Devrimci Yol savunmasında “Türkiye Gerçeği” – Mehmet YILMAZER
Çağdaş Yol, Sayı 10, Ocak 1990
“Türkiye Gerçeği: 1960’dan 1980’e” titiz bir emek ürünü. Okunduğunda olayları insan yeniden yaşamaktan kendini alamıyor. Özellikle 1974 sonrası yaşanan hemen her olaya yer verilmiş. Yeniden bu olaylar hatırlandığında kaçırılan fırsatlar, hatalar çok daha açık bir şekilde gözler önüne sergileniyor. Bunu fırsat bilerek yaşadığımız gerçekliğe bir kere daha geri dönüp, bugün açısından da anlam taşıyan bir kaç noktayı öne çıkartmayı gerekli gördük.
Savunma’nın girişi ABD’nin Türkiye’yi “gizli işgali” ile ilgili. Amerikan senatörlerinin çarpıcı konuşmalarından, “Southern Command” ve “Fort- Bragg” okullarına kadar uzanan ilginç bilgiler alt alta dizilip anlatıldığında, bilinen şeyler de olsa, bugüne kadar biraz da alışkanlıktan önemsemez hale geldiğimiz bilgiler yeniden kafalarda canlanıyor. Anlatılanlar 12 Eylül’ü yaşamakta olan insanlarımıza bir gerçeklik hakkında oldukça çarpıcı bir tablo sunuyor. Bu kadarı iyi. Ancak çizilen tabloya, biraz uzaklaşıp yeniden bakıldığında bir temel karakter göze batmadan edemiyor.
Türkiye’de sanki 1946’lardan sonra olayların akışı Amerika’nın gizli elleriyle yönetilmektedir. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylüller… ve bunları gündeme zorlayan “özel harp” taktikleri…
Amerika’nın gizli elinin gücünü elbette ki küçümseyemeyiz. Fakat olayların akışında, daha doğrusu, 1960’lardan sonra hızlanan sınıf savaşında onun yerini olduğundan öteye abartmak, insanı bütün devrimci taktikleri gereksiz kılabilecek bir kaderciliğe götürebilir. Belki Savunma’nın hazırlayıcıları böyle demek istemiyorlar, ancak çizilen tabloya bakıldığında öne çıkan yanın bu olduğu çok açıktır. ABD’nin bizdeki çıkarlan ve niyetleriyle ilgili o kadar çok örnek verilmiş ki, devrimcilerin bütün bu süreçte (1960-80) bağımsız taktikleri görünmez hale getirilmiştir.
Yine aynı şekilde, olaylar yalnızca ABD’nin güdümüyle iktidarların ve faşist örgütlenmelerin devrimcilere saldırıları olarak aktarılınca, ortada karşılıklı güçlerin yer aldığı bir sınıf savaşı değil de, sanki tek yanlı bir yok etme operasyonu vardır. Ve bu operasyon 12 Eylül’le noktalanmıştır. Önümüzdeki belge, hukuk mantığı içinde kalan bir savunma değil, yaşanan bir dönemin yargılanmasıdır da. Ya da öyle olmalıdır. Buna rağmen Savunma, aşırıca tek yanlı kalıyorsa, bu bir mantığın sonucudur.
Devrimcilere karşı düzenlenen yüzlerce provokasyonu ve saldırıyı deşifre etmek iyi bir şey, ancak ağaçlardan ormanı görememek konumuna düşülürse, bu yüzlerce olayın yanında 1960-80 arası sınıf mücadelesinin genel özellikleri görülemez, buna uygun dersler çıkarılamaz. Nitekim Savunma’nın en zengin yanı olaylar dizini, buna karşılık en zayıf yanı yaşananlardan çıkarılan derslerdir. Hatta Savunma’da çıkartılmış derli toplu ders bulmak oldukça zordur.
Olayların içinde kaybolmamak için Savunma’daki iki zaaflı yöne değinmekle yetineceğiz. İlki, 12 Eylül öncesi en önemli taktik dönüş noktası olan 1979 yılı olaylarına nasıl bakıldığıdır. İkincisi, Savunma’nın genel olarak sınıf savaşına yaklaşımıdır.
