindedir. Hırvatlar Sırp zorunun devam ettiğini, Sırpların tüm cumhuriyetleri sömürdüklerini söyleyip başkaldırırlar. Ülke üretiminin yüzde 30’unu gerçekleştirdiklerini, ama bankalarındaki paranın tedavüldeki paranın ancak 1/6 olduğunu, dövizlerin yansını ülkeye kendilerinin getirdiğini ama aldıkları payın yüzde 10’da kaldığını savunurlar. Yeni yasa verimliliği öne çıkarmış, her cumhuriyete genel ekonomiye kattığı kadar pay alması hakkını vermiştir ama Sırplar, iktidarda çoğunlukta olmanın avantajını kullanarak adil bir dağıtımı engellemektedirler. Sırpların (Başkent Belgrad, aynı zamanda Federal Hükümette burada) tüm ulusları baskı altında tutmasına son verilmesini isterler. Hırvatların ayaklarını çizmeye göre uzattıkları alanlarda diğer cumhuriyetlerden destek alırlar. Slovenya, geri cumhuriyet Makedonya hatta Kosova bu taleple birleşirler. Oysa Kosova en yoksul cumhuriyet oluşuyla Hırvatistan’ın anti tezidir. Ama milliyetlere daha fazla hak verilmesi Kosova elindeki kozu arttıracaktır.

Hırvat olayları iyice çığırından çıkar. Tito’nun heykeli yerine eski bir burjuva milliyetçisininki dikilmeye çalışılır. Para birimi değiştirilmek istenir. Bayrak belirlenir. Hırvatistan sınırlan içinde olan Dalmaçya kıyılarında donanma kurma çalışmalarına başlanır. Anayasanın değiştirilmesi karan atanır, vs. vs. Liberaller, arkalarına bazı parti yöneticilerini, gençliği, basın yayın kurumlarını, aydınlan Katolik kilisesini alırlar. Günlerce öğrenci gençlik kenti işgal eder. Öte yandan Parti tutucuları ve Tito’nun temsilcileri ile gizli toplantılar yapılır. Sonuçta anlaşmaya varılır. Hırvatlar bağımsızlık isteğinden vazgeçerler. 17.000 Hırvat milliyetçilik suçlaması ile hapse atılır. 11.800 kişi ceza yer. 1.700 kişi sürülür. (43)

“Tito Hırvat milliyetçiliğinin halk tabanını kesmek için aynı zamanda ulusal taleplere birçok haklar verdi. Böylece, ihracat şirketleri döviz gelirlerinin eski yüzde 17.21’lik kısmı yerine şimdi yüzde 20’sini, turistik işletmeler yüzde 12 yerine kazançlarının yüzde 45’ini ellerinde tutabileceklerdi. Ayrıca aynı yıl içinde dinar iki kez devalüe edildi. Böylece Hırvatlar dövizden elde ettikleri geliri arttırırken Sırp, Montenegro, Makedonya gibi az gelişmiş bölgelerin meta ithalatı zorlaşmış oldu.” (44)

Hırvat olaylarının sosyalizmdeki ulusal soruna ışık tutması gerekir. Marks ve Engels federasyonunun proletarya çıkarlarına hizmet etmeyeceğini savundular. Federasyon proletaryanın ekonomik bağlarını zayıflatır. Kalkınmaya, kısa bir tarih dilimi içinde yarar sağlasa da uzun dönemde proletarya çıkarlarına zararlıdır. Hırvatların federasyona katkısı fazladır ama uzun dönem göz önüne alınıp bu katkı diğer cumhuriyetlere dağıtıldığında kısa devrede yapılabilecekleri katkı azalmaktadır. Sanayinin yenilenemeyip, diğer uluslararası sektörlerle uzun dönemde rekabet edemez duruma gelmelerine yol açacaktır. Sosyalizm ulusal farklılıkları azaltmada olumlu rol oynarken böyle bir gerçekliği de göz ardı etmemelidir.

1945-65 yıllan arasında Yugoslavya’daki biçimiyle sosyalizm bu doğrultuda pek başarılı olamamıştır. Ulusal farklılıklar giderek artmıştır. Hatta 1956’dan bu yana sorun kuru bir laf olmaktan öteye gidememiştir. Az gelişmiş cumhuriyetler ve Kosova’nın Hızlandırılmış Kalkınma Fonu’nun 1976 yılında kullandığı kriteri Yugoslavya’daki ulusal farklılığı yansıtması açısından aktaralım. (Tablo 3’e bakınız)

Tablo 3

CUMHURİYETLER kişi başına ürün (1977-78) çalışan 1000 kişinin istihdam oranı (1978) sosyal sak. kişi sermaye oranı (1978)
Yugoslavya geneli 100.0 100.0 100.0
Slovenya 196.8 171.7 197.0
Hırvatistan 127.9 114.4 130.5
Voyvodına (özerk) 122.3 103.2 100.6
Sırp merkez 95.7 97.1 80.9
Makedonya 66.8 88.8 75.1
Bosna 67.4 76.7 76.0
Montenegro 60.8 84.7 105.5
Kosova (özerk) 29.5 51.9 46.6

Kaynak: Borba, 28 Nisan 1980 s.9 (aktaran 46)

Kişi başına üretim Yugoslavya genelinde 100 olarak kabul edildiğinde Slovenya neredeyse bunun iki katını üretmektedir. Kosova’nın katkısı ise yine Yugoslavya genelinin ancak 1/3’ü kadardır. İki cumhuriyeti karşılaştırırsak fark 6 katına ulaşır. Biri ileri bir Avrupa ülkesi düzeyinde üretiyorsa diğeri geri bir Asya ülkesi gibidir, iş bulma konusunda Slovenyalı Kosova vatandaşından çok daha şanslıdır. Buna karşın Slovenya’ya yapılan yatırım Kosova’nın neredeyse 4 katıdır. Biz sadece iki uç cumhuriyeti incelemekle yetinelim. Genel olarak Yugoslavya yöneticiler devrim öncesi aldıkları mirasa özyönetim ile hiç bir şey eklememişler. Ulus farklılığını olduğu gibi dondurmuşlardır. Her yeni yatının ise farkı azaltmak bir yana arttırmaktadır.

Kosova sorunumun ekonomik temeli daha açık olarak önümüzde duruyor. Kosova olayları Hırvat milliyetçiliği ile ivme kazansa da konu daha çok Kosova’nın en başta cumhuriyete katılması ile başlar. Tüm dünyadaki Arnavutların l/3’ü Yugoslavya’da yaşarlar. Ve bilindiği gibi Arnavutların bağımsız bir devleti Arnavutluk vardır. Kosova Arnavutları 1960’lara sol kanadın lideri Rankoviç iktidara gelene kadar silahlarını bırakmamışlar, Yugoslavya’dan ayrılmak istemişlerdir. Rankoviç döneminde dağda mücadele veren partizanlardan 900 silah ele geçirilir. (47).

Kosova Yugoslavya’nın Kürt sorunudur denebilir. Ülke sağa kaydıkça Kosova sorunu çatallaşır. “Kosova, Yugoslav milliyetler sorunun özellikle de ekonomik eşitliğin ulusal duyguları sileceği Marksist tezinin mihenk taşıdır. “(48) Yugoslavya yardım fonuna Kosova adını özellikle eklemiştir. “Ancak mutlak olarak Kosova’nın kazançları tartışma götürmese bile diğer Yugoslav federal birimleriyle karşılaştırıldığında geriye kaymıştır ve bugünkü kişi başına sosyal üretimi Yugoslavya ortalamasının yüzde 28.8’inden fazla değildir. (49) Kosova Milliyetçiliği Büyük Arnavutluk Devleti hayalleri beslese de özünde bunu daha fazla yardım almak için kullanır. Öte yandan, Federal Hükümetin “sol kanat” üyelerinin liberallere karşı kozu olarak da Yugoslav genelinin çıbanı haline gelir.

İşçiler Sahnede

l960’larda cumhuriyetlerde parçalanma, özellikle Hırvat milliyetçiliğinin burjuva talepleri, ekonomideki anarşi ortasında birden işçilerin sesi duyulmaya başlar. Grev konusu Yugoslavya yöneticilerinin hiç akıllarına getirmedikleri bir konudur. Özyönetimle iktidarın işçilere verilmesi, böyle bir taleple yüz yüze gelinebileceğini düşündürmemiştir. Konu ortadadır. Grev yapmak ne yasaldır ne de değildir. Grevler birden işgücünün yüzde 80’inini içine alır. Ama çok dağınıktır. Süreleri çok kısadır. Yüzde 60’ı istediklerini hemen elde ederler ve grev bir kaç gün içinde biter. Taleplerin çoğu gelir dağılımı ile ilgilidir.

Herkes çok şaşırır. Ne olmaktadır? İşçilerin huzursuzluğunun kökü nedir? Bu konuda yığınla araştırma yapılmıştır.

“Fabrika işlerinden devlet bürokrasisinin kalkınmasının, endüstride katılımcı demokratik karar almayı garantilemediği ortaya çıktı, iş kolektifinin kendi üretim araçlarına ve artı-değerine yabancılaşması sanki daha zor görünür oluyor ve daha zararlı bir biçim alıyor gibiydi. Grevlerin sayısının giderek artması, sosyolojik araştırmalardan elde edilen kanıtlar, yetkililere temel çelişkilerin işletmelerin kendi yapıları içinde olduğunu gösterdi.” (50) İşçilerin grev yapma nedeni cumhuriyet ya da Federal Hükümetle ilgili değildi. İşçiler, kendi fabrikalarındaki çelişkinin sonucu olarak greve gidiyorlardı. Öyleyse özyönetimin fabrika birimlerini mikroskop altına almak gerekiyordu.

“Jovanov’a göre iş bırakmalarına katılan protestocuların yüzde 74’ü özellikle eliyle çalışanlardı, (manuel işçiler). “Ayrıca, iş bırakmaların yüzde 70’inde ki bu tür protestocuların yüzde 60’ını kapsar, sorun temsili organla değil, temsili organdaki yöneticilerle ilgiliydi. Hatta iş bırakmaların yüzde 85’ine en az bir temsili organ üyesi katılmıştı.”(51) İşletme içindeki saflaşma demek ki, işçiler ve seçtikleri yönetim heyeti ile değildi, düğüm, yönetim heyetindeki yöneticilere karşı, sıradan işçiler ve temsilcilerin birleşmesinde yatıyordu.

“Genelleme yaparsak, fabrika müdürleri, kısım şefleri, teknik uzmanlar hem fabrika hem de ekonomik birim düzeyindeki temsili organların karar vermesi konusunda son derece etkiliydiler. Yasaya göre, yöneticiler sadece önerir ve yürütürlerdi. Temsili organlar karar verirdi. Ancak araştırmalar, önerme yetkisinin karar yetkisini ortadan kaldıracak şekilde ortaya koyulabileceğini göstermiştir. Son kararı veren öz yönetim organları olsa bile, onların seçim yapacağı alternatifler, fabrika müdürü ve teknik personeli tarafından hazırlanıyordu. Genel olarak birbirleriyle yarışan önerilerin farkı, üretimi yapan işçilerin anlamayacağı kadar karmaşıkt1. Ayrıca herhangi bir öneriyi olduğundan farklı gösterecek şekilde sunma olanağı da vardı. Genel olarak teknik bilgi üstündeki yeteneklerinin ve kontrollerinin, yöneticilerin elinde çok güçlü bir silah olduğu ortaya çıktı.”(52) Görüldüğü gibi ülkenin ekonomik gidişi işçilerin elinde gözükse bile gerçekte müdürler, teknik elemanlar, uzmanların, elindeydi. Ayrıca hiç şüphe yok ki dönenleri kavrama yeteneğinde olan uyanık işçiler hatta çoğu yerde rastladığımız gibi sendika yöneticileri bu yöneticiler tabakası ile yetenekleri ölçüsünde kaynaşmışlar ve gelirden paylarını alıyorlardı.

Yukarıdaki alıntılar bizzat Yugoslavların kendi araştırmalarından vardığı sonucu yansıtır. Şimdi bu ülke konusunda uzmanlaşmış bir İngiliz’in düşüncelerini aktaralım:

‘Yasa, İş Kolektifleri, yönetime katılma haklarını işçi heyetleri ile gerçekleştireceklerdir demesine karşın, işletme müdürlerine üretim sürecini örgütleme… işletmenin faaliyetinin ve planının gerçekleşmesini yönetme… ‘yasaları uygulama’, yetkisini veriyordu. Müdürün işletme adına bağlayıcı antlaşma yapma, işçi alma, işçiyi çıkarma, günlük disiplini sağlama yetkisi vardı. Yetkisi dahilinde olduğu düşünülen konularda işçi heyetine danışmak zorunda değildi ama temel politika değişikliği söz konusu olduğunda danışmak zorundaydı. Günlük işler ve temel politik sorunlar arasındaki ayırım ise açıkça belirlenmemişti.”(53) Yazar az sonra şu yargıyı yapıyor. ‘Yugoslav işçiler İngiliz maden işçilerinden daha çok fabrikalarının sahibi değillerdi… Ayrıca Yugoslav ve İngiliz işçiler arasındaki büyük fark, İngiliz işçilerin arkasında daha iyi ücret ve çalışma koşulları müzakere edebilecek güçlü bir sendika olmasıydı.”(54)

Yazımızın uzunluğuna karşın bugünkü Sovyet reformları açısından konuyu değerlendirmeyi önemli görüyoruz. Gorbaçov da parti bürokrasisini kırmak, çürümüşlüğü temizlemek, varılan hantallığı yıkmak için fabrika yöneticilerinin sorumluluğunu arttırdı. Ama Yugoslavya deneyi ile arada bir fark var. Gorbaçov bu arada bir yandan merkeziyetçiliği ayrıntılarından arındırıp daha özleştirirken, işçilerin denetimini yükseltmeye hizmet edecek Glasnostu, açıklığı getiriyor. Sovyet uzmanları Yugoslavya özyönetimi deneylerinden bu sınırlar içinde yararlanmaya çalışıyor, ya da çalışmalıdırlar.

Yugoslavya deneyi bir konuya da ışık tutacak ip uçlan veriyor. Devlet adamlarından daha güç ve yetki sahibi fabrika müdürleri, teknik elemanlar konumlarından hiç de memnun değildir. Ekonomideki kargaşalık, başarısızlık zaten bunun nedenlerini açıklar. Fabrika müdürleri, ilk dönemde Federal Hükümet’in parçalanması ile yetkileri artan belediyelerle işi götürmeye çalışmışlardır. Ama belediyelerin alanları, fabrikaların üretim alanı göz önüne alınırsa dardır. O nedenle cumhuriyet dönemi, fabrika yöneticilerinin özlemi olmuştur. Ama cumhuriyetler dediğimiz nedir ki? Büyüklüğünü yukarıda gördük. Öte yandan Yugoslavya her şeye karşın yine bir devlettir. Bir ekonomik bütünlük kurmuştur. Cumhuriyetlerin anayasası kendi kaderini tayin hakkını verir. İstendiği anda Federal Cumhuriyet’ten ayrılınabilir ama istenen bu değildir. Ekonominin talebi başka doğrultudadır. Tam da Gorbaçov’un yaptığına uyar.

“Devletin rolü sorununu çözmek zorundayız. Bugün, devletten şöyle bir söz etmek bile yanlış anlaşılıyor; ama özyönetimden yana olan komünistler devlete karşı değiller, sadece etatist devlete (devlet için devlet olmaya bn.) karşılar. Hatanın temeli devletin yok olacağı fikrinin basitleştirilmesinde yatar.”(55) Marks’ın devletin yok olacağı tezinin vardırıldığı noktanın yanlışlığı kabul ediliyor. Devam edelim: “…bir plan yapmaya düşmanlık ekonomi için yalnız 2 alternatif olduğu yanlış saptamasından doğdu yasal olarak bağlayıcı federal plan ya da tamamen serbest pazar, ikisi de başarılı sonuç vermedi ve ideolojik olarak ikisi de kabul edilemez. Hatta… seçim var olan parçalanmış bürokratik müdahale ile özyönetimin yeni evresine dayalı örgütlü bir müdahaledir.”(56)

Sonuçta varılan konak plan ve devlet ihtiyacıdır. 1973’de kabul edilen anayasa Yugoslavya’ya BETO denilen özyönetimin başka bir devresini getirir. Yürürlükte olan da bu sistemdir.

Birleşik Emeğin Temel Örgütlenmesi (BETO) Dönemi

Plan gerekliliğini Yugoslavya yine kendine göre çözecektir. Çıkılan yol geri dönüşün önünü tamamen tıkamıştır. Plan her yerde görüldüğü gibi tepeden değil aşağıdan yapılır. Üretilen her ne olursa olsun eğer ki para birimi ile değerlendirilemiyor ise o şeyi üreten işçiler emeğin en küçük birimi olarak kabul edilirler. Tüm işletmeler böyle örgütlenme birimlerine ayrılırlar. Büyük işletmeler bir anlamda BETO’lar konfederasyondur. Örneğin bir tekstil fabrikasında 5600 işçi vardır diyelim. Bu fabrika 20 BETO’ya bölünmüştür.

BETO’lar nasıl çalışır? Her bir BETO üyeleri sürekli olarak tartışarak bir üretim hedefi belirlemeye çalışırlar. Çeşitli sektörler ve ülke genelinde bilgili ekonomi odaları bu hedefleri toplar ve ulusal ölçüde uyuma sokar. Bu çıkan taslak sendikalarla yapılan toplantıda tartışılır ve bir antlaşma imzalanır. Sonuçta tüm ülke ekonomisi 240 tane sosyal antlaşmaya uygun olarak üretime geçer. Böylece şimdiye kadar yapılan dengesizliklerin üstesinden gelinmeye çalışılır.

Federal Hükümetin yetkileri eskiye oranla, biraz arttırılmıştır, buna denk düşen bürokratik değişiklikler getirilmiştir. Federal Hükümet ülke çapında hedef belirler. Kararlarda oy birliği zorunluluğu olması nedeniyle çok ilkel denebilecek kararlardır. Örneğin son ekonomik plan hedeflerinde Federal Hükümet ithalatı azaltıcı ve ihracatı arttırıcı önlemelere öncelik verilmesini öngörür. İşte o kadar. Cumhuriyetler de buna uyamazlarsa uymazlar. Özgürlükleri bu kadar bile bağa katlanamama hakkını içerir.

Yugoslavya değişik, ilginç bir ülkedir. Tarihte Roma ve Osmanlı İmparatorlukları arasına sıkışmıştır. Hıristiyan kültürü ile de İslam kültürü ile de tanışmıştır. Sonra Hitler ve Mussolini faşizmi ile Stalin sosyalizmi arasındaki savaş ortasında kalmıştır. Şimdi kuzey batısında en gelişkin kapitalist ülkeler, kuzey doğusunda sosyalist ülkeler, güneyinde devlet kapitalizmi ile kalkınmaya çalışan yoksullar vardır. Elbette Yugoslavya bu kadar çeşit antik medeniyetler, din ve modem iki sistemden etkilenmeden edemezdi.

Devrim sonrası iktidara gelen küçük burjuva sosyalistleri altından kalkılması zor bunca çelişkiyi omuzlamak zorunda kalmışlardır. Ülke koşullarının bilimsel analizi üstünde yükselmeyen sosyalistlikleri onları sınıf körlüğüne götürmüştür. Stalin’in zorlamalarına küçük burjuva yapıları dayanamamış, yağmurdan kaçayım derken kapitalizmin dolusuna tutulmama içgüdüsü ile Arafat’ta bir sistem kurmuşlardır. Kırlar bugünkü haliyle çürümüştür. Ne kapitalizmin ne de sosyalizmin verimliliğine atlayamamaktadırlar. Kentlerde ise durum farklı değildir. Kapitalizmin üretim düzeyine sosyalizmin sosyal adaletçi yanlarını da sokmak derdi ile çıkılamamaktadır.

Şimdiki yöneticiler özyönetimin hala gelişim içinde, kendi başına bir sistem olduğunu iddia etseler de sonuçta iki sistemden birine oturma özlemi ve aynı zamanda çelişkisi içinde oldukları bizce açıktır. Yani sonuçta öz yönetim ya KP öncülüğünde merkezi bir yönetim içine girecektir ya sosyalistleşecektir ya da kapitalist üretim tarzına oturacaktır. Yazımız daha çok Yugoslavya ile sosyalizm arasındaki farklılığı öne çıkarıcıydı. Başka bir yazı ile kapitalizmden farklılıklar işlenirse o zaman kapitalist sistem içine nasıl oturabileceği daha aydınlanabilir. Ancak bizim inancımıza göre sosyalizmin kamu mülkiyetinden kapitalizmin özel mülkiyetine atlamak sosyalist devrim yapmaktan daha kolay değildir. Yugoslavya’nın dağlar kadar birikmiş içinden çıkılması çok zor ekonomik dengesizliklerinden düzlüğe çıkışının Doğu Avrupa ülkelerinin tozu dumanı dindikten sonra doğacak yeni bir güçler dengesinde çözüleceği düşüncesindeyiz.

Kaynakça

1- Economic Policy in Socialist Yugoslavia. Rudolf Bicanic, Cambridhe University Press 1973, s. 30

2- The Yugoslav Economic System, Branko Horvat, International Arts and Sciences Press, Inc. White Plains, N.Y. 1976, s. 7

3-The Economy of Yugoslavia, Fred Singleton and Bernard Carter, St. Martin’s Press, New York, 1982, s. 10 3-4

4- Economic Policy in soc. Yugo. Bicanic, ay. s. 31

5- Yugoslav Economic System and Its Performance in the 1970’s illura 0. Tyson, Institute of International Studies, University of California, Berkeley 1980, s. 70

6- The Eco. af Yugo. B. Horvat ay. s. 114

7- ay. s. 115

8- ay. s. 116

9- ay. s. 101

10- ay. s. 102

11- Political Organizations in Socialist Yugoslavia, Jim Seroka and Rados Smiljkovic, Duke University press Durham 1986, s. 81

12- ay. s. 82

13- ay. s. 39

14- The Transformation of Communist Ideology: The Yugoslav Case, 1945-195 3 A.R. Johnsodn, The Mit Press England, 1972, s. 20

15- ay

16- ay. s. 30

17- The Yugoslav Eco System, B. Horvat, ay. s. 14

18- Economic Policy in socia, Yugo. R. Bicanic, ay. s. 35

19- ay.

20- The Economy of Yugo. ay. s.80

21- ay.

22- ay.

23- ay. s.81

24- ay. s. 82

25- ay. s. 84

26- ay. s. 85

27- ay. s. 105

28- ay. s. 106

29- Yugoslav Eco. Sys. and Its Performance… ay. s. 70

30- The Transformation of Comk. Ideo, ay. s. 58-9

31- ay. s. 8

32- Market Sodalizm in yugoslavia, Christopher Prout, Oxford University Press, 1985, s. 12

33- New Times, yıl 1989 sayı 33, s. 31

34- ay.

35- The Transformation of Com Ideo, ay. s.203

36- Moscow News, yıl 1989 sayı 48 s. 5

37- The Transformation of Com Ideo, ay. s. 206

38- Political Organizations in So. Yugo, ay. s. 87

39- ay. s.45

40- Democratic Reform in Yugoslavia, The Changing Role of the Party, April Carter, Frances Pinter Publishers, London, 1982, s. 3

41-The Eco. of Yugos. Singleton, ay. s. 130

42- Market socialism in Yugo, ay. s.30

43- Nationalism and Federelism in Yugoslavia, 1963-83, Indiana University Press Bloomington, 1984 s. 139

44- ay.

45- ay. s. 197

46- ay.

47- ay. s. 157

48- ay. s. 156

49- ay. s. 170

50- Market Socialism in Yugo, ay. s. 50

51- ay. s. 52

52- ay. s. 53

53- The Economy of Yugo. Singleton, ay. s. 122

54- ay. s. 124

55- Market Soc. in Yugo, ay. s.70

56- ay.