Kırda Kapitalizmin Gelişmesi – Mehmet YILMAZER

Çağdaş Yol, Sayı 11, Mart 1990

12 Eylül sonrası, işçi sınıfı hareketi yavaş da olsa yükselirken kırlar sakin görünüyor. Kürt ulusal sorununu tamamen ayrı niteliğinden dolayı “köylü sorunu”ndan ayırırsak Türkiye kırları, 12 Eylül’ün bütün fiyat makaslarına rağmen henüz hoşnutsuzluğunu açığa vurmamıştır. Bunu söylerken, 1985’ler de batan çiftçilerin traktörlerini kitle halinde satışa çıkarmalarına ve Ege Bölgesi’ndeki tütün üreticilerinin yarattığı eylemliliği elbette ki unutmuyoruz! Ancak bunlar, kırdaki koşulların acı tablosunu yansıtmaktan çok uzaktır.

En kaba hesapla, tarımın ulusal gelir içindeki payı 1980’de yüzde 23,87 iken 1989’da bu pay yüz-de l5,80’e gerilemiştir. (Milliyet, 16.4.1989) Kırdaki egemen zümrelerin gelirlerinin 12 Eylül’le birlikte azalmayıp arttığını göz önünde tutarsak, kırdaki yoksullaşmanın boyutlarının çok daha derin olduğu hemen tutarsak, kırdaki yoksullaşma şimdilik kendini sistematik olarak büyük şehirlere ve yurt dışına göç olarak açığa vuruyor.

Kırda sınıflar savaşının gelişimine biraz daha yakından bakmak gerekli. 1960 sonrası devrimciliğinde “köylülüğün stratejik önemi” çok tartışılmış olmasına rağmen, 1974 sonrası ve özellikle 1980 sonrası “köylü sorunu” adeta unutulmuş, ya da oldukça başka zeminlerde ele alınmıştır.

Sınıflar mücadelesinin en kalın çizgileri şu gerçekliği gösterdi: şehirler sosyal demokratlara, kırlar “sağ” partilere oy veriyor. ANAP 12 Eylül’ün zoruyla bu tabloyu biraz zorladıysa da, sonuçta yine böyle bir dengeye yaklaşıldı. Ancak 12 Eylül’ün yürüttüğü ekonomi politikanın sonucu olarak, işçi sınıfının yanında kırlarda da yoksullaşma hızlandı ve yaygınlaştı. Demirel ve DYP kırdaki bu hoşnutsuzluğu zaman zaman politik manevralarında değerlendiriyor. Ancak olay bu pragmatik manevralardan daha öteye bir anlam taşıyor. Türkiye’de finans-kapital iktidarı, kırlardaki yedek güçleri aracılığıyla köylülüğün büyük çoğunluğunu kendi ağlarında tutabildiği ölçüde, işçi sınıfını yenilgiye uğratma şansına sahip olduğunun bilincindedir. Bu nedenle, kırlarda da hoşnutsuzluğun yükselmesi finans-kapital iktidarı için önemli sancılar yaratabilir. Taban fiyatlarını yükseltme, köylüye olan devlet borçlarının ödenmesi vb. pragmatik uygulamalarla, her iktidar biriktirdiği hoşnutsuzluğu gidermek için yollar bulur. Ancak yeterince tekrarlanan bu uygulamalar her seferinde sorunu çözmek bir yana kırlardaki problemin üzerindeki basıncı arttırıyor.

Son yapılan 1980 tarım sayımının verilerinden hareketle, kırlarda akan bu süreci somutlaştırmaya çalışalım. 1980’deki durumu yeterince tespit edebilirsek, 12 Eylül sonrası yaşananların kırlardaki gelişimi nasıl ve hangi yönde etkilediği, hangi süreçleri derinleştirdiği daha açık kavranabilir. Sınıflar savaşının bu geniş çılanındaki gelişmeler yeterince gözler önünde değil. Türkiye’deki gelişmeler, önümüzdeki yıllarda, kırlardaki sınıf mücadelesini daha göze batar hale getirebilir. Aslında bu alanda mücadelenin yükselmesi biraz da proletaryanın yolu açmasına bağlıdır. Yoksa yeterince “yanıcı madde” kırlarımızda da her gün artan biçimde birikmektedir.

Süreçleri somutlamaya çalışalım.

Toprak Dağılımı

Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi tek parti döneminin sinsi 25 yıllık birikiminden sonra 1950’lerde hızlanmıştır. Özellikle kırlara traktör akınıyla birlikte 1950’den sonra yaman bir alt üstlük yaşanmıştır. Bunun en belirgin kanıtı nüfus kaymasıdır. Tek parti yıllarında hemen hiç değişmeyen tarımsal nüfus oranı yüzde 75, sonrasında hızla küçülmeye başlamış 1980’de yüzde 56,1 e gerilemiştir. Bu zelzele toprak dağılımına nasıl yansımıştır? Tarım istatistiklerimizin sistemsizliği bu gelişmeleri elbette ki çok silikleştirmektedir. Ancak bu silik haliyle de olsa, süreçlerin ana yönüyle ilgili yeterince ipucu vermektedir. (Tablo 1) Kırdaki sınıf farklılaşmasını tablodaki toprak büyüklüklerinden izleyeceğiz. Bunun ancak çok kaba bir ayırım olduğunun bilincindeyiz. Çünkü yoğun tarım için toprak büyüklüğü yanıltıcı bir kriter olur. En sağlam kriter hiç şüphesiz üretim temeline dayanmalıdır. Ancak bizde böyle bir istatistik yoktur. Öte yandan, bizde tahıl alanlarının çok geniş olması ve yoğun tarımın henüz çok sınırlı olması nedeniyle toprak büyüklükleri çok kaba da olsa kırdaki farklılaşma hakkında sınırlı bir bilgi verebilir.

Önce yoksul köylü işletmelerinin durumundan başlayalım. Bunlar 1-50 dönüm toprak işlerler. İlk göze çarpan yoksul köylü işletmelerinin sayılarındaki artıştır. 1950’de 1,5 milyon olan işletme sayısı 1980‘de 2,26 milyona çıkmıştır. Bu çoğalma kırda kapitalizmin gelişmesinin en tipik sonucudur. Toprak parçalanması ve yoksullaşmadaki artış birbirine paralel giden süreçlerdir. Nitekim 1950’de 25,2 dönüm olan ortalama işletme alanı 1973’de 19,6 dönüme, 1980’de ise 20,1 dönüme düşmüştür. 1980’de köylü işletmeleri içinde 62,1’lik bir çoğunluğa sahip olan yoksul köylülük toplam toprağın ancak yüzde 20’sini işlemektedir.

 

TABLO I: 1950, 1973, 1980’de toplam dağılımı
1950
İşletme büyüklüğü (dönüm) İşletme Sayısı Oran

(%)

İşlenen alan (hektar) Oran

(%)

Ortalama işit. alanı (dönüm)
1-50 1.554.000 61.8 3 924 500 18.9 25.2
51-100 550.000 21.9 3 894 000 28.8 70.0
101 200 264.000 10.5 3 960 000 19.1 150.0
201-500 104.000 4.2 3 500 000 16.9 335.0
501- 40.000 1,6 5 472 091 26.3 1370.0
Toplam 2.512.800 100.0 20 750 591 100.0
1973 (1)
İşletme büyüklüğü (dönüm) İşletme Sayısı Oran

(%)

İşlenen alan (hektar) Oran

(%)

Ortalama işit. alanı (dönüm)
1-50 2.202.998 70.5 4 371 777 21.3 19.6
51-100 506.198 16.2 3 879 182 18.9 76.0
1Ö1-200 265.598 8.5 4 063 905 19.8 160.0
201-500 115.613 3.7 3 817 608 18.6 330.0
501- 34.71 1.1 1 392 302 21.4 1260.0
toplam 3.124.678 100 20 524 744 100.0
1980 (2)
İşletme büyüklüğü (dönüm) İşletme Sayısı Oran

(%)

İşlenen alan (hektar) Oran

(%)

Ortalama işit. alanı (dönüm)
1-50 2.267.021 62.1 4 555 588 20.0 20.1
51-100 738.376 20.2 4 839 213 21.2 65.5
101-200 421.523 116 5 424 497 23.8 128.6
201-500 194.551 5 3 5 200 688 22.9 267 3
501 29.439 0.8 2 736 040 12.1 929 4
Toplam 3 650 910 100 22 756 026 100

 

Üç tarım sayımındaki rakamları karşılaştırınca, yoksul köylülük içindeki toprak parçalanmasının sınırına dayanıldığı sonucu çıkarılmalıdır. Eğer DİE bizi yanıltmıyorsa durumu böyle tespit edebiliriz. 1950’den 1973’e sayıca 648.998 artan 1-50 dönümlük işletmeler, 1973’den 1980’e yalnızca 64023 artmıştır. 1950-73 arası yıllık artış 28 bin. 1973 sonrası ise sadece 9 bindir. Yoksul köylü işletmelerindeki toprak parçalanması üç kat yavaşlamıştır. Bunun nedenini somutlayabilmek için yoksul köylü işletmelerinin biraz daha içine girelim.