1979 Sonu: Güçler Dengesindeki Dönüş
“1979 sonlarında Türkiye’de Amerika’nın CIA ve kontr-gerilla gibi örgütlerin yaratılmasını istedikleri ortam, artık yaratılmıştı… İşte bu psikolojik koşullarda can ve mal güvenliğini sağlayabilecek, nasıl olursa olsun, güçlü bir devlet otoritesine razı ve böyle bir otoriteyi arar bir toplum kesimi yaratılmıştır.” (S: 335)
1979 sonunun en önemli politik olayı 14 Ekim kısmi seçimleridir. Bu seçimleri Dev-Yol boykot etmiştir. Bu taktiğin değerlendirilmesi bir yana, esas önemli olan CHP’nin büyük oranda oy kaybına uğraması ve bunu Dev-Yol’un yorumlama biçimidir.
“CHP oylarındaki azalma, hükümetin sağ tutumuna karşı bilinçli ve güçlü bir protesto hareketidir.” (Devrimci Yol) Evet, CHP oylarındaki azalma kesin bir olguydu. Sekiz yüz bini aşkın oy yitirmiştir.
O yıllarda böyle bir yorum yapan Dev Yol, yıllar sonra aynı dönem için tam tersini söylüyor. Askeri darbe için ortamın hazırlanmış olduğu sonucuna varıyor. Evet, 1979 sonu ile 12 Eylül 1980 arasında fazla bir zaman dilimi yok. Olaylara bugünden bakıldığında 1979 sonunda darbenin olgunlaştığı sonucuna varmak zor değil. Oysa 1979 sonu ile 12 Eylül 1980 arasında zaman olarak fazla bir süre bulunmamasına rağmen, otağların niteliği açısından oldukça önemli farklılıklar vardır.
1978 başına gelinceye kadar yükselen halk muhalefeti iki tane MC eskitmiştir. -Geriye 1974 çıkışıyla “umut” olan Ecevit CHP’si kalıyordu. 1978-79 ise bu “umut”un denendiği ve yıkıldığı yıllar oldu. Bunu Ekim 1979 seçiminden sonra toplanan CHP Kurultayında Deniz Baykal şöyle açıklıyor:
“Eski seçimlerde yanımızda olan öğretmenleri, işçileri, sendikacıları, gençleri yanımızda bulamadık. Devrim sözünden korkar hale geldik.” (aktaran Savunma s. 330) CHP’nin zavallılığını o zamanlar D. Baykal ne güzel de açıklamış…
CHP’den bu kopmalar nasıl olmuştu ve nereye yöneliyordu? CHP’den uzaklaşmalar, Dev-Yol’un o günlerde söylediği gibi “bilinçli ve güçlü” bir protesto biçiminde miydi? Kesinlikle hayır. Tam tersine yığınlar “umut” kırıklığı içinde pasif bir kayıtsızlıkla seçime katılmadılar. Öte yandan, CHP den bu uzaklaşanlar nereye yönelmişti? Dev-Yol’un o günlerdeki yorumunun mantık sonucu, bu yığınlar devrimci saflara yönelmiş olmalıdır. “Bilinçli ve güçlü bir protesto” ancak böyle olabilirdi. Eğer gerçeklikler böyle olsaydı, bu durum, 1979 sonu koşullarında sınıflar savaşındaki güçler dengesinde devrimciler lehine çok önemli bir değişim anlamına gelirdi. Oysa bilindiği gibi böyle olmadı.
Gerçeklik, ne Dev-Yol’un 1979 da dediği gibi “bilinçli ve güçlü bir protesto”ydu, ne de 1989’dan geriye bakıp söylediği gibi tümüyle umutsuzdu. Ancak dün olayları abartan, gerçeklik noktasından öteye iten bir mantık, bugün tam zıttı yöne savrulmak zorundadır. “Darbelerin en önemli işlevlerinden biri de budun düşünce ve davranış sistemini birden alt üst etmek…
1979 yılının en önemli politik gelişmesi, “umut Ecevit”in de yıpranmasıyla birlikte, bütün irili ufaklı burjuva partilerinin halkın gözünde itibarının büyük ölçüde düşmesiydi. Dönemin parlementosu düzen içinde yeni bir çözüm üretme yeteneğini yitirmişti. Bu söylenenler bilinmeyen bir olgunun keşfi değil elbette. Ancak bu gerçekliğin devrimci güçler açısından politik anlamı olayların kargaşasında yeterince kavranmamıştır. Ecevit CHP’nin de yığın gözünde umut olmaktan çıkmasıyla birlikte, 1979’da devrimci güçler objektif olarak iktidar olmaya itildiler. Hiç şüphesiz ki, iktidar sorunu o günler de pratik taktik bir adım değildi. Henüz somut taktik bir hedef olmamıştı. Ancak dönemin güçler dengesinde, aşınca yıpranan düzen partilerine karşı devrimci güçler nitelikçe alternatif olmaya zorlanıyordu. K. Evren, 12 Eylül’den hemen sonra Konya’da yaptığı bir konuşmasında “biz gelmeseydik onlar gelecekti” derken Türkiye finans kapitalinin ruh halini yansıtıyordu.
Objektif ortamın devrimci güçlerin omuzlarına yığdığı bu göreve onlar nasıl tepki gösterdiler? Hatırlanacağı gibi sonu ve 1979 yılı sol güçlerin kendi içlerinde bölünme yıllan olmuştur. Öte yandan ünlü “sol içi çatışmaların” da arttığı bir dönemdir. Bütün bunların anlamı, niteliği değişmekte olan devrimci görevlere ayak uydurabilme sancılarıydı. Yeterince bilince çıkartılamayan görevlerin hissedilen baskısına karşı, düzensiz, panikçi, ancak aynı zamanda yeni görevlere uyum yapma çabalarını da içinde taşıyan tepkilerdi.
Eğer, o dönemde geniş yığınlar, sosyal demokrasiden bilinçli ve güçlü bir kopuş yapmış olsalardı devrimci güçlerin yeni görevleri omuzlayışı çok daha kolay olabilirdi. Zaten sorun bu noktada yatıyordu. Büyük bir enerjiyle ya düş kırklığı içindeki yığınları devrimci taktiklerimize “faşizme karşı genel direniş” yükseltecektik, ya da henüz bu sıçrama yapılamadan karşıdevrim bastıracaktı. Tüm 1979 yılı böyle bir hazırlık için aşın ölçüde önemliydi. Devrimci güçler bu momenti kaçırdıkları içindir ki, aslında 12 Eylül yenilgisi 1979 sonunda başlamış oldu.
Bu yolda, pratik yığın hareketinin son uyanları Tariş-Gültepe, Çorum direnişi biçiminde kendini ortaya koydu. Tariş-Gültepe olaylarının o dönem mücadelesinde iki anlamı vardır. 1980 başında, eğer faşizmin gelişine karşı gerçekten direnilecekse, Tariş direnişinin bayrağı en azından önemli şehirlerdeki işyerlerine taşınmalıydı. Yığınların bilinç ve ruh halinde bir sıçrama ancak böyle mümkün olurdu. İkinci önemli anlamı, Tariş olaylarıyla birlikte işçi semtlerinde barikatlar kuruldu. Barikatlar çok geçmeden Çorum’da da faşist saldırılara duvar oldu. Bu gelişmeler, artık mücadele biçim ve araçlarının da, koşullara göre değişmek, yeni biçimleri yoklamak zorunda olduğunun cılız da olsa ilk önemli işaretiydi.
Devrimci güçler, hem genel konumlarındaki önemli nitelik değişiminin (iktidar için alternatif olmaya itilme), hem de dönemin öne çıkarttığı yeni mücadele biçimlerinin (yığın direnişini yaygınlaştırma) gerektirdiği kalite yükselmesini sağlayamadıkları için 1978 momentini yitirdiler. Bu, yenilginin başlangıcı oldu.
Savunmada, olayların akışında farklı nitelikli momentler öne çıkartılmaz, olaylar karşı devrimin planlı saldırıları olarak gelişir, 1979 yılı da böyle gelişmelerin artık darbe beklentisini olgunlaştırdığı bir yıl olur. Tariş olayları, faşist işçilerin fabrikaya yerleştirilmesi nedeniyle patlak vermiştir. Mücadele momentinde başka bir anlamı yoktur.
Böyle bir anlatım, gazetecilere ya da ansiklopedicilere düşerdi. O dönemlerin en güçlü siyasi yapısına değil. Dev-Yol, 12 Eylül öncesinde olayların gidişine taktik olarak uyum yapmakta, örneğin bir partizan ölçüsünde kıvrılamaz ve kavrayışsız bir katılıkta değildi. Onun en önemli kusuru, yığınların kendiliğinden eğilimine fazlaca tabi olmak ve bu geriliği devrimci parolalarla örtmekti.
Savunmada ise, olayların gelişim seyri ve momentlerin özellikleri bütünüyle gözden silinmiştir. Bir tek şey; özel harp dairesi destekli faşist saldırılar ve devrimcilerin savunması dönemin bütün özelliği olarak sunulmaktadır. 12 Eylül öncesi sınıflar savaşını yalnızca bu yanıyla özetlemek mümkün değildir. Devrimciler, faşistlere karşı kendilerini elbette ki savunacaklardı. Ancak onlar, 12 Eylül öncesinde, belli momentlerde güçlerini ortak olarak koordine edip, faşizme ve onun maddi temeline yeterince saldıramamaktan suçludurlar. Yığınlar, faşizme karşı kendi güçlerini deneyemediler.
Netice olarak, 1979’da CHP’den kopan yığınlarda sağ politikalara karşı “güçlü ve bilinçli bir protesto” gören Dev-Yol, yıllar sonra aynı döneme baktığında otorite özleyen bir “toplum kesimi”nden başka bir şey göremiyor. Böyle bir yaklaşım ne dün ne de bugün o dönemin görevlerinin kavranamayışı olur. Dün görevleri kavramayışın bedeli kaçınılmaz bir şekilde yenilgi olarak ödendi, ancak bugünden aynı döneme bakıldığında devrimci bir ders çıkartılamıyorsa, bunun bir tek anlamı vardır. Gelecek mücadele dönemine hazırlanma yeteneğinde olmamak, bağımsız devrimci taktikler üretmek yerine, olayları akışına tabi olmak…
Sınıf Mücadelesini Kavrayış
Savunma’nın sınıf mücadelesi gerçekliğini nasıl kavradığını, bir iki örnekle açıklamaya çalışalım.
“MC’ler geçici bir çözüm olmaktan öteye gidememiş, düzenin sorunları çözülmemiş, buhranın daha da derinleştirilmesinden, toplumdaki kamplaşmanın büyümesinden başka bir sonuç vermemiştir.” (S: 396) Bu cümlelere bir CHP’linin savunmasında kolayca rastlanabilir, ancak Dev-Yol savunmasında işi ne? Sınıflar gerçekliğini kavrayan birisinin “toplumdaki kamplaşma”dan yakınması mümkün müdür? Egemen sınıfların neden MC taktiğine başvurduklarını ya da başvurmak zorunda kaldıklarını açıklamak yerine, toplumsal kamplaşmadan yakınmak, sınıflar mücadelesini benimseyen bir devrimcinin “yolu” olamaz. Sınıflar gerçekliğini bin bir demagoji ve zorla örtmeye çalışan egemen sınıflar, bunu MC ile bir ölçüde itiraf etmek zorunda kaldılarsa, bunun bir anlamı olmalıdır. 12 Marta rağmen işçi sınıfı ve halk hareketinin önlenemeyen yükselişinin karşısında MC şekillenmek zorunda kalmıştır.
Savunma, bu konudaki görüşlerini şu noktaya kadar vardırır:
“Türkiye’de bir iç savaş yaşanıyordu. Bu iç savaş, çatışma çizgisinin belirli olduğu, tarafların ordular teşkil edip, bunları birbirinin karşısına dizdiği, yani ateşin ve ölümün nereden geleceğinin belli olduğu bir savaş şeklinde sürmüyordu. Böyle olsa, çatışma çizgisinin bir tarafında ve geride kalan alanlarda karşı tarafın ateşiyle vurulmak ve ölmek tehlikesi uzaktır. Bu tehlike cephe çizgisinde vardır, ama cephe gerisinde, uzak bir tehlikedir. Türkiye’de yaşanan, böyle cephelerin belirli olduğu ve cephe gerilerinin bulunduğu bir savaş değildi. Kuralsız bir savaştı bu, her yer cephe, her yerde ölüm tehlikesi vardır. Kısacası, kalleş bir savaştı bu.” (S: 462)
Söylenenlerin duygusal yanı bir yana, sınıflar savaşının kuralı nedir? Onun belki de eh önemli kuralı hendeklerle çizilmiş bir cephe hattının olmayışıdır. Savunma, böyle bir savaşta kuralsızlık ve kalleşlikten başka bir şey göremiyor. Orduların cephe çizgisinde dizilip de yürütecekleri savaş kurallı ve kahramanca mı olurdu? Kimyasal silahlar, cephe gerisinde herhangi bir hedefi vurabilecek “akıllı bombalar” cephe savaşlarının eski mantığını bütünüyle değiştirmedi mi?
Yukarıda söylenenler, 12 Eylül’e kadar yaşanan dönemdeki “korkunç kaos”un bir küçük burjuva devrimcisinin hafızasında bıraktığı izler olabilir, ancak yaşanan olayların Marksist bir yorumu asla olamaz. Sınıflar savaşında herkes açık kimliğiyle yer alsa mücadele ne kadar basit olurdu. Bir yanda azınlığın azınlığı asalak egemen sınıflar, öte yanda üreten ama ezilip sömürülen işçi sınıfı ve halk. Böyle bir konumda, “düşmanı” tükürükle bile boğmak mümkün olurdu. Zaten gerçeklik böyle olduğu için ve bu gerçekliği her “kamplaşmada” yığınlar biraz daha iyi kavradığı için egemen sınıflar, sınıf mücadelesinde “kalleş” olmak zorundadır.
12 Eylül’ün en yetkili ağzı K. Evren, tüm konuşmalarında bu iki gerçekliği örtmek için didinip durmadı mı? “12 Eylül öncesine dönmeyelim” ve “bölünmeyelim”. 12 Eylül öncesi insanların beynine bir kaos, bir cehennem olarak yerleştirilmeliydi. Ve tüm olayların nedeni milletin kamplara bölünmesiydi…
Dev-Yol savunması yazarlarının, K. Evren’le aynı mantığı paylaştığını iddia etmek aklımızdan geçmez. Ancak yenilgiden doğru sonuçlar çıkartılamayınca, gericilik yıllarının genel ruh halinden etkilenmek kaçınılmaz oluyor. Devrimciler, 12 Eylül’ün mantığının tam karşıtını açıkça savunmak zorundadır. Kaçınılmaz sınıflar mücadelesi ve onun yükselişi, kendi meşru zemininde ileriye adımlar attıkça, egemen sınıflar bu gelişmeyi ancak mücadelenin bütün sınır çizgilerini karmaşıklaştırmak, taktik adımlarını bulanıklaştırmak yoluyla engelleyebilirdi. Sosyalistler, 12 Eylül öncesi yükselen işçi sınıfı hareketi karşısında finans kapitalin uyguladığı taktikleri, yarattığı “kaos”un anlamını bıkmadan yığınlara açıklayacaklardır. Finans kapitalin elinden böyle silahlan almak için onların iyi kavranması gerekir. Ancak bu yine de “kalleşliğe son veremez.
Üçüncü ve son örnek, siyasi krizin tepe noktası olan Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgilidir.
“CHP Genel Başkanı B. Ecevit (özellikle hükümetten düştükten sonra) ısrarla bunalımın aşılması için AP ile işbirliği önermiş, bir CHP-AP koalisyonunu esas alan bir politika izleyerek, tekelci burjuva ve ordu çevrelerindeki askeri darbe eğilimlerini önlemeye çalışmıştır. Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında da Ecevit, aynı doğrultuda bir politika izleyerek, AP ye Cumhurbaşkanı seçimi için işbirliği yapmayı ve bir AP-CHP koalisyonu kurmayı ısrarla önermiştir… AP’nin CHP ile uzlaşarak, Cumhurbaşkanı seçimini sağlaması, hiç değilse darbecilerin elindeki kozlardan birini ortadan kaldıracağına göre, her fırsatta ve ısrarla ‘militarizme ve askeri darbelere karşı olduğunu’ söyleyen Demirel niçin buna yanaşmamıştır.
“Demirel bilerek ve isteyerek bir rejim bunalımı yaratıyordu?” (s: 345) Sınıf mücadelesinin gerçek ve objektif taleplerini, politika kiremitliğindeki parti ya da liderlerin niyet ve isteklerine indirgeyen bir anlayış. Ecevit krizi önlemek istiyor, Demirel istemiyordu, bütün söylenenin özeti budur. Ancak hemen akla şu sorular gelir. Koca CHP, iki yılda hükümet olmasına rağmen krizi neden engelleyemedi? Ya da Demirel, kendi kellesini bile tehlikeye sokabilecek darbeyi niye istesin? Bu sorulara cevap bulmaya çalıştığımızda krizin çözümünün Ecevit ve Demirel’in niyetlerini aştığını teslim etmek zorunda kalırız. Kriz iki partinin çözebileceğinden öteye derinleşmişti.
1974-77 arası gelişmeler, Türkiye finans kapitalinin önüne kaçınılmaz bir şekilde devrimci güçleri ezmek, sosyal demokrasiyi demoralize edip teslimiyete zorlamak taktiğini koydu. Finans kapital, 12 Mart içinde İnönü’yü alt eden, “toprak işleyenin su kullananın” diyen, 1974 seçimlerinde “AP ile bir koalisyon hayaldir” parolasını atan CHP’den bunların hesabını sormak, onu kazandığı mevzilerden geri itmek zorundaydı.
Aksi takdirde yığınlar bu parolaların daha ötesine sıçrayabilirdi. 1977’ye kadarki kısa gelişim böyle bir ihtimalin tartışılmaz kanıtı olmuştu.
1978 sonuna gelindiğinde, sosyal demokrasi devrimci gelişim ve faşizm arasında sıkışmış, finans kapitalden demokrasi dilenir olmuştu. Dolayısıyla, Türkiye egemenleri ilk hedeflerine ulaştılar, CHP’nin halk gözündeki itibarını önemli ölçüde yıktılar. Fakat bir diğer taktik hedefe, işçi ve halk hareketinin (elbette ki onun öncüleri devrimci hareketin) topyekün ezilmesi hedefine henüz varılmamıştı. Böyle bir momentte, AP’nin CHP ile uzlaşması sınıflar mücadelesinin o momentteki durumundan dolayı, işçi ve halk hareketini topyekün ezme taktiğinden geri adım atması anlamına gelirdi. AP, böyle geriye bir adım atmadı. Tersine 24 Ocak Kararları’yla daha kararlı saldırıya geçti.
Ecevit, elinde dilekçe Demirel’in ardında koalisyon talebiyle dolaştıkça krizi yumuşatamamakla kalmadı, finans kapitalin taktik hedefine varışını kolaylaştırdı.
Böyle bir momentte uzlaşmayı ummak, ya da cumhurbaşkanının seçilmesiyle, darbecilerin elinden bir kozun alınabileceğini sanmak, en hafifinden o dönemde yaşanan sınıflar mücadelesinin seviyesini ve özünü kavrayamamak olur. Savunma’nın yazarları, olaylara öylesine tek yanlı bakıyorlar ki, ortada faşistlerin devrimcilere saldırısından başka bir şey kalmıyor. Savunma, kelimenin en dar anlamında bir “savunmadan” öteye gidemiyor. Devrimci güçler, 12 Eylül öncesinde yalnızca faşistlerin saldırılarına tepki göstermekle yetinmediler. Olayı böyle koymakla savunmanın yazarları devrimci hareketi küçültmekle kalmıyor, aynı zamanda gerçekliği de çarpıtmış oluyorlar.
Egemen sınıfların 12 Mart zulmüne; işçi ve halk hareketi 1974-77 yükselişiyle cevap vermişti. Egemen sınıfların bu yükselişe cevaplan ise I. ve II. MC’nin örgütlenmesi oldu. Ve olaylar karşılıklı güç zorlamasıyla 1979 sonundaki noktaya dayandı. 0 momentte olayların mantığı bir uzlaşmayı dışlıyordu.
Çünkü bir yanda halkın gözünde yeterince itibar yitirmiş burjuva partileri; öte yanda henüz zayıf, güç birliği zemininde koordine olamamış da olsa potansiyel olarak düzene alternatif olmaya zorlanan devrimci güçler. Böyle bir konumda halk güçlerinin yükselişini bir AP-CHP koalisyonu engelleyemezdi. Hatta onları kendilerini toparlamaları için belki çok kısa soluklu bir dönem bile yaratabilirdi. Oysa finans kapital böyle bir zaman kaybına artık katlanamazdı.
Sorun, Devrimci hareketin, CHP’den kopuşan yığınları kazanmadan bastırılmasıydı. Bu yapılamazsa, devrimci güçler ileriye doğru çok önemli bir adım atmış olacaklardı. AP- CHP koalisyonu böyle bir momentin mantığına denk düşmüyordu; AP azınlık hükümetinin ise halk hareketinin bastırılmasına gücü yetmiyordu. Sonuç: 12 Eylül oldu.
Özetlersek, Savunma yazarlarının 12 Eylül öncesine bakışları, sınıf mücadelesi kavrayışlarının ne ölçüde sığ olduğunu yeterince açığa vuruyor. “Derinleşen kamplaşma”, kuralı olmayan “kalleş savaş”, Ecevit’i bunalımı çözme, Demirel’i ise tırmandırma yanlısı görmek, bütün bunlar sınıflar savaşına liberal yaklaşımlardır.
MC kurulduğunda Ecevit, Demirel’i “milleti cephelere bölmekle”, Demirel ise CHP’yi “komünistlerle işbirliği yapmakla” suçlamıştı. Bu sözler sırf propaganda amaçlı boş sözler değildi. Tam tersine o dönemde iki büyük partinin politik taktiklerinin en veciz özetiydi. Savunma, CHP’yi ne kadar eleştirirse eleştirsin, sınıf mücadelesine yaklaşımda onun zeminine kaymadan edemiyor. Bu niyetlerden, isteklerden öteye bir gerçekliktir. Mücadeleye sınıf zemininden çok, popülist bir “halk ve oligarşi çelişkisi”nden yaklaştığı için, halk içinde yaşanan amansız “kamplaşma” Dev-Yol’u kararsız, kendiliğindene bir konuma itmiştir. “Kamplaşma”nın sınıfsal ve sosyal temellerini yığınlara cesaretle açıklamak, dolayısıyla onların seviyesini mücadelenin ihtiyaçları yönünde yükseltmek yerine, onların kendiliğinden tepkilerine tabi olmayı neredeyse taktik bir tutum haline getirmiştir.
Sonuç
Savunma’da rakam ve belgelerle devrimcilere önce faşistlerin saldırdığı, yürütülen mücadelenin bu saldırılara karşı haklı bir direniş olduğu anlatılmaktadır. Bütün bir 12 Eylül öncesinin böylesine dar bir bakış açısında değerlendirilmesi, yalnızca 12 Eylül yenilgisinin yarattığı etkiye bağlanamaz. Dev Yol, 12 Eylül öncesini pratik olarak yaşarken de bu dar bakış açısının dışına çıkamamıştı. İşçi ve halk hareketi yükselirken, başlatılan faşist saldırılarla hareketin ufku daraltılmaya, mücadele dar bir taktik alana çekilmeye çalışıldı. Egemen sınıflar bu taktik adamlarında gerçekten başarılı oldular.
Devrimci güçler, genel güçler dengesini kollamak, hareketi daha üst basamaklara yükseltmek için bağımsız taktik tutumların belirlenmesi ve güçlerin bu yolda koordinasyonu gibi can alıcı sorunları çözmeye uğraşmaktan çok, çekildikleri dar taktik alanda (mahallelerde faşist milislerle mücadele) kaldılar. Bunun en doğal sonucu mücadele ufuklarının daralması oldu, günlük, pragmatik gidiş taktik haline geldi.
Savunma, bütün anlatımıyla bunu doğruluyor, daha da kötüsü, dün içine düştüğü ağaçlardan ormanı görememe hatasını böyle bir anlatımla bir kere daha tekrarlamış oluyor. Demek ki, yenilgiden devrimci dersler çıkartılamamıştır. Geriye liberal bir kavrayışla çıkartılacak dersler kalıyor