Yoksul köylülük içinde 20 dönümden aşağıya toprak işleyenleri ele aldığımızda, (Tablo 2) toprak parçalanmasının hangi sınırlan zorladığı açıkça görülmektedir. Ortalama işlenen alan 10,7’den 8,5 dönüme düşmüştür. Sonuç olarak 20 dönümün altında toprak işleyenler 313 bin eksilmiştir. Kırdaki işletmelerin üçte birine yakın olan 1 milyonu aşkın en yoksul işletme (1-20) toplam tarım alanının yalnızca yüzde 4,2’sini işlemektedir. Oysa binde 8 azınlık olan 500 dönümden fazla toprağı işleyen büyük toprak sahipleri, tüm en yoksul işletmelerin üç katı toprağa sahiptirler. (Tablo: 1) (21-50) dönüm toprak işleyenler ise 377 bin artmıştır. İşletme sayısı olarak yüzde 47,9 artışa karşılık işlenen alan yüzde 26,7 artabildiği için ortalama işlenen alan 36,2 dönümden 31 dönüme düşmüştür. Sonuç olarak, 20 dönümden aşağıya toprağa sahip en yoksul köylü işletmeleri sayı ve alanca azalmaktadır. Bu bize Türkiye ölçüsünde toprak parçalanmasının alt sınırını veriyor. Bu işletmelerde çok azının sermaye biriktirip işletmesini genişletme şansı olduğu, diğer ezici çoğunluğunun daha da yoksullaşacağını dikkate alırsak, 20 dönümün altında eksilen 313 bin işletme proleterleşmenin boyutunu verir. Demek 1973-1980 arasında en az 300 bin aile proletaryanın saflarına itilmiş olmalıdır.

Sonuç olarak, yoksul köylü işletmelerindeki toprak parçalanması, 1970 öncesine göre yavaşlamıştır. Bu demektir ki yoksullaşmanın son sınırına dayanılmıştır, daha gerisi doğrudan proleterleşmektir.

“Devlet Planlama Teşkilatı Sosyal Planlama Dairesi hin bölgeler düzeyinde yaptığı bir gelir dağılımı araştırmasına göre toprakla uğraşan hane halkının Akdeniz Bölgesi’nde yüzde 83’u, Karadeniz Bölgesi’nde yüzde 77’si, İç Anadolu Bölgesi’nde yüzde 78’i, Ege Bölgesi’nde yüzde 73’ü ve Doğu Anadolu Bölgesi’nde yüzde 90’ı geçim için yeterli toprağa sahip bulunmamaktadır.”(3) Bu rakamlarla Tablo l’deki yoksul köylü işletmelerinin yüzde 62,1’lik oranı karşılaştırılırsa, yoksulluk sınırının toprak dağılımı bakımından 50 dönümün de üzerine çıktığı anlaşılıyor. Tarım girdi fiyatlarında ve günlük tüketim mallarındaki yüksek fiyat artışları dikkate alınmadan, yalnızca toprak dağılımı temel alınarak kırdaki yoksullaşmanın boyutları ancak çok genel sınırlarıyla tespit edilebilirdi. “Hane halkı gelir dağılımı” kır yoksullarımızın oranını yukarıya çekmektedir.

Orta köylülüğe gelince, tablodan belirgin sonuçlar çıkartmak çok zordur. 1950’den 1973’e 51-200 dönüm işleyen işletmelerde sayıca bir azalmaya karşılık işlenen alanda bir artış gözlenmektedir. Orta köylülüğün üst dilimi (101-200) az da olsa bir toprak temerküzü yapmıştır. Nitekim ortalama işletme alanı yükselmiştir. (Tablo 1) (70’den 76’ya, 150’den 160 dönüme) Ancak 1973 sonrası gelişim tersi yöndedir, toprak parçalanması artmıştır. Toplam orta işletmeler 388 bin artmasına karşılık işlenen alan aynı oranda artmadığı için ortalama işlenen alan (51-100)lük dilim için 1976’dan 65,5’e, (101-200)lük dilim için 160’dan 128,6 dönüme gerilemiştir. Dolayısıyla toprak parçalanmasının yoksul köylülük içinde son sınırları zorlanırken, orta köylülük için bu süreç özellikle 1970’ler sonrası hızlanmıştır. Modern yoğun tarımla karşılanamayan toprak parçalanması çok açıktır ki, kırda yoksullaşmanın daha yukarı basamaklardaki köylü ailelerine tırmandığının işareti olabilir. Anlaşılıyor ki 1970’ler sonrası süreç bu yönde işlemektedir. 1980 sonrası ekonomi politikası bu gelişmeyi derinleştirmekten başka bir sonuç yaratmış olamaz.

Orta köylülükle yoksul köylülüğü birlikte ele alırsak, bunlar kırdaki işletmelerin yüzde 93,9 gibi ezici bir çoğunluğunu temsil etmelerine karşılık, toprakların yüzde 65’ini işleyebilmektedirler.

Zengin köylülük ya da (201500) dönüm işleyen kır burjuvalarına gelince, sayıca 1950’de 100 binden 1973’de 115 bine yükselmiş, işledikleri alan da bu yıllar içinde çok az artmıştır. Ancak 1970 sonrası kır burjuvaları daha hızlı bir gelişim göstermişlerdir. İşletme ve alan olarak payları artmıştır. Gerçi ortalama işlenen alan 1973’de 330 iken, 1980’de 267 dönüme düşmüştür, ancak bunların genellikle modern tarım yaptığı düşünülürse bu bir gerileme belirtisi olamaz.

500 dönümden fazla toprağa sahip, büyük toprak sahiplerinin işletme sayısı 1950’de 40 bin iken toprakların yüzde 26,3’ünü işlemekteydiler. 1980’de 29 bine gerileyen işletme sayısına karşılık toprakların yüzde 12,1 ini işlemektedirler. Tablodan çıkan ana eğilim büyük toprak sahipliğinin giderek parçalandığı yönündedir. Bu iki açıdan incelenmelidir.

Birincisi, kırda kapitalizmin gelişmesiyle eski beyler Prusya tarzı burjuvalaşırken, topraklan da en uygun üretim boyutlarına küçülmüştür. Ya da gelişime ayak uyduramayanlar topraklarını kır burjuvalarına satmak zorunda kalmışlardır. Bu inkar götürmez bir gerçekliktir. Ancak bu sürecin somut boyutlan nedir? Bu konuda DİE rakamları gerçeğe ne kadar yaklaşabilmektedir? Bu noktada olayın ikinci yönüne değinmek zorundayız. Bizde 1937, 1946 ve 1971 toprak reformu uygulamaları değil, söylentileri sahte toprak parçalanmalarına yol açmıştır. Topraklar, reform sınırına girmesin diye tapuda akrabalara “satılmıştır”. Bu nedenle istatistiklerdeki 500 dönüm üzerindeki topraklarla ilgili rakamlar gerçeklere oldukça uzaktır.

Sonuç olarak, büyük topraklarda, kapitalizmin gelişmesinin sonucu bir bölünme yaşanmıştır. Ancak bunun gerçek boyutlarıyla ilgili fazla bir şey söylemek mümkün değildir. Kırdaki farklılaşmanın hiç değilse kaba bir tablosunu çıkarabilmek için kır yoksullarıyla, kır burjuvazisi ve büyük toprak sahiplerinin konumlarını belirtelim. 1980’de yoksul köylü işletmeleri toplam içinde yüzde 62,1’lik yer tutarken, toprakların yüzde 20’sini işlemektedirler. Kır burjuvazisi ve büyük toprak sahipleri yüzde 6,1’lik bir azınlık iken, toprakların yüzde 35’ini işlemektedirler. En yumuşatılmış, tapu oyunlarıyla üstü örtülmüş haliyle kırlardaki saflaşmanın durumu böyledir.

Dolayısıyla, kırlardaki ezici çoğunluğun sorunu toprakta odaklaşmaktadır. Oysa 1981 Köy Envanter Etütlerinde “köy sorunları” anketinde “cami sorunun”dan “yol sorununa” kadar anket yapılırken toprak ihtiyacı üzerine soru bile açılmamıştır, öte yandan samimi bir köy araştırmacısı şu sonuca varmıştır:

“Mevsimlik tarım işçileri ise sürekli işçiliğe değil köylülüğe yönelik eğilimler taşımaktadırlar. Toprağa olan özlemlerini açıkça belirtmişlerdir. Nitekim ‘en büyük ihtiyaçlarının ne olduğu’ sorulduğunda yüzde 85 oranında toprak yanıtı alınmıştır. ” (4) 1973

TABLO 2: 1973-1980’de (1-50) dönüm arası toprakların dağılımı
1973
İşletme Büyüklüğü (dönüm) İşletme Sayısı Oran (%) İşlenen Alan (hektar) Oran (%) Ortalama İşletme alanı (dönüm)
1-20 1.415.479 45.3 1.518.833 7.4 10.7
21 50 787.419 25 2 2 852 945 13.9 36.2
toplam 2.202.998 70.5 4.371.777 21.3
1980
İşletme Büyüklüğü (dönüm) İşletme Sayısı Oran (%) İşlenen Alan (hektar) Oran (%) Ortalama İşletme alanı (dönüm)
1-20 1.102.379 30.2 941.431 4.2 8.5
21.50 1.164.642 31.9 3.614.157 15.8 31.0
toplam 2.267.021 62.1 4.555.588 20.0

 

Toprak Tasarruf Biçimleri

Toprak tasarruf biçimleri, eski üretim ve mülkiyet ilişkilerinin kırda kapitalizm tarafından ne ölçüde değişime uğratıldığının bir göstergesidir. Bu konuda ortakçılık ya da yarıcılığın durumu önem kazanır. Tablo 3’e baktığımızda rakamların yeterince güvenilir olmadığı hemen anlaşılıyor. 1950 yılında ortakçılığın yüzde 2,9 gibi düşük bir seviyede olması inanılır görünmüyor. Tek parti döneminin son yıllarındaki toprak reformu tartışmalarında üzerinde en çok tartışılan konu ortakçılıktı. O günlerin CHP’li Tarım Bakanı konuyu meclise şöyle getirmişti: “Nedir mevcut düzen arkadaşlar bilir misiniz? Ortakçılık. Sizlere bu düzeni anlatayım, hem de çırılçıplak” (5) Bütün kıyametin böylesine önemsiz bir miktar için kopması mümkün değildir. Ancak bu rakamlarla da yetinmek zorundayız. Çünkü başka veri yok.

Ortakçılık 1963’lerde artmıştır. Bu, işletmelerin parçalanması ve sermaye yetersizliğinin sonucu olmalıdır. Ancak ardından gelen yıllarda makinalaşma arttıkça ortakçılık çok gerilemiştir. 1963’den 1980’e tam 13 kat azalmıştır. Öte yandan, ortakçılığa göre kiracılık artmıştır. Bu da kapitalizmin gelişiminin doğal bir sonucudur. Ancak kiracılık da mutlak rakam olarak gerilemiş, 1963 den sonra 3 kat azalmıştır. Mülk sahipliği yüzde 90’a varmıştır. Ortakçılığın kapitalizmle birlikte gerilemesi az çok normal sayılabilir. Bu alanda tefeci sermayenin doğurduğu sonuçlara daha sonra değineceğiz. Ancak kiracılığın hızla gerilemesi aynı ölçüde normal sayılamaz. Bunu bizde yerleşmiş bir kiralama sisteminin olmayışına bağlamalıyız. Gelişmiş kapitalist ülkelerde gayrimenkul kiraları genellikle uzun periyodlarla yapılıp kiracı korunur. On yıldan 99 yıla kadar süre belirlenebilir. Ancak bizde sorun toprak sahibiyle kiracının pazarlığına kalmıştır. Oysa batıda daha burjuva devrimi yıllarında büyük toprak sahipleri terbiye edilmiş, onların rant vurgunu sınırlandırılmıştır. Bizde büyük toprak sahiplerine I. İnönü’nün deyimiyle hiçbir zaman “dokunulmamıştır”. Sonuçta toprak sahibinin ikide bir kira arttırımı talebi, kira sürelerinin belirsizliği kiracılık sistemini iyice küçültmüştür. Böylece, büyük sermayeler toprak satın almaya aktığı için, bizzat üretim devresine gerekli olan sermaye daralmıştır.

Son olarak, Tablo 3’deki “yan mal sahibi ” (işletmesi için mülk toprağına ilave olarak toprak kiralayanlar) ve sırf kiracıların toplamını dikkate alarak toprak kiralama gücünün nasıl dağıldığını görelim.

Tablo 3: Toprak tasarruf tiplerine göre işletme sayısı

 

TOPRAK

tasarruf tipleri

1950 (6)

İşletme  sayısı         %

1963 (7)

İşletme  sayısı                      %

1980 (8)

İşletme Sayısı              %

Mal sahibi 1.686.143 74.1 2.170.353 70.0 3.223.754    90.5
Yarı mal sahihi    498.838 21.9    621.588 20.0      27.0107     7.5
Kiracı      14.815 0.6      97.000   3.1      29.611     0.8
Ortakçı      66.895 2.9    172.909   5.6      13.389     0.5
Diğer        7.984 0.5      38.900   1.3      21.954     0.7
TOPLAM 2.274 675 100 3.100.750 100.0 3.588.815 100

Kendi toprağına ilave olarak toprak kiralayan ve sırf kiracı olan işletmeleri ele aldığımızda, kira ile işlenen alan toplamın yüzde 12’sidir. Arazinin yüzde 88’i mülk olarak işlenir. Toplam kiralanarak işlenen alan içinde büyük toprak sahiplerinin payı yüzde 17’dir. 500 dönümden fazla toprak işleyen büyük toprak sahiplerinin toprak kiralaması garip görülmesin, bunlar genellikle devlet topraklarını yok pahasına kiralarlar. Kır burjuvaları (201-500) kiralanan alan içinde yüzde 30,2; orta köylülük (51-200) yüzde 39,2’lik bir paya sahiptir. En çok toprağa ihtiyacı olan yoksul köylülük ise toplam kiralanan alan içinde ancak yüzde 13,1’lik bir paya sahiptir.

En çok toprak kiralayan kesim orta köylülüktür. Bunun anlamı, işletmesini büyütmekten çok, toprak yetmezliğini giderebilme çabasıdır. Fakat kır burjuvaları için toprak kiralamanın anlamı, işletmesini ve kârını büyütme güdüsüdür. Yoksul köylülük toprağa açtır. Ancak bu açlığı giderecek sermaye birikimine sahip olmadığı için en az toprak kiralayabilen kesimdir.

Sonuçta, kırda kapitalizmin gelişmesi ortakçılık gibi eski üretim ve tasarruf biçimlerini tasfiye ederken kırlarımızı belki de gereğinden fazla özel mülkiyet çitleriyle bölmüş, parçalamıştır. Bu da kırda sermayenin hareketini zorlaştıran en önemli engeldir. Sermaye her hareketinde bu özel mülkiyet çitleriyle yüz yüze gelir, o nedenle üretimden çok ticaret ve tefeciliğe eğilimlidir. Bu durum ise, kırlarımızın Babil Kulesi gibi katmerlenmesini arttırmaktan başka bir sonuç doğuramaz.

Kırda Makinalaşma ve Üretkenlik

Tarımda makinalaşmayı traktör sayılarından izlemek genellikle yeterlidir. 1980’deki duruma gelmeden makinalaşmanın gelişmesine değinelim. 1940 yılında 1066 traktör vardır: 1950’de 16 bin, 1960’da 42 bin; 1970’de 105 bin olan traktör sayısı 1980’de 556 bine çıkmıştır. Gelişimde 1950’ler ve 1970derde iki önemli sıçrama vardır. Birincisi, traktör ithalatına; ikincisi, montaj sanayiinin kurulup gelişmesine denk düşer.

Traktör sayısındaki artışa paralel olarak traktörle işlenen alan sürekli artmıştır. 1960’da toplam ekilen alanın yüzde 13,6’sı traktörle işlenmiş, bu oran 1970’de yüzde 32,7’ye çıkmış, 1975’de ise yüzde 74,7’ye sıçramıştır. (9) Ancak, eğer yine bizleri DİE yanıltmıyorsa 1980’de traktörle işlenen alan yüzde 19,2’ye gerilemiştir. (10) Traktör sayısındaki artışa rağmen böyle bir gerileme eğer gerçeklik ise nasıl açıklanabilir? İhtiyatlı bir yorumla 1978-79’da tepe noktasına tırmanan ekonomik krizle mazot, gübre, tohumluk fiyatlarındaki aşırı yükselme traktör kullanımını etkilemiş olmalıdır. Ancak gerilemenin yüzde 25 gibi yüksek bir oranda olması yine de şüphe götürür.

O yılların ekonomik gelişimini dikkate alırsak, 1974-75’lerdeki enflasyonla ekonominin şişmesi ve 1979’da tıkanması gerçekliği belki de tarımda en önemli üretim aracı traktörün kullanımına böyle yansımış olabilir. 1980’deki duruma gelince, traktörlerin işletmelere dağılımı şöyledir: (1-50) dönüm işleyenlerin yalnızca yüzde 5,5’i traktör sahibidir. Bu oran orta köylü işletmelerinde (51-200) yüzde 26,1’dir. Kır burjuvalarının (201-500) ise yarısından biraz fazlası yüzde 52,8 traktörlüdür. Büyük” toprak sahiplerinin ise yüzde 82,7’si traktör sahibidir. (11) Görüldüğü gibi kırda modem üretim araçları 200 dönümden fazla işleyenlerde yoğunlaşmıştır.

Traktörle işlenen alanların dağılımına gelince, en küçük oran yoksul köylülüktedir. Topraklarının ancak yüzde 35,4’ünü traktörle işleyebilmektedir. Bu işlenen alanın yüzde 79,5’ini ise traktör kiralayarak işlemektedir. (Tablo 4)

Tablo 4: 1980 (12)
İşletme büyüklüğü traktörle işl. alan (%) Kendi malı traktörle Ortak % kira ile %
1-50 35.4 16.9 3.6 795
51-200 48.9 41.9 7.2 50.9
    201-500 57.5 56.2 10.9 32.9
501- 57.3 71 0 8.5 20 9
ortalama 49.2 46.2 7.9

 

Tablo 5: Verimlilik
Verim: kg/ha
yıllar buğday arpa pirinç tütün pamuk şeker pan.
1967

1975

1980

1250

1594

1829

1394

1731

1893

2333

2740

2750

637

828

1024

551

716

744

35122

32389

25119

Orta köylülükte oran biraz daha yüksektir. Orta köylülük, topraklarının yarısına yakınını (48,9) traktörle işlemektedir. Traktörle işlediği alanın ise yüzde 41,9’unu “kendi malı” traktörle, gerisini kira ve ortak işlemektedir.

Kır burjuvaları ve büyük toprak sahiplerine gelince, 1980 rakamlarına göre traktörle işledikleri alan yüzde 57 gibi düşük bir orandadır. Bu düşük seviye genel anlamda tarımda modern üretimin geri durumunu göstermektedir; Öte yandan 1979’daki kriz kırlara böyle yansımış olabilir. DİE rakamlarının birbirini tutmazlığı nedeniyle kesin yorumlara gitmek hata olur.

Tarımda makinalaşma ve diğer modem girdilerin kullanımının en doğal sonucu verimlilikte bir artış olmalıdır. Tablo: 5’den görülebileceği gibi verimlilikteki artış son derece sınırlıdır. Bizde tarım hala önemli ölçüde mevsim koşullarına bağımlıdır. Ancak verimlilik rakamlarını esas aşağıya çeken etken tarımdaki kutuplaşmadır. Büyük işletmelerde verim artışı tablodakinden çok daha yukarıda olmalıdır. Ancak hesaplamada, gittikçe yoksullaşan küçük işletmeler ortalama verimliliği aşağıya çekmektedir. Bu da ne devasa üretim gücünün boşa çalışıp yıprandığının en açık kanıtıdır.

Topraksız Köylü – Mevsimlik İşçi – Kır Proletaryası

Kırdaki farklılaşmanın en önemli göstergesi hiç şüphesiz ki işçileşmedir. Bu konuda yine istatistik tutarsızlıklarıyla boğuşmadan adım atamayacağız. Önce topraksız köylü ailelerinden başlamalıyız. Bunlar kır proletaryasının ana kaynağıdır. 1980 yılında 5,6 milyon köylü ailesinin 1,7 milyonu topraksızdır. (14) 1950 yılında topraksız ailelerin oranı yüzde 14,5’dir. 1968’de bu oran yüzde 17,5’e çıkmıştır. 1973’de yüzde 21,6’ya çıkan topraksız aileler oranı 1980’de yüzde 30,9 a tırmanmıştır. Kırda her yüz aileden 30’u topraksızdır.

1950’de toplam topraksız aile sayısının 340 bin olduğu dikkate alınırsa, kırda kapitalizmin 30 yıllık gelişimi mülksüzleşmeyi 5 kat arttırmıştır. Sadece bu rakam proletaryanın kırdaki ittifak potansiyelinin nasıl yaygınlaştığını göstermeye yeterlidir. Topraksız ailelerin çok az bir kesimi, sadece yüzde 4’ü kira ya da ortakçılıkla toprak işlemektedir. Geriye kalanlar şehre göçemedikçe mevsimlik işçiliğe ya da türedi işlere mahkumdur.

Mevsimlik işçiliğe gelince, 1980 tarım sayımına göre sayıları 13 milyon 798 bindir. 1980’de toplam kır nüfusunun 25 milyon olduğu düşünülürse, kırların yan nüfusu mevsimlik işçiliğe çıkmaktadır. Çalışılan gün sayısının 87 milyon olduğu göz önüne alınırsa, mevsimlik işçiler ortalama 6-7 gün çalışmaktadırlar. Bu rakamlardan çıkan sonuç, mevsimlik işçilerin büyük çoğunluğu hemen yakınındaki bir başka işletmede çok geçici iş tutmaktadır, öte yandan, Çukurova’da mevsimlik iş martın ortasından haziran ortasına kadar sürer. Yaklaşık 90 gün çalışılır ve buradaki işçiler artık genellikle kışın da çadırlarını sökmez ovada kalırlar. Çok kısa süreli de olsa mevsimlik işçiliğin böylesine yaygın oluşu tarımsal üretimin özelliği yanında, kırdaki genel yoksullukla açıklanabilir. Rakamlara göre 200 dönümden az toprak işleyen her aileden mevsimlik işçi çıkmaktadır.

“Neden kendi memleketinde çalışmıyorsun?” sorusuna, büyük bir çoğunluğu (95,9) topraksızlığı, geri kalanı da toprağın yetersizliğini göstermektedir.

“… mevsimlik tarım işçilerinin büyük bir kısmı (yüzde 65) eskiden ortakçılık yaptıklarını söylemişler: daha önce ortakçılık yapmış olan bu yüzde 65 oranında işçinin kendi içinde yüzde 77’si toprak sahibinin zorlaması ile bu işlerini bırakmak zorunda kaldıklarını söylemişlerdir.”(15)

Çukurova bölgesinde yapılan bu araştırma, mevsimlik işçilerin köklerini açıklamak bakımından genel bir eğilimi yansıtmaktadır. Topraksızlık ve toprak yetersizliği mevsimlik işçiliği zorlamaktadır, öte yandan, eski ortakçılar, işledikleri toprakları terke zorlanmadadırlar.

“Kendilerine soru sorulan işçiler ortakçılığın gittikçe azaldığını belirttikten sonra, toprak sahiplerinin ileri tarım alet ve makinalarına sahip olma ve ortakçıları topraktan çıkarma sürecini açıklamışlardır. Bir mevsimlik tarım işçisi ‘toprağı traktöre terk ettik’ demiştir. ” (16)

Sonuçta, mevsimlik işçiliğin yaygınlaşmasıyla kır nüfusu hareketlilik kazanmaktadır. Bu demektir ki, “durgun” kırlar, sosyal olayların gelişiminden eskiye oranla daha çabuk etkileneceklerdir.

Mevsimlik işçilerin işletmelere dağılımına gelince; 50 dönümden az toprak işleyen işletmelerden ancak yüzde 24,4’ü mevsimlik işçi çalıştırmaktadır. İşletmeye ortalama 1 işçi düşmektedir. Yani yoksul köylü işletmelerinin yüzde 75,6’sı yalnızca “ücretsiz aile işçiliği” ile yürümektedir. Orta köylü işletmelerinin yüzde 39’u mevsimlik işçi çalıştırmakta; işletmelere ortalama 15 mevsimlik işçi düşmektedir. Orta köylü işletmelerinin de önemli bir çoğunluğu (yüzde 61) sırf “aile işçiliği” ile yürümektedir.

Kır burjuvalarının yansı mevsimlik işçi çalıştırmakta, diğer yansı aile işçiliği ile yetinmektedir, işletmeye ortalama 22 mevsimlik işçi düşmektedir. Büyük toprak sahiplerinin ise yüzde 73’ü ortalama 55 mevsimlik işçi çalıştırmaktadır.

Toplam olarak aldığımızda tarım işletmelerinin yarısından azı yüzde 31,4’ü işçi çalıştırabilirken, yüzde 68,6’sı ya da 2,5 milyon işletme sırf “aile işçiliği” ile gitmektedir.

Son olarak, kır proletaryasının durumunu özetleyelim. Yıllara göre kırdaki ücretliler şöyledir:

Tablo 6: Kırda Ücretler (17)
1955 244.235
1960 676.791
1973 1.211.451
1980 1.500.000

1955’den 1980’e tarım işçileri sayıca 6 kat artmıştır. Ancak kır proletaryalarının örgütlenmelerinde 1955’lerden bugüne çok fazla bir değişim yoktur. Yalnızca devlet üretme çiftliklerinde çalışanlar (40 bin kadar) “sendikalı ve sigortalıdır”. Gerisi tam anlamıyla örgütsüz, dağınık bir yığındır.

Toplam kır nüfusuna oranlayınca, her yüz kişiden 6’sı tarım işçisi, 55’i ise mevsimlik işçidir.

Sonuç olarak, kırdaki saflaşmayı özetlersek, bir yanda toplam işletmeler içindeki payı yüzde 6,1’i geçmeyen 29 bin büyük toprak sahibi ve 190 bin zengin köylü toprağın yüzde 35’ini işlerken; öte yanda yüzde 62,1 çoğunlukta olan 2,26 milyon yoksul köylü işletmesi toprağın ancak yüzde 20’sini işlemektedir. İkisi arasında köylü işletmelerinin yüzde 31,8’ini meydana getiren ve toprağın yüzde 45’ini işleyen 1,15 milyon orta köylü işletmeleri vardır.

Farklılaşmanın en uç kutuplarını alırsak, 20 dönümden az toprak işleyen ve ortalama işletme büyüklüğü 8,5 dönümü geçmeyen 1,1 milyon iyice yoksul işletme tüm toprakların sadece yüzde 4,2’sini işleyebilirken 29 bin büyük toprak sahibi bu bir milyonu aşkın işletmenin bütün topraklarının üç katı toprağı işlemektedir. Devrim toprak sorununu çözecekse, bu zıtlığı ortadan kaldırarak bunu yapabilir. Üstelik istatistikler büyük toprak sahiplerinin konumunu iyice bulanıklaştırmasına rağmen, bu zıtlaşma yine de, en törpülenmiş haliyle de olsa kendini ortaya koyuyor.

Köylü işletmelerinden, tüm kır nüfusuna geçersek, 1,5 milyon tarım proletaryasının yanında, 1,7 milyon topraksız köylü ailesini dikkate alırsak, kırda en az 5-6 milyon insanımız, yani toplam kır nüfusunun yüzde 20’si türedi işlerle uğraşır ya da daha doğrusu işsizdir. Bütün bu rakamlar, proletaryanın kırdaki ittifak alanının ne ölçüde geniş olduğunu gösteriyor. Köylü ailelerinin yüzde 72’si (topraksızlar ve yoksul köylülük) proletaryanın ittifak gücü olmaya adaydır. Kırdaki açık farklılaşmanın gösterdiği gibi “tüm köylülük” birlikte davranma yeteneğinde değildir. Köylülük, kalın çizgilerle çıkarları zıt saflara bölünmüştür.

Sonuç: Kırdaki Süreçlerin Yönü ve Niteliği

Kırlarımızda 1950’den beri hızlanan farklılaşma sürecinin esas yönlerini özetlemeye çalışalım.

İlki, toprak parçalanması ve küçük işletmelerin sayıca artışıyla ilgilidir. 1970’lere kadar küçük işletmeler (1-50) sayıca artmıştır. Dolayısıyla toprakça küçülmüşlerdir. 1980’e varıldığında ise küçük işletmeler çok az bir artış göstermiş, hatta 20 dönümden az toprak işleyenler azalmıştır. Bu gelişme, artık küçük işletmelerin parçalanma sınırına dayandıklarını gösteriyor. Toprak parçalanmasıyla, yoksullaşma küçük işletmelerde paralel akan bir süreç olduğu için, 2 milyonu aşkın köylü işletmesi yoksulluğun en alt sınırına itilmiş demektir.

İkincisi, 1950-70 arası süreçle kıyaslandığında 1970-80 arası orta köylü işletmeleri çok hızlı bir parçalanma süreci yaşamaktadır. 1950-70 arası çok az da olsa toprak temerküzü yapabilen bu işletmeler, 1970 sonrası hızla parçalanmaya ve küçülmeye başlamışlardır. Bu demektir ki, yoksullaşma orta köylülüğün de eteklerinden yukarıya tırmanmaktadır. Elimizde henüz yeni rakamlar yok, ancak bu sürecin özellikle 1980 sonrası daha da hızlanmış olması gerekir.

Üçüncüsü, topraksızlaşma ve doğal olarak işçileşme sürecinin sürekli derinleşmesidir. Mevsimlik işçilik ya da yarı proleterlik de aynı şekilde yükselmektedir.

Dördüncüsü, kiracılık ve özellikle ortakçılık hızla azalmaktadır. Tarımın makinalaşması ortakçıyı tarım işçisine dönüştürmektedir. Ancak toprak kiralanmasının azalması rantların korkunç boyutlarda artması karşısında küçük ve orta köylülüğün sermaye kıtlığıyla açıklanabilir.

Beşincisi, bir bakıma yukardakilere karşı akan bir süreçtir. Köylü işletmesi küçüldükçe tefeci ağına yakalanır.

“Örgütlü kredi piyasası (Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Kooperatifleri) genellikle büyük ve orta çiftçiye hizmet götürmektedir”

“Buna karşılık küçük çiftçinin kredi sağlama olanakları kısıtlıdır. Her şeyden önce mal varlığı (toprağı) küçüktür. Genellikle mülkiyet durumu hukuken açık değil ya da ihtilaflıdır. ”

“Örgütlü kredi piyasasından gerekli krediyi sağlayamayan küçük çiftçi, resmi olmayan piyasaya dönmek zorundadır. Tefeci, kasaba- kentteki tüccar ya da bir büyük toprak sahibi kredi kaynağı olmaktadır.” (18)

Ya da tefeci küçük çiftçi ilişkisi daha canlı olarak şöyle anlatılır: “…köylü nüfus içinde huzursuz halinden şikayetçi başka bir sınıf da, ancak geçinecek kadar toprağı olan ya da kiralayabilen, pazar içinde yüksek değerde ürünler yetiştiren, fakat bunları düşük fiyattan elden çıkarmak zorunda kalan küçük üreticidir. Bize de, araştırma sırasında bir küçük üretici, tefeciler küçük çiftçiyi öldürdü, sebze işi kumar gibi diyerek bu eğilimi belirtmişti. ” (19)

Tefeciliğin bizdeki derin tarihi kökleri de düşünülürse, küçük üretici üzerindeki tefeci tahakkümü daha iyi kavranır. Küçük köylünün, topraktaki “mülkiyet durumu ” sürekli parçalanmadan dolayı genellikle “ihtilaflıdır”. Aynı zamanda, tefeci kredisine mahkum olan köylünün tapusu ipoteklidir, tefecinin çekmecesinde durur. Böylece büyük bey topraklarından traktörlerle ortakçılar sürülüp çıkarılırken, küçük köylü, sözde kendi toprağında ortakçı konumuna düşer. Tefeciye ipotekli toprak üzerinde kendi üretim araçlarıyla yaptığı üretimden elde ettiği ürün üzerinde tasarruf hakkına sahip değildir. Ürün, tefeci tüccarın insafına göre paylaştırılır.

Bu durum, avuç içi kadar toprağa köylüyü bağlar, borcunu başka bir yoldan ödeme imkanı görmedikçe, bu toprakta ömür tüketmeye mahkum olur. Böylece tefecilik, yoksul köylünün topraktan kopuşunu engeller, bu süreci yavaşlatır.

Kırlarımızdaki bu gerçeklik, kırda sınıf mücadelesinde büyük toprak sahipleri ve zengin köylülüğün yanına, hedef tahtasına tefeci sermayenin de yerleştirilmesini zorunlu kılar.

“Köylü Sorunu” Üzerine Tartışmalar

12 Mart öncesi yıllarda “devrim stratejisi” tartışılırken “köylü sorunu” bu tartışmalarda özel ve önemli bir yer tutmuştur. “Milli demokratik devrim” stratejisini benimseyen bazı siyasi eğilimlerce köylü “temel güç” olarak alındı. “Kırlardan şehirlerin kuşatılması” savunuldu. Bu görüşlerde Çin ve Vietnam devrimlerinin etkisi bir yana, yanılgıların esas kaynağı Türkiye’de kapitalizmin durumu ve gelişiminin hatalı kavranışındaydı. Özellikle kırda kapitalizmin gelişmesi gerçek durumundan çok gerilerde görüldü. O zaman da “feodal toprak beylerine” karşı köylülüğün az çok birlikte devrimci davranışı umuldu. Oysa hem eski toprak beylerinin önemli bir kısmı sancılı bir yoldan da olsa burjuvalaşmaktaydı; hem de “köylülük”, birbirine benzer (Çarlık Rusyasında ve Çin’deki gibi) ve derebeylere karşı birlikte davranmaya yetenekli bir “sınıf” ortaçağdan kalma bir sınıf konumunda değildi. Onun eski “birlikteliği” ve toprak beyleri karşısındaki benzer konumları çoktan yepyeni farklılaşmalarla bozulmuştu. Bu anlamda köylülüğün davranış yeteneği parçalanmıştı.

Nitekim 1968 toprak işgallerini unutmazsak, daha sonra köylü hareketi olarak öne çıkan ve talepler ileriye süren orta ve zengin köylülük olmuştur. Bu gösterilerde hiçbir zaman toprak talebi dile getirilmemiştir. Taban fiyatları, tarım girdi fiyatları daima köylünün tek sorunuymuş gibi konulmuştur. Bunlar pazara mal sürebilen daha çok orta ve zengin köylülüğün sorunlarıdır.

En altta kalan yoksul köylülük şimdiye kadar ne güçlü bir örgütlülük ne de eylemlilik göstermiştir. Doğrudan büyük toprak sahipleriyle karşı karşıya olmayan, daha çok tefeci-bezirgânla boğuşan yoksul köylülüğün davranışı elbette ki Rus ya da Çin devrimindeki gibi olamazdı. MDD kaynaklı bu yanılgı daha sonra kısmen terkedilmiştir. Ancak bu sefer diğer uca sıçranarak köylünün toprak sorunu olmadığı, halk iktidarının temel sorununun kırda büyük modem işletmeleri örgütlemek olduğu söylenmiş, bir bakıma köylü sorunu bu sefer küçümsenmeye başlanmıştır. Bu da kırda kapitalizmin durumunun abartılması oluyordu.

12 Eylül sonrası ise, köylü sorunu fazla gündeme gelmemiş, ancak bazı dergilerce oldukça başka bir boyutta ele alınmıştır. Bunları dergimizin ikinci sayısında değerlendirmiştik. Yeniden ele almayacağız. Ancak 1978 Nisan’ında toplanan “Türkiye’de Tarımsal Yapıların Gelişimi 1923-1987” konulu sempozyuma sunulan tebliğler “Türkiye de Tarımsal Yapılar” adlı bir kitapta toplanıp yayınlandı. Buradaki bazı görüşlere değinmeden geçemeyeceğiz. Devrimci hareketin çok gerilerde bıraktığı bir tartışmayı, kırlarımızda kapitalizmin olup olmadığı sorusunu değişik bir bakış açısıyla yeniden ele alıyor. 1960’larda konunun ağırlığı “feodal artıklar”daydı. Kırda feodal ilişkilerin egemen olduğu iddia edilerek, kapitalizmin varlığı görmezden geliniyordu. Aynı görüşü şimdilerde ileri sürmek mümkün değil. Bu sefer kırda çok yaygın “küçük üreticilik”ten kapitalizme geçilemeyeceği ileri sürülüyor.

“Kapitalist tarım ancak ‘köylü’ oluşumunun dönüşümü ile ortaya çıkar, küçük meta üretimi yerleştikten sonra tarımda kapitalizme geçileceğini beklemek hatadır. Yani, köylülüğün meta ilişkilerinin yaygınlaşması yolu ile tasfiyesi iki şekilde olabilir: Birincisi, mülkiyet hakkının büyük toprak sahipleri tarafından veya devlet ile beraber büyük toprak sahipleri tarafından kontrol edilmesi ki, böylece de yoksul köylünün mülksüzleştirilip tarım işçisi statüsüne sokulması gündeme gelir. Bu, anlaşılacağı gibi kapitalist tarıma giden yoldur. İkincisi ise, köylü ilişkilerin çözülmesi sürecinde mülkiyet hakkının yaygın olarak edinilmesi, ya toplumsal mücadele ya da devlet kademesindeki politik dengeler vasıtasıyla küçük meta üretiminin yerleşmesi. Büyük çapta bir politik şok yaşanmadığı takdirde ikinci yoldan birinciye geçmenin olasılığı yoktur. Türkiye de bir yandan 1945 Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun mülkiyet alanında getirdiği hukuki ve toplumsal yöneliş, bir yandan da 1950’lerdeki gelişmeler ikinci yolun yerleşmesini ve tarımda kapitalist dönüşüm yapısının kapanmasını sağladılar. Devlet de tercihini kapitalist tarım aleyhine yapmış, gerek 1950lerde gerekse de daha sonra küçük meta üretiminin kök salması ve korunmasına yönelik politikalar uygulamıştı. ” (20)

Yazar küçük meta üretimi yerleştikten, ya da başka bir anlatımla “mülkiyet hakkının yaygın olarak edinilmesinden sonra, tarımda kapitalizme geçilemeyeceğini” iddia etmektedir. Ç. Keyder, Türkiye tarımının kaba görünüşünden mi böyle bir sonuca varıyor bilemiyoruz.

Yazarın birinci yol dediği “mülkiyet hakkını büyük toprak sahipleri ve devletin kontrol ettiği” ve “köylülüğün tarım işçisine dönüştürüldüğü” duruma en fazla benzeyen ülke İngiltere’dir.

“15. yüzyılın son üçte-birinden başlayıp, 18. yüzyılın sonuna kadar sürüp giden ve halkın zorla mülksüzleştirilmesi” (21) üç yüz yılı almış, Thomas More’un dediği gibi “koyunlar insanları yemiş, kırları, köyleri, evleri silip süpürmüştür.”

Ancak ikinci yoldan da, yani “mülkiyet hakkının yaygın olarak edinilmesi ve küçük meta üretiminin yerleşmesi” yolundan da, üstelik dünya da bir başka eşi görülmedik hızda kırda kapitalizme geçilmiştir. Bu örnek Amerika’dır.

Hatta o yıllar, Amerikan kırlarındaki durum kabaca gözlenince çok yanıltıcı yorumlara sebep olmuştur. Rus sosyalist-devrimcileri “Birleşik Devletler’de çiftliklerin büyük çoğunluğunda sadece aile içi emek kullanıldığı, daha gelişmiş bölgelerde tarımsal kapitalizmin parçalandığı; bölgelerin büyük çoğunluğunda mülk sahiplerinin yönetiminde küçük ölçekli çiftçiliğin gittikçe daha baskın hale geldiğini” ileri sürmüşlerdir. (22) Özellikle iç savaş sonrası güneyde büyük çiftliklerin bölünmesi, batının “Homestead Kanunu” ile yerleşime açılması, görünüşte böyle bir yoruma yol açabiliyordu, örneğin, ortalama işlenen alan güneyde 1850 de: 332,1; 1860 da: 335,4; 1870’de 214,2; 1980’de 139,7 ve 1910’da 114,4 acr’a kadar gerilemiştir. 1870’de iç savaş nedeniyle keskin bir düşüş vardır ve bu, ardından gelen yıllarda devam etmiştir.

İşletme sayıları 1900’de 5,7 milyon, 1910’da 6,4 milyon, 1935’de 6,8 milyon, 1982’de ise 2,2 milyondur.

“1935 yılında ABD’de 6,8 milyon olan çiftlik sayısı 1982’de 2,2 milyona inmiştir; bu yarım yüzyıllık dönemde tarımda çalışan sayısı büyük ölçüde düşerken, işçi başına kullanılan toprak 5 katı, nominal sermaye de 15 katı artmıştır.”(24)

İngiltere dünya imparatorluğuna soyunurken, koyunlara insanları yedirerek, lortları dev toprakların ve koyun sürülerinin sahibi yapmış, 15. yüzyılın özgür çiftçisini silip süpürmüştür. Amerika özellikle I. Dünya Savaşı sonrası İngiltere’nin boşluğunu kapatmaya girişirken, küçük işletmelerin büyük çoğunluğu tasfiye edilmiştir.

Ç. Keyder, küçük üretimden kapitalizme geçilemeyeceğini iddia ederken, tezine bulduğu dayanak noktalan nelerdir? Yazıdan şunları çıkarabildik:

“Her küçük meta üreticisi üretim araçlarının mülkiyetine sıkıca sarılmıştır, bunları elinden çıkarmayı düşünmez. Toprağı satıp işçileşmek toplumun kesinlikle tasvip etmeyeceği bir yoldur.” (ay.)

Yazar, köylülükten ya da serf ağırlıklı ilişkiden küçük meta üretimine yani kapitalizmin sınırları içinde küçük köylü üretimine geçilmesiyle birlikte süreci donduruyor. Küçük üretici mülküne sarılır buna şüphe yok, ancak süreç aktıkça farklılaşmalar yoğunlaştıkça, aynı mülkten soğur ve kopuşur da. Bu kopuşmanın gönüllü olup olmaması ekonomik gidiş açısından bir anlama sahip değildir. Bırakalım diğer ülkeleri kendimize bakalım. 1950’den 1980’e topraksız aileler yüzde 14,5’den 30,9’a yükselmiştir. Mutlak rakam olarak 30 yılda 5 kat artmıştır. Aynı şekilde tarım işçileri 6 kat kalabalıklaşmıştır. Bunlar “sıkıca” sarıldıkları üretim araçlarının mülkiyetini terk etmek zorunda kalmışlardır.

Öte yandan, 200 dönümden aşağıya toprak işleyen orta ve küçük işletmeleri toplu olarak dikkate alırsak, onların 30 yılda 2,3 milyondan 3,4 milyona karıncalar gibi çoğalmaları Ç. Keyder’e “mülkiyet hakkının yaygınlaşması ” gibi görünse de, bu çoğalmanın işlenen topraktaki azalma pahasına olduğu açıktır. Yani toprak mülkünün bir parçasından vazgeçmektedirler. Ayrıca bu işletmelerin büyük çoğunluğunun modern tarım yapamadıkları göz önüne getirilirse, işlenen alandaki azalma fakirleşme anlamına gelmektedir. Demek ki, miras yoluyla olsun, aile emeğindeki azalma yoluyla olsun, kutsal mülk yıllarla birlikte erozyona uğramaktadır.

Yazarın ikinci dayanak noktası ise şudur: “Köylünün proleterleşmesini içeren bu gelişme yukarda sözünü ettiğimiz, ekonomi-dışı güçlerin mobilizasyonu vasıtasıyla gerçekleşebilir. Pazar modeli bu tür bir niteliksel dönüşümü sağlayamaz, yani küçük meta üreticilerini ekonomi dışı bir müdahale olmadan proleterleştirmek çok zordur. ” (ay) Yazarın ekonomi dışı güçleri, büyük toprak sahipleri ve devlettir. Pazarın kendi işleyişi, küçük üreticiyi tasfiye edemeyecektir. Ç. Keyder, iki yönden yanılıyor. Pazar ile ekonomi dışı güçleri fazlaca birbirinden ayırıyor. Pazarın ihtiyaçları zoru katmerlendirebilir, onu harekete geçirebilir. Öte yandan, zorun kırdaki etkisi, somut tarihi gidiş dikkate alınırsa, sırf ve yalnız tek yönlü, yani küçük köylü mülkünün tasfiyesi yönünde olmamıştır. Amerikan iç savaşında güneyin çiftlikleri parçalanmış, bir bakıma “köylüleşme” artmıştır. İkinci dünya krizi yıllarında ise, banka ve tekeller küçük toprak sahiplerini zorla kendi topraklarından sürüp çıkartmışlar bu sefer de işçileşme artmıştır. Ancak her iki zor da, pazar güçlerinin ülke ve dünya ölçüsünde iticiliğinde gerçekleşmiştir.

Yazar, pazarın küçük meta üreticisini “sımsıkı” sarıldığı üretim aracından koparmayacağını ileri sürerken, aslında küçük üreticiyi kapitalist pazardan soyutlama yanılgısına düşüyor. Kapitalizmin gelişmeye başlamasıyla, küçük üretici kendisi pazar için fazla mal üretmese de en azından para kullanma zorunluluğuyla pazara bağlandıkça, mülkü aşmaya başlar. Bunun için mutlaka “ekonomi dışı güçlerin ” müdahalesi gerekmez. Üretim tekniğindeki gelişim karşısında emeği ve sahip olduğu üretim araçları, buna bakımsızlaşan toprak da dahildir, gittikçe değersizleşen küçük üretici, işgücünü satarak yaşamaya zorlanır ve aslında böylesi onun için bir nevi “kurtuluş” olur. Yazar, tarımda kapitalist pazarı ve üretim tekniğinde bir gelişmeyi varsayıyorsa, küçük meta üreticisinin bu gidişe ayak uyduramadığı ölçüde tasfiye olacağını kabul etmek zorundadır. Ancak bazen ülke ve dünya ölçüsünde krizler bu tasfiyeye daha yüksek bir hız kazandırırlar. Krizlerden çıkış için alınan tedbirler en zayıfların bir anda elenmesine neden olabilir. Ç. Keyder, aslında, kapitalist pazarda küçük meta üreticisinin her ne pahasına yaşayacağını ileri sürerek, üretim tekniğindeki gelişimi ve bunun gücünü dikkate almamış oluyor. Ortaçağ tekniğiyle küçük üretici binlerce yıl yaşayabildi, ancak gelişmiş ülkelerde bir kaç yüzyıllık kapitalizm fırtınasına dayanamadı.

Yazarın bu konuda diğer önemli tespiti doğrudan Türkiye ile ilgilidir. 1950’ler de ve sonrasında yapılanları, Ç. Keyder şöyle yorumluyor: “Devlet tercihini kapitalist tarım aleyhine yapmış… küçük meta üretiminin kök salması ve korunmasına yönelik politikalar uygulanmıştır. ” Bu söylenenlerin yazıda iki satırlık da olsa kanıtı yoktur. Aynı şeyler tek parti dönemi için söylenmiş olsa belki bir ölçüde yadırganmayabilir. 1950 sonrası ise, kırda kapitalizmin gelişmesine devlet eliyle hız verilmediyse ne yapıldı? Küçük üretici nasıl korunmuştur? Topraksızlaşma ve işçileşmede yaşanan 5-6 katlık artışla mı? Ya da küçük üreticiye kredi imkanı mı yaratılmıştır? “En üst kredi diliminden yararlanan borçluların yüzde 14 kadarının ise toplam kredilerin yüzde 54’ünü kullandıkları görülmektedir. Bu kümedeki borçlu sayısı 270 bin dolayındadır. Bu sayı, yaklaşık olarak, işletmeleri 150 dekarın üzerindeki işletmelerin sayısına eşittir. Banka kredilerinin yarısından fazlasının büyük işletmelere tahsis edildiği, büyük işletmelerin hemen tamamının banka kredilerinden yararlandıkları kuvvetle savunulabilir. ”(25) Küçük üretici ise tefeciye mahkumdur.

Taban fiyatları ve destekleme alımları ise, uygulamada pazara fazla mal sürebilen büyük işletmeler için bir devlet kredisi olurken, küçük üretici için bir anlamı olmadığı gibi, yarattığı nispi pahalılıkla onlara zarar bile vermiştir. Bu yoldan, büyük işletmeler sermaye birikimlerini hızlandırmışlar, oysa küçük üretici tüccarın insafına kalmıştır. “Tefeci küçük üreticiyi öldürmüş, sebze işi kumar olmuştur.” 1950 sonrası (elbette öncesi de) devletin küçük üreticiyi koruduğunu söylemek, kırsal gerçekliklerimizden çok uzakta olmak demektir.

Fakat Ç. Keyder kendi mantığı açısından fazla haksız da sayılmaz. O kırdaki bütün işletmeleri küçük üretici olarak gördüğü için, ortaya devletin küçük üretimi koruması gibi bir sonuç çıkmaktadır.

“Küçük üreticiler genellikle küçük üretici olarak kalacaklar, fakat bu statü içinde farklı konumlarda farklı işlevler göreceklerdir. Bu bağlamda küçük meta üretiminin ülkede hakim olan üretim tarzı ile nasıl eklemlendiği önem taşıyacaktır” (ay)

Bu noktada “üretim tarzlarının eklemlenmesi” konusundaki “teorilere” çok kısaca değinmeliyiz. Üçüncü dünya ülkelerinde kapitalizmin gelişmesi sırasında kırdaki üretim biçimlerinin gelişim ve değişimi çözümlemeye yeltenen bu “teoriler” sonunda, bir “eklemlenme teorisine” varmışlardır. Bu teori aslında kırda kapitalizmin ilk geliştiği yıllarda yaşıt olan, “küçük üretimin dayanıklılığı ” teorilerinin, emperyalizm çağı geri ülkelerine eklemlenmesinden öteye bir anlama sahip değildir. “Küçük üretimin dayanıklılığı” teorilerini batı kapitalizmi bir kaç yüzyılda pratikte iflas ettirdi. Fakat şimdi aynı teori özellikle Latin Amerika’dan dünyaya yayılıyor. Üçüncü dünya ülkelerinde kapitalizmin sancılı gelişimi, hele kırlarda eski üretim tarzlarıyla iç içe gelişmesinin kaba bir hava fotoğrafı olan bu eklemlenme teorileri, süreçlerin canlı akışlarını kavramak yerine, onların dondurulmuş çekimlerini verebiliyor.

Devam edelim. Bizde küçük meta üretimi nasıl eklemlenmiştir?

“Tarımdaki küçük üreticiler arasındaki farklılaşma bu eklemlenmeden kaynaklanır. Bir grup rekabet dolayısıyla teknolojik birikim yapmaya mecbur kalarak, şehirler için büyük miktarda tarımsal artık üretirken, diğer bir grup hane halkının geçimliğini ucuza sağlayıp şehirlere ucuz iş gücü arz edebilir. Bir üçüncü grup ise, kendi kendini sömürüyü ileri derecede uygulayıp ne pahasına olursa olsun küçük meta üretimini idame ettirmek kaygısıyla kapitalizme ticaret yoluyla değer aktarabilir.

Bu farklılıklar gelir potansiyeli ve de kapitalist ekonominin hâkimiyetinin hangi boyutlarda ortaya çıkacağı açısından önemli, fakat sınıf farklıkları değiller.” (ay)

Tarım, yaygın küçük üreticisiyle kapitalist pazara “eklemlenmiştir”, ancak aynı pazar içinde değildir, yanında ona eklidir. Ç. Keyder’in kırdaki durumu tanımlayışı böyledir. Öte yandan, tarım dışındaki kapitalist pazar, burada bazı farklılaşmalara yol açmaktadır, ancak bunlar sınıfsal farklılıklar değildir; kırdakilerin hepsi neticede, yeminli küçük meta üreticisidir. Neden? Çünkü “üretim araçlarına sımsıkı sarılmışlardır” ve “küçük meta üretimini idame ettirmek kaygısıyla” doludurlar.

Gülünç, ancak yazarın eklemli bakış açısının mantık sonucu budur. Benzer görüşler gelenek dergisinde O. Çutsay ve 11. Tez kitap dizisinde Z. Aydın tarafından savunuldu. Demek söylenenler bir dil sürçmesi değil. Tam tersine nasıl 1960’lardaki köylülük değerlendirmeleri kuvvetle Çin ve Vietnam devriminden etkilendiyse, bu yıllarda ise üçüncü dünya sorunlarını çözümlemeye çalışan batık, pratikten kopuk Marksologlardan etkilenmektedir. Bazı aydınlarımız, batıda çoktan küçük tartışma kulüplerine dönüşmüş, “yeni sol” düşünceyi Türkiye devrimci hareketine taşımaya çalışıyorlar. Kaynağı bir kenara çözümlemenin anlamını biraz daha irdeleyelim.

Yazar, kırda kapitalizm deyince, dev işletmeler ve tarım proletaryası saflaşmasını düşünüyor. Oysa kırda kapitalizmin gelişmesi farklı yollar izler. Toprak rantı nedeniyle kırda sermaye hareketi daha yavaştır, ancak bir kez başladığında kendi yolunu açarak ilerler.

Kırlarımızda, en az yüz yıldır işleyen ancak son kırk yıldır hızlanan çeşitli basamaklardan geçen farklılaşmayı görmemekle, kırı birbirine benzer küçük üreticilerden ibaret sanmakla, yazar, tarımda egemen olan sayıları 150 bin civarında büyük toprak sahibi ve kır burjuvazisinin üstüne yanıltıcı bir örtü örtmektedir. Onları “küçük burjuva” olarak görmenin proletarya ve gerçek küçük burjuvalara ancak zararı dokunur, fakat öte yandan bu egemenlerin gerçek yüzü onların üretimde gerici rolü gizlenmiş olur.

“Haymana’nın 400 dönüm sahibi traktörlü, biçer-döverli buğday çiftçisi ile Doğu Karadeniz’in çay üreticisi, hatta Doğu Anadolu’nun hayvancılık yapan mevsimlik göç eden 5-10 dönümlük toprak sahibi hepsi küçük üreticilerdir. ” (ay) Yazar, eklemlenme teorisinden bir adım öteye atıp, bu hep bir halli “küçük üreticilerin”, işçi ya da mevsimlik işçi kullanımı, tarım makinaları sahipliği, modern tarım girdileri kullanımı, özetle işletmelerin sermaye durumlarına göre farklılaşmasını irdelerse tarım burjuvazisiyle gerçek küçük üreticileri birbirinden ayırabilir. Tersi durumda, eklemlenme teorisi, gerçek küçük üreticiler aleyhine kır burjuvalarıyla bir eklemlenme olur çıkar. Çünkü sınıf farklılaşmasını örtmek, her zaman zenginleşen azınlığın çıkarlarına denk düşer.

Kırlarımızda kapitalizmin gelişimini irdelediğimizde, sürecin başlangıcından ele alırsak, yüz yıla yakın zamandır hala bir kaç milyon küçük üretici sayıca kırlarımızda baskındır. Elbette toprak ve sermayece kesinlikle baskın değildirler. Üretim gücü açısından ele alındığında yüzde 6,1’lik azınlık olan kır zenginleri yüzde 93,9’luk çoğunluk küçük üreticiye baskındır. Fakat küçük üreticiler nasıl hala yaşayabilmektedir?

Önce şunu belirtmeliyiz. İngiltere ve Amerika ile kıyaslandığında, bu ülkelerde 250-300 yıl süren kırların süpürülmesi, üstelik çok güçlü bir kapitalist gelişme altında olmuştur. Bizde kapitalizmin gelişimi ise, daha çok 1946 sonrası hızlanmıştır.

İkinci olarak, kırların süpürülmesi esas olarak o ülkede kapitalizmin güçlü gelişimine bağlıdır. Kentlerdeki sanayi kır işsizlerini emebildiği ölçüde kopuşma daha kolay olmaktadır. Ancak üçüncü dünya ülkelerinin hemen hepsinde yaşanan gecekondulaşma olgusu, bir yandan kırlardan kitlesel bir kopuşmayı yansıtırken, aynı zamanda da ortaya çıkardığı tablo ile kopuşmanın hızını yavaşlatıcı bir etki yaratmaktadır. Bizde ve pek çok üçüncü dünya ülkesinde kırdaki yoksullaşmayı ve işçileşmeyi, kentlerdeki sanayi ememediği için gelişmiş kapitalist ülkelere göç kitlesel bir olgu olmuştur.

Bu noktada B. Akşit’in bir tespitine değinmeliyiz: “İller arası göç ve 1960’lar ve 1970’lerin başında çok hızlanmış olan uluslararası göç ve bunların içerdiği dönüşümler küçük meta üretiminin sürüp gitmesini en az üç açıdan sağlamıştır. Birinci olarak, hanedeki bazı üyelerin kente veya yurt dışına gitmesi, toprağın bölünerek yeniden üretim koşullarının altına düşmesini önlemiştir, İkinci olarak, kente ve yurt dışına göçen haneler köyde kalan topraklarını çok düşük fiyatla kiraya veya ortağa vermişlerdir. Bu da köyde kalan özellikle traktörlü küçük meta üreticileri için çok önemli bir katkıdır. Üçüncü olarak, kente ve yurt dışına giden hane üyelerinin köyde kalan üyeleri paraca desteklenmeleri ve böylece küçük meta üreticiliğinin yeniden üretimini ve hatta birikim yapmasını sağlamalarıdır. Özellikle yurtdışı göç böyle bir etkiyi fazlasıyla yaratmıştır. ” (26)

Gerçekten göç ve özellikle yurtdışına göç, ailelerin geriye kalanına para aktarabildiği ölçüde, küçük üreticinin toprağa bağlı kalmasında bir etken olabilmektedir. Elbette ki bu sınırlı destek son tahlilde akan bir süreci ancak geciktirebilir, yoksa ona yeni bir karakter kazandıramaz.

Üçüncü ve en önemli neden, tefeci sermayenin küçük üreticiyi toprağa mahkûm eden yapısıdır. Tefeci, küçük köylüden borcu karşılığı toprağını alan onu daha modern yollarla işlemeyi kendi bin yıllık gelenekçil özelliğinden dolayı tercih etmez. Tersine köylünün ürünün büyük bir bölümüne el koymayı yeğler. Bu, kendisi için daha zahmetsiz bir yol olur. Bizde tefeci, sermaye vererek, küçük köylünün aşın yoksullaşmasına yol açar, fakat aynı zamanda onu toprağa mahkûm eder. O nedenle küçük üreticiliğin yaşamasında, ya da daha doğrusu uzatmalı can çekişmesinde en önemli etken, kırlarımızda hala köklü ve yaygın bir şekilde tefeci-bezirgân sermayenin varlığıdır.

Özetlersek, kapitalizmin üçüncü dünya ülkelerindeki gelişim tarzının genellikle tekelci yapıda olması, onun asalak ve vurguncu yanını aşırılaştırmıştır. Zenginliklerin önemli bir bölümü yüzyıllardır kapitalist ana yurtlara taşındığı için hiçbir zaman yeterli sermaye birikimi yaratılamamıştır. Bunun en doğal sonucu yaygın açık ya da gizli işsizliktir. Özellikle Latin Amerika ülkelerinde en aşırı ölçüde Brezilya ve Meksika’da insan üretici gücü yaygın bir şekilde deklase hale gelmekte, sınıf dışı kalmakta, çürümektedir. 16. ve 17. yüzyıl Avrupa’sında “başıboş serseri ve dilencilerden” geçilmiyordu. Ancak o zaman “önce zorla toprakları ellerinden alman, evlerinden atılan ve işsiz-güçsüz serseriler haline getirilen tarımsal nüfus, işte böyle kırbaçlanarak, damgalanarak, müthiş yasalar yoluyla işkence edilerek ücret sisteminin gerektirdiği disipline sokuluyordu.” (27) Fakat günümüzde kapitalizmin, özellikle geri ülkelerde böyle bir gelişme şansı yoktur. O nedenle büyük bir işsiz yığını şehirlerin varoşlarında, en az bir o kadar da kırlarda küçük topraklarında çürütülmektedir. Geri ülke kapitalizmleri onları “ücret sisteminin” katı disiplini içine çekmedikçe paçavralaştırmayı yeğlemektedir. Bu korkunç gerçeklik, çağımızdaki köleci çürüyüş, sınıflar savaşına hız verecek objektif bir temeldir, ancak öte yandan onun yapısını zehirleyen, sınırlarını bulanıklaştıran, örgütlenmesini zaafa uğratan bir etki de yapmaktadır.

Türkiye’de çürümenin boyutları elbette ki Latin Amerika ülkeleri ölçüsünde değildir. Ancak şehirlerde artan işsizlik (en az 3,5 milyon), kırlarda kanserleşen yoksul işletmeler (en az 2,5 milyon işletme) Türkiye’nin böyle bir sürece girdiğinin en açık kanıtlarıdır. Siyasi ve moral planda ise, bu temelin üstüne biryandan “köşeyi her ne pahasına dönme” öte yandan, güzellikleri öbür dünyaya erteleyen kaderciliğin bilinçli yaygınlaştırılması inşa edilmeye çalışılmaktadır.

Sonuç

Kırda sınıf farklılaşmasının görülemeyişi ya da yeterince önemsenmeyişi, hiç şüphesiz ki pratikte kırlardaki sınıf mücadelesinin henüz kendini çok silik ölçülerde ortaya koyabilmesinden kaynaklanmaktadır. Söylemeye bile gerek yok ki, somut süreçlerin inkârına böyle bir gerekçe gösterilemez.

1960’larda kırlardaki durum “toprak ağalığına karşı köylülük” kutuplaşması biçiminde konularak, bir yandan toprak beylerinin burjuva evrimleşmesi görülemiyor, ağalık abartılıyordu; öte yandan köylülük içindeki farklılaşma önemsemiyordu.

Şimdi ise, kırdaki farklılaşma yaygın küçük mülk sahipliğinin tılsımlı mülkiyet tülüyle örtülüyor. Kırların hala gerici partilerin ağında takılı olmaları, siyasi olarak böyle bir görüntüye güç kazandırıyor.

Yoksul köylülüğün on yıllardır, objektif olarak kır zenginlerinden kopuşması, aynı olgunun, hemen ve doğrudan siyasi mücadeleye yansımasını getirmiyor. Hele konu, dağınık örgütsüz ve örgütlenme yeteneği en zayıf olan küçük köylülük ise, bu yansımanın çok dolaylı yollardan ortaya çıkabileceği açıktır. Ülkemiz koşullarında, bu mücadelenin az çok kendi çehresiyle ortaya çıkabilmesinin, proletaryanın örgütlenme seviyesinin yükselmesine bağlı olduğunu söylemek yanlış olmaz.

On yıldır uygulanan 12 Eylül ekonomi-politikasının kırlardaki yoksullaşmayı katmerlendirdiği çok açıktır. Şimdiye kadar “toprak reformu” iktidarların köylüyü yukardan oyalamasından başka bir sonuç doğurmadı. Bu talebin bizzat yoksul köylülük tarafından dile getirileceği günler uzak değildir.

KAYNAKÇA

1- DİE, aktaran Ülke Dergisi, Köylülüğün Farklılaşması

2- DİE-1980 Genel Tarım Sayımı

3- Sosyal Demokrat, Tem-Ağ. 1989

4- M. Şeker, Türkiye’de Tarım işçilerinin Toplumsal Bütünleşmesi

5- Toprak Reformu Nasıl Engellendi (1945-1971) N. Tuna

6- M. Keten. Tarım işletmelerinin Yapısı, DPT

7- M. Keten, Tarım işletmelerinin Yapısı, DPT

8- DİE- 1980 Genel Tarım Sayımı

9- DİE, Tarımsal Yapı Ve Üretim

10- DİE, 1980 Genel Tarım Sayımı

11- DİE, 1980 Genel Tarım Sayımı

12- DİE, 1980 Genel Tarım Sayımı

13- Tarım İstatistikleri Özeti, 1986

14- 1981 Köy Envanter Etütleri

15- M. Şeker (ay.)

16- M. Şeker (ay.)

17- DİE Kırsal Yerler Hane Halkı işgücü Anketi ve Türkiye de Tarım işçileri (M. Şeker) kitabından derlenmiştir.

18- Ç. Aruoba, Tarımda Teknolojinin Değişmesinin Gelir Dağılımına Etkisi

19- M. Şeker (ay.)

20- Ç. Keyder, Türk Tarımında Küçük Meta Üretiminin Yerleşmesi

21- K. Marx, Kapital I

22- Lenin, Cilt 22, Birleşik Devletlerde Kapitalizm ve Tarım

23- Lenin, Cilt 22, Birleşik Devletlerde Kapitalizm ve Tarım

24- G. Kazgan, Türkiye’de Tarımsal Yapılar

25- Ç. Aruoba, (ay)

26- B. Akşit, Kırsal Dönüşüm ve Köy Araştırmaları

27- Kapital